Baki ÇİMİÇ |
|
Bediüzzaman’ı ağlatan asır |
Bu nasıl bir asırdır ki, Asrın Garîbüzzamân’ını ağlatmıştır? “Mukadderât-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem”den yükselen şu hitap cümlesi, bu asır ve asrın sahibini tarif eder gibidir: “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et.”1 Her asrın meb’usu gibi son âhirzamân asrının meb’usu olarak fitne ve fesad asrının adamı olup büyük vazîfelerle vazîfeli olan ve asrın yükünü ve bedelini yüklenen bir adamdı Bedîüzzamân. O, “Bedîüzzamân”, “Sahîbüzzaman”, “Fahrüddeverân”, ”Garîbüzzamân”, ”Bid’atüzzaman” ve “Fatînü’l-asır” ünvanlarıyla yâd edilmişti.2 Neydi bu ünvanları taşıyan Bediüzzaman’ı ağlatan sır acaba? Bediüzzamân gibi ömrü çilelerle dolu ve hayatı meşakkatlerle geçen biz zatın ağlaması elbette ki önemliydi. Bu ağlayış, nefsî ve dünyevî bir mânâ taşımıyordu. Sıradan ve basit bir hâdise de değildi. Bu asır, âhirzamân asrı olarak, Asrın Bediîsini ağlatmıştı çünkü. Evet, başkasının günâhı için ağlayan ve âhirzaman asrının günahları içindeki dehşetli yangınlarda yanan evlâtlara dökülen gözyaşıydı bu ağlayış. İşte bu sebeple gözyaşı döken bir adamdı Bediüzzaman. Ağlamak vicdanî bir duygunun dışa yansıması, coşkunun, mutluluğun, üzüntünün ve insanda birçok hissiyâtın fiilî tezâhürüdür. Ağlamak bir nev'î sözlerle ifâde edilemeyen acıların ve yoğunlaşmış hislerin yerine gözlerin konuşması ve damlalarla ifâdesidir. Ağlayan insanda önce bir sızlama başlar tâ içinden. Bu sızlayış rûhun ve vicdanın derinliklerinden tezâhür eder. Sonra gözler dolar ve taşar. Gözyaşları hafifçe yanaklardan aşağı doğru süzülmeye başlar. İnsan, gözyaşıyla garip ve etkili bir iletişim kurar diğer insanlarla. Ses çıkarmamaya çalışsa da, derin derin yakar insanın içini o sızı. Yoksa garip bir hıçkırık bütün çabasını boşa çıkarır insanın. Artık çaresiz bir neticedir gözlerden akan damlalar. Ancak Bediüzzaman’ın ağlayışı çok farklıdır. O kendisi için değil, âhirzaman asrının genç evlâtlarının îmânsızlık hastalığı karşısında ağlıyor ve derin derin hıçkırıklarla içini döküyordu gözyaşlarıyla. Ve şöyle sesleniyordu bu asrın insanlarına: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifâde eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”3 diyordu. İşte asrın sahibi olmanın mes’uliyeti ile mânevî evlâtlarının îmânını kurtarmaya koşan bir dâvâ insanının duruşudur bu haykırış ve ağlayış. Hem de ne ağlayış. Derin ve içten. Ağlamasını işitenlere “Şimdi beni yalnız bırakın” diyerek âhirzamân evlâtlarının hallerine belki de hıçkırıklarla gözyaşı dökerek ağlamak. Bedîüzzamân’ı anlamak, sanırım Bedîüzzamânca düşünmek ve yaşamakla olmalıdır. Büyük bir fedâkârlık ve şefkat kahramanlığının zirvesi, yaşamakla anlaşılır ancak. O âhirzaman ümmeti için bedelini çekmek üzere çok büyük sorumluluklar alan bir şecaat kahramanıdır. Hayatı ile aldığı bedeli en şiddetli ve dehşetli bir fitne ve fesat döneminde çeken bir fedâkârdır Bedîüzzamân. O büyük Bediî, o asrın eşsiz güzeli, şefkatte de zirvededir. Çünkü mesleğinin dört esâsından birisi de şefkattir. Bu sırdandır ki, kendisine zulmedenlere, onların ma’sûm evlâtları için bedduâ bile etmemiştir. Belki herkes ağlayabilir. Ancak başkası için ağlamak, bir de başkasının günâhı için ve ebedî helâketi için ağlamak sanırım işin en önemli noktası olsa gerektir. İşte Bedîüzzamân, bu asrın evlâdının dehşetli îmânsızlık hastalığı karşısında onların ebedî hayatı için ağlıyor. “Onların o acınacak hallerine ağladım”4 der meselâ. Bütün mesele burada sanırım. Onların acınacak hallerine ağlamak. Bu acınacak haller kimlerin halleri? Gençliğini gaflet ve sefahet içerisinde geçirmiş, bir kısmı kabirde azap çekmekte olan ve bir kısmı da sevmek beklediği nazarlardan nefret görenler... Bedîüzzamân mânevî sinema ile istikbâli, hatta tâ bu zamanları müşâhede ediyor ve ağlıyor! Gençliğinde hayrât ve helâl dairesinde olmayıp günahlar içinde istikbâlini ve ahiretini düşünmeden gülenlere ağlayan bir adam Bedîüzzamân. “Evet, gördüğüm hakîkattır, hayal değil”5 diyordu. Nefsine de şöyle hitap ediyordu: “Ey nefsim! Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için, onun zevâliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyâtınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.”6 Nefsimiz, âni ve fâni zevklerin bekâsını ve devamını istiyor ve bulamazsa ona ağlıyor. Çünkü âni ve fâni zevkler zevâle ve son bulmaya mahkûm. O bedbaht nefis, âni ve fâni zevklerin zevâline ve sönmesine ağlarken; Bedîüzzamân, kör hissiyâtla yapılan yanlıştan bu asrın evlâdının yediği tokada ağlıyor. Çünkü o tokat, âni ve fâni zevklerle bir dakika gayr-ı meşrû gülmeye bedel on saat istikbâlde onlara tokat vuracak ve ağlatacaktır. “Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: ‘Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.’”7 Bu asrımızın fitne ve fesadının dehşetidir ki, Bedîüzzamân’ı ağlattırmış. Belki de o lise mektebindeki gençlere ağlamanın içinde bu asrın bütün gençlerine ağlamak var. Çünkü iki dehşetli dinsizlik cereyânı öncelikle insanlarımızın ebedî hayatını perişan etmiş. Bediüzzaman esasında o gençlerin ebedî hayatına ağlıyor.
Dipnotlar: 1- Eski Said Eserleri, 2009, s: 489. 2- Tarihçe-i Hayat, s. 113. 3- Tarihçe-i Hayat-2006, s. 960. 4- Asâ-yı Mûsa, 2005, s. 28. 5- Asâ-yı Mûsa, 2005, s. 28. 6- Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 341. 7- Asâ-yı Mûsa, 2005, s. 28. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Bediüzzaman, Anadolu yollarında |
Bir sâdık rüyasında Ağrı Dağının müthiş bir patlamayla infilâk ettiğini ve dağlar büyüklüğündeki parçalarını dünyanın her tarafına dağıttığını gören Bediüzzaman’a, Kâinatın Efendisi (asm) “İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et!” diye emir verir. Rüyasından uyanan Üstad, büyük bir infilak ve inkılâp olacağını, Kur’ân’ın etrafındaki surların yıkılacağını, Kur’ân’ın kendi kendisini müdafaa edeceğini, i’cazının onun çelik bir zırhı olacağını ve o i’cazın bir nev'î’nin izharına namzet olduğunu anlar. Bahsi geçen ilginç olaydan sonra, altmış cilt üzerine plânladığı İşârât-ül İ’caz adını verdiği tefsirini yazmaya başlar. Yarısına geldiğinde I. Cihan Savaşı patlak verir. İlk cildin diğer yarısını harp cephesinde tamamlar. Geri kalan kısmını yazmaya vakit ve hal müsaade etmez. Onun yerine Risâle-i Nur adını verdiği tefsirler ortaya çıkar. I. Cihan Savaşı öncesinde Doğu Anadolu ve Orta Doğu başta olmak üzere Balkanları, Rusya’yı, Almanya, Polonya, Avusturya, Bulgaristan gibi ülkeleri ve Osmanlı şehirlerini çoğunlukla gidip gören Bediüzzaman, cumhuriyet döneminde de mahkemeler ve sürgünler vesilesiyle Anadolu’nun il ve ilçelerine gitti, gördü ve bir müddet onların bir kısmında mecburî ikametle kaldı. Bu arada telif etmeye muvaffak olduğu ve altı bin sayfayı aşan Nur Risâleleriyle, cemiyetin taklidî olan imanlarını tahkik mertebesine yükseltmek ve insanların dünya ve âhiret hayatlarını saadete dönüştürmek için bütün mesaisini iman hizmetine adadı. Her uğradığı veya kaldığı şehirlerin ahalisine duâlar etti. Yaşadığı zamanın devlet adamları tarafından hakkıyla anlaşılamayan Bediüzzaman Hazretlerini bu millet ferâsetiyle anladı ve bağrına bastı. 1948 yılına gelindiğinde, beş yüz bin Nur Talebesi olduğu Afyon savcılığınca tescil edildi. Müsbet hareketi esas alan bu kahraman iman fedâileri hiçbir menfî hareketin içinde olmadılar. Her zaman âsâyiş ve emniyetin yanında oldular. Din kardeşliği çerçevesinde hep vatanın ve milletin birliğini savundular. Hürriyet âşığı olan bu insanlar, her zaman fikren istibdat ve zulmün karşısında oldular. Şimdi onlar, vefatının 50. yılı münasebetiyle, Bediüzzaman’ın fikirlerini topluma mal etmek amacıyla “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tırı” programı çerçevesinde Anadolu yollarındalar. Perşembe günü Karabük ilinde onlarla birlikteydik. Cuma günü, Üstadın sekiz yıl kaldığı Kastamonu’daydılar. Cumartesi sabahı saat on buçukta onları Ankara’nın Akyurt ilçesinde karşıladık. Elli civarında bir araba konvoyu ve kalabalık bir karşılama heyeti vardı. Pursaklar ilçesine anonslar ve kornolar eşliğinde düğün alayı gibi girdik. İlçenin en geniş meydanı olan Hicret Camii'nin önü bayram yeri gibiydi. Hanımlar çocuklar, gençler, ihtiyarlar, yediden yetmişe büyük bir kalabalık vardı. Heyecanla yapılan konuşmaları dinliyorlardı. Bir zamanlar Meclis tarafından çağrılıp ayakta alkışlarla karşılanan, fakat sonradan hâkim irâde tarafından sürgünlere ve hapishanelere atılan büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri, 3 Ocak 1960 tarihinde sokulmadığı Ankara’ya bir tır dolusu fikirleri, eserleri ve kahraman talebelerinin eşliğinde vakur edâsıyla giriyordu. Gerçekten görülmeye değer muhteşem bir manzaraydı. Tırın üzerinden “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim. Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diye âdetâ haykırıyordu. O şefkat kahramanı zatın mânevî şahsiyetine ve fikirlerine, ülkenin bütün şehirleri gibi Pursaklar ilçesinin samimî insanları da kucak açtı ve bağrına bastı. Bu vesileyle, bu güzel hizmetin gerçekleşmesinde bizlere her türlü kolaylığı gösteren mülkî erkâna buradan şükranlarımızı sunuyoruz. Program bitiminde, düğün alayı gibi konvoy eşliğinde Sincan ilçesine geçen Bediüzzaman Tırını gönüller dolusu muhabbetle el sallayarak uğurladık. Güle güle aziz Üstadım... Sen zaten eserlerin ve fikirlerinle hep aramızdasın. Mânevî tasarrufunun devam ettiğini âşikâre hissediyoruz. “Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır” sözün bizlere her zaman ümit ve şevk kaynağı oluyor. Sen ebediyete kadar var ol Üstadım! 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Enstitü, yeniden |
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, Risale-i Nur’u ve Nurculuğu anlama ve anlatma çabasının bir zemini olarak 23 Mart 2000 tarihinde başlattığımız Enstitü sayfaları yaklaşık iki senelik aradan sonra yeniden açılıyor. Sayfanın sekiz yıllık ve 400 haftayı aşkın yayın sürecinde, 1500’e yakın farklı çalışma yapıldı; Risale-i Nur’da adı geçen yüzlerce kişinin biyografisi yazıldı ve bu çalışmalar 3 cilt halinde ayrıca kitaplaştırıldı. Daha yazılması gereken yüzlerce isim var. Yine yüzlerce kavram üzerinde tahliller yapıldı. Daha binlercesi incelenmeyi, araştırılmayı ve tartışılmayı bekliyor. Risale-i Nur’un çeşitli konuları şerh edildi. Güncel konular Risale-i Nur perspektifiyle yorumlandı; Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı sorunlar için analizler yapıldı, çözüm yolları ve çareler tartışıldı. Üstada ve Risale-i Nur’a karşı yapılan pek çok eleştiri ve itiraza cevap verildi. Okuyuculardan gelen sorular cevaplandırıldı. Enstitü faaliyetlerinin duyuru ve tanıtımları yapıldı. Enstitü sayfası şimdi daha genç, dinamik ve geniş bir kadroyla, yeni bir solukla bıraktığı yerden başlıyor. 1 Ekim Cuma gününden itibaren, artık her Cuma yine Enstitü günü. *** Yeni Asya USA Vakfı’nın internet sitesi Amerika’da Risale-i Nur hizmetlerini yürüten ve bu hususta Türkiye’deki Yeni Asya Vakfı ile birlikte çalışan Yeni Asya USA Vakfı’nın internet sitesi hizmete girdi. www.yeniasyausa.com adresinde yayına başlayan sitede, Yeni Asya USA Vakfı’nın tanıtımı, faaliyetleri ve çalışmaları ile ilgili bilgiler ve söyleşiler yer alıyor. * Risaleleri İngilizce ve İspanyolcaya tercüme etmek; * Tercüme ve basımı yapılan kitapların Amerikan hapishanelerinde dağıtımını sağlamak; * İngilizce ve Türkçe olarak yapılan çalışmaları internette blog olarak yayınlamak; * İngilizce ve Türkçe Kur’ân tefsiri, risale sohbetleri yapmak; * Ramazan’da her gece iftar yemekleri vermek ve topluca teravih namazları kılmak; * Risale-i Nur mescidi yapmak gibi amaçları olan ve bu sene faaliyete başlayan vakfın sitesinde vakıf üyeleri ve mütevelli heyetiyle yapılan söyleşiler, yazarların makaleleri, vakfın faaliyetleri ile ilgili bilgi ve görüntüler İngilizce ve Türkçe olarak yayınlanıyor. Vakıf ve siteyle ilgili daha geniş ve detaylı açıklamalar, önümüzdeki günlerde gazetemizde yayınlanacak. *** Bediüzzaman tır’ı 3. etapta Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman Said Nursî’yi kamuoyuna mal etmek amacıyla yola çıkan Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet Tır’ı yoluna devam ediyor. Uğradığı şehirlerde büyük bir heyecan dalgası meydana getiren Hizmet Tır’ının ikinci etabı bugünkü Ordu ve yarınki Trabzon programı ile noktalanacak. Şener Boztaş’ın koordinatörlüğünde gerçekleşecek olan 3. etap gezide ise başlıca şu duraklar yer alıyor: 29 Eylül Çarşamba: Erzurum 30 Eylül Perşembe: Iğdır 1 Ekim Cuma: Van 2 Ekim Cumartesi: Batman 3 Ekim Pazar: Diyarbakır-Mardin 4 Ekim Pazartesi: Şanlıurfa 5 Ekim Salı: Gaziantep-Kahramanmaraş 6 Ekim Çarşamba: Adana 7 Ekim Perşembe: Kayseri Anadolu Ajansı ile Cihan Haber Ajansının takip ettiği, Flash TV’de yazarımız Cevher İlhan’ın katıldığı bir programa konu olan ve mahallî basın organlarının da ilgiyle izlediği geziyi Yeni Asya da arkaplanı, ayrıntıları ve yorumlarıyla tüm boyutlarıyla sizlere aktarmayı sürdürüyor. *** Başbakanın medya davetinde Yeni Asya Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz Cumartesi gerçekleşen medya davetine, gazetemizi temsilen Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz de katıldı. İlk kez bu kadar geniş bir katılımla organize edilen, yazılı ve görsel medyanın neredeyse tamamının davet edilip aşağı yukarı hepsinin iştirak ettiği toplantıyla ilgili yorumlar devam ederken, Güleçyüz de izlenim ve değerlendirmelerini yarınki Tahlil köşesinde okuyucularımıza yansıtacak. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Yarın sizin, buyurun... |
Hani kapılara yazarlar ya, ‘Nasıl bulmak istiyorsanız, öyle bırakın’ diye. Bu da öyle bir şey. Nasıl bir ihtiyarlık/yaşlılık düşünüyorsanız, bu sizin elinizde. Evlâtlarınızdan veya sair insanlardan görmek istediğiniz muameleleri yazın bir kâğıda, çalışın dersinize ve başlayın uygulamaya. Hem de hiç gecikmeden. Emin olun, çalışmadığınız dersten çok yorulacaksınız. Ve bu yorulacak olanlar sadece siz olmayacaksınız. ** Evet, her yaşın kendine göre sorunları olduğu muhakkak. Yaş ilerledikçe de karşılaşılan olaylar değişiyor. İnsan, yarına ve yaşla birlikte gelecek olaylara kendini hazırlamalıdır. Hazırlıksız yakalanmamalıdır. Yoksa, yorulur. Hiç değilse, daha önce o olayları yaşamışların hayat tecrübelerinden bilgi donanımı olarak istifade etmelidir. Evlilik de insan hayatının iyi çalışılması gereken derslerinden biridir. Yaşanan aile dramlarından, mutsuzluk yansımalarından çoğu insanın bu dersi ıskaladığı anlaşılıyor. Gelinlikli, damat kıyafetli, gülücüklü fotoğraf çektirmeye benzemiyor yaşananlar. Geçenlerde gösterdiler, fotoğraf stüdyosunun vitrininde duran ve birbirine gülücüklerle resim çektirmiş aile fotoğrafının dağılmış olduğunu. Fotoğrafta kalmış mutluluklar, hayaller… Hasılı bu derse öncesiyle sonrasıyla ciddî çalışılmalıdır. Bu aile dersinin etkilediği çok kişiler var. Başarısız olmak, sadece ilgili bireylerin keyfini kaçırmıyor. Ailelerden başlayıp, devletin temellerine kadar giden bir mutsuzluk yansıması olaylar kendini gösteriyor. Anlaşılıyor ki, aileyi ciddiye almadan herhangi bir alanda başarılı olmak mümkün değildir. Evlilik öncesi teorik derslere, evlendikten sonra da (gelin olmak, damat olmak, kaynana, kayınpeder) gibi uygulama derslerine çalışmamak; tam bir yıkıma başlamaktır. Yani kişi evlenirken sadece ‘sevgili’ dersine çalışmamalıdır. Bununla birlikte kaynana, kayınpeder, görümce, kayın, baldız vs. konular da evlenmeden önce ciddî çalışılması gereken konulardandır. Tabiî ki, bugünlere kadar oldukça farklı ve renkli kaynana-kaynata-gelin-damat hikâyeleri anlatılageldi ve gelecek. Bu sürecin içinde olan bu anlatılanların bir parçası olmaya mahkûm. Ama önemli olan bu hikâyelere güzel bir katkı yapmak ve olumlu bir örnek olmak. Onun için büyükler, eğer damat veya gelin iyi bir insansa, gittiği yer bir evlât daha kazanır diye tanımlamışlardır. Yoksa, insanlık tarihi boyunca yaşanagelen bilindik olumsuz manzaralar bir kez daha tekrar edilecek demektir. Bunun da orijinal bir tarafı yok. Evet, herkes bu aile fotoğrafında bir yerlerde bulunuyor. Yani ya baba-anne, analık babalık; ya gelin-damat, elin kızı-elin oğlu; ya da başka bir şey. Şu an hangi görüntüdesiniz bilmiyorum, ama eğer insan oynayacağı role hazırlanmazsa işi zor. Rolünüzü yaşarken rahat etmek ve zevk almak istiyorsanız, lütfen gecikmeden metinleri okuyun ve provalara başlayın. Akrabalık, bir yaratıcı bağlantısıdır. Onun için de, akraba demek, bir imtihan hali demektir. Ondandır ki babası, annesi, eşi, çocukları, kaynanası veya kayınbabası ya da bir başka akrabası ile imtihan hali yaşamayan insan yoktur. İmtihan, hem sizin için hem de o akraba için geçerli bir süreçtir. Belki de imtihan olduğunuzu düşündüğünüz akraba, sizin için dünyevî ve uhrevî pek çok nimet kapılarının sebebi olabilir. Genciyle imtihan içerisinde olan baba-anne, dersine iyi hazırlandığında, çalıştığı bu ders onlara çok şeyler kazandırabilir. Bu, çok zor, ama katsayısı yüksek bir soruyu çözmek gibi bir şeydir. Aynı durum evlât için de geçerlidir. Hasta bir baba veya annesi olan evlât, ciddî bir sınavdan geçiyor demektir. Yani hasta insanın kendisi o hastalıkla ‘sabır’ ve belki de daha beterinin olmaması için, ‘şükür’ imtihanı içerisinde bulunurken; ona bakan veya bakmayan evlâtlar için de ciddî bir imtihan süreci yaşanıyor demektir. Aslında bu süreç, uyanık evlâtlar için, tam bir kazanç mevsimidir. Uyanıklık fani bir hayatta, ebedî bir hayat için kazanç sağlamaktır. On yıllardır zor bir kaynana ile yaşayan ve kaynanayı çetin bir imtihan sorusu olarak görüp, ciddî ciddî hizmet eden kahraman bir damat tanıyorum. Alzaimer hastası bir kaynanaya, hiç incitmemeye çalışarak, evlâtlarından çok daha ileri boyutta, beş yıldır hizmet eden bir kahraman gelin tanıyorum. Yatalak hasta babasının her türlü hizmetini görerek, “Baba! Sen bizim imtihanımızsın. Sende Allah’ın rahmet ve bereketi var, huzurumuz sana hizmettedir” diyerek, hizmetini ibadet şuuru ile yapan kahraman bir evlât tanıyorum. Evlerde belâları def’ eden, rahmet ve bereket direği olan, hizmet edilip rızaları kazanıldığında büyük sevap hazinelerine ulaştıran yaşlı anne-babalara bakış ve davranış, insanın, insan olma kalitesini ortaya çıkarıyor. Yaşlı anne ve babasına, hasta akrabasına hizmet edenin gerçekte yaptığı kendinedir. Çünkü, evlâtları da kendisine öyle muamele edecektir. Yaşlılığınızda, nasıl bir muamele görmek isterseniz, buyurun… 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Gafil nefis devekuşu gibidir |
İstanbul’dan Sabri Akıncı: “Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu paragrafı açıklar mısınız: “Gafil nefis, ahireti dünyanın bitişiğinde ve dünyayla bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için ahireti düşünmekle ümitvar olur. -ahiret için lâzım olan a’mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. Ölmüş olanların hayatta olmadıklarını düşünmüyor. Ancak, sefere gidenler gibi, görünmüyorlarsa da hayattadırlar, diye zanneder. Ve ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işlerini ebedileştirmek için şöyle bir desise de vardır ki, “Matluplarımın dünyada semereleri olmasa da esasları ahiretle muttasıl ve ahirette faydaları vardır” diye müteselli oluyor. Meselâ, ilim gibi, “Dünyada menfaati olmasa bile ahirette faydası vardır” diye iyi ciheti göstermekle, kötü ciheti altında yutturur.”1 Mevzuyu açıp izah ederek, doğruyu anlamama yardımcı olursanız memnun olurum.”
Bediüzzaman Hazretleri burada nefsin yalancı, cerbezeci, hakikati alt üst edici, doğruyu kafasına göre yorumlayıcı –tabir yerindeyse- münafıklık ve flu halini nazara veriyor. Nitekim nefsin bu özelliğine daha ilk cümlede ‘gafil’ sıfatıyla dikkat çekiyor. Yani bu nefis gafildir. Gerçeklere kulağını tıkamıştır. Gerçekler nefsi rahatsız etmektedir. Bu yüzden gafil nefis hakikatle yüzleşmek istememektedir. Hakikatler, Kur’ân’ın verdiği haberler ve görevlerdir. Ve hiç şüphesiz Kur’ân’ın verdiği haberler gafil nefse göre acı, görevler gafil nefse göre zordur. Bu zor görevlerden ve acı haberlerden sadece bir kısmı: Dünyada amal-i saliha adıyla çerçevelenmiş görevler, dünya imtihanı, musîbetler, ölüm, kabir suali ve kabir azabıdır. Ruhun eğer salahati yoksa –gaflette elbette salahatten söz edilemez; bu nedenle- ölümle gafil nefis bu gidişatta oldukça dipsiz kuyuya atılacak ve ölüm onun için haps-i ebediden farksız olacaktır. Bunlar gafil nefis için acı gerçeklerdir. Gafil nefis söz konusu bu acı gerçeklerle yüzleşmek ve kendisine çeki düzen vermek istemediğinden, kendi kafasınca yorumlar yaparak gerçekleri kendi kafasınca eğip bükmekte, tersyüz etmektedir. Böylece aslında gerçeklerden kaçmaya teşebbüs etmektedir. Meselâ burada ifade edildiği gibi, ölüm gerçeğini görmek istemiyor, onu atlamak ve güya kaderi atlatmak istiyor. Ahirete inanıyor; inançsız değil. Salih amel gibi, ilim gibi iyi şeylerin fayda getireceğine inanıyor. Fakat ahirete ölümsüz geçiş gibi kendi kafasınca çizdiği bir güzergâh var. Yani gafil nefis imtihan gibi, ölüm gibi, azap gibi lezzetleri burnundan getirecek badireler istemiyor. Salih amel tanımını kendi kafasına göre yapıyor ve salih ameli bu tanımla kabul ediyor. Bu yüzden gafil nefis, ahirete ölümsüz ve badiresiz geçeceğini umuyor. Aslında bu hali, dünya sevgisinden başı sarhoş olmuşluğun göstergesidir. Dünyanın zevalini düşününce ahiret inancı ona teselli veriyor. Ahirette hayatın devamlı ve baki oluşuna bel bağlıyor. Öyleyse buna göre amel etmek gerekir dendiğinde, ahiret amelini bir külfet görüyor ve başını gaflet kumuna sokarak bundan kendisini kurtarıyor veya kurtardığını zannediyor. İsteyerek yaptığı –ve aslında çoğunda riya bulunan- bir takım ameller için de yine kendi fehvasınca uhrevi hedefler çizebiliyor. -Böyle tatmin oluyor.- Meselâ bir hayır eseri görünümünde, ortaya bir gurur heykeli dikiyor. Bu eser için harcamalar yapıyor. Dünyada bunun semeresi nedir? dendiğinde, ahreti gösteriyor. Ahirette faydası vardır diyor. Oysa gafil nefis, ihlâs cihetini ihmal ettiğinden, bir hayır eseri görünümüyle ortaya çıkan söz konusu bina ile ilgili olarak riyadan, gururdan, tekebbürden ve övünmekten kendini kurtaramıyor. Bu rezil duygularla yaptığı işi aslında dünyada harcıyor, bitiriyor ve ahirete hiçbir şey bırakmıyor. Fakat gafil nefis bundan habersiz, ahirette bunun semeresini alacağını hesap ediyor. Bilgi edinme ve ilim sahibi olma noktasından da gafil nefis aynı vartaya yuvarlanmaktan kendini kurtaramıyor. Edindiği ilmi, bilgiyi, hikmeti –çoğu zaman da faydasız bilgiyi- gurur, riya, kibir ve övünç kaynağı kabul ediyor ve bu kabul edişle aslında ahirete hiçbir şey bırakmıyor. Fakat o bu bilgilerin dünyada faydası olmasa bile, ahirette faydası vardır diye teselli buluyor ve böylece faydalı faydasız birçok bilgiyi merakla öğrenmeye, birçok ilmi edinmeye devam ediyor. Aslında gafil nefis ilim öğrenmek derdinde değil; bu dertte gözükmesinin sebebi, sadece merak saikası ve sadece bunu itibar alma, saygınlık görme gibi işlerde kullanma duygusu. Bu sebeple burada ilim öğrenmekte temel saiki aslında meraktan ve dünyada fayda görmekten –meselâ itibar görmekten ve alkış almaktan- başka bir şey değildir. Oysa o bunu atlıyor ve işi ahiret inancına bağlıyor. Çünkü itibar kazanması için böyle yapması gerektiğini biliyor. Ve dolayısıyla ilim öğrenme işinde, bir ahiret ameli yaptığı görüntüsünü veriyor. Oysa yaptığı bu işle, sadece söz konusu kötü duygularını gizliyor. İlim öğrenmenin iyi ve sevap cihetini göstermekle, bu gizleme işini de örtüyor, kötü duyguları yutturuyor. Bediüzzaman Hazretleri bu paragrafta son sözünü hülâsa kaydıyla söylemiştir: ‘Nefis devekuşu gibidir; şeytan sofestai, heva da bektaşidir.’ Yani nefis kendini gizlemekte ve doğru işten kaçmakta pek mahirdir. Şeytan tam bir cerbezecidir, nefsi de aldatıyor. Heva ise bir Bektaşi gibi gafil nefsin bu ayıplarına kılıf uydurmakla meşguldür.
Dipnotlar 1- Mesnevî-i Nuriye, s. 154 (Yeni Tanzim s. 291). 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Hıristiyanlıkta reform ve liberalizm |
Pek çok düşünür gibi reformcu Alman Rahip Martin Luther, Kilise Engizisyonunun, istibdat ve işkenceyle insanları soyup soğana çevirmesine dayanamıyordu. 31 Ekim 1517 yılında Wittenberg Şatosu’nun kilise kapısına, ilk maddesi “Kurtuluşa ancak imanla erişilir” şeklinde olan reform listesinin 95. maddesini asarak, vasıtayı aradan çıkarmak istiyordu. 1 Hıristiyanlıkta o zamana kadar pek çok kere reform yapılmıştı. Hıristiyanlığın içini azizler, keşişler, papazlar, reformcular doldurdu. Çünkü Hıristiyanlık, “vasıtayı” kabul ediyordu, yâni bir ruhban sınıfı mevcuttu. Bundan dolayı, Konsiller de reform veya değişiklikler yapmışlardır. Konsil, Hıristiyanlıkta, inanç ve sosyal hayatla ilgili problemleri çözmek üzere piskoposlar veya yüksek seviyeli din adamlarından müteşekkil bir kuruldur. Kilise hayatının ortaya koyduğu bütün meseleleri halletmek ve tartışmak üzere bir araya gelirler. 2 Bâzı Hıristiyan İlâhiyatçıları, ilk tarihini, Kudüs’te, 50-52 yıllarında yapılan Havariler toplantısından başlatır. Özel konsiller, genel konsiller diye başta ikiye ayrılır. Özel konsiller de, millî ve bölge konsilleri diye ikiye ayrılır. İlk dönem antik devrinde (M. 325-870) sekiz, Ortaçağ’da (M. 1123-1312.) yedi; 15. yüzyıl’da (1414-1442) iki; Reform devrinde (1512-1563) iki; 19. ve 20. yüzyılda (1869-1965) iki konsil toplanmıştır. Bunlar, özel ve genel olarak, pek çok tartışmadan sonra, temel meselelerde değişiklikler yapmışlardır. Böylece Hıristiyanlık bir çok merhaleden geçer. Bediüzzaman Hazretleri, Hıristiyanlığın geçirdiği merhalelere ve varacağı yere şöyle işaret eder: “Nasraniyet (Hıristiyanlık) birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: ‘Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.’” 3 Reforma güç veren liberalizm ise; hürriyet ve serbestlik fikirlerini benimsemek, başkalarının hürriyetine hürmetkâr olmak, fertlerin hürriyetlerinin en son hadde kadar genişletilmesi, devletinkinin ise aksine daraltılmasını müdafaa etmek ve hayata geçirmeye çalışmak 4 diye tanımlanır. Liberalizm, felsefede, “hayatın bütün yönlerini” ele alır ve her meseleye çâre getireceğini savunur. Ferdiyetçi ve sosyal olduğundan ferdi en öne çıkarır. Liberal bilgi felsefesi ise, rasyonalisttir ve gerçeğe, ferdî akıl yoluyla ulaşacağına inanır. Serbest düşünceden yanadır. Özel mülkiyet üzerine oturduğundan, ekonomik açıdan “üretim ve ticâret hürriyeti”dir de. Politik açıdan da, ferdi ve toplumu her türlü hürriyetler üzerine oturtur. Liberalizm, 19. yüzyıla damgasını vurup, 20. asrın sonuna kadar da “sosyo-kültürel-politik ve ekonomik” olarak tesirini göstermiştir.
Dipnotlar: 1- Prof. Dr. Mehmet Aydın, Hıristiyanlık Kaynaklarına Göre Hıristiyanlık, TDV, Ank. 1995, s. 30. 2- Prof. Dr. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, s. 404. 3- Bediüzzaman, Mektubat, s. 454. 4- Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. 12., s. 27. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Bediüzzaman Çorum’da idi |
O, asrın en çok konuşulan bir ismi oldu. Üç devri yaşadı. Üç padişah ile muhatap oldu. Dünya nâmına bir mal ve mülk elde etmedi. Ona çok teklifler yapıldı. Sultan Abdülhamid Hanın maaş teklifini kabul etmedi. Kimseden zekât ve hediye almadı. İzzetli yaşadı. Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’deki vazifesinden aldığı maaşıyla bile kitaplarını bastırarak meccanen dağıttı. İngilizlere karşı verdiği mücadeleyi takdirle karşılayan Mustafa Kemal kendisini Ankara’ya dâvet etti. Paşa’nın milletvekilliği, şark umum vaizliği, 300 lira aylık maaş, hususî bir köşk gibi tekliflerini kabul etmedi. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde de Emirdağ Kaymakamlığı aracılığı ile maaş bağlanması, hususî bir ev yaptırılması, mobilyalar alınması teklifini kabul etmemişti. Kimsenin minneti altına girmedi. Yıllarca baskı altında yaşadı. Adeta nefes aldırılmadı. Halbuki o bu milletin imanı ve Kur’ân’ı için hayatını feda etti. Sabretti, zindanları “Medrese-i Yusufiye” yaptı. Yazdığı risâleleri ile bu milletin kalbinde taht kurdu. “Sesim yetişse bütün Küre-i Arz’a hakikati bağırırım” demişti. İşte Yeni Asya yıllarca bu mefkûrenin tanıtılması için yüzlerce kitap, binlerce gazete nüshası, toplantılar, kongreler, dergiler ve son olarak TIR hizmeti gerçekleştirdi. Bediüzzaman TIR’ı bir müjdedir aslında. Üstadı Çorum’a gelmiş gibi kabul ediyoruz, zaten kendisinden ziyade eserlerini nazara vermişti. Nur Talebeleri bu büyük mesuliyetin getirdiği sorumluluğu çeşitli faaliyetler ile nazara veriyorlar. Başka hiçbir maksatları yoktur. “Bir insanın senin vesilenle imana gelmesi, senin için sahralar dolusu kırmızı koyunu tasadduk etmekten daha hayırlıdır”, “Bir insanın senin vesilenle imanının kurtulması, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır” hadisleri bu iman hizmetinin ne denli önemli olduğunu göstermektedir. Zira, "Günahını cehennemde çekip çıkan bir mü’mine on dünya büyüklüğünde bir mülk verilir” hadisi de, bize bir insanın iman ile kabre girmesinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir. Yoksa kuru bir TIR gezisi değildir bu. Yarın “Bu hakikatlerden bana niçin bahsetmediniz?” diyen bir çok insan göreceğiz karşımızda. Bediüzzaman bu milleti çok seviyordu. Başka hiçbir ülkeye gitmeyi arzu etmedi. Hatta bu teklifi yapanlara: “İmanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da, buraya gelmek lâzımdı” diyerek bin bir sıkıntıya rağmen bu ülkede kaldı ve hizmet etti. O, bu memleketin medarı iftiharıdır. Emeği geçenleri gönülden kutluyorum. Bu kabil hizmetlerin çeşitli vesileler ile yapılmasını diliyorum. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kurtulmuş, kurtulacak mı? |
Kongreye kadar kayyuma devredilen Saadet Partisi, bugünlerde şiddetli sancılar içinde kıvranıp duruyor. Baba–oğul Erbakanlar'ın hışmına uğrayan Numan Kurtulmuş, mahkemenin kararıyla genel başkanlıktan düşürüldü. Yeni genel başkanı seçmek için şimdi olağanüstü kongreye gidilecek. Numan Beyin yeniden seçilip seçilmeyeceği, şimdilik meçhûl durumda. Şayet tekrar seçilirse, Erbakanlar'ın siyasetteki ağırlığı bitme noktasına gelmiş olacak. Ancak, liderliğe seçilmese bile, Numan Beyin siyasî hayatı yine devam edecek gibi görünüyor. * * * Açıkça anlaşılıyor ki, iki taraf arasında gerildikçe gerilen ipler, artık kopma noktasına gelmiş bulunuyor. Bu sebeple, Erbakan ve kırk yıllık yol arkadaşları, Numan Beye yol göstermek için vargüçleriyle çalışacaklar. Erbakan cephesi, her şeye rağmen, teşkilât içinde ciddî bir ağırlığa sahip. Numan Bey ise, teşkilâttan ziyade halkın nazarında daha mazbut, daha itibarlı bir şahsiyet olarak kabul görüyor. Saadet Partisinin gelişme kaydetmesi, ancak Numan Bey ve ekibinin iş başında olmasıyla mümkün görünüyor. Ne var ki, bu realitenin Erbakanların umurunda olduğunu hiç sanmıyoruz. Zira, onlar partiden çok kendilerini düşünüyorlar. Partiyi kendi tapulu malları olarak, parti yönetimini de kendileri için bir "muktesep hak" şeklinde görüyorlar. Fatih Erbakan'ın Numan Kurtulmuş'u küçümser mahiyetteki son açıklamalarından da bu mânâyı çıkarmak mümkün.
Tarihin yorumu 27 Eylül 1919
Millî kahraman Refet Bele Konya'da
Yönetimde irade ve otorite boşluğunun had safhaya çıktığı Mütareke (Mondros Mütarekesi, 30 Ekim 1918) sonrasında, Anadolu'nun muhtelif bölgelerinde çeşit çeşit isyanlar çıktı, ayaklanmalar başgösterdi. Bunların en önemlilerinden biri de, Konya ve çevresinde vuku bulan Bozkır İsyanıdır. (27 Eylül 1919) Borkır Ayaklanmasının birincisi 4 Ekim'e kadar devam ederken, 20 Ekim–4 Kasım tarihleri arasında ise ikinci bir isyan hadisesi yaşandı. İsyan edenlerin başında Bozkırlı Zeynelabidin isimli şahıs vardı. Bu şahsın, İstanbul hükûmetinin tayin etmiş olduğu Konya valisi Cemal Beyden de cesaret aldığı anlaşılıyordu. Hadisenin tehlike arz etmesi üzerine, Heyet–i Temsiliye, Millî Mücadelenin kahraman kumandanlarından olan Miralay Re'fet Beyi Konya'ya gönderdi. (27 Eylül) Re'fet Beyin Konya'daki ilk işi, Müdafaa–i Hukuk Cemiyetini teşkil etmek idi. Bu vazifesini hakkıyla yerine getiren Re'fet Bey, Konya halkını Millî Kuvvetlerin yanına çekmeyi büyük ölçüde başardı. İsyan tehlikesi de, bu sayede gitgide hafifledi ve bir müddet sonra bertaraf oldu. * * * Esasında, 1919–21 yıllarında Anadolu'da yaşanan ayaklanmaların ve iç çatışmaların tamamını "isyan" şeklinde nitelemek de doğru olmaz. Zira, bu hadiselerin önemli bir kısmı otorite boşluğundan, bir kısmı güyâ Padişahın emrinde hareket eden İstanbul hükûmetine bağlılıktan, bir kısmı da Ankara hükûmetinin yanlışlarından, yahut tedbirsizliğinden kaynaklanmıştır. Meselâ, Demirci Mehmet Efe ile Çerkes Ethem gailesinin en önemli tetikleyici sebebi, Ankara'daki bazı ekâbirlerin doymak bilmez hırsları, ihtirasları, ikiyüzlülükleri ve türlü ayak oyunlarıdır. Nitekim, Ethem Bey gibi bir millî kahramanı ittire ittire harcayan aynı şahıslar, Re'fet Paşanın da içinde olduğu Kuvâ–yı Millîye Ordularına kumandanlık yapmış diğer bütün kahramanları (TCF kurucuları) da, 1924'ten itibaren yine aynı ihtiraslarla harcamaya ve devre dışı etmeye çalıştılar. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Angela Merkel Hıristiyan Demokrat mı? |
Gençliğimizde düşünceler o denli şeffaftı ki… Hangi lise veya üniversite talebesiyle konuşsanız, beş dakika zarfında muhatabımızın bütün zikir ve fikirlerini öğrenirdiniz. Şeffaflık yalnızca fert bazında değil, cemaat, müessese veya partiler düzeyinde de zirvedeydi. Zamanla insanlar birbirinden fikirlerini gizler hale mi geldiler? Siyasî veya dinî bir konuda saatlerce muhatabınızla konuştuğunuz halde, çoğu kez karşınızdakinin siyasî düşüncesini veya mensup olduğu cemaat veya ekolü öğrenemiyorsunuz. Dindarların kimliklerini gizlemesine bundan yirmi sene önce “takiyye” diyorlardı. Şimdi belva-yı umumî halini alan takiyyeye herkes alıştığından, takiyye de lûgatimizde arka sıralara geçti. Bu garip değişim ülkemize ve Müslümanlara has değilmiş. Globalleşmenin teknoloji ve dil ile kat ettiği mesafelerde, kimlik gizleme veya inanmadığı kimliklerle ortaya çıkma garabeti, Avrupa ve Amerika'da da kendisini gösterdi. Finansal ve siyasî hedeflere kilitlenmiş kliklerin, “yükselen değerler”e ait kimliklerini boyunlarına astıkları, global toplantı ve konferanslarda yeni formalarıyla sahneye çıktıkları geçen on sene zarfında çoklukla görüldü. Düşünce olarak “Troçkici” olan, manevî hiçbir değere inanmayan ve Bolşevikler gibi zulümden hoşlananların “Yeni Muhafazakâr” olarak 11 Eylül’den sonra ortaya çıkmalarını hepimiz hatırlıyoruz. Yahudi asıllı ve Troçki hayranı Paul Wolfowitz'in neocon'luğunu biz unutsak da tarih unutmaz. Zira o neslin Yeni Muhafazakârlığı en az bir buçuk milyona yakın insanın hayatına malolmuştu. Ve hâlâ masumların kanı birçok coğrafyada akmaya devam ediyor. “Yeni Liberaller” isminin arkasına takılanlar da “hürriyetçi” değildiler. Dünya servetini talan, gasp ve düzenbazlıkla belli ellerde toplamaya çalışanlar, hürriyet perdesi altında “insanî değerleri” tahrip ediyorlardı. Yeni Muhafazakârlardan farkı, bunlar rüşvetlerle sivilleri organize ediyorlardı. Ülkeleri idare eden siyasetçileri rüşvetle elde ederek, içerden çalışanlara “turuncu devrimci” diyenler de oldu. Devrimcilik ruhunu Freud ve talebelerinden alan bu neoliberaller sivil yürüdüklerinden, tahribatları Yeni Muhafazakârlardan daha fazla olmuştu ve hâlâ da devam ediyor. Paul Wolfowitz muhafazakâr olmadığı gibi Nikolai Sarkozy de muhafazakâr değildi. İnanç, ahlâk ve yaşayış olarak, başına geldiği parti ile taban tabana zıttı. Fakat Sarkozy zirveye kadar yalan yanlış kimliklerle yürüdü ve nifakın ince gergefini kullandı. Angela Merkel ve onu iktidarda korumakla görevli heyet için de aynı şeyi söyleyenler o kadar haklılar ki… Hıristiyanlığın bütün değerlerine zıt yaşayışı, Papa Benedikt ile kavgaları, Alman aile sistemiyle ilgili icraatları ve cemiyetin sosyal dokusunu tahrip eden projeleriyle Merkel, daha çok modern Bolşevik çizgisini andırıyor. İnsanlığı rencide eden Danimarkalı karikatüriste ödül verirken “Hıristiyan Demokrat” kimliğini kullanması, globalleşme ile birlikte “nifakın” ulaştığı boyutu gösteriyor, Merkel. Dönüp, camilere alışmayı halka tavsiye etmesi de elma şekeri olmalı. Alman halkının ve kültürünün İslâmla, İslâmî semboller ve ibadethaneleriyle geçmişte hiç problemi olmamış ki. Semavî dinlere savaş açan neocon ve neoliberal destekli siyasetçiler günümüz Avrupa'sında mütemadiyen “çatışma” psikolojisi oluşturmaya çalışıyorlar. Gizliden gizliye İslâma saldırıyı körüklerken, diğer yandan “Yapmayın çocuklar” der gibi… Kimliğini gizlemenin bir sebebi de aşırı istibdatlardaki “zulüm korkusu” olabilir. Şimdilik geçmişteki zulüm ve tahakküm manzaraları pek görülmediğinden, Türkiye'den Avrupa'ya, dar daireden geniş daireye bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan “kimliğini gizlemeyi” ancak globalleşen “nifak hastalığı” ile ifade edebiliriz. Dünyevî menfaatlere ulaşmak için siyasî, ekonomik ve kariyer kaygılarıyla kendilerini kamuoyundan gizleme hadisesi, yalnızca Türkiye'deki bazı Müslümanlara has birşey değilmiş. Avrupa'daki dinsizlerin de asıl kimliklerini gizleyerek, “Hıristiyan” veya “liberal” kimliklerle devletin basamaklarını nasıl tırmandıklarını, günümüzdeki siyasetçilere bakarak daha iyi anlıyoruz. Varsın CDU kendi içinde kimlik tartışması yapadursun. Angela'nın “Hıristiyan Demokrat” olmadığını söyleyen, yalnızca biz değiliz. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
‘Darbe’nin bir faturası daha |
Alışkanlık haline getirerek neredeyse her 10 yılda bir darbe yapanlar, acaba Türkiye’ye nasıl bir kötülük yaptıklarının farkındalar mı? Sanmıyoruz, çünkü darbecilerde pişmanlık emaresi görmediğimiz gibi, imkân ve fırsat bulsalar yeni darbelere imza atmaktan da geri durmayacakları mesajları alınıyor... Kimileri itiraz edebilir, ama her ne fenalık görülse altında ‘darbecilerin’ daha doğrusu ‘darbeci anlayış’ın imzası vardır. Ekonomik krizlerden tutun, eğitim ve sosyal hayatımızı ilgilendiren bütün problemlerde geçmiş darbelerin ve darbecilerin katkısı görülür. Bu bakımdan, yolda yürürken ayağınıza ‘taş’ değse ve bunu darbecilerden bilseniz hata etmiş olmazsınız... Darbelerin ve darbecilerin Türkiye’yi ‘geriye’ götürdüğü uzmanların ifadesiyle sabit. Darbecilerin bir zararı da hayvancılığa olmuş. Meselâ, 1980’de 16,5 milyon olan sığır sayısı bugün 10,5 milyona, 50 milyon olan koyun sayısı da 23 milyona gerilemiş durumda. (AA, 26 Eylül 2010) Hayvancılık öyle bir noktaya geldi ki, ithalat yaparak bile ‘et krizi’nden çıkmakta zorlanıyoruz... Elbette bu gerileme bir günde olmadı, ama 12 Eylül darbesi sonrası uygulanan politikalar böyle bir sonucu doğurdu. Hayvancılığın gerilemesinin en büyük sebebi, terörün tırmanması ve neticesinde yaşanan ‘göç’tür. Peki, terörün tırmanması da 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında olmadı mı? Terörle mücadele gerekçesiyle köyler boşaltılıp insanlar göç etmeye mecbur bırakılmadı mı? Köyünde üretici olan binlerce belki de milyonlarca kişi büyük şehirlere göç etmek suretiyle ‘tüketici’ durumuna gelmedi mi? Daha önce de aktardığımız bir ‘bilgi’yi yeniden hatırlatmakta fayda var. Dönemin Şırnak Valisi Ali Yerlikaya, terörün sadece Şırnak’a verdiği ekonomik zararı anlatırken, “Terörden önce Şırnak yaylalarında 1 milyondan fazla küçükbaş hayvan vardı. Şimdi ise bu rakam 200 binin altında. Yapılan hesaplamalara göre; terörün, sadece Şırnak’a ve yalnızca hayvancılık noktasındaki zararı 100 milyar doların üzerinde” demişti. (Yeni Asya, 3 Aralık 2009) Sadece Şırnak’ın ve yalnızca hayvancılık yapılamaması dolayısıyla meydana gelen terör zararı bu kadar olursa, bütün Güneydoğu’ya ve dolayısıyla Türkiye’ye verdiği zararı hesap edelim. Terörün kaynağında da yapılan darbe ve ihtilâller yok mu? O halde maddî ve manevî kalkınmayı başarabilmek için darbecilerle ve darbeci anlayışla hukuk önünde hesaplaşmak gerekir. Bu hesaplaşma yapılır ve yeni darbelerle Türkiye’nin önü kesilmezse hem hayvancılık gelişir hem de ekonomik ve sosyal anlamda düzlüğe çıkabiliriz. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Aynı filmi izlemek istemiyoruz |
Malî Kural... Bayraktarlığını Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın yaptığı bir yasa tasarısıydı. Üzerinde uzunca bir süre çalışılmıştı. Ekonomi Koordinasyon Kurulunda yer alan altı bakanın katıldığı bir basın toplantısında kamuoyuna duyurulmuştu. Hükümet iddialıydı. Gururla ilân etti. Artık iki yakamız birleşecekti. Hatta “diğer ülkelere göre 5 adım öne geçecektik”. Herkes mutluydu. Tasarı Plan ve Bütçe Komisyonundan muhalefetin de desteğiyle güle oynaya geçti. TBMM Genel Kurulunda 15 Temmuz’da görüşülecekti. 14 Temmuz akşamı süreç durdu. Bazı bakanlar karşı çıktı. Önce Ekim ayına ertelendi. Babacan küstü. “Bir daha konuşmam.” dedi. Başbakan son noktayı koydu. Tasarı rafa kalktı. Tasarının ana hatları şöyleydi: İki önemli birleşeni mevcuttu. Biri bütçe açığı... Diğeri büyüme. Bütçe açığı Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın yüzde 1’, büyüme ise yüzde 5 olarak belirlenmişti. Ekonomi yüzde 5’ten fazla büyürse, fazlanın üçte biri tasarruf edilecek... Yüzde 5’in altında bir büyüme halinde ise kamu harcamaları arttırılacak, yavaşlayan ekonomi bu yolla hızlandırılacaktı. Tasarının özeti bu. Niye yasallaşmadı? Rivayetler muhtelif. 9 ay sonra seçim var. Hükümet elini kolunu bağlamak istemiyor. Başbakan taviz verilmeyecek dese de… Haklı olarak şu soru akıllara takılıyor. Eğer malî disiplin bozulmayacak ise Malî Kural neden ertelendi? Hem de Ali Babacan’ı kırma pahasına. Destek olunmalıydı. Malî disiplinin sürmesinde Ali Babacan’ın rolü inkâr edilemez. Yılın ilk sekiz ayının bütçe performansı bunun en iyi delili. Bu dönemde bütçe açığı 14,4 milyar lira oldu. Bütçe açığında yıl sonu hedefi 50,2 milyar lira. Açık makûl seviyede seyrediyor, hedefin altında bile kalabilir. Geçen yılın aynı döneminde bütçe açığı 31,3 milyar olmuştu. Açık yüzde 54 azalmış. Bundan iyisi can sağlığı. Tabiî ki çekincelerimiz var, ama ayrı bir yazı konusu, buraya sıkıştırmayalım. Şimdi sorun bu performansı sürdürebilmekte. Malî Kural bunun için yasal bir dayanak olacaktı. Güven ortamı yerleşecekti. Rating kurumları ülke puanını arttıracak, doğrudan yabancı sermaye girişi hızlanacaktı. Neyse... Malî disipline dönersek; Şart değil. Malî Kural’sız da malî disiplin sağlanabilir. Nitekim sağlanıyor da. Yeter ki sandığa kurban etmeyelim. Endişe bu. Her seçim dönemi öncesinde kamu finansman dengesi bozulmuştur. Arkasından düzeltmek için gelsin paketler, vergiler... Bedelini milletçe ödüyoruz. Aynı filmi tekrar tekrar izlemek istemiyoruz. Başbakan’ın; “Malî disiplinden taviz verilmemesi” talimatına uyulmasını bekliyoruz. 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Vartaya dikkat! |
Referandum sürecinde gündeme gelen konulardan biri de başörtüsü yasağının kaldırılması oldu. Ancak ne yazık ki insan haklarının ve inancını yaşama hakkının en temel unsurlarından biri olan başörtüsü hakkı da diğer hak ve özgürlükler gibi polemiklere kurban edildi. Gerçek şu ki Türkiye’de kılık ve kıyafet yasağı, özellikle 12 Eylül ihtilâli sonrasında hukukî kılıfa büründürülmüş. Bu antidemokratik dönemde evvela 22.07.1981 tarihli “Millî Eğitim Bakanlığı ile Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık Kıyafetlerine İlişkin Yönetmelik”le başörtüsü yasağı getirilmiş. 12 Eylül darbesinin bir ürünü olan ve “darbe anayası”nda güvence altına alınan YÖK’ün başörtüsü yasağı dayatması, bu hiçbir yasaya dayanmayan “yasadışı yasak”tan türemekte. Kısacası, aynı Anayasanın 24. maddesindeki “din ve vicdan hürriyeti” hakkına ve 42. maddesindeki, “kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” hükmüne; ve bu hükme bağlı devletin “eğitim görevi ve ödevi”ne göre, başörtüsünden dolayı eğitim hakkının engellenmesi, öncelikle mevcut Anayasal suçtur…
“MİLLETLERARASI ANLAŞMALAR”DA… Keza inanç özgürlüğünü esas alan ve Anayasa’da yer alan temel hak ve özgürlüklere ilişkin “milletlerarası anlaşmalar”ı, insan hakları beyannamelerini hiçe saymaktır. Türkiye’nin imza attığı milletlerarası anlaşmaları “kanun hükmünde” kabul eden, bunlar hakkında “Anayasaya aykırılık düşüncesiyle Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı” hükmünü getiren 90. maddeye göre, başörtüsü yasağı -faraza- kanunda yer alsa bile nazara alınmaz. Zira mezkur maddeyle, “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaş hükümleri esas alınır.” Böylece, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında kadınların kılık ve kıyafetlerini yasaklayan bir hüküm bulunmamakta. Sözkonusu yasak, tamamen indî ve tepeden inme olarak hiçbir kanuna dayanmayan keyfî yasaklamalardan ibâret kalmakta. Kaldı ki, “milletlerarası anlaşmalar”da din, inanç ve ibadet özgürlüğü teminat altına alınmakta. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir” cümlesiyle başlayan ve bu hakkın açık veya özel biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama özgürlüğünü ihtiva ettiği”ni bildiren 9. maddesi, bunun en bâriz belgesi. İnancı yaşama hakkının bir gereği olan başörtüsü yasağı, Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolü ikinci maddesindeki, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, -anne ve babaların çocuklarına- vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” temel kriterine zıttır. “İnanç hakkı”nın “eğitim hakkı”yla takası, ayrıca Türkiye’nin müzâkere sürecinde olduğu “AB Müktesebatının Üstlenmesine İlişkin Ulusal Programı”nın başında taahhüd ettiği siyasî kriterleri hiçe saymakta. “Vatandaşların felsefî inanç ve dinine bakılmaksızın, tüm insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlandırılması, düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin temini” vaadiyle çelişmekte.
YASASIZ YASAĞA YASA! Yine Türkiye’nin “ulusal program”da taahhüd ettiği, “Bütün bireylerin-vatandaşların, herhangi bir ayırım yapılmaksızın ve dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın, tüm insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlandırılması; düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin sağlanması” başlığı altında “Avrupa insan haklarını ve ana hürriyetleri korumaya dair sözleşme”yle hak ve özgürlükleri tanıyan ve “ayırımcılık yasağı”nı yasaklayan “inancını yaşama hürriyeti”, başörtüsünün bir diğer teminatı… Esasen, halkın yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede, İslâmın temel kitabı Kur’ân-ı Kerim’in açık âyetleriyle ve Peygamberimizin hadisleriyle “Allah’ın emri”; ve devletin din işleri”yle ilgili yetkili anayasal kurumu Diyanet’in Din işleri Yüksek Kurulu’nun fetvâ kararlarıyla tesettürün tamamlayıcısı olarak “dinî bir vecîbe” olduğu kesin olan başörtüsünü tartışmak, siyasetin işi ve haddi değil. Yasa da gerekli değil. Çünkü, inanca dair bir gerçek ve gerek, siyaseti ve politik mülâhazaları aşar. Siyasetin yapacağı, başta Kitap (Kur’ân) ve Sünnet (Peygamberimizin yaşayışı, ve hadisleri) olmak üzere dinî nas referanslarda “bir vecîbe” olduğubelirlenen, on dört asrı aşkındır bütün İslâm âlimlerinin ittifakıyla tesettürün bir parçası olarak görülen başörtüsünün dinî yönünü, farziyetini ya da şeklini tartışmak değil, hak ve özgürlüklerin yaşanmasının önünü açmaktır. Bundandır ki Anamuhalef Partisinin “başörtüsü yasağını kaldırma” görüşüne karşı iktidar partisi sözcülerinin, yasadışı yasağın kaldırılması hakkında, “Samimiyseniz Meclis’e yasa teklifi verin” söylemi, şimdiye kadar olduğu gibi yasağı devam ettiren vâhim bir vartadır. Yasadışı yasağı âdeta “yasallaştırıp” azdıran ve yaygınlaştıran bu vartadan vazgeçilmelidir… 27.09.2010 E-Posta: [email protected] |