Osman ZENGİN |
|
Eski Maliye bakanı değil, Maliye eski bakanı! |
Yazıya, “Nasıl giriş yapayım?“ diye düşünürken aklıma, 45 sene önce ortaokuldaki Türkçe hocamızın söyledikleri geldi. Edebiyata meyyal olduğumuzdan hocalarımızın anlattığı bazı şeyleri hiç unutmuyordum. Hocamız güzel konuşmadan çok bahseder, yanlışlık yapmamamızı tenbih ederdi. ”Çocuklar, anlatacağınız şeyi güzel ve net anlatın, ifadelerinizi de ona göre yapın” der ve anlatmaya devam ederdi. “Almanya’da çalışan işçilerimizden birinin (o zaman yeni, yeni gidiliyordu Almanya’ya çalışmaya) bir çocuğu doğmuş, tabiî haber etmek için ‘Oğlun oldu’ diye telgraf çekmişler. Telgraf memuru da ‘o’ harflerini karşıya ‘ö ‘diye geçince, adamın eline telgraf ‘Oğlun öldü’ şeklinde geçmiş. Meğer adamın zaten bir oğlu varmış, yeni doğan da erkek olunca, ‘oğlun’ kelimesinden, büyük oğlunun öldüğünü zannederek şaşırmış. Halbuki telgrafı, ‘Bir oğlun daha dünyaya geldi’ veya ‘oğlun doğdu’ deselerdi yanlışlık olmazdı. Onun için yanlış anlaşılacak ifadeleri kullanmayın” derdi. Bir de, çok kimsenin yanlış kullandığı “yalnız“ ve “yanlış” kelimelerinin üzerinde çok dururdu. “Evlâdım” derdi, “Bu iki kelimeyi yanlış olarak ‘yanlız-yalnız’ olarak kullananlar çoktur, dikkat ediniz. Yalın, tek kalmak kelimesinden ‘yalnız‘ ı hatırlarsanız, yanlış yapmaz ve yazmazsınız” derdi. Bu kadar uzun bir girizgâhtan sonra, başlıktaki ifadelere gelecek olursak; maalesef, günlük hayatımızda çok yanlış kullanılıp ifade edilen kelime ve cümleler oluyor. (Şimdi ben bunları yazarken, Türkçe’yi güzel kullanan yazarlarımızdan Ekrem Kılıç Ağabeyim, her halde gülümsüyordur.) Gazeteler, radyolar ve televizyonlar da, maalesef bu yanlışlıkları sıklıkla yapıyorlar. Şüphesiz bu yapılanlar bilerek değil, ama doğru ifade etmek için de dikkat etmek lâzım. Meselâ, “Eski Maliye bakanı Hasan Polatkan” diyorlar. Yahu, eski maliye olur mu? Maliye eskimedi ki. Halbuki, ”Maliye eski bakanlarından Hasan Polatkan” dense daha münasip ve doğru olacak. Yani, yerinde duran ve değişmeyen; belde, mekân, müessese ile alâkalı bir haber verileceği zaman, o yerleri daha önce temsil etmiş şahsın isminin başına “eski” kelimesini getirmek lâzım. Mekânın, beldenin, müessesenin değil. “Eski İstanbul valisi” diyorlar. Olur mu? “İstanbul eski valisi” denilse daha münasip olur. Bu minval yapılan hatalara TRT dahi düşüyor. Bir de ihtisas gerektiren bazı şeyler oluyor. Meselâ, özellikle kış mevsiminde kapanan yollarla alâkalı yayınlanan haberlerde yol açan iş makinelerinin ismi bahsedilirken, greyderi gösterip, “Dozerler yol açtı” deniliyor. Bilmeyen için bir problem yok da, makineleri bilip tanıyanlara garip geliyor bu. Halbuki orada da, sadece “iş makinesi” diye bir ifade kullanılsa, zevahir kurtarılmış olacak. Yukarıda ortaokul Türkçe hocamın anlattıklarından bahsetmiştim. Orada, yanlış kullanılan iki kelime, “yanlış ve yalnız”ın kullanışlarını söyledim. Bundan birkaç sene önce, bizim bu konudaki hassasiyetimizi bilen bir arkadaş, bir teyp bandı getirdi ve dinlemem gereken yeri işaret etti. Vitrin görüntülü bir kadın şarkıcı, "Yalnız bırakıp gitme…” olan şarkı sözlerini “yanlız bırakıp gitme” diye okuyordu. O kadar kimse de bu bandın kontrolünü yapmıştı, ama o kelime de öylece kalmış. Bir de “söyleyemem derdimi kimseye, ağyar duymasın“ diye, sözleri olan şarkı var. Oradaki ağyar “başkası, yabancı, eller” mânâsındadır. Ama onu bir çok şarkı okuyucusu “a yar” veya “o yar” diye okuyor. Halbuki alâkası yok. İş bunlarla bitmiyor tabiî. Başına gelen bazı kelimelerle birleştirilen ve “ev” mânâsında kullanılan “hane” kelimesi de, sıklıkla yanlış kullanılan kelimelerdendir. Meselâ, “hastahane=hasta evi (hastaların bulunduğu, barındığı yer mânâsında)“ kelimesini, kaç kişi doğru telâffuz ediyor? Bir çoğu, “hastane” diyor. Ne demekse? Pastahane, postahane, hapishane, eczahane, v.b hep aynı kabilden, yanlış kullanılan kelimelerdir. Son zamanlarda ortaya çıkan bir bilgisayar Türkçe’si var ki, o da tam evlere şenlik. Gerçi hızlı yazıldığından meydana gelen bazı hata ve kısaltmalar olabiliyor, onlara ”haydi neyse “ denilebilir de. Özellikle gençlerin birbiriyle yazışmalarındaki kısaltma, deyim ve tabirler acaip geliyor bizlere. Bunlardan en garib geleni, Allah’ın selâmı olan Selâmünaleykum-aleykümselam”ı kısaltarak “s.a-a.s” tarzında yazıyorlar. Hiç hazzetmiyorum bunları. Bir de insan isimlerinin yanlış kullanılması var—ki bu da genellikle İslâmı hatırlatan Arapça kelimelerde, Türkçe uyum kuralına uygun yapılıyor edasıyla yerleştirilmiştir. Din ile alâkalı olarak koyulan isimler; Seyfeddin, Salâhaddin, Şemseddin, Nureddin, Mehmed, Ahmed, v.s gibi isimleri de “dal, de” harfi yerine “te, t” harfi kullanılıyor ki, mânâ tamamen değişiyor. Seyfeddin, “dinin kılıcı” mânâsına gelirken, Seyfettin dendiğinde, sanki “zeytinin kılıcı” gibi bir mânâ çıkıyor. Peygamberimizin (asm) isimlerinden olan Ahmed ve Mehmed’i (Muhammed ismini, Osmanlı saygısından dolayı aynı mânâya gelecek şekilde böyle değiştirmiştir. Muhammed ismi, Peygamberimize has kalsın diye), “Ahmet, Mehmet” olarak kullanmak da yanlıştır. Hele Allah’ın kulu mânâsında olan “Abdullah”ı, “Aptullah” diye, kullananlar olmuştur. Neyse ki, artık bu kelimeyi çok kimse “Abdullah” olarak yazıyor. “Seyfettin değil, Seyfeddin. Apturrahman değil, Abdurrahman” olarak, isimleri doğru mânâlarında kullanmak lâzımdır. “Türkçe ses kuralı, uyum kuralı” diyerek, özellikle insan isimlerindeki kelimelerin canına okunmamalı. 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Eski İstanbul bir ud sesindedir |
İSTANBUL 1. Uluslar arası Yorgo Bacanos Ud Festivali yapıldı. Yahya Kemal bir şiirinde “Eski İstanbul bir ud sesindedir” der. Bu arada merhum Yahya Kemal Beyatlı’yı da 1 Kasım’daki vefat yıldönümü dolayısıyla rahmetle anıyoruz. İstanbul geçtiğimiz hafta Kültür Başkenti 2010 faaliyetleri çerçevesinde önemli bir festivalin ev sahipliğini yaptı. Sepetçiler Kasrı’nda 25-31 ekim 2010 tarihleri arasında düzenlenen bu programın tam adı, "İstanbul Uluslar arası 1. Yorgo Bacanos Ud Festivali” idi. Peki, adına festival düzenlenen Yorgo Bacanos kimdir? Daha önceki yazılarımızda da yer verdiğimiz gibi, özetle, son dönem Osmanlısının müzik kültürüne uduyla damgasını vurmuş bir gayrimüslim udî ve bestekârı. 1900 de Silivri’de doğmuş, Rum ve çingene asıllı bir müzisyen. Dedesi, babası, dayısı ve yine meşhur bir müzisyen olan kardeşi Aleko gibi oda müziğini seçmiş. 12 yaşında ilk defa sahneye çıkmasının ardından 77 yaşında ölene kadar udundan ayrılmamış. Bu durum kendisine Türk Müziğinde adı unutulmayanların arasında yer almasını sağladı. Hafız Kemal ve Sâdeddin Kaynak’la birlikte Berlin’de plak doldurdu. Mısır ve Kıbrıs’ta konserler verdi. Meşhur Mısırlı san'atçı Ümmü Gülsüm’ün hayranlığını kazandı. Münir Nurettin Selçuk’la çalıştı. Çaldığı orkestra ne kadar kalabalık olursa olsun onun udunun sesini duymak mümkündü. Arapların onun için kullandığı biraz da maksadını aşan bir tabir her halde Bacanos’un ustalığını anlatmak için yeterli olsa gerek. Bu festivale san'atçı olarak Yunanlı ud san'atçısı Georgios Marinakis, Kyriakos Kalaitzidis, Joseph Tawadros, Elia Khoury, Naseer Shamma, Omar Bashir’in yanı sıra Türkiye’den Osman Nuri Özpekel, Necati Çelik, 13 yıl önce Hazan Yağmuru albümümüzde ud icra eden Yurdal Tokcan, Prof. Dr. Nevzat Atlığ, ABD de yaşayan Prof. Dr. Münir Nurettin Beken (amcası rahmetli Ercüment Beken beyle çalışmıştık), benim de bütün ud öğrenimim sırasında başucu çalışma kitabım olan ud metodu kitabının yazarı Prof. Dr. Mutlu Torun ve yine müzik hayatımda aldığım ve halen de kullandığım ilk udumu yapan, ud yapım ustası Mustafa Copçuoğlu da bu festivale katılan isimlerden bazılarıydı. Genel San'at Yönetmenliğini Udi Necati Çelik’in yaptığı festivalde Mehmet Güntekin moderatör olarak görev aldı. Böyle nitelikli bir projeyi düşünen, gerçekleştiren, emeği geçen herkesi tebrik ederiz.
Ud Ud denince geçmişte akla gelen ilk isim belki biraz şaşırtıcı gelecek, ama Fârâbî ‘dir. Evet bizim daha çok felsefe, matematik bilimi alanlarında adını duyduğumuz Fârâbî, aynı zamanda çok iyi bir udî imiş. O çaldığında dinleyiciler üzerinde büyük bir etki bırakır, dinleyenleri uduyla güldürürken az sonra ağlatır, isterse uyutur, uyandırır ve hatta dargınları barıştırırmış. İşte böylesine müthiş bir ud icracısı. Ud özellikle dünyada da Türk san'atçılarının adının çok bilindiği bir enstrüman olmuştur. Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Prof. Dr. Cinuçen Tanrıkorur’un yanı sıra günümüzde Osman Nuri Özpekel, Necati Çelik, Prof. Dr. Mutlu Torun, genç kuşaktan Yurdal Tokcan’ın adını ilk etapta zikretmek mümkün. Ancak elbette udun yetenekli mızrapları sadece bu isimlerle sınırlı değil. Bugün ülkemizde en yaygın olarak kullanılan enstrüman ud demek sanırım yanlış olmaz. Türkiye’nin yanı sıra, Tunus, Fas ve Cezayir de dahil olmak üzere bütün Arap ülkelerinde, İran’da ve Ermenistan’da aynı adla kullanılır. Arap udları tellerinin yapısı gereği Türk udlarından biraz farklıdır. Yıllar önce ABD’de bir Arap öğrencim olmuştu. Ud dersi verirken kendi udunu getirmişti. Udun ve akordunun yapısı değişikti. Yine o dönemde ABD’li bir müzisyen arkadaşımla çalışmalar yapmıştık. Arap ülkelerine gitmiş ud, ney dersleri almıştı. Çalıştığı bestelere, eserlere baktığımda bir çoğunun Türk bestekârlarının besteleri olduğunu görmüştüm. Ud 5 çift ve bir de tek tel olmak üzere 11 telden oluşan kısa ve geniş gövdeli bir sazdır. Udun, insan kucağını dolduran büyük armuda benzer gövdesini, 20 kadar hilâl biçimli ahşap dilim oluşturmaktadır. Kısa, yassı sap, bir takoz aracılığıyla gövdeye takılır. Burguluğa doğru daralan sapın, gövde ile birleştiği yerdeki genişliği yaklaşık dört parmaktır. En alttaki iki çift tel, eskiden bağırsaktan yapılırken günümüzde ise misinadan üretilmektedir. Diğer teller, ipek üstüne gümüş veya bakır sargılıdır. Her tel, doğrudan göğse yapışık tel takozundan (eşik) çıkar, burgulukta sapın birleştiği yerdeki baş eşikten aşarak kendi burgusuna sarılır. “Ud”un göğsü, yaklaşık 1 milimetre kalınlığında, ladin ağacından düzgün elyaflı bir levhadır. Göğsü alttan destekleyen çıtalara “balkon” denir. Balkonların yerleştirme düzeni, çalgının ses kalitesi ile doğrudan ilgilidir. Ud önceleri tavuk ve kartal kanadı ile çalınırken günümde plastik mızraplar kullanılmaktadır. Vefat yıldönümünde Şaban Döğen Ağabey’e rahmet niyazıyla!... Geçtiğimiz yıl Kasım ayında Şaban Ağabey’i fani dünyadan baki âleme yolcu etmiştik. Zaman nasıl da çabuk geçiyor. İşte bir sene geçivermiş bile. Hoş sohbeti, gülen yüzü , sabrı, insan sevgisi ve muhabbeti ile – hani derler ya – gerçekten de yeri doldurulması çok zor bir ağabeyimizdi. Vefat yıldönümünde hasretle rahmetle anıyoruz. Allah (c.c) gani gani rahmet etsin. 04.11.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Boykot yanlış, ama... |
Üzerinden neredeyse bir hafta geçti, ama Çankaya’daki cumhuriyet resepsiyonu ile ilgili tartışmalar hâlâ devam ediyor. Özellikle komutanların boykotuna yönelik AKP kaynaklı tepkilerin ardı arkası gelmiyor. Başkomutanın davetine icabet edilmemesini “emre itaatsizlik” olarak yorumlayanlar bile var. Buna karşı CHP’nin tavrı ise, “Madem öyle, gereğini yapın” diyerek işi kızıştırmak oluyor. Eğer Cumhurbaşkanının komutanlara gönderdiği resepsiyon davetiyesi “emir,” iştirak edilmeyip alternatif resepsiyon düzenlenmesi de “boykot ve itaatsizlik” olarak yorumlanırsa, bunun bir müeyyidesinin olması gerekmez mi? Bu soruya iktidarın bir cevabı yok. “Türkiye’nin bütün renkleri oradaydı” demeyi sürdüren Cumhurbaşkanı da işin o tarafına girmiyor. Resepsiyon krizinin, gündüzki resmî törenlerde Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanının aynı araca binerek halkı selâmlamalarından sonra yaşanması da konunun ayrı bir ciheti. Esasen millî bayramlardaki tören, protokol, resepsiyon bahislerinin ve tartışmalarının gereğinden fazla büyütüldüğü gözardı edilmemeli. Ve bu meseleler sühuletle ele alınıp, meselâ İstanbul’un Vatan Caddesindeki kutlamalar ile öncesinde yapılan provaların şehir trafiğinde yol açtığı, halka saç baş yolduran kronik tıkanmaları bitirecek alternatif çözümler üretilmeli. Bu konuda İl Genel Meclisinde alınan ve icrası Valiye havale edilen son karar uygulanmalı. Keza Genelkurmay eski Başkanlarından Doğan Güreş’in yıllar önce gündeme getirdiği “Cumhuriyet Bayramlarını topla, tankla kutlamaktan vazgeçelim” teklifi hayata geçirilmeli. Sanki ülkenin en önemli meselesiymiş gibi hararetli tartışmalara konu edilen protokol uygulamaları makul ve dengeli bir çizgiye çekilmeli. “Kim nereye oturacak? Kim hangi yerde bekleyecek? Protokol zevatının başörtülü eşleri ve yakınları ne olacak?” gibi, haddizatında incir çekirdeğini doldurmayan konularda zaman zaman yaşanan gereksiz tartışmalar artık bitmeli. Bunları ifade ettikten sonra askerin Çankaya resepsiyonunu boykotuna yeniden dönersek: Bu tavır, “başörtülü first lady”ye karşı başından beri sergilenen hazımsızlığın yeni bir tezahürü mü, yoksa başka şeyler de söz konusu mu? Burada dikkat çeken hususlardan biri, resepsiyondan bir hafta önce Genelkurmay’ın sitesine konulan açıklama ile, şimdiki 2. Başkan Aslan Güner’in, üç sene önce KKTC'den dönen Gül’ü karşılarken, yanındaki Hayrünnisa Hanımla tokalaşmamak için yer değiştirdiği şeklinde yansıtılan davranışına yeni bir izah getirilmesi. Buna göre, Güner’in o hareketi, TSK Protokol Yönergesi gereği, tören için kendi yerine intikalinden ibaretmiş; “Hayrünnisa Hanımla tokalaşmama” gibi bir kasıt ve niyet söz konusu değilmiş; o günlerde bu açıklama yapılmış olsa imiş, bu yöndeki yanlış algı devam etmeyebilirmiş... Yıllar sonra da olsa böyle bir açıklama ile yanlış algıyı düzeltme ihtiyacı duyan bir Genelkurmay, bilâhare resepsiyonu neden boykot etti? Acaba, eşiyle birlikte gelen Alman Cumhurbaşkanının ziyaretinde, Hayrünnisa Hanımın ilk kez Köşkteki resmî karşılama törenine katılıp askerî selâmlaması ve bunun medyada “Asker esas duruşta, selâm durdu” gibi başlıklarla yansıtılması, bu tavırda etkili olmuş olabilir mi? Hatırlanacağı gibi, başörtüsü yasağının büyük ölçüde ortadan kalktığı bir ortamda Erbakan’ın “Rektörler başörtülülere selâm duracak” diyerek yaptığı provokatif çıkış, karşı tepkileri tetikleyerek ülkenin 28 Şubat tüneline sokulmasında rol oynayan kritik kilometre taşlarından biriydi. Şimdi de, askerin kerhen de olsa başörtüsünü kabullenip hazmetme sancıları yaşadığı bir süreçte tören kıt’asını Hayrünnisa Hanıma selâm durdurma emrivakisi, bir aksülamel mi yaptı? Tasvibi imkânsız resepsiyon boykotunun psikolojik arkaplanı da gözardı edilmemeli, değil mi? 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ahiretin fidanlık bahçesi neresi? |
Seval Ceyhan: “Lem’alar 26. Lem’a 8. Rica’da dünyanın tanımı içinde geçen ‘Ahiretin fidanlık bir bahçesi’ ibaresini açıklar mısınız?”
Bediüzzaman’ın dünyanın güzel yüzü için kullandığı, ‘ahiretin fidanlık bir bahçesi’ ibaresi, Peygamber Efendimiz’in (asm), “Dünya ahretin tarlasıdır” hadis-i şerifini tefsir eden cümlelerinden birisidir. Bilindiği gibi Bediüzzaman, dünyaya bakışımıza hadisler ışığında yeni bir yaklaşım getirerek, dünyanın üç yüzü olduğunu, bunlardan bir yüzünün çirkin ve sevilmez, ama diğer ikisinin şer’an güzel ve sevilir yüzler bulunduğunu bildiriyor. Özetle, Bediüzzaman’a göre dünyanın üç yüzü vardır: 1- Dünyanın çirkin yüzü: İnsanın zevk ve keyif aldığını zannettiği hevesât dünyasına bakıyor. Kur’ân’ın “lehv ve la’b” diyerek “oyun ve oyalanmaktan ibaret” gördüğü yüz bu yüzdür. Bu yüz fani, geçici ve elemli olduğundan, kendisine dört elle sarılanı atar ve iter. Kendisini bâkî sayan ve hiç ölmeyecekmiş gibi kendisine bağlanan insanı aldatır. Şeytanın ve nefsin türlü türlü hileleri ve desiseleri bu yüzdedir. Bu sebeple dünyanın bu yüzüne karşı dinimizde sakındırıcı ifadeler çokça yer almıştır. Dünyanın bu yüzü sevilmez, sevilmemelidir. Sevilirse insanı yarı yolda bırakır, yani tabir caizse insanı satar ve aldatır. Dünyanın diğer iki yüzü ise sevilmeye lâyık yüzlerdir. 2- Dünyanın sevimli yüzü: Allah’ın güzel isimlerine bakar, güzel isimlerin nakışlarını gösterir. Bu yüz itibariyle dünya sevilir ve sevilmelidir. Bu yüz nefrete değil, aşka lâyıktır. Çünkü bu yüz kendisi fani ise de, Bâkî olan Allah’ın bâkî isimlerine aynadır. Allah’ın birçok ismini açıklayan, şerh eden ve bildiren sayısız mektuplar hükmündedir. Bu yüz ile ilgili olarak Risâle-i Nur baştan sona burhanlar ve şehadet ifadeleri ile doludur. Başka bir ifadeyle Risâle-i Nur, dünyanın esmâ yüzüyle yapılmış bir Kelime-i Şehadet tefsiri hüviyetindedir. Risâlenin hangi sayfasını açsanız, Bediüzzaman’ı esma yüzüyle kâinatı okuduğunu ve okuttuğunu görürsünüz. 3- Dünyanın diğer bir sevimli yüzü de ahirete bakan yüzüdür.1 Peygamber Efendimiz’in (asm) veciz ifadesiyle “Dünya ahiretin tarlasıdır.” Yani dünyada ekilir, ahrette biçilir. Tarlada cefa çekilir,-–tâbir caizse—harmanda sefa sürülür. Dünyada atılan tohumlar ve dikilen fidanlar ahrette ağaç olur, çiçek açar, meyve verir. Öyleyse sormak lâzım: Dünya fidanlık bahçesinde tohum atmayan ve fidan dikmeyen kimse, ahirette hangi ağacı bulacaktır, hangi çiçeği koklayacaktır veya bunları hak edecektir? Bu durumda fidanlık bahçemizi sevmemiz, çiçeği ve meyvesi hesabına şer’î bir davranış olur ve sünnettir. Bahsettiğiniz paragrafta Üstad Hazretleri dünyanın bu güzel yüzünü aynen şöyle tanımlıyor: “âhiretin fidanlık bir bahçesi ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve âlem-i bekada gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu sûrette yaratan Hâlık-ı Zülcelâle yüz bin şükrettim.” 2 Cümlenin devam eden ibareleri önceki cümleyi açıklıyor: Ahiretteki ağaçların, meyvelerin ve neticelerin tohumları, kökleri ve fidanları dünyadadır. Dünya ekim yeridir. Dünya hizmet yurdudur. Allah için atılan her bir hizmet adımı, her bir çile, her bir himmet ve gayret ahirette çiçek açacak ve meyve verecek şekilde verimli toprağa atılmış tohumlar ve verimli toprağa dikilmiş fidanlar hükmündedir. Allah’ın rahmetiyle bu fidanlar ahirette çiçek açarlar, meyve verirler. Keza bu fidanlıkta atılan her adımın resmi alınıyor, kaydı tutuluyor, kamerası çekiliyor. Tutulan ses ve görüntü kayıt levhaları, âlem-i bekada gösterilmek üzere muhafaza ediliyor. Bu fidanlık bahçe beka âleminde gösterilecek levhaları yetiştiren geçici bir tezgâhtır. Bu dünya fidanlık bahçe hükmünde olunca, attığımız her adımı itinayla, dikkatle ve düşünerek atmamızın önemi ortaya burada çıkıyor. Allah için, din için, ahiret için adım atmanın büyüklüğü burada ortaya çıkıyor. Çünkü bu fidanlık bahçede ebedî değerler için gösterilen gayretler, yapılan hizmetler ve atılan adımlar zayi olmuyor, bilâkis ahirette, bu günün fidanlarının meyveye durduğu cennet bahçesinde fazlasıyla karşılık buluyor. Meyve olarak Allah’ın rızasının kazanılması bile, tek başına bir sevinç, onur ve şükran kaynağıdır.
DUÂ Allah’ım! Dünyayı bize hoş ve hoşnut olduğun şekilde göster! Boş gösterme! Dünyanın lehviyâtını değil, mâneviyatını; hevesatını değil, ulviyâtını; malâyaniyatını değil, maâliyâtını sevdir! Dünyayı bize güzel levhalar kıl, rahmetinin çiçekliği kıl, lütfunun fidanlığı kıl, cennetinin mezraası kıl! Bize ebedî sevindiren manzaralar doku! Bize Mektubat-ı Samedaniyeni okuyacak göz ver, akıl ver, idrak ver! Bize eşyanın hakikatini göster! Âmin!
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 571. 2- Lem’alar, s. 234. 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Kabre imanla girmek |
Vefatının 1. yıldönümünde Şaban Döğen’e rahmete vesile olması niyazıyla...
Bir insan için dünyada kabre imanla girme kadar önemli birşey düşünülemez. Çünkü yaratılışın gayesi Yaratanı tanımak, Ona iman etmek ve hayatın sonuna kadar bu imanla yaşamaktır. Lâ ilâhe illallah Kelime-i Tevhid’inde ifadesini bulan bu hakikat, kalpte kökleştiği ve onunla emanet teslim edildiğinde ebedî saadeti kazanır insan. İmanının derece ve kuvvetine göre dünyası da bir nev’î Cennete döner. İman tahkikîleştikçe, ilmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakînde mertebe aldıkça, şeytan ölüm anında akla vesveseler, şüpheler verse de artık o imanı söküp alamaz. Çünkü böyle tahkikî bir iman, Kastamonu Lâhikası’nda anlatıldığı gibi1 yalnız akılda kalmaz, kalp, ruh, sır ve lâtifelere sirayet eder, kökleşir ki, şeytanın eli o yerlere yetişemez, imanı çalamaz. Böyle bir imana, her ehl-i iman ulaşabilir. Akıl ve kalp işbirliğiyle gidilir bu yolda. Hakkalyakîn derecesinde bir kuvvete ulaşılır. Artık Allah’a, meleklerine, kadere, ahirete iman gibi esaslar apaçık şekilde, iki kere iki dört eder derecesinde bir kesinlikle bilinir. Yani hakkalyakîn kuvvetinde bir ilmelyakin ile bütün gönülle tasdik edilir. İşte Risâletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu ve hakikatini bu ikinci yol teşkil eder. Çünkü Risâle-i Nur iman hakikatlerine ters yolların son derece akıldan uzak ve imkânsız bir yol olduğunu ispat eder. Risâle-i Nur’u anlayarak okuyan herkes, o ispatlar karşısında Allah’ın varlığı ve birliği, melekler, öldükten sonra diriliş gibi iman hakikatlerine artık gözle görür gibi inanır. Bu hakikatlerle ruh, kalp ve aklını dolduran bir insanın diğer bir avantajı daha var: O da şirket-i mâneviye denilen manevî ortaklıktan istifade etmesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitiyle Risâletü’n-Nur’un sadık talebelerinin güzel son ve kâmil iman kazanmalarına o derece çok, makbul ve samimî duâlar yapılıyor ki, o duâların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor. “Ezcümle: Risâletü’n-Nur’un bir hâdimi ve birtek şakirdi, yirmi dört saatte Risâletü’n-Nur Talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına yüz defa Risâletü’n-Nur Talebelerine ettiği duâları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü âkıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duâyı, en ziyade kabule medar olan şerâit içinde ediyor. “Hem Risâletü’n-Nur’un Talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz olan iman hususunda, birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, masum lisanlarıyla duâlarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i imanla kabre gireceğine kâfi geliyor.” Böyle güzel bir yola hiç ilgisiz kalınır mı?
Dipnot: 1- Kastamonu Lâhikası, s. 18-19.
(Merhum Şaban Döğen’in 06.06.2009 tarihli Yeni Asya’da yayınlanan yazısıdır.) 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Ş e k e r n â m e |
Aynı zamanda meslektaşım olan aziz dâvâ arkadaşlarımdan gelen dokunaklı mesajlar sebebiyle, "beyaz zehir" konusuna bir kez daha değinme ihtiyacını duydum. Abdil Yıldırım ve Mikâil Yaprak. Hem edib, hem şair, hem nur kalemli yazar arkadaşlarım. Son yazılarımızla ilgili olarak, biri Eskişehir'den, diğeri Avusturya'dan göndermiş oldukları dikkate değer ve bir o kadar da dokunaklı bulduğum mesajları, bilhassa şekerin zararlarını nazara vermenin ne derece ehemmiyetli ve isabetli olduğunu gözler önüne seriyor. Muhterem Abdil Yıldırım, gönderdiği mesajın ilgili bölümünde şunları söylüyor: "...Bu arada 'şekersiz çay' tavsiyeniz de çok işe yarayacak inşaallah. "Ben bir zamanlar şeker fabrikasında çalıştım. Şekerin nasıl imal edildiğini yakından biliyorum. "Beyaz taşlar fırınlandıktan sonra öğütülüyor ve toz kireç haline geliyor. Sonra kireç kaynatılarak 'kireç kaymağı' elde ediliyor. Bu kaymak da büyük kazanlardaki pancar şerbetine katılarak birtakım işlemlerden geçirilip şeker haline getiriliyor. "Yani, bildiğimiz taş tozları ile pancar şerbetinin rengi beyazlaştırılıyor. "Sizin de, kesinlikle ve şiddetle tavsiye ettiğiniz gibi, beyaz şekerden kaçmak, bir çok hastalıktan kaçmak demektir. "Bu arada, yakınınızda bulunanlara çay içerken tatlandırıcı olarak kullanılmak üzere kuru üzüm, hurma, vs. dağıttığınızı duydum. Bu kadar destek olduktan sonra, bizi de unutmazsınız herhalde...:)) "İstifadeye medar yazılarınızın devamını bekliyor, sağlık ve selâmette olmanızı diliyorum. A.Y." Yanlış anlaşılmasın. Bir noktadan sonra tedâvisi şimdilik mümkün görünmeyen şeker hastalığının yegâne sebebi, beyaz şeker değildir. Bu amansız illetin daha başka sebepleri de vardır. Ancak, tetikleyici ve azdırıcı olarak şekerin, özellikle de kesme/küp şekerin birinci sırada yer aldığı hususu, uzmanların ortak görüşüdür. Bu hatırlatmadan sonra, Mikâil Yaprak Ağabeyin şiirine geliyorum. Şiiri, 1984'te gencecik yaşta vefat eden aziz dâvâ arkadaşımız Erzurumlu Sırrı Soslu için yazmış. Ne gariptir ki, aynı tarihlerde ve aynı vefat hadisesi sebebiyle biz de bir "vefâ yazısı" yazmışız. Kupürünü gördüğünüz "Civanmert arkadaşım Sırrı Soslu" başlıklı bu yazı, 19 Şubat 1984 tarihli Yeni Asya'da neşroldu. Merhum Sırrı arkadaşımızla, İstanbul'da aynı talebe yurdunda kaldık. Kısa zamanda kaynaşıp canciğer olmuştuk. Ne yazık ki, henüz 25'inde iken şeker hastalığından vefat etti. İşte, Mikâil Ağabeyimiz, aşağıdaki mısraları o tarihte onun vefatı üzerine kaleme almış. Okuyalım:
Sırların son sırrına erdin, Sırrı kardeşim. Çok çetin bir imtihan verdin, Sırrı kardeşim. Ağzımda şeker acı; Nazarımda kapkara, Zira, şekerdi senin derdin, Sırrı kardeşim.
Tarihin yorumu 4 Kasım 1922
Son Sadrâzamın son hükûmeti
Ankara merkezli Millet Meclisi'nin 1 Kasım 1922 tarihli kararıyla, Hilâfet ile Saltanat birbirinden ayrılarak, Saltanat lağvedildi. Buna rağmen, İstanbul'daki son Osmanlı hükûmeti çalışmalarına devam ediyordu. Ancak, bu iki başlılık halin devam etmeyeceği ve bir an evvel bitmesi gerektiği kanaatine varılarak, derhal çare arayışına girildi. Bütün dikkatler, Sadrâzam Tevfik Paşanın üzerinde toplanmıştı. Dördüncü kez Sadâret makamına getirilmiş bulunan Tevfik Paşa ise, 4 Kasım günü kabineyi topladı ve bunun son toplantı olduğunu belirterek, Sultan Vahdeddin'e verilmek üzere istifa mektubunu hazırladığını söyledi. Tevfik Paşa, böylelikle 623 yıl ömür süren Osmanlı Saltanatının "Son Sadrâzam"ı unvanını almış oldu. Refet (Bele) Paşa, İstanbul'daki işgal kuvvetleri komutanlarıyla bir görüşme yaparak, 4 Kasım günü itibariyle İstanbul'da Büyük Millet Meclisine bağlı hükümet idaresinin başlamış olduğunu söyledi. Saltanatın Resmî Gazetesi olan Takvim–i Vekayi de, aynı gün itibariyle yayınına son verdi. Bu tarihlerde Yıldız Sarayında ikamet etmekte olan Sultan Vahdeddin ise, 17 Kasım günü yurdu terk ederek, Osmanlı Saltanatının fiilî nihayetini ilân etmiş oldu. Artık Saltanat bitmiş, Hilâfet ise devam ediyordu. 3 Mart 1924'te, tamamen keyfî bir sûrette Hilâfet'e son verildiği açıklandı. 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Bir hedef belirlemek! |
İstanbul’da, güz toplantılarında, programı takdim eden Çalışan dostumuz yazı tahtasının bir tarafına büyükçe bir daire, onun içine de müteselsil küçük daireler çizer, ortasına da irice bir nokta koyardı. Yine aynı tahtanın diğer bir tarafına aynı dairelerin minyatürünü çizer ve onun da ortasına son noktayı koyduktan sonra döner, toplantı salonundaki hâzırûna sorardı: “Çizdiğimiz şu hedeflere atış yapacak olsak, hangi hedefi vurma ihtimalimiz daha yüksek olur?” Görüşleri aldıktan sonra konuya döner, cevapları toparlar, açıklama yapardı: “Elbette ki büyük olan hedefi tutturma ihtimâli daha yüksektir. On ikiden olmasa bile on birden, ondan, dokuzdan, sekizden… Ama mutlaka bir kademeden tutturma ihtimalimiz bulunur. Hedef küçük olursa, ıskalamak kaçınılmaz sonuçtur” izahında bulunurdu. Hesap kitap adamı olan bu dostumuz iştirak ettiği “Pazarlama teknikleri” konulu kurslardan, seminerlerden edindiği taze bilgileri aktarır ve bizleri bilgilendirir; sunumunun sonunda da, şunda ısrar ederdi: “Hedefi büyük tutun!” Demek insan, önce, önüne bir hedef koymaya karar vermeli. Ondan sonra da, hedefi büyütmeli. Bu hedef kitap olur, okul olur, iş olur; hayata dair şeyler olur. Olur, olur… Meselâ, insan, günlük kitap okumalarında belli bir sayfa sayısını gözüne kestirebilir; “Yarın filân, filân dostlarımı ziyaret edeyim” diyebilir; yürüyeceği yolun kilometresini belirleyebilir; hayat yolunda, ulaşmayı düşündüğü seviyeyi hedefleyebilir; ticaretinde, ziraatında, sanatında varmayı arzu ettiği çizgiyi hedef olarak karşısına koyabilir. Nasıl ki kampanya çalışmalarında kurumlar ya da sorumlular önlerine bir hedef koyarlar; belirlenen hedef 50’dir ama, amaçlanan hiç olmazsa 30’dur, 25’dir. Çünkü, on beşten otuz çıkmaz! Bir senenin sonuna kadar Risâle-i Nur Külliyatının bütününü okumayı hedefleyen kişinin, on dört kitabın onunu bitirmesi gayretsizlik sayılmaz. İki defa hatmetse, nûrun alâ-nûr olur. Ticarette de öyle değil mi? Bir yıllık ticarî faaliyet içinde ulaşmayı umduğu bir hedefi olmalı tacirin. Ona göre performans sergilemeli. Varamasa da oraya, en azından , o istikamette bir mesafe kaydeder. Başlıkları çoğaltmak mümkün. Hedef koymak konusunda işte müşahhas bir örnek: Altı yıldır Türkiye’de eğitim gören Türkmenistanlı kardeşimiz Murat, önüne bir hedef koymuş: “Ben, Türkmenistan’ın Dışişleri Bakanı olacağım” diyormuş. Bu idealle bir fakülte bitirmiş, mastırını da yapmış; bir fakülte daha bitirmek için yeni kayıt peşinde! Böylesi gençlerimiz, nasıl tebrik edilmez? Tebrikler Murat kardeşim, tebrikler. Başarılar dileriz… Devletin nasıl ki bir yıllık, üç yıllık, beş yıllık kalkınma plânları oluyor ve bir hedef belirleniyorsa; fertlerin, şirketlerin ve müesseselerin de bir hedefi olmalı, Mevlâ’ya sığınarak gayrette bulunmalı. “Hedefi büyük tutmak” sözünü ihtiras olarak değil, ideal olarak anlamak lâzım. İnsanın, eline geçen kısmetine rıza göstermesi kanaattir, bu, çalışma isteğini arttırır; onu yeterli bulmak ise himmetsizlik, gayretsizlik; hatta, tembelliktir.* “Her günün eşit geçmemesi” için; Yarınların, bugünden daha ileri seviyede olması için; Müreffeh bir ülke, gülümseyen bir toplum için: Bir hedef belirlemeli…
Dipnot: * Bu cümlenin orijinali için Mektubat, s. 461’e bk. 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Bir Şaban Döğen vardı |
Yine böyle bir sonbahar günü idi…Çorum–Kargı ilçesinde bir gönül insanını kara toprağın bağrına koymuştuk. Kader bu… Sebepler ise bahane. Ömrü kitaplar ile, vaaz kürsüleri ile, dersleri ile, konferansları ile, seminerleri ile, sohbetleri ile geçmişti. O gerçek anlamı ile bir âlimdi. Öz kardeşliğin ötesinde bir sevgi bağımız vardı. İstikamet üzerine yaşadı. Mütevazı idi. Binlerce insanın akıl ve kalbine İslâm’ın o sıcak hakikatlerini ulaştırdı. Binlerce makale yazdı, onlarca kitaba imza attı. Onun simasında tebessümden farklı bir şey bulamazdınız. İşi hizmetti. Risâle-i Nurlar hayatında bir mihenk noktası idi. Bina yaparsınız yıkılır, yemek yersiniz kaybolur gider, günah işlersiniz kara bir leke olarak kalır... Ama ilim ve hizmet öyle değildir. O, yıllarca ve asırlarca söylenir. Ölü maddenin tehdit ve tahditleri hayatı yaşanmaz hâle getirir. Mânevî hayat ise, ekmek ve ilâçtan daha ziyade insanların hayatına lüzumlu hâle geldi. Bu büyük mânevî yangının söndürülmesi için örnek bir hayat yaşadı. Vefatı bütün sevenlerince büyük bir hüzün ile karşılandı. Hâlâ andığımda yürekten yanar içim. “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir“ demişti Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm). O, şimdi, yazdığı ve gönüllere kadar ulaşan satırları ile yaşıyor. O inşâallah cennet-i a’lâda sevdikleri ile beraber. Onun hizmeti tâ gençliğinde başlamıştı. İmam Hatip lisesinde bile sınıfları çift çift olarak geçmişti. Çok zekî idi. Zekâvetinin zekâtını fazlası ile verenlerdendi. Cömert idi. Yine bir sonbahar günü onu anıyoruz. Tıpkı bir Asr-ı Saadet rüzgârı gibi. Tıpkı yaşadığımız sonbahar günleri gibi. O toprağın bağrına bir güneş gibi uful etti. Âyet-i kerîme, mefhum-u muhâlif ile “Ehl-i imânın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin onların üstünde ağlıyor” diye işaret ediyordu. Biz ona şahidiz. Sen de merhametini eksik etme Allah’ım. Seni unutmadık, unutmayacağız aziz kardeşim. Hem de son nefesimize kadar. 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yanlıştan vazgeç, doğruda ısrar et |
Ankara’da toplanan “18. Millî Eğitim Şûrası”nda ciddî tartışmalar yapılmış ve uygulanması halinde eğitim sistemindeki sıkıntıları kısmen de olsa sona erdirecek önemli kararlar alınmış. Bunlardan biri, Millî Güvenlik dersinin kaldırılması, kaldırılmıyorsa dersin askerler tarafından değil de öğretmenler tarafından verilmesi tavsiyesi var. Alınan başka bir kararla da, 1’den 5. sınıfa kadar okuyan öğrenciler bir binada, 6’dan 8. sınıfa kadar okuyanlar da ayrı bir binalarda eğitim görmesi teklif edilmiş. Hemen ifade edelim ki, şûrâda alınan bu kararlar sadece ‘tavsiye’ niteliğinde. Millî Eğitim Bakanlığının bu kararları uygulama yükümlülüğü yok. Bununla birlikte, eğitim camiasının düşüncelerini ortaya koyması bakımından bu talepler yerinde. Tabiî ki bu tekliflerden rahatsız olanlar da var. Onların itiraz noktası çok farklı. Tekliflerin muhtevasında ‘din’le ilgili konular olmasına itiraz ediyorlar. “Eğitimde dinî terminoloji istemi” başlıklı haberde şöyle denilmiş: “Şûrânın İlköğretim ve Ortaöğretimin Güçlendirilmesi Komisyonu’nda 8 yıllık kesintisiz eğitimin iki kademeli hale getirilmesi yönündeki öneri karara bağlandı. 1-5. sınıflar ile 6-8. sınıflar ayrı binalarda eğitim görecek. Değerler Eğitimi komisyonu üyeleri de öğrencilere ‘Allah’ bilincinin verilmesini, değerler eğitiminin İslâmi terminoloji ile anlatılmasını istedi.” (Cumhuriyet, 3 Kasım 2010) Gelişmeleri bu şekilde duyurmak, “Eyvah, irtica hortladı” haberlerini akla getiriyor. Kullanılan dil, açıkça ifade edilmemiş olsa da, “Allah bilinci”nin verilmesini istemeyi suç addeden cinsten. 1-5. sınıflarla 6-8. sınıfların ayrı binalarda okumasını istemek ve gerekse öğrencilere “Allah bilinci”ni vermek niçin ‘suç’ addedilsin, niçin bu talebi dile getirenler kınansın? Bu talepler hem Türkiye’nin, hem de dünyanın gerçeklerine uygun değil mi? 1. sınıftaki bir öğrenci ile 8. sınıftaki bir öğrencinin aynı ayna ve aynı mekânda eğitim alması hangi ‘ilmî kriter’e uygun? ‘Kesintisiz 8 yıl’ uygulaması başladıktan sonra bu konuda sıkıntılar ortaya çıkmadı mı? Nitekim, şu anda bile 1-4. sınıf öğrenciler öğlen, 5-8. sınıfta okuyan öğrenciler de sabahçı olarak eğitimlerine devam ediyorlar. Demek ki bu talep sadece bu günün meselesi değil, geçmiş yıllarda da talep edilmiş ve kısmen de uygulanıyor. Nedense, Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini görmek istemeyen bazıları, ‘din’den ve ‘İslâm’dan ürküyor. Bilgi eksikliğinden kaynaklanan bu ‘ürkme’nin giderilmesi için elbette mütedeyyin insanlara da büyük görev düşüyor. Kimse, “Dinden, İslâmdan ürken yok” demesin. Çünkü yakın zaman önce de aynı gazetede benzer haberler yer aldı. Misal vermek gerekirse, “‘İlâhî’ sosyal hizmetler” başlıklı bir haberde şöyle deniliyordu: SHÇEK Genel Müdürü Dr. İsmail Barış, sosyal hizmetlerin konu edildiği konferansta din vurgusu yaptı. Barış, ‘Sosyal hizmetlerin ilahiyatla ilişkisi var. Kur’ân-ı Kerim’de dezavantajlı kesimlerle ilgili âyetler fazla. Hz. Muhammed’in özürlerle ilgili çok hoş uygulamaları var ve bugün bile nadiren görülüyor’ dedi.” (agg, 27 Ekim 2010) Herhangi bir bürokratın, bir mesele hakkında konuşurken ‘din’den, ‘İslâm’dan hahsetmesi niçin ‘suçı’ olsun? Bu ve benzeri konuşmalar; gençleri alkole, uyuşturucuya, hırsızlığa, arsızlığa mı teşvik ediyor ki rahatsızlık sebebi görülüyor? Gerçeklere göz kapayarak bir yere varamayız. Dinden, İslâmdan, Kur’ân’dan ürkmeye gerek yok. Aksine, insanlığın kurtuluş reçetesi burada. Haksız itiraz ve ithamlara rağmen doğruları ifade etmeye devam... 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Ateşkes”ten “özerklik” vartasına… |
“Taksim’deki saldırı”nın ardından teröristbaşı da PKK’nın sona eren “ateşkes”i yine “tek taraflı” olarak “2011 genel seçimlerine kadar uzatılması” tâlimatını vermiş. Diğer yandan Tuğluk’un İmralı’da “avukatı” sıfatıyla görüştüğü Öcalan’ın “ateşkese destek verdiği, devlet yetkilileriyle görüşmelerin olduğu; barış konusunda daha ciddî bulduğu ilkesel bir görüşme yapıldığı, ‘diyalog süreci’nden ‘müzâkere süreci’ne geçildiği ve bunu çok önemli bulduğu” açıklamasının ardından, başta partinin eşbaşkanı Demirtaş olmak üzere BDP’lilerden Taksim’deki saldırı için “provokasyon” yorumları gelmeye başladı.. Tıpkı Güngören, Hakkari-Geçitli mayın tuzağı ve saldırılarında olduğu gibi, mesele PKK’nın parçası “kontrolsüz bazı güçler”e ve “fraksiyonlar”a bırakıldı. Oysa öteden beri sözkonusu terör eylemleri için taşeron terör örgütlerinin kullanıldığı biliniyordu. Bu arada son patlamada açık bir biçimde terör örgütüne karşı “ihtiyatî çabalar” gözlendi. İçişleri Bakanı Atalay’ın, 15’i polis 32 vatandaşın yaralayan ve polisi hedef alan saldırının üzerinde iki gün geçmesine rağmen, Emniyet’in son saldırıda “canlı bombacının kimliği ve örgütsel bağlantılarının netleşmesi araştırmalarına devam ettiğini” söyleyip eldeki bilgileri yetersiz ve erken bulması, dikkat çekici oldu. Oysa önceki terör eylemlerinde kısa sürede tetikçi örgütleri ortaya çıkarılıyordu. Kısacası, bir yandan “kalıcı barış”tan dem vurulurken, diğer yandan “taleplerinin yerine getirilmesi” için PKK’yı önemsetmek eline kozlar verip “pazarlık gücü”nü arttırmak, “şartları karşılanamazsa bedeli ağır olur” mesajını verdirmek amacıyla bir oyun oynandığı intibâı ağır basıyor...
İŞİN İÇ YÜZÜ… Tesbit şu ki “terörün durması”na odaklanan nazarlar, terör örgütünün “eylemsizliğin kalıcılığı” için şart koştuğu “şartlar”ın arkasındaki uçurumu gözardı ediyor. Görünen o ki terör örgütü, Öcalan’ın “yol haritası”ndan ve Karayılan’ın “önerileri”nden en ufak bir tâviz vermemiş; “ateşkes”i “önerilerin tahakkuku” için şart koşuyor. Cezaevi değil de âdeta “PKK’nın Komuta Merkezi” haline getirilen İmralı ve Kandil’in öne sürdüğü ve BTP-BDP sözcülerinin her fırsatta dile getirdikleri “şartlar” aynen tekrarlanıyor. Teröristlere karşı operasyonların durmasından, KCK yargılanmasındaki tutukluların serbest bırakılması ve terörist başı Öcalan’ın resmen “muhatap” kabul edilip sürece aktif olarak katılmasının önünün açılması, bunların başında geliyor.“Hakikatleri araştırma komisyonları”nın kurulması ile “yüzde 10 seçim barajı”nın kaldırılması gibi öneriler, merkezine “özerklik”le “fedaratif sistem”in konulduğu bu “şartlar”a “demokratiklik ve özgürlükler talebi” havasını verdirmek için tatlandırıcı olarak serpilmiş. Daha ilginci, örgütün Kandil’teki sözcülerinin, “Üzerinden iki buçuk aya yakın bir zaman geçmesine rağmen AKP hükümeti ileri sürdürdüğümüz hususlarda ciddî ve güven verici herhangi bir adım atmış değildir” yakınması. Bu durum, her ne kadar iktidar cânibinden enteresan bir tepkiyle sık sık reddedilse de, perde arkasında terör örgütüyle işbirliği ve temasların açık itirafı oluyor. “Eylemsizlik” sürecinin Haziran seçimlerine kadar uzatılması üzerine, BDP milletvekili Sakık’ın aynen Öcalan gibi, “Eminim ki bazı görüşmelerle bu sonuca varılmış, sâdece Öcalan’ın kararı değil” sözleri, işin içyüzünü açığa çıkarıyor…
“PAZARLIKLAR” YA DA “MÜZÂKERE” İşin gerçeği, Başbakan’ın “devlet adına yürütüldüğünü” söylediği Ankara ile İmralı-Kandil arasındaki “diyalog”un bundan böyle “müzâkere” düzeyine çıkarılması. Ve başta “özerklik” olmak üzere, terör örgütünün taleplerinin ve “yol haritası”nın resmen müzâkere edilmesi. Tuzak bunun üzerine kurulmuş; ve ne yazık ki siyasî iktidar bu denkleme sokuluyor. BDP kadın kongresinde konuşan Eşbaşkan Kışanak’ın “mutlaka adres alınmasını” istediği Öcalan’ın “büyük şehirlerde ses getirecek terör eylemleri” tehdidi ve şantajından sonra, Tuğluk’un, “26 Ekim’de bir takım intihar saldırılarının olabileceği”, peşinden Karayılan’ın “sivillerin saldırıda zarar görmesinden dolayı özür dilemesi”, AKP iktidarında Ankara’nın terörün durması hesabına “şartları müzâkere denklemi”ne düşürüldüğünün, terör tehdidi ve şantajına getirildiğinin en bâriz belgeleri. Gelinen noktada, resmî makamların bir türlü PKK isnadında bulunmadığı ve terör örgütünün üstlenmediği saldırının akabinde âcilen gelen “eylemsizliğin uzatılması” kararı, devletin-hükûmetin terör örgütü ve temsilcileriyle görüşmeler içine olmasının sözü edilen “barışçıl sürec”in arkasındaki “kirli plânları” gündeme getiriyor. Özetle İmralı’da terörist terör örgütünü yöneten terörist başı Öcalan’la saatlerce başbaşa görüşen MİT Müsteşarının Erbil’de Barzani ile buluştuktan sonra Washington’a gdip CIA karargâhında ayrıntıları ele alması, ABD’nin gözetiminde kapalı kapılar arkasında bir “proje” olduğunu su yüzüne çıkarıyor. Ve böylece “terörle mücadele” ve “Kürt meselesi”, bütün ülkede demokratikleşmenin geliştirilmesi, hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesi yerine, AKP iktidarının “İmralı-Öcalan/Kandil-Karayılan” eksenindeki PKK, terör örgütünün sivil yapılanması “KCK/BDP” ile ABD’nin kontrolündeki “Kuzey Irak/Barzani” üçgenine hapsedilmiş. Görüşmelerin ve “pazarlıklar”ın vardığı varta bu. 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Anayasal ordinans |
Salı günkü yazımı okumamış olabilirsiniz. Çok şey kaçırmış da sayılmazsınız. Ama yazımın hemen yan tarafında Taraf gazetesinden yapılmış mühim bir alıntı vardı. Onu muhakkak okumuşsunuzdur. YÖK üyesi Prof. Dr. Harun Cansız, yazısında YÖK’ün başörtüsüne ilişkin son icraatını savunuyordu. Özetle, başörtüsünün bir özgürlük sorunu olduğunu ve üniversitelerin özgür olması gerektiğini söylüyordu. Aslında çok dokunaklı ve adalet duygusuna uygun bir yazı, ama kanaatimce ana noktaları gözden kaçırdığı için yetersiz. Üzüntümü ve sayın Cansız ile diğer YÖK üyelerine tavsiyelerimi bu köşeden sizinle paylaşmak isterim. Birinci olarak, sayın Cansız, yazısında, üyesi olduğu “Yüksek Öğretim Kurulu”nu her nedense “Yüksek Öğretim Kurumu” yapmıştı. Daha vahimi “üniversiteler Yüksek Öğretim Kurumuna tabidirler” diyerek üniversite özerkliğinin bu gün dahi niçin var olmadığını zımnen itiraf etmişti. Ama en vahimi, sayın Cansız, yazısında YÖK’ün ko“ordinasyon” görevinden söz etmediği gibi işin ideolojik yönünden ve anayasal ordinans’tan (emrüfermandan) da neredeyse hiç bahsetmemiştir. Tek bir yerde şu cümle vardır: “Üniversitelerimizi, dünya ile yarışan bilim üreten bir merkez haline getirmeli; ideolojik referanslarla enerjimizi, gücümüzü, zamanımızı, insan kaynağımızı ve büyük potansiyelimizi ziyan etmemeliyiz.” Nedir bu ideolojik referans? YÖK üyeleri bu referans hakkında ne düşünmektedirler? Hükümet ve iktidar partisi ileri gelenleri bu referansı bilmekte midir? Her nedense (!) seçimden sonraya kalan YÖK reformu bu ideolojik referansa dokunacak mıdır? Her nedense (!) seçimden sonraya kalan anayasa değişikliği bu ideolojik referansa dokunacak mıdır? Yoksa yine “ortada kuyu var, yandan geç” ya da “yarım daire çiz, o cins ‘demokrat’ ol” komutuna mı uyulacaktır? Okuyucularımız aslında uzmandır, ama biz diğer muhataplara hatırlatalım: Başörtüsü zulmünün ve diğer bir çok kamusal zulmün sebebi, ideolojik devletin bid’a ideolojisidir. Salı yazımda buna temas etmişti. Daha önce de defalarca yazıldı. Bu meselede anayasadaki ideoloji emreden hükümler işin başında geliyor. 42. madde açık: “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.” YÖK Kanununun 4. maddesi de tekrar ediyor: “Yükseköğretimin amacı: a) Öğrencilerini; (1) ATATÜRK İnkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı … vatandaşlar olarak yetiştirmek” Yetmiyor, 5. madde teyit ve tekit ediyor: “Ana ilkeler: Yükseköğretim, aşağıdaki ana ilkeler doğrultusunda planlanır, programlanır ve düzenlenir: a) Öğrencilere, ATATÜRK inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda ATATÜRK milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılması sağlanır.” Başörtme yasağının “Atatürk ilkeleri” ile ilgili olmadığını zannedenlere ise basit bir not: İki buçuk sene önceki Anayasa değişikliği dahi yasağı kaldırmaya yetmedi, neden? Cevabı basit, değişikliğin “en kıymetli” gerekçesi şu idi: “Atatürk yaşasaydı başörtüsüne izin verirdi (!)”. “Atatürk yaşasaydı hangi partiye üye olurdu” sorusunu “bizim partimize!” diye cevaplayan muhterem zevatın ve neslinin,—varsa—takkesini önüne koyma zamanı çoktan geçti. *** TBMM Başkanı, üyelikleri AYM kararı ile düşürülmüş olan Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un, anayasanın yeni şekline göre milletvekilliklerinin iadesi yolundaki taleplerine karşı, “Meclis Mahkemenin verdiği kararı kaldıramaz” demiş. Onlar da Başkanın topu taca attığını söylemişler. Haklılar. Zira, kararı AYM’nin verdiği doğru. Ama bir doğru daha var: AYM’nin elinden bu tür bir karar verme yetkisini alan kim? Meclis değil mi? O halde yolu açın da kararı başkanlık divanı değil yine meclis genel kurulu versin. Aksi halde hep birlikte soralım: Bu nasıl demokratik açılım? Yine soralım: Madem öyle, Yeni HSYK tasarısında, meslekten atılmış olan hakimlerin geri dönebilmesi konusundaki yetkiyi, neden, mahkemeden önce “yeni” HSYK’ya verdiniz? 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İsrail’le ilişkiler daha ne kadar gerilecek? |
Millî Güvenlik Siyaseti Belgesi’nde İsrail’in tehdit olarak yer aldığı haberleriyle birlikte, iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerildi. Bazı kaynaklar anlık istihbarat paylaşımının durduğunu yazdılar. Bir çok kimsenin perde arkasını yansıttığını sandığı bir dizide İsrail’in terör örgütü PKK ile işbirliği daha sık işlenmeye başlandı. “One minute” ile başlayıp, İsrail’in kanlı Gazze Konvoyu baskını ile zirvesine ulaşan gerginlik, her olayın ardında İsrail’i aramaya kadar vardırıldı. Bu olumsuz havayı İsrail’de akl-ı selim ile değerlendirmeye çalışanlar, Amerika’ya güvenip, burnunu bir türlü yere indirmeyen hükümetlerini uyarmak için her yolu deniyorlar. Bunun son örneği Haretz’in önceki günkü başyazısı idi. “Türkiye İsrail’in Düşmanı Değil” başlıklı yazıda, yakın zamana kadar Türkiye’nin yakın müttefiki ve stratejik ortağı olan İsrail’in şimdi düşman devlet olarak tanımlandığına dikkat çekiliyor. İyi giden ilişkilerin İsrail’in Gazze saldırısıyla bozulduğu, dışişleri bakan yardımcısının Türk büyükelçisini aşağılama aptallığıyla iyice ağırlaştığı, konvoy saldırısından itibaren de zirveye ulaştığı vurgulanıyor. Belki de ilk kez konvoy saldırısının aksi tesir yaptığı ve İsrail’i uluslar arası baskı altına sokarak, Gazze kuşatmasını hafifletmek zorunda bıraktığı eleştirisi yapıldı. Hükümete yapılan aklı selim çağrısı daha da dikkat çekiciydi: “İsrail’in Türk sivillerin ölümünden dolayı özür dilemesi ve ölenlerin ailelerine sembolik tazminat ödemesiyle kıyamet kopmaz”. Peki şimdi ne olacak? İsrail özür dileyecek mi? Hükümet bu ülke ile ilişkileri germeye devam edecek mi? Bu ülke ile husûmetin sürdürülmesinin bize ve komşularımıza ne gibi bir yararı olacak? İki ülke arasındaki ilişkinin bir sonraki aşamasında neler olacak? Bunları zaman gösterecek. Ancak görünen o ki; İsrail asla özür dilemeyecek. Tıpkı işgal ettiği topraklardaki yeni yerleşim inşasını durdurmayacağı gibi. Varlığının Amerika’nın gücüne ve maalesef Müslüman ülkelerin birlik olamamasına bağlı olduğunu fark etmeyecek. Ortadoğu üzerindeki emperyalist ideallerini gerçekleştirmek için, terörü desteklemek, ülkelerin içini karıştırmak, hatta bölgede savaş çıkarmak dahil hiçbir gözükaralıktan kaçınmayacak. Peki İsrail’i yola getirmek Türkiye’nin işi mi? Sürekli düşmanlık ya da sürekli dostluk üzerine dış politika inşa etmek mümkün müdür? Dış politika her an dengesi değişebilen, konjonktüre bağlı bir siyaset değil midir? Bu soruları aklı selim ile cevaplamak ve mutlak düşmanlar edinmekten kaçınmak gerektiği kanaatindeyiz. Her fırsatta İsrail aleyhine konuşmak yerine, uluslar arası kamuoyunun dikkatini Filistin’in ve özellikle de Gazze’nin durumuna çekecek çabalarımızı yoğunlaştırmamız daha yararlı olacaktır. 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |
İsmail TEZER |
|
“Konuşan bakteriler” mi? |
Geçenlerde, çok satan bir bilim dergisinin1 kapağını görünce şok oldum ve Bediüzzaman’ın 1920’lerde telif ettiği Tabiat Risâlesi’ne, genelde insanlığın, özelde ise bilim dünyasının hâlâ ne kadar muhtaç olduğunun bir kez daha farkına vardım.
Ne mi yazıyordu kapakta büyük puntolarla? Aynen aktarıyorum:
“Konuşan Bakteriler: Hesaplıyor, Planlıyor, Saldırıyor”
Evet, aynen böyle yazıyordu.
Akılsız ve şuursuz varlıklara, akıl ve şuur gerektiren sıfatlar biçilmişti.
Bakterilerin, tıpkı insanlar gibi konuştuğu, hesapladığı, planladığı ifade ediliyordu.
Başlıktaki bu ifadelerle yetinilmiyordu sadece tabiî. Şu cümleler de ilgili makale geçiyordu:
“Küçüklükleri ve genetik içeriklerinin azlığına bakılırsa, bakterilerin ‘boylarından büyük’ işler yaptıklarını söylemek mümkün. (…)
“Bakteriler ‘birlikten güç doğar’ sözünü temel almışçasına birbirleriyle iletişim kuruyor, konuşuyor, yardımlaşıyor, savaşıyor; hatta bazıları iyi anlaşırken bazıları birbirine katlanamıyor. (…)”
İlginçtir ki, şu cümle de, “kesinlik kazanan” bilimsel bir tesbit olarak aktarılıyordu:
“…Bu ve benzeri buluşlar sonucunda, bakterilerin birbirleriyle ‘konuştukları’ neredeyse kesinlik kazandı.”
Sıkı durun, Yaratıcı Kudret’in kendi küllî sıfatlarından sadece akıllı-şuurlu varlıklara ihsan ettiği sözkonusu cüz’î sıfatları bakteriler için kullanmanın yanına bir özellik de daha ekleniyordu makalede, o da ‘hissetmek’ özelliği:
“(Bakteriler) … aynı zamanda, ortamda bulunan bakterilerin miktarını da ölçerek çevrelerindeki diğer mikroorganizmaların, yani komşularının sayısını ‘hissediyordu’.”
Son olarak, ilginç bir cümle daha:
“…bakteriler, aslında birden fazla dil konuşuyor. Bu ortak dil sayesinde, ortamda diğer türlerin sayısını belirliyor, kimin azınlık, kimin çoğunluk olduğuna bakarak, hangi görevleri yapmaları gerektiğine karar verebiliyorlar.”
Evet, bütün bu ifadeler, ‘bilimsel’ bir makalede yer alıyordu.
“Acaba bu cümleler, ‘ünlem’ işaretiyle falan mı ifade edilmişti” diye makaleyi tekrar gözden geçirdim. Ama hayır. “Belki makalenin bütünü için tercih edilen bir üslûp mu söz konusu?” diye, ona da baktım. Ama cevabım, yine hayır. Gayet ciddî, akademik bir bilimsel makale.
Yani san'at açıkça zikrediliyor, fakat San'atkâr’dan tek bir bahis yok.
‘Mükemmel bir yapı’dan bahsediliyor, fakat bu ‘yapının mimar’ına zerre kadar atıf yok.
Tabiîi, iş bu kadar kalsa yine iyi. Yani, sadece sanatın mükemmelliğinden, harikulâdeliğinden, akıllara durgunluk veren yapısından bahsedilse yine iyi. Fakat yukarıda verilen örnek cümlelerde de görüldüğü gibi, daha ötesi yapılıyor; yani, Usta’nın tüm üstün özellikleri, kabiliyetleri kendi san'atına veriliyor; san'at adeta san'atkârlaştırılıyor.
Burada, Bediüzzaman’ın Tabiat Risâlesi’nde geçen şu ifadelerini hatırlamamak mümkün değil:
“Mevcudat ve zîhayat (canlı) doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin (Allah’ın) cilve-i esmâsına (isimlerinin yansımasına) verilmezse, herbir mevcutta, hususan herbir zîhayatta, hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhâlâtın (muhallerin) en bâtılı, en hurafesidir.” (Lem’alar, 23. Lem’a, 3. Kelime)
Evet, yeryüzünde güneşi yansıtan her bir parlak şeyin Güneş’le irtibatını kabul etmeyip, dolayısıyla mecburen her birinin içinde küçük birer ‘güneşçik’ olduğunu ileri sürmek ne kadar gülünç ve hurafe bir şeyse; akıllı ve şuurlu insanın bile sırlarını tam olarak çözemediği, İlâhî birer san'at eseri olan ve Allah’ın sonsuz güzel isimlerini yansıtan bakterilerdeki sözkonusu âhenkli ve kusursuz işleyişin, bizzat bakterilerce plânlanıp yapıldığını söylemek ondan daha gülünç ve hurafedir.
Ama ne yazık ki, materyalist felsefenin etkisinde kalan günümüz bilim dünyası, bilerek veya bilmeyerek, hâlâ bu tür yanlış kabullerin içine düşebilmektedir.
Dileğimiz ve umudumuz odur ki, genel olarak bilim dünyası da san'atta San'atkâr’ı bulur, böylelikle hurafelerden sıyrılmış ‘gerçek bir bilim anlayışı’ tezahür eder.
Dipnot: 1- NTV Bilim, Ekim-2010 04.11.2010 E-Posta: [email protected] |