Ahmet DURSUN |
|
Iska |
İnsan kul doğar, hür yaşar. Kulluktaki hürlüğü bilenlerle kulluktan azat olmayı hürlük sananların dünyasında, çetin bir imtihandayız. Batılı hak zannedenlerle, batıla meydan okuyanların savaşındayız. Ya oradayız ya buradayız. Bir koşuşturmanın ortasındayız. Iskalarla dolu bir hayatta, hayatı ıskalamış bir toplumdayız. Ruhu bedeninden koparılanların, mânâsı maddeleştirilenlerin hakikat dediği yalanların içindeyiz. Saçlarıma aklar düşmüş, hâlâ gülebiliyor muyum? Ben kimim diye hiç sormadım, hâlâ kaçıyor muyum? Hani şaşmam hep sürecekti? Bir ömür süren koşuşturmacalardan sonra, büyük kavgaların ardından ‘beyhude koşturdun, beyhude yoruldun’ derlerse bana… Hangi kapıyı çalarım, kime giderim? “Ben hayatı mücadele bilirdim, kavga sanırdım, başkasını yutarak kazanırdım. Özgürdüm, özgür eylemler içindeydim” desem, maruzattan sayılır mı? Nasıl bir hayata çattık? “Bir hayata çattık ki hayata kurmuş pusu” denilen cinsten. Kendi pusularımızın bizi esir aldığı, zincirlere vurduğu hayatın içindeyiz; kendi prangalarımızın mahkûmuyuz. Efendisinin adı yazılı tasmasını boynunda taşıyan Sakson köleleri gibiyiz, ‘izm’lerin esiriyiz. Hayatı hem kendimizden ibaret bilip, hem de kendimizle ilgilenmediğimiz, kendimizi terk ettiğimiz, kendimizi ıskaladığımız, ıskalarımızla sevindiğimiz bir acaipliğin içindeyiz, bir garipliğin mimarıyız. Matemhaneye dönüştürdüğümüz dünya bir zikirhaneymiş, imtihan yeriymiş, hayat ‘elif’ten ibaretmiş. Hiç düşünmemişiz. Ne acı bir ıska… Dövün dövünebildiğin kadar. “Hayat ceng-i maişet, cihansa ma’rekedir.” dendi bize. “Çalış oğlum, çalış, çalış, çalış… Doktor olmak için, mühendis çıkmak için, çok para kazanmak için çalış. Kendin için çalış, bu âlemde babana güvenme; yalnız kendin için çalış, kimseyi dinleme. Kazandığın kadar büyüksün, eğlenebildiğin kadar hayattasın. Acımasız ol; acırsan acınacak hale düşersin. Bir köşe başında dur, yerini kimseye kaptırma.” Öyle yaptım. Dünyacığıma aslanlar gibi asıldım. Hani bırakıp gitmeyecektin beni dünyam? Meğer nasıl da aldanmışız. Kendimize yabancılaşmak, kendimizi kaybetmek ne sahte bir medeniyetmiş. Modernlik deniyetmiş, sefahat asıl kölelikmiş… Ben hep köleymişim. Alçakça bir hayat için dini rüşvet vermek, hakkı öteleyerek hakikati unutmak, bir kölelik için canlar yakmak… Ne salakça bir ıska… Dünya, yerin yedi yüz metre altında yaklaşık üç ay makber hayatı yaşayan Şilili madencilerin kurtuluşunu hâlâ konuşuyor. Makberistana dönmüş ruhlarımız bu kurtuluş öyküsünden bir ders çıkarabilir mi? Azgın bedenimiz, acımasız kalbimiz ölmeden ölmeyi becerebilir mi? Başkalarının hikâyelerine odaklanmış hayatımız kendi hikâyesine bakabilir mi, kendini bulabilir mi? Hali pür melalimiz deveden beter, düzgün bir işimiz kalmadı. Türkiye’ye füze kalkanı gerekli mi değil mi? Yeni anayasa nasıl olmalı? Kürt sorunu nasıl halledilecek? Arda’nın hali ne olacak? Erman Hoca Arda’ya nasıl cevap verecek? Siyaset cenahında deprem üzerine deprem. HSYK üyeleri istifa etmiş, yeni seçimlerde şaibe varmış. Yargı siyasallaşmış… Bu memleketin hali ne olacakmış? Makro âlemlerin büyük adamıyız. Dikkat et, boğulma dostum! Küçüklüğümüzü bir fark edebilsek… Aczimizle bir yüzleşebilsek… Çarpıklığın düzen adını aldığı bir âlemde, kendi çarpıklığımızla bir ilgilensek… Kendi düzenini dayatanların düzeniyle oynamak yerine kendi düzenimizi bir kursak… Aynaya bir baksak, kalbimizin sesini dinlesek, ruhlarımızın gıdasıyla ilgilensek… Iska üzerine ıska… Bu ıskalar bitirir bizi. 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Kul insanlar!... |
Taş değil, toprak değil, hava değil, su değiliz... Nefes alabilen, konuşabilen, hayat sahibi, canlılarüstü bir canlıyız... Sırtımıza yüklendiğimizi bütün kâinat biliyor, ama o kıymettar yükü yüklenme şerefine biz insanlar nail olmuşuz... Sevgi saygı, hürmet muhabbet, küçük büyük, eş dost ahbap biz insanlarda var. Bilginin süslediği, malûmatların güzelleştirdiği, anlatım ve dinlemelerin zenginleştirdiği fikirler, düşünceler biz insan olacak insanlarda var... Yücelerin yücesi, yerin ve göğün, zerrenin ve kâinatın yaratıcısı kadir-i Mutlak Rabb-i Celili Rahman-ı Zülcelal’in yarattığı iki mühim ve hayattar varlıklara Cennete ve Cehenneme izni İlâhî ile yaptığımız ameller sayesinde, kendi isteğimiz ve irademiz ile bizler garip ve acip insanlar talibiz ve bunu her yaptığımız dünya işiyle ilân etmekle meşgulüz. Aleyhimizde veya lehimizde yaşadığımız, hayattar olarak muhatap olduğumuz bir kuş gibi uçarak giden, geçirdiği zamanların muhatabı olan biz insanlar ve ağzımızdan çıkan, söylediğimiz iyi ya da kötü sözlerin bir daha geri gelmemek üzere gidişini, hayata ayine gibi duruşunu seyreden biz insancıklar... Her yaratık gibi doğumda ve ölümde adları illâ ki geçen... Fakat şefkat ve merhametlerinin yüzde birine bile bu dünyada muhatap olamayan evlâtlarının, çocuklarının ellerinde oyuncak olmuş, adları anne ve baba olan insancıklar ve çocuklaşmış halleriyle insan olanlar... Konuşmayı marifet bildikleri halde, bilmeden konuşarak susmayı ve dinlemeyi hiç akıllarına getirmeyen insan adı altında insanî mahlûklar... Kahkahayı, hımar gibi gülmeyi insanlık, olmayan insanlık hali sayarak yumuşak, nazik ve nazenin şefkatli, sevgi dolu bir küçük tebessümü bilmeyen ya da unutan insan bozması insanlar... Abartıyı, yükseltmeyi, alçatmayı kendisine meslek edinerek, aşırılıklar denizinde yüzme bilmeden yüzmeye çalışan insanlar... Bülbülü dinlemeden, gülü görmeden, zümrüdü anka kuşunu düşünmeden, hayattaki muhatap olduğu veya olmadığı her şeye felâket nazarıyla, gözüyle bakmayı meslek edinmiş veya bu yolda olan insanlar... Meselelerin, problemlerin çözümleriyle uğraşarak, çözümün içinde bir parça olma değerini elde etmeye, buna lâyık olmaya çalışan insanlar... Ve kâinata, hayata, varlık âlemindeki herşeye hususî, özel, güzel, farklı bir iman, İslâmiyet ve itikat bakış açısıyla bakabilen imanlı, izanlı, iyi ve güzel insanlar... Cenâb-ı Hak bizleri insan olma yolunda Resulünün ve Kur’ân’ının getirdikleriyle amel eden ve muvaffak olan KUL İNSANLAR’ından eylesin İnşaallah... 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Bürokratik adalet?” |
HSYK seçimlerinden çıkan sonuçlar için “Birinci derece hakim ve savcılar, yıllardır hakim olan kast sistemine tepkilerini bu şekilde ortaya koydular ve yargıda demokrasinin önü açıldı” yorumu yapanlar da var. “Adalet Bakanlığının desteklediği liste kazandı” deyip, “Yargı yürütmenin kontrolüne girecek demiştik, haklı çıktık” iddiasını dillendirenler de. Bunların içinde, referandum öncesi, “Yetmez, ama evet” kampanyası yürüten Demokrat Yargı Derneğinin eşbaşkanlarından biri de mevcut. Adalet Bakanı ise seçim sonucunu “Hakim ve savcılar marjinallere iltifat etmediler” diye yorumlarken, kazanan listedeki isimlerden yalnızca ikisinin bakanlık bürokratı olduğunu söyledi. Peki, Bakanla Müsteşarının kuruldaki varlığına itirazlar devam ediyorken, Bakanlık kadrosundan iki bürokratın daha onlara eklenmesi, mevcut eleştirileri daha da tırmandırmaz mı? Üstelik bunlar sıradan kişiler değil. Bakanlığın işleyişinde ve hakimlerle savcılara yönelik tasarruflar açısından kritik konumdaki insanlar. Şimdi, kurulda teşkil edilecek dairelerden birinin başkanı olacağı konuşulan (eski) Müsteşar Yardımcısı, “Adalet Bakanlığı, hakimlerin çalıştığı ve siyasetin etkisinin en az hissedildiği bakanlıktır” diyor. (Alper Görmüş, Taraf, 19.10.10) “Yargı iktidar kontrolünde siyasallaşıyor” iddiasına karşı öne sürülen bu argüman, bir başka derin problemin mevcudiyetine işaret ediyor: Bürokratlar eliyle yürütülen “devlet siyaseti.” Bunun son dönemdeki en tipik örneklerinden biri, AİHM’deki Dink dâvâsında Türkiye adına mahkemeye sunulan skandal savunmada görüldü. O dosyayı da Adalet Bakanlığı bürokratlarından biri hazırlayıp Dışişleri’ne göndermişti. Ve aynı bürokratın, bilâhare, yeni kurulan Kamu Güvenliği Müsteşarlığında daha üst bir göreve getirilip ödüllendirildiği ortaya çıkmıştı. Şimdi HSYK üyesi seçilen eski Müşteşar Yardımcısının, cv’sinde, Millî Güvenlik Akademisinde eğitim görüp diploma aldığı bilgisine yer vermesi ve Alper Görmüş’e gönderdiği açıklamada bunun için yazdıkları hayli düşündürücü: “(Özet olarak) Akademide dünya, çevre ülkeler ve Türkiye’nin ekonomik, politik, sosyokültürel ve askerî konuları Millî Güvenliğimiz açısından incelenerek, dünya ve ülke güvenliğini ilgilendiren ve etkileyen meseleler, millî menfaatlerimizin korunması, millî gücümüzün tesbiti ve değerlendirilmesi ve memleketin topyekûn savunması ile ilgili, akademik seviyede eğitim ve öğretim yapılmaktadır. (...) Her yıl 100 civarı bürokrata ülkenin millî güvenliğiyle ilgili önemli bir eğitim faaliyeti verilmektedir...” (a.g.g.) Yargı mensuplarının da askerî bir eğitim kurumunda akademik seviyede bir millî güvenlik eğitiminden geçirilmesini gayet normal ve gerekli addeden bu anlayışta bir tuhaflık yok mu? Hele millî güvenlik kavramının resmî ideoloji ile iç içe geçmiş bir ideolojiye dönüştürüldüğü dikkate alınırsa... Bu durumda adalet de millî güvenliğin gereklerine göre mi tecellî edecek? Bakanlık bürokratları bahsinde bir diğer nokta: Geçen hafta diğer HSYK üyeleri istifa ederken tek başına kurulda kalmayı tercih eden üye de AKP iktidarına kadar bakanlıkta bürokrat olarak görev yapan ve o görevdeyken cezaevlerindeki bol ölümlü “hayata dönüş” operasyonlarını yürüten kişi değil miydi ve bu zat son dönemdeki HSYK krizlerinde de başı çekmemiş miydi? Onun da vaktiyle millî güvenlik eğitiminden geçip geçmediğini bilmiyoruz. Bu eğitimi almış bürokrat kökenli yeni HSYK üyelerinin, kuruldaki işleyişte nasıl bir tavır sergileyeceklerini de. (Bu arada, kuruldaki bürokrat sayısı, Adalet Akademisi Başkanıyla üçe çıkmış bulunuyor.) Dileğimiz, kayda geçirdiğimiz tesbitlerde uç veren kaygıların boşa çıkması ve yeni HSYK’nın, hakim ve savcı tayinlerinde, hukuk ve demokrasinin önünü açacak tercihlerde bulunması. Ve devlet vesayetinin farklı bir kılıkla sürmemesi... 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Başörtüsünü değil, kapılarınızı açın! |
Geçen yıllarda başlatılan ve halen devam eden “Haydi kızlar okula” kampanyasını hatırlayanınız vardır. Kampanya, Millî Eğitim Bakanlığı ve UNICEF işbirliğinde, ilköğrenim çağında olan (6-14 yaş) kız çocuklarından eğitim sistemi dışında kalan öğrencilerin tamamını okula kazandırmayı hedefliyordu. Geçen gün bir ‘anket’e muhatap olduk ve bu ankette, “‘Haydi kızlar okula’ kampanyasını biliyor musunuz, hatırlıyor musunuz?” diye soruldu. Soruyu cevaplandırırken, kampanyayı hatırladığımız, ama o sloganın doğrusunun “Haydi kızlar okulun kapısına!” şeklinde uygulandığını söyledik. Anketi yapan görevli önce kampanyanın ismini yanlış hatırladığımızı düşünerek itiraz etmek istedi, sonra meseleyi kavradı. Kampanyanın açıldığı ilk günlerde söylediğimiz gibi, yine tekrarlıyoruz: “Haydi kızlar okula” kampanyasının başarılı olması için, başörtülü öğrenciler de okula girebilmeli, okul kapılarından geri çevrilmemeli! Başörtüsü ile ilgili tartışmalar yeniden alevlendi. Kanunsuz başörtüsü yasağı bütün kademelerde sona ermedikten sonra bu tartışma zaten bitmez. Türkiye öyle kısır bir çekişmenin içine sürüklendi ki, kanuna dayanmayan keyfî bir yasağı nasıl sona erdirebileceğimizi tartışıyoruz. Bazıları anayasa ve kanunlarda düzenleme yapılması gerektiğini hatırlatırken, kimileri de böyle bir düzenlemeye ihtiyaç olmadığını haklı olarak hatırlatıyor. Kanuna gerek yok, ama yasağı sona erdirmeye gerek var. Bunu nasıl yaparız? Bu sorunun makul cevabı; “siyasî kararlılıkla ve cesaretle” şeklinde veriliyor. Bu anlamda bir açıklamayı Prof. Dr. Ali Nesin yapmıştı. “Ali Nesin metodu” olarak isimlendirdiğimiz metod şöyle gelişmişti: Matematik profesörü Ali Nesin, ‘TRT Haber’de konuşmuş ve rektörlerin hiç kimseden emir alamayacağını belirterek, gerektiğinde hapse girmeyi göze alarak bu sorunu bitirebileceklerini söylemişti. Nesin, ayrıca, önündeki kâğıtları eline alıp yırtarak çöpe atmış ve yasağın ‘yok’ sayılarak aşılabileceğini de ‘şekille’ anlatmıştı. (Nuriye Akman’ın sunduğu “Akılda Kalan” programı, 22 Temmuz 2010) Benzer şekilde bir açıklama yapan Demokrat Yargı Derneği Yönetim Kurulu da, Türkiye’nin “türban bir yasa/anayasa sorunu değil, siyasî/idarî bir sorundur” gerçeğini kabul etmesi gerektiğini hatırlatmış. Dernek, “Dolayısıyla türban, üniversiteler bakımından, yasanın/normun içinde ne bir sorun, ne de bir çözüm imkânı barındırmaktadır. Bu nedenle yasa-anayasaya dayanan saçma, skolastik tartışmalardan uzaklaşmak, bizzat rektörlerin siyasi/demokratik olgunluklarının sorgulandığı bir mecraya doğru tartışmayı taşımak artık bir zarurettir. Bu itibarla siyasi/demokratik olgunluğa sahip her rektörün yapacağı tek şey kapılarını türbana açmak ve üniversitelerdeki eğitim özgürlüğünü engelleyen bu adaletsiz geleneği tersine dönüştürme cesareti göstermektir. Rektörleri böyle bir serbestlik uyguladıklarında yasal olarak sorumlu kılan hiçbir norm, hiçbir mahkeme kararı yoktur” demiş. (Cihan Haber Ajansı, 20 Ekim 2010) Nitekim kanunlarda herhangi bir değişiklik yapılmadığı halde çoğu cesur rektör, başörtüsü yasağını fiilen sona erdirdi. Bu rektörler bugün itibarıyla hukukî bir takibata da maruz kalmadılar. Çünkü başörtüsünü yasaklayan bir kanun yok. Cesur rektörlerin sayısının ve cesaretlerinin daha da artması için duâ ederken, aynı cesaretin siyasî cenaha yansımasını beklediğimizi de ifade edelim... 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Siyasetin başörtüsü çarkı… |
Son süreç, Başbakan Erdoğan’ın partisinin Kızılcahamam kampında, referandum sürecinde üniversitedeki başörtüsü yasağını kaldırma sözü veren Anamuhalefete “Bugünden tezi yok, gelin bu işi halledelim” çağrısıyla ve partisine “tâlimatı”yla başladı. Akabinde AKP Merkez Yürütme Kurulunda üniversitelerdeki kılık kıyafet sıkıntısının bitmesi gerektiği, Meclis’te grubu bulunan partilerle temasa geçilmesi kararlaştırıldı. AKP Genel Başkan Yardımcısı Çelik, “Burada da bir taslak dayatması sözkonusu olmayacak. Bizim kendi mutfağımızda ürettiğimiz bir çözümü götürüp siyasî partilere sunma olmayacak. Neler yapılabileceğiyle ilgili olarak siyasî parti gruplarıyla görüşmeler yapılacak. Ümit ediyorum ki bu meseleyi de TBMM zemininde çözüp Türkiye’nin gündeminden kalkmış ve böylelikle yıllardan beri kanayan bir yara da tedavi edilmiş olur” diye konuştu. Peşinden Filandiya ziyareti öncesinde havaalanında Anamuhalefete seslenen Başbakan, “Üzüm yemek istiyoruz, bağcıyı dövmek gibi bir derdimiz yok; bağcı CHP olsun biz destek verelim” dedi. Ardından “lâf değil iş üretme zamanı” tâlimatıyla iktidar partisi grup başkanvekilleri, CHP ile destek vereceğini deklâre eden MHP ve BDP grup başkanvekilleriyle görüştü. Ne var ki CHP’nin başörtüsü yasağının yanı sıra YÖK’ün kaldırılması, yüzde 10 seçim barajının düşürülmesi ve dokunulmazlıkların sınırlandırılmasını ihtiva eden bir paket halinde ele alınmasını gündeme getirmesi üzerine, Meclis’te başörtüsü yasağına karşı “diyalog ve uzlaşma” daha başlamadan bitti...
BAŞÖRTÜSÜ DE “SEÇİM MALZEMESİ”! Aslında Anamuhalefet Partisi’nin öteden beri sözünü ettiği 12 Eylül darbesi ürünü YÖK’ün demokratik ülkelerdeki emsallerine benzer “koordinasyon” konumuna çekilmesiyle üniversitelerin özerkleştirilmesi, doğrudan konuyla ilgili. Ancak koştuğu diğer “şartlar” işi yokuşa sürmekte. Ne garip ki CHP’nin bu “çarkedişi”ne karşı Başbakan’ın Finlandiya’da ayaküstü âcil açıklaması, iktidarın da çabuk çark ettiğinin açık sinyallerini çakmakta. Konakladığı Camp Otel’de, CHP’nin ileri sürdüğü önceliklerle ilgili, ‘’Bunlar meydanda söylenen şeyler değildi. İşte şimdi önşartları ortaya çıkmaya başladı. Bunlar akşam başka, sabah başka konuşurlar’’ suçlamasıyla “iyi niyet”le kapısını çaldığı siyasî rakiplerinin samimiyetini sorgulayıp, “Her zaman aynı oyun, değişen bir şey yok” cümlesi, çözüm arayışında vazgeçme işâretini vermekte. Gerçek şu ki “Uzlaşma olmazsa AK Parti olarak başörtüsü sorununun çözülmesi için adım atacak mısınız?” sorusuna Erdoğan’ın “Yeni bir anayasayla ilgili herkes (partiler) çalışmasını yapsın. 2011 seçimlerinden sonra da oturalım yeni anayasayı müzâkere edelim, hazırlayalım’’ cevabı, yasağın kaldırılmasının ertelendiğinin ikrarı. Son “mini paket” için âdeta genel seçim havasında meydan medyan dolaşıp 100 trilyon masrafla referanduma gitmeyi göze alan Erdoğan’ın, “Anayasa değişikliği için sayılarının yetmediği” söylemiyle kesip atması, başörtüsü yasağının da 2011’deki seçim sonrasına savsaklandığının örtülü ifâdesi. Anlaşılan, âlây-ı vâlâyla onca siyasî atraksiyondan sonra bu hak da bir başka bahara bırakılacak. Erdoğan’ın “Bunu hemen kamuoyuyla da paylaşacağız” cümlesi, “yeni sivil anayasa” vaadi ile birlikte “başörtüsü” de bol bol seçim malzemesi olarak istimal edilecek…
YİNE AKİM KALMAKTA… Bu arada daha önce imam hatip liseleri için “Kapatın şu zıkkımları!” teklifinde bulunan YÖK Başkanı Özcan’ın, son demde sanki meseleyi çözmüş gibi, “Derse alınmayanlar bize şikâyet etsin” demeci ve hâlen üniversitelerin büyük çoğunluğunda yasak yürürlükteyken, “Başörtüsüzlerin baskı görmeyeceklerine kefilim” güvencesi, ibret-i âlem. O denli ki “Bundan sonra artık konuşmayacağım” diyen YÖK Başkanı’nın çıkışlarına, sâdece muhalefet değil, iktidar partisinden de tepikler geliyor. AKP’li Çelik, “Kurumların başındaki bürokratların pat-küt açıklamalar yapmalarını doğru bulmam; sayın YÖK Başkanı niçin böyle bir gereklilik görmüş bilmiyorum. Ben olsam medyaya açıklama yapmak yerine, üniversitelere genelge gönderirim” diye çarpıklığı ikaz ediyor. Ardından da “Belki orada hemen birisi devreye girer, Danıştay’a götürüp belgeyi iptal etmeye çalışır” çelişkisiyle bunun da çözüm olmadığını belirtiyor. Tıpkı hükûmet ve iktidar partisi sözcülerinin bir yandan “Türkiye’de başörtüsü yasağıyla ilgili bir kanunun olmadığını, yasağı halkın fiilî olarak çözebileceğini” belirtirken, diğer yandan şimdiye kadar her defasında neticesiz kalan yasasız yasağı anayasal ve yasal değişikliklerle kaldırma acayipliği vartasına düşmeleri gibi… Görünen o ki AKP, CHP’nin “şartları”nı bahane edip çark etmekle yine topu taca atmakta. Yeni demokratik anayasayı rafa kaldıran siyasî iktidarın son “başörtüsü adımı” da akim kalmakta. Temel hak ve özgürlüklerin başında gelen ve her dönem binlerce öğrencinin mağduriyetine sebebiyet veren başörtüsü üzerindeki yasadışı yasağı kaldırmayı ötelemekte. Sonuçta siyaset tepişirken, olan yine eğitim hakkı gasbedilen başörtülülere olmakta. Politik polemiklerle muallel basit siyasî hesaplar ve birkaç oy uğruna… 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Meseleyi cami avlusuna bırakmayın! |
Yıllardır uygulanan ve son günlerde çözümü noktasında uzlaşma noktasına gelen başörtüsü yasağının kaldırılması konusu yine bir şekilde çıkılmaz bir noktaya getirildi. Günlerdir “kanunsuz” bir şekilde insafsızca uygulanan ve binlerce kişiyi etkileyen başörtüsü yasağını konuşuyoruz. Peki neyi konuşuyoruz? Yasak aslında sadece yorumlara dayanılarak uygulanıyor. Bu yüzden de yasağın nasıl kaldırılacağı konusunda kimse bir formül ya da çözüm teklifi getiremiyor. Çünkü ortada yasağa gerekçe olabilecek hiçbir şey yok. Buraya nasıl gelindiğini özetleyelim. Öncelikle “CHP’yi farklı bir konuma oturtmak ister” görüntüsü veren Kemal Kılıçdaroğlu meydanlarda millete başörtüsü yasağını kendilerinin çözebileceği vaadi ile konu tartışılmaya başlandı. Meselenin özgürlükler ve hürriyetler bağlamında çözülebileceği noktasında bir yumuşama oldu. Bunlar olurken, YÖK İstanbul Üniversitesinde derslere şapkayla giren bir öğrencinin zorla dersten çıkarılmasıyla ilgili gelen şikâyet üzerine, öğrencilerin herhangi bir sebeple dersten çıkarılamayacağı, bu durumda ancak tutanak tutulabileceği konusunda ilgili üniversiteye bir yazı gönderdi. Bu yazı başörtülü öğrencilerin dersten çıkarılamayacağı anlamını taşıdığı için kısmen de olsa yasağın kaldırılması anlamında anlaşıldı. Peşinden YÖK, Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı (ALES), sonrasında ÖSYM tarafından düzenlenen diğer sınavlara da başörtüsü ile girilebileceği yönünde bir karar aldı. YÖK’ün sınav kılavuzlarında yer alan “başı açık olma şartı” kararları yargıya taşındı. Burada şunu not edelim. Başörtülü öğrenciler dersten çıkarılmıyor, ama tutanak tutuluyor. Bu tutanakların neticesinin ne olacağı konusunda şimdilik herhangi bir karar alınmadı. Bazı öğretim üyeleri bu tutanağı daha da pekiştirmek (!) için öğrencilerin dersteki görüntülerini cep telefonları ile fotoğraflıyorlar. Bu durumdaki bir öğrencinin halet-i ruhiyesini anlamak, o dersten ne kadar verim alabileceğini hesaplamak hiç de zor değil. Başörtüsü yasağını tartışırken, yasağa muhatap olanların ne düşündüğünü kimse merak etmiyor. Konuştuğumuz birçok öğrenci tedirgin. Ne olacağını bilemiyorlar. Ankara’da bazı üniversiteler derslere alıyor, tutanak tutuyor. Bazı üniversitelerde öğrenciler kampüse dahi giremediği için ya başını açıyor, ya da giremeyerek en temel insan hakkı olan bir hürriyeti kullanamıyor ve evinin yolunu tutuyor. Gelinen noktada ne oldu? AKP grup başkanvekilleri, Erdoğan’dan aldıkları talimat gereği Meclis’te grubu bulunan partilerin kapısını çalıp, meselenin çözümü noktasında görüş alış verişinde bulundu. CHP, “ret” anlamına gelecek ön şartlar sundu, kamuda ve ilköğretimde serbest olmayacağının güvencesini istedi. MHP, CHP’nin ikna edilmesini şart koşarken, BDP şartlı destek verdi. Görüşmeler sürerken Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı’ndan bu konuda aynı gün bir açıklama yapıldı, yine başörtüsünün laiklikle irtibatı kuruldu. Ve tehditvari bir şekilde “Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve AİHM’nin aksi yöndeki kararlarına rağmen üniversitede türbanın serbest bırakılması yönünde düzenleme yapılması halinde, siyasî, toplumsal, kurumsal, ekonomik ve hukukî sorumluluk tüm siyasî partilere ait olacaktır” gibi garip bir açıklama yapıldı. Bu açıklama “siyasete açık bir müdahale” olarak değerlendiriliyor. Bu mesele konunun ayrı bir boyutu… Kanunsuz şekilde uygulanan başörtüsü yasağının kaldırılamamasının sebebi, konunun siyaset malzemesi yapılmasından, bundan nemalananların olmasından, siyasî istismar yapılmasından dolayıydı. Şimdi de ona doğru gidiliyor. Başörtüsü sorununu çözmek değil de, nasıl çözülmeyeceği konuşulur oldu. Yasakla ilgili herhangi bir kanun maddesi yokken, yine mesele cami avlusuna bırakılmış çocuk gibi sahipsiz bırakılma noktasına geliyor… Mesele tartışılmaya başladığı günden itibaren söylüyoruz. Yasalarda ve anayasa da böyle bir yasak yokken, yasağı kaldırmak için yasa ve anayasa maddesi yapma veya değiştirmenin gerekliliği yok. Burada bir kez daha yazıp yasakçıların dikkatine sunalım. Şu anda yürürlükte olan YÖK Kanunu ek 17. madde diyor ki: “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir…” Gayet açık değil mi? “Üniversitelerde kılık kıyafet serbest.” O zaman bu kanuna göre açık muhalefet edenler için asıl tutanak tutulması icap etmez mi? Yıllardır yasağın olmadığını ispat etmeye çalışmak bir tarafa asıl yasağı uygulayanların “yasak olduğunu” ispat etmeleri gerekmez mi? Bunu yaparken de öyle yorumlar, içtihatlarla falan değil, kanunların neresinde yasağının yazdığını söylemeleri gerekmez mi? Öte yandan özgürlükler yasalarla tanzim edilemez. Doğuştan varolan haklar vardır. İnanma, inandığı gibi yaşama özgürlüğü de bunlardan birisi ve en önemlisidir. Yani, meseleye özgürlükler ve insan hakları bağlamından bakılırsa hiçbir sorun kalmayacak. Yani, zihniyet değişimi şart. Görünen o ki, mesele ancak bu şekilde çözülecek. 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İçimizdeki çetin mürşid: Vicdan! |
Ferhat Bey: “Mesnevî-i Nuriye’de Zühre bahsinin 1. Notası’nda geçen şöyle bir cümle var: ‘Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. …O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul.‘ Burada bahsedilen lâtifemiz hangisidir?”
Bediüzzaman mürşidi içimize yerleştiriyor. Veya içimizdeki mürşidi bulup çıkarıyor, bizi ona uymaya dâvet ediyor. Bahsettiğiniz yerde ve Lem’alar’da diyor ki: “Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine muti olan o sultanına itaat et, kurtul.” 1 İçimizdeki lâtifelerimizin sultanı olan ve Allah’tan başkasına razı olmayan mürşidimiz, vicdanımızdır. Bize rehber olur, yol gösterir, bizi sorgular, bizi yargılar, bizi denetler, bizi ölüm gelmeden önce ölüme hazırlar, mahşere gitmeden önce mahşere hazırlar. Sorgusu, suali, yargılaması çetindir. Hele bir yanlış yapmayalım; bize koca dünyayı dar eder, geniş âlemi başımıza yıkar. Bediüzzaman’a göre bu lâtîfe, diğer duyguların sultanıdır ve Cenâb-ı Hakk’ın emrine itaatkârdır. Ruhumuzu sessizce dinlediğimizde bu lâtîfeyi sezmekte zorlanmayız. İnsan ruhunun saygıdeğer olduğunu, yaptığı şeyi doğru bilerek yaptığını, yanlış adım attığını anladığı anda kendisini acımasızca sorguladığını ve yargıladığını hepimiz biliriz. Halkın gözünden ve yargısından kaçmayı başarsak bile, ruhumuzu derinliğine kavrayan vicdanımızın verdiği kınama cezasından ve vicdan azabından kurtulmamız asla mümkün olmaz. İnsanoğlu olarak biz ne kadar dalâlet içinde olursak olalım, içimizdeki “vicdan” dediğimiz “öz” Hakk’a doğrudur. Vicdan denilen fıtrî bilincin gayb ve şehadet âlemlerinin kavşağı ve birleşme noktası olduğunu vurgulayan Bediüzzaman, yalan söylemeyen fıtratın ve vicdanın Tevhid inancına delil olduğunu kaydediyor.2 Bediüzzaman’a göre fıtrat ve vicdanda iki zarurî hakikat olarak istinat ve istimdat noktaları vardır ki, bu iki nokta olmazsa insan ruhu en süfli ve en berbat bir mahlûk olur. Acınacak bir zavallı durumuna düşer. Akıl gaflete girip Allah’ı unutsa dahi, vicdan Yaratıcısını unutmaz. Daima O'nu görür, O'nu düşünür, O'na yönelir. İlham vicdanı daima aydınlatır; meyil, arzu, iştiyak ve aşk-ı İlâhî vicdanı daima Allah’ı bilmeye ve bulmaya sevk eder. Fıtrattaki bu cezbe, sürekli cazibedar bir hakikatin cezbiyle meydana gelir. Bediüzzaman’a göre, istinat ve istimdat noktaları her vicdanda iki pencere hükmündedir ki, Cenâb-ı Allah marifetini beşer kalbine bu iki noktadan daima tecelli ettiriyor. Akıl gözünü kapasa dahi, vicdanın gözü daima açıktır. 3 Bediüzzaman, kalbin iman mahalli olduğunu, Allah’ı en evvel arayan, isteyen ve Allah’ın varlığını bütün delilleriyle ilân edenin kalp ile vicdan olduğunu ifade ediyor. Bediüzzaman’a göre kalb, hayatın zorlu yüklerinin altında ezildikçe, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder ve derhal bir istinat noktası arar. Keza kalp bitip tükenmeyen emellerini gerçekleştirmek için çareler ararken, bir istimdat noktasından medet ister. Bu noktalar ise, iman ile elde edilir. Öyleyse kalbin işitme ve görme gibi zahirî duygulara göre öncelik hakkı vardır.4 Bediüzzaman’a göre kalpten maksat sol göğsümüzde çam kozalağı gibi duran et parçası değildir. Kalp bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, doğru hissiyâtı vicdana akar, tefekkürü dimağda yankılanır. Vicdanın da içinde bulunduğu kalbin insan maneviyatına yaptığı hizmet, et parçasından ibaret olan maddî kalbin cisme yaptığı hizmet gibidir. Nasıl ki, maddî kalp, bütün bedene hayat kaynağını neşreden hayat makinesi hükmündedir ki, maddî hayat onun işlemesiyle ayakta durur. Sekteye uğradığında hayat da sekteye uğrar. Aynen bunun gibi, içine vicdanın taht kurup oturduğu manevî kalp de, amellerin, emellerin ve maneviyatın bütününü hakikî bir hayat nuru ile canlandırır ve ışıklandırır. Kalpten iman nurunun sönmesiyle ise, kalbin mahiyeti hareketsiz bir ölü gibi cansız bir heykelden ibaret kalır.
Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nuriye, s. 128; Lem’alar, s. 118. 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 208. 3- Mesnevî-i Nuriye, s. 214, 215. 4- İşaratü’l-İ’caz, s. 78. 5- İşaratü’l-İ’caz, s. 78. 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Şartlar ne olursa olsun! |
Ne musîbetler, ne siyasî değişimler, ne sosyal inkılâplar, ne dünyanın cazibedar şeyleri Kur’ân talebelerini hizmetlerinden alıkoymaz, alıkoymamalı. Şartlar ne olursa olsun, Risâle-i Nur mesleği aşk, şevk, merhamet, şefkat duygularıyla, ferâgat ve isar hasletiyle hizmeti gerektirir. “Evet, evet, neam, neam. Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen güm güm eder”1 hakikatini terennüm edenler asla ümitsizliğe düşmez. Yani, her şey tam ters yüz olsa, yine aşk ve şevkle hizmete devam! Zira, Allah’ın rahmeti sonsuzdur ve her an üzerimizde. Ümitsizlik, onun rahmetini ittiham etmek ve nakıs görmek demektir. Kimileri de, “Biz azız, ne yapabiliriz ki!” diye şevksizlik gösterebilir. Oysa: “Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffakiyetle değildir…” Devamında şu hakikat hatırlatılır: “Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla ‘Herkes beni dinlesin?’ diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.”2 “Risâle-i Nur îmânı kurtarması cihetiyle, o dar dairesi, mâdem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi îmanla kurtarıyor; bir milyon talebesi bir milyar hükmündedir. Yani, bir milyon değil, belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve mânen daha geniş…”3 Bu hakikatleri terennüm eden asla acze, ümitsizliğe, şevksizliğe düşmez. Zira, “Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir. Çünkü bunlar, Risâle-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musîbetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risâle-i Nur’un imanî ve Kur’ânî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.”
Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 44-46. 2- Lem’alar, s. 154-156. 3- Münâzarât, s. 143-148. 4- Kastamonu Lâhikası, s. 89. 22.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Halil USLU |
|
Van’da yeni bir açılım |
Van’da yeni bir açılım geçtiğimiz hafta husûle geldi. Hz. Bediüzzaman’a gönül veren bir çok gönüllü kuruluş ve vakıf “Van-Nur ve Barla Platformu” adı altında bir araya gelerek müşterek bir istişare ve dayanışma içinde, Van “Vatso” Kültür, Sanat Sergisi ve Konferans Salonu’nda, bir hafta boyunca (13-20 Ekim) İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın bir çalışma ürünü olan “Bediüzzaman Resim Sergisi” adı altında, Hz. Üstad’ın çoğunlukla 1926 yılı ve mütebâkî yıllarda hem kendilerinin, hem de talebelerinin hatıraları ve özgeçmişleri mahiyetinde çok çarpıcı levhalar halka gösterildi. Böyle bir haftaya meşveret kararı ile bizler de dâvetli idik. Diğer dâvetliler, muhterem Mehmed Fırıncı (Güleç), Said Özdemir, Abdulkadir Badıllı, Selahaddin Akyıl ve İhsan Atasoy idi. Açılış kısa konuşmalarla başladı. Açılış konuşmasında Van müftüsü muhterem Nimetullah Arvas, programı, ”özlenen bir tablo“ olarak değerlendirdi ve ayrıca Cuma vaazında bu sergiye bütün Vanlıların katılmasını rica etmesi Van’da çok yankı yaptı. Bizler de, bizleri buraya meşveretle çağıran kardeşlerimizin ricası üzerine hanımlara 5 civarında seminer ve konferans, hanımların ve öğrencilerin suallerine de cevaplar verdik. Ayrıca “Türkiye’de ve dünyada Risâle-i Nur inkişafının dünü ile bugünü” ve “Hz. Bediüzzaman’ın verdiği müjdelerin tahakkuku” üzerine rakamsal bilgiler naklettik. Aynı günün akşamı Norşin dershanesi seminer salonunda toplanan yüzlerce can dostuna muhatap olduk. Eski ve yeni hatıralar ve tarihî dersler meyanında ağlayanlar ve sevinç gözyaşı dökenler oldu… Akabinde iki gün sonra yapılan muhteşem “Anadolu” vakıf binasının açılışına katıldık. Orada açılış ders ve konuşmasını bize lütfettiler, konuşmamızda Risâle-i Nur’dan günümüze bakan tesbitleri naklettik. Böyle bir muhteşem açılım ve yeniden bir uhuvvetin meydana çıkması Hz. Bediüzzaman’ın, yıllar önce hayata ve bizlere sunduğu üç âyetin serlevhasıyla takdim ettiği “Uhuvvet Risâlesi’ndeki” hakikatlerin neşv ü nemâsıydı. Bırakın Van’ı, ta Nahcivan ve Azerbaycan’dan katılan kadın ve erkek misafirler vardı. Bunlar gösterdi ki istikbalde daha muazzaman hizmetler ortaya çıkacaktır. Hemen aklıma gelen böyle bir kadro, meşveret ve konsensüs ile 10 binlerce kişinin katılımıyla “Bediüzzaman Mevlidi“ ve “Uluslararası Bediüzzaman sempozyumları” gerçekleştirilebilir. Nitekim bu mezkûr sergiye katılan Van valisi sn. Münir Karaloğlu’nun ”Sırf ‘Van ve Bediüzzaman’ başlıklı ve dokümanlı bir serginin olması lâzımdır“ demesi tesbitlerimizi doğrulamaktadır. Hakikaten resim ve hatıra bâbında yalnız “Van” dahi salonlara sığmaz. Çünkü Hz. Bediüzzaman’ın en çok kaldığı, sayısız talebe yetiştirdiği, Birinci Dünya Savaşı’nda Rus ve Ermeni kuvvetleriyle çarpıştığı ve “Benim için çok kıymettardır” dediği bir yerdir. Yine bu günler içinde Van mahalli televizyonu Merkür TV Genel Müdürü İsmail Beyin himmetiyle programcı Ahmed Öner Beyle ve eğitimci Mustafa Beylerle ayrı ayrı canlı mülâkatlar yaptık. Hz. Bediüzzaman’ın şark bölgesi, ırkçılık ve eğitim konuları üzerindeki görüşleri ağırlıklı olmak üzere bir çok suale cevap verdik. Bizim dışımızda bu kültürel faaliyetlere dâvetle katılan diğer zevatla da ayrı günlerde canlı ve paket programlar yapıldı. Bu muhteşem kültürel faaliyetin hayata geçmesinde sponsorluk yapan isimsiz kahramanlara ve faaliyetin ayakta kalması için gece gündüz çalışan başta muhterem C. Huyut, R. Tekin, F. Özgökçe, İ. Öngel, H. Ayça, H. Öngel, A. Öner ve emsâli kardeşlerime ne kadar teşekkür etsek azdır. Onların hepsine, oraya iştirak eden sayısız bay ve bayan kardeşlerim ve bütün talebeler adına teşekkür ediyor; Van’ da yeni hizmet proje ve faaliyetlerinin hayata geçmesini ümitle ve şevkle bekliyoruz. 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yüksek pencere |
Namık Gedik cinayetiyle ilgili bilgi akışı devam ediyor. Elimize ulaşan, yahut bizim tesbit ettiğimiz diğer bazı bilgiler kısaca şöyle:
1) Okulun penceresi yüksek
Hadisenin görgü şahidi İskenderunlu Edip Yangın'ın 2003 yılı Haziran'ında bize naklettiği bilgilerin yanı sıra, kendisi ayrıca şöyle bir iddiada bulundu: "Namık Gedik, intihar etmedi. Zaten, okulun yüksek penceresinden atlaması mümkün de değildi. Aksini söyleyen varsa şayet, şimdi de gidilsin, bakılsın, keşif yapılsın... Ben şunu iddia ediyorum: Ankara'daki Harp Okulunun "Bakan Atladı" denilen o penceresi öylesine yüksektir ki, sağlam adam dahi oraya tek başına çıkıp atlayamaz." Bu hususu teyid ve te'kid eden bir bilgiyi de, Diyarbekir'den Abdulkadir kardeşimiz gönderdi. O da, bu bilgiyi aynı darbecilerin zulmüne mâruz kalmış olan DP'li Melik Fırat'ın hatıratında bulmuş. Şöyle ki:
2) Melik Fırat'ın anlattıkları
Ferzende Kaya'nın Anka Yayınları arasında çıkan ve Abdulmelik Fırat'ın hayatını anlatan "Mezopotamya Sürgünü" isimli eserinde konuyla ilgili şu ifadeler yer alıyor: "Namık Gedik, bulunduğu odadan kendisini pencereden atmış, intihar etmiş dediler. Tabiî, bulunduğu odadan kendisini atması mümkün değildi. ...Çok üzüldüm. Ben de gidiyordum da, yaşayacak günlerim varmış. Onu çöp kamyonuyla getirdiler, sövdüler ve sonra da pencereden attılar." (Age, s.141)
3) Chevrolet araba var
Namık Gedik ile Üstad Bediüzzaman'ın münasebetini başka bir şekle sokmaya çalışanların uydurmalarına göre, güyâ "Said Nursî ağır hasta. Ona tahsis edeceğimiz araba yok" diyen Urfa Emniyet Müdürüne kendisi emir verip demiş ki: "Çöp arabasıyla da olsa, onu oradan geri gönderin!" Bir kere, böyle bir emir vaki olsaydı, emrin yerine getirilmesi yönünde de, en azından arbedeye varacak derecede bir hareket, bir teşebbüs hali yaşanırdı. Evet, Üstad'ın Urfa'dan ayrılması yönünde yukarıdan bir istek vaki olmuş; ancak "çöp arabası" sözü telâffuz dahi edilmemiştir. Bu söz, sonradan uydurulmuştur. Kaldı ki, ortada bir araba var zaten. Üstad Bediüzzaman, Emirdağ'dan Urfa'ya Chevrolet marka hususi otomobiliyle gitmiştir. Dönmesi icap etseydi, yine aynı arabayla geri dönebilirdi. Dolayısıyla, "Çöp arabası" teklifi veya alternatifi, burada mantıken dahi mümkün görünmüyor.
Tarihin yorumu 22 Ekim 1937
Dersim'i yaktı yıktı; sonra gitti
Dünya ve insanlık tarihi, kendi vatandaşının canını yakma, kanını dökme, hatta katliâm yapma hususunda İsmet İnönü ayarında ikinci bir başbakanın varlığını göstermiyor. 1925 yılı başlarında patlak veren Şeyh Said Hadisesi esnasında kan dökme iştihasıyla Başbakan olan İsmet Paşa, bu vazifesini Dersim katliâmının tavan yaptığı 1937 yılının Ekim ayı sonlarına kadar aralıksız şekilde sürdürdü. Nasıl olduysa, M. Kemal ile aralarındaki "itimat rabıtası" koptu ve 22 Ekim gününden itibaren 12 sene müddetle icracısı olduğu Başbakanlık makamından tasını tarağını toplamaya başladı. Üç gün sonra (25 Ekim) da resmî istifasını vererek Başbakanlıktan ayrıldı. İsmet Paşanın gelişi gibi gidişi de M. Kemal'in emir ve direktifleriyle olmuştur. Dahası, bu 12 yıl boyunca yaptığı mühim icraatların tamamı, aynı emir ve direktif doğrultusunda olmuştur: Şeyh Said, Menemen, Dersim Hadiseleri, "Şark İsyanları", İstiklâl Mahkemeleri ve gerçekleştirilen kanlı inkılâpların hemen tamamı, İsmet Paşanın uzun süreli Başbakanlığı dönemine rastlar.
Dersim'i yıktı, eyledi virân , Dersim (Tunceli) bölgesinde ağırlıklı olarak Türk ve Kürt kökenli Alevî vatandaşlarımız yaşardı. Hükûmet "Bunlar vergisini zamanında ödemiyor, bazıları askerliği aksatıyor, yer yer karakollara sataşılıyor..." şeklindeki bahanelerle, 1935'te "Tunceli Kànunu"nu çıkarttı ve bölge halkı üzerindeki baskıyı günden güne şiddetlendirdi. (Başlangıçta dört yıla mahsus olarak çıkartılan bu kànun, 1947'ye kadar devam ettirildi.) Baskıcı uygulamalar had safhaya çıkınca, yer yer ayaklanmalar başgösterdi. (21 Mart 1937) Bunun üzerine, Dersim'i imha ve halkını te'dip/tenkil etmek üzere geniş çaplı plânlar hazırlandı. 4 Mayıs günü ise, havadan ve karadan dehşet uyandıran bir taarruz harekâtı başlatıldı. Verilen emir kesindi: "Canlı nâmına birşey bırakmayın!" Katliâmlı taarruz harekâtı devam ederken, 12 Eylül günü "Eşkiya başı" dedikleri Seyyit Rıza ile bir grup "âsî" yakalandı. Yakalananların yargılanmasına tam bir ay sonra başlandı. M. Kemal'in Diyarbakır'a geldiği 15 Kasım gününün gecesi, Seyyit Rıza ve oğlunun da dahil olduğu yedi kişi zulmen idam edildi. İdamdan iki gün sonra Tunceli'nin Pertek mıntıkasına giden M. Kemal, kan ve barut kokan bu bölgede bazı teftişlerde bulundu; ayrıca, harekâta katılan komutanları tebrik etti. 22.10.2010 E-Posta: [email protected] |