27 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

H.İbrahim CAN

Terör örgütüyle görüşülür mü?


A+ | A-

Son günlerde terör örgütü PKK lideri Öcalan’la görüşmeler yapıldığına ilişkin haberler siyasî gündemi hareketlendirdi. Hükümet herhangi bir görüşme yapılmadığını belirtirken, muhalefet MİT Başkanının görüştüğünü savunuyor.

Biz bu tartışmaların benzer cümlelerle yapıldığı İngiltere’ye giderek, farklı bir bakış açısından konuyu ele almak istiyoruz.

1993’te açıklanan belgelerden, İngiltere’nin, 1989 yılından resmî görüşmeler başlayana kadar başbakanın onayı ile gayrıresmî aracılar, varlıkları inkâr edilebilir “kahramanlar” görevlendirmeye başladığını öğreniyoruz. Bu kimseler o kadar gizli tutulmuştu ki, başbakan bu kimselerden İrlanda Cumhuriyeti Başbakanı’na bile söz etmemişti. Din adamları ve iş adamlarından oluşan bu grup, iki taraf arasında bazen sözlü, bazen de yazılı haberleşmeleri taşıyordu. Bunlar olup biterken Başbakan Major, Avam Kamarasında yaptığı bir açıklamada, IRA ile yüz yüze görüşmeler yapıldığı iddiasının “midesini bulandırdığını” söylüyordu.

Özellikle Başbakan John Major’un sözleri tanıdık geldi mi?

Görüldüğü üzere IRA’nın tasfiyesi ve Kuzey İrlanda sorununun çözümü aşamasında, İngiliz hükümeti kendisiyle hiçbir organik bağı bulunmayan bir grup aracılığıyla IRA ile görüşmelerini sürdürmüş, bunu da hükümetten çok az sayıda insan dışında kimse duymamıştır.

Buna ihtiyaç var mıdır? Bu terör örgütünün muhatap alınması anlamına gelmez mi?

Evet, ihtiyaç vardır. Zira elbette Kürt sorununun çözümü için devletin kimseyle pazarlık etmesine gerek yoktur. Kendi halkının sorununu devlet tesbit eder, gerekli tedbirleri alır ve çözer. Ancak devletin istihbarat birimlerinin en azılı düşmanla dahi, bir şekilde temasını sürdürerek teknik altyapıyı oluşturması şarttır.

Burada görülen yanlışlık; eğer iddialar doğruysa, doğrudan devletin istihbarat teşkilâtının başı tarafından yapılmış olmasıdır. İngiltere örneğindeki gibi konu ortaya çıktığında “varlıkları inkâr edilebilecek kahramanlar” aracılığıyla yapılması, bugünki tartışmaların doğmasını önleyebilirdi.

Başka bir üzücü husus ise; aradan geçen bunca yıla rağmen Öcalan’ın hâlâ terör örgütünü yönlendirebilen, hapishane odasından verdiği emirlerle eylemlerin yönünü belirleyebilen, her şeyin kontrolü elinde bir örgüt lideri gibi görünmesine fırsat verilmesidir. Terör örgütünün eylemsizlik kararını o veriyor. Siyasallaşmaya yönelinmesi emrini o veriyor. Sivil halka saldırılar yerine güvenlik güçlerine saldırılarak, dünya kamuoyu nezdinde terörist imajından kurtulup “kurtuluş savaşçısı” statüsü kazanmaya yönelik politika izlenmesi talimatını o veriyor.

Bütün bu toz bulutu içinde unutulmasından korktuğumuz bir husus var: Kürt sorununun mutlaka çözülmesi gerektiği. Habur’daki yol kazasına rağmen, atılan adımların hem muhalefet hem de terör örgütü tarafından sabote edilmesine, kışkırtmalara, tehditlere rağmen demokratik açılım sürmeli. Kürt kökenli vatandaşların büyük bir kısmında ilk kez doğan “bu defa çözülecek” umudu yıkılmamalıdır. Türkiye üzerindeki en büyük kamburu, bütün engellere rağmen aşmalıdır. Zaten samimî ve somut adımlar atılmaya başlanıldığında, örgüt de halkı kontrol edemez hale gelecek ve sandık boykotu, kepenk kapattırma, bir emirde binlerce kişiyi sokağa dökme gücünü kendisinde bulamayacaktır.

Bu kardeşlik ve dayanışma duygularının yoğunlaştığı mübarek ay, bütün milletimizin dostluk ve kardeşliğinin güçlenmesi için hem kavli hem de fiilî duâ etme vaktidir.

27.08.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Ahirete taşımayalım


A+ | A-

İşte iki günlük dünyanın bir çeyreği... Bir varmış bir yokmuş deseler de imanlı ve İslâmlı hayatların ebedî meyveleri işin öyle olmadığını ikaz ediyor ve anlatıyor.

Ubudiyetin zirve-i balâsı hemen herkesi ve hepimizi kucaklayarak yukarılara daima yukarılara götürmeye ve yükseltmeye daima hazır, o mertebelere lâyık kulluğu ubudiyeti bekliyor bizlerden...

Ahbabsız, dostsuz, kardeşsiz bu dağlar, bu yalçın ve sert kayalıklı dağlar aşılmaz. Gönül erenleri bağırlarının hiç olmazsa bir kısmını dâvâ arkadaşlarına açmadıkça ve onları kucaklamadıkça bu dağlar aşılmaz...

En civanmertliği asrın tefsirini okumaya ve mütalâa etmeye ayırarak bayrak yapabilmek de aramak ve ona sarılmak... Rabbimizin kapısında bir huşu denizi, bir haz ırmağı, bir lezzet deresine hatta bir bardak ihlâslı mayi hayata kavuşabilmeyi hedeflemek civanmertliği... Bir nebzede olsa birinden birinde olabilmek marifetini gösterebilmek...

Direksiz bir çadır neyse dostsuz, Allah için dostsuz bir insan da odur... Hayatı dünya adına yüklenen ve tek başına yüklenen bir nefis ve insan... Ezildiği ve alabildiğine büzüldüğü bir hayatın tekâlifin de yalnız kalarak dostsuz kalarak kaybolduğu bir yaşayış...

İmanın o muhteşem pırlanta, elmas ve inci gibi, altın ahirete bakan emirlerini, düstur ve kurallarını hayatlarında uygulayarak iki dünyasını aydınlatanlara, parlatanlara ne mutlu ki bahtiyardırlar...

Şu mübarek Ramazan günlerini fırsat bilmek kavi ve ihlâslı hallerimizin içine dostlarımızı ve ahbablarımızı ahiret hesabına ahirete dahil etmekle olur... Kadir kıymet bilmek belki de böyle duâa zamanlarında daha önemlidir her halde...

Gönül dünyamızda şu kudsî ve mübarek hizmetin halilleri muhakkak olabilmelidir... Gönlünün halili nefis adına olanların dünyadaki ve ahiretteki halilleri Allah adına nasıldır acaba? Bir dünya dolusu çile, dünya çilesi ahirete de mi taşınıyor dersiniz?..

Tesbihat, tesbihat ve dahi tesbihat; kalb ve gönül birlikteliğinin ilâcı... Hem namazın hasatını kaldır, hem de cemaatin gönül ve duâ deryasına başını daldır... Eğer kâbil-i kabiliyet isen ahiret âlemlerine huruc eyle... Bak gör Rabbimiz nelere kadirdir hem hal, hem de lisanınla âleme söyle...

Sadece öcü demek.. Flaş gibi görünüp kaybolmak... Belli zamana ve belli mekâna selâm vermekle... Flaş flaş olmakla hayatta öyle olur işte... Kudsî bir hizmetin içinde olmak, cemaat mensubu olmak, ancak nefsimizin ve şeytanımızın, tembelliğimizin ve vurdumduymazlığımızın ayaklar altında süründüğü zamanlarda bayraklaşabilir ve kabul edilebilir... Kibirin, gururun, çalışmamanın ve bahanelerin gömülü olduğu bir vadide ancak iman ve İslâmiyet mihmandarlığı işe yarayabilir...

Şu Ramazan-ı şerifi kendimize mübarek kıldırmanın yollarından biri yolda ahiret dostlarımızla bir ve beraber olmaktadır... Onların varlıkları ve duâları hepimiz için kıymetli ve önemlidir... Mazhar olmak dileğiyle İnşaallah...

27.08.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Sandalyede namaz


A+ | A-

Birçok okuyucumun ortak bir sorusu var: “Günümüzde camilerde sandalyelerin arttığını görüyoruz. Sandalyede namaz kılmanın şartları nelerdir? Her önüne gelen sandalyede namaz kılabilir mi? Bunun bir kuralı yok mu? Varsa nelerdir? Bu kurallar cemaatin görebileceği yerlere asılsa olmaz mı?”

Öncelikle, günümüzde sandalyede namaz kılanların artışını, eskiye nazaran namaz şuurunun insanımızda daha çok yer ettiğine bağlamak daha isabetli olur kanaatindeyim. Namaz kılma oranında artış oldukça, sandalyeleri daha fazla görebileceğiz. Buna hazır olmak lâzım. Bu insanlar içinde özür sahipleri var çünkü. Öyleyse özür sahiplerine geçmiş olsun diyelim ve acil şifa dileyelim. Ve şunu da unutmayalım: Özür sahibi olmak namaz kılmaya mani değil. Bunu onlar biliyorlar ve özür sahibi olunca namazlarını bırakmıyorlar.

Bize öncelikle hüsn-ü zan yakışır ve hüsn-ü zan yeter. Hiç kimsenin eli ayağı tutarken ve namazın rükünlerini tadil-i erkân üzere düzgünce yaparken, sandalyede oturarak daha keyifli bir biçimde namaz kılmayı düşündüğünü düşünmeyelim öncelikle. Hiç şüphesiz sandalyede namaza ruhsat veren özür durumlarını yazmakta da fayda var.

Namazın içinde altı rükün vardır. Yani namazın altı ana çatısı vardır. Yani namazı namaz yapan altı ana davranış vardır. Bu altı ana davranışların her birisi için de ayrı ayrı tadil-i erkân, yani düzgün yapma kuralları söz konusudur. Bu ana davranışlar, bu kurallarla namaz rüknü olma hüviyeti kazanırlar. Bu açıdan bu kurallara uymak, yani tadil-i erkân, Şafiî ve Malikî Mezhepleri ile Hanefî Mezhebinden İmam-ı Ebû Yusuf’a göre farz; İmam-ı Azam ile İmam-ı Muhammed’e göre ise vaciptir. Bu rükünler ve bu rükünlerdeki tadil-i erkân keyfî olarak ihmal edilmez. İhmal edilirse namazın sıhhati zarar görür. Daha açık bir ifadeyle, bu altı rükünden birisi eksik olursa ya da tadil-i erkân üzere olmazsa namaz, namaz olmaz!

Güç yetirilemeyen rükün veya tadil-i erkân olduğunda ise, acziyet derecesinde, bu rükünlerin yerine getirilme yükümlülüğünde tadil-i erkân düşer. Bu durumda namaz kılan kişi, o rükün adına güç yetirebildiğini, güç yetirebildiği bir tadil-i erkân yaklaşımı ile yapar. Çünkü Kur’ân’ın kesin bir düsturudur ki, “Allah hiçbir kimseye güç yetiremediği bir yük yüklemez!”1 Güç yetirilemeyecek teklif dinimizde gelmemiştir.2

Ashab-ı Kiramdan İmran İbn-i Husayn anlatıyor: Bevasir hastalığına tutulmuştum. Peygamber Efendimiz’e (asm) namazı nasıl kılacağımı sordum.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:

“Ayakta kıl. Gücün yetmezse oturarak kıl. Ona da gücün yetmezse yan yatarak kıl.” 3

Hazret-i Âişe (ra) bildiriyor: “Peygamber Efendimiz (asm) hasta olduğu gün mübarek evlerinde namaz kıldılar. Bu namazı kendisi oturarak kıldılar.” 4

Namazda nasıl oturulacağına gelince; Hanefî Mezhebine göre, oturabiliyorsa teşehhüdde oturduğu gibi oturur. Bu şekilde oturamıyorsa dilediği gibi oturur. Malikî Mezhebine göre, secdeler ve teşehhüd halleri dışında bağdaş kurarak oturması menduptur. Hanbelî Mezhebine göre, rükû ve secde hâli dışında bağdaş kurarak oturması sünnettir. Dilediği gibi oturması da caizdir. Şafiî Mezhebine göre ise, oturarak namaz kılan kimsenin secde ve teşehhüt hâli dışında ayaklarını altına sererek oturması sünnettir. Bu şartlarla oturmaya gücü yetmeyen kimse ise, dört mezhebe göre de dilediği gibi oturur.

Oturarak namaz kılan kimse rükû ve secde yapabiliyorsa yapar; yapamıyorsa ima ile yapar. Bu durumda secde için yaptığı ima, rükû için yaptığı imaya göre biraz daha eğimli olur ki bu vaciptir. Ayakta durabildiği halde oturmaya ve rükû ve secde yapmaya muktedir olmayan kimse ise, rükû ve secde için, ayakta iken ima eder. Bu durumda yine secde için, rükû için eğildiğinden biraz fazlaca eğilir.

Sandalye kullanımı konusuna gelince, özür sahipleri için şu seçenekler gösterilebilir:

1- Kıyamda ve rükûda tadil-i erkân üzere bulunamayan birisi, secdeyi ve teşehhüt miktarı oturuşu tadil-i erkân üzere yapabiliyorsa, secdesi ve oturuşu için sandalyeye ruhsat verilmez. Bu kişi kıyam ve rükûdan yapamadığı herhangi birisi veya her ikisi için sandalye desteği alabilir. Fakat secdeyi ve oturuşu tadil-i erkân üzere yerde yapması farzdır.

2- Kıyamı ve rükûu ayakta tadil-i erkân üzere yapabilen, ama özrü dolayısıyla secdeyi ve teşehhüt miktarı oturuşu tadil-i erkân üzere yapamayan birisi ise, ayaklarını uzatarak bir şekilde alnını secdeye koyabiliyorsa, secdesini yerde yapar. Oturuşu da kıbleye doğru dilediği gibi oturarak yapar. Eğer alnını secdeye koymasına özrü engel teşkil ediyorsa, bu kişi secdesini ve oturuşunu dilerse sandalyede, dilerse nasıl kolayına geliyorsa öyle (oturduğu veya yattığı yerden) yapabilir. Sandalyede veya oturduğu yerde biraz fazlaca eğilmek suretiyle secdesini havada yapabileceği gibi, secde mahalline koyduğu yüksekçe bir sehpa üzerine de yapabilir.

3- Kişi altı rükünden hangisini tadil-i erkân üzere yapamıyor ve hangisinde sandalye desteğine ihtiyaç duyuyorsa, sadece o rüknü sandalye desteğinde yapmasına ruhsat vardır. Yapabildiği diğer rükünler için sandalye kullanmasına ruhsat verilmez, onları tadil-i erkân üzere yapar.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 286. 2- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 73. 3- Buhârî, 3/397. 4- Buhârî, 2/661.

27.08.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Teravih kılarken camide idik, ama hiçbirimiz namazda değildik!


A+ | A-

Anlatılır ki, cömert birisi, Allah dostu bir zâta demiş ki: “Camide akşam namazı kılanların hepsini ziyafete dâvet ediyorum, namazdan sonra hepsini getir.” O da üç kişi getirmiş.

“Saf saf dolan camiye ne olmuş ki, üç kişi getirdin?” diye sormuş.

“Efendim, cemaat çıkarken hepsine teker teker sordum, ‘İmam Fatiha’dan sonra hangi zammı sûreyi okudu?’ diye. Sadece bu üçü bildi, diğerleri namaz kılmıyordu ki getireyim!”

23 Ağustos 2010 tarihinde, Yalova Merkez Camii’nde teravih kılıyorduk. Geç gittiğim için en arka safta idim. Gayet tadili erkân ile namaz kıldıran hoca efendi, beşinci rekâta kalktı. Ses çıkarmadık. Oturdu, ses çıkarmadık. Selâm verdi, yine ses çıkarmadık. Kalktık, ikinci dörtlüğe durmaya hazırlandık, yine ses çıkarmadık. Sadece yanımdakine işaret ettim. O da, “İmamın arkasında durdular, hiç ses çıkarmadılar!” diye topu onlara attı. Ben de, “Fark etmez, biz de sübhanallah deyip uyarabilirdik!” dedim ve namaza durduk…

Niye böyle oldu?

Hepimiz camide idik, eğilip kalkıyorduk, ama namazda değildik! Ben 3. rekâta kalkınca bazı hesaplara daldım, oldukça da derin hesaplardı, kaçıncı rekâtta olduğumu nasıl bilebilirdim ki! Hayfa ki, hesabı tamamlayamadan ve sağlamasını yapmadan beşinci rekâta kalkmışız, oturmuşuz, bu sefer kaçıncı rekâtta olduğumuzun hesaplarına durdum, ama bunu da neticelendiremeden imam 5. rekâta kalktı, oturdu ve selâm verdi bile…

Diğer cemaatin nerede olduğunu bilemem pek tabiî ki! Nereden bilebilirim ki, o kadar hesapkasap işinde iken!..

Sonra düşündüm ki, vaad ettiği halde neden Allah’ın yardım ve nusreti gelmiyor? İşte cevabı şu âyet meâlinde:

“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah, muhakkak sabredenlerle beraberdir.” 1

Anlatılır ki, Hz. Ali (ra), abdest alırken Rabbin huzuruna çıkmanın aşkıyla titrerdi. Namaza durduğunda İlâhî azametin haşyeti bütün vücudunu sarar, kendisinden geçer, gözyaşları seccadesini ıslatırdı. Bir savaşta mübarek ayağına bir ok isabet eder. “Çıkarırsak acısına dayanamazsın” derler. Hz. Zehra’nın teklifiyle, namaza durduğunda çıkarırlar ve bunu hiç fark etmez. Öylesine bir vecd, öylesine bir huşû, öylesine bir haşyet ve öylesine bir namaz kılış!

“Sizin dostunuz ancak Allah ve Resûlü ile, namazlarını dosdoğru kılan, zekâtlarını veren ve Allah huzurunda rükûa varan mü’minlerdir” 2 âyetinin Hz. Ali hakkında indiği rivayet edilir.

Sıffeyn Savaşında çatışmaların şiddetli olduğu günlerden birinde Hz. Ali’nin (ra) sık sık güneşin battığı yöne baktığını görüp, sordum diyen İbni Abbas: “Ya Ali! O taraftan bir korkun mu var, düşman o taraftan saldırır diye bir endişen mi var?” Ali (ra) buyurdu: “Hayır, ben namaz vaktinin girip girmediğine bakıyorum?” diye cevap verdiğini nakleder. Ve şahadet şerbetini Kufe Camii’nde namaz kılarken içer.

Nefsimize, “Hz. Ali (kerremellahu veche) ol!” demiyoruz, “Onun gibi olmaya ve kılmaya çalış!” diyoruz…

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Bakara, 153.; 2-Kur’ân, Maide Sûresi, 55.

27.08.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman Külliyesi


A+ | A-

Hemen herşey tasarlanıp plânlandığı gibi gitti ve şükürler olsun, Nurs'taki Bediüzzaman Külliyesinin açılışı kalabalık bir cemaatin katılımıyla gerçekleşmiş oldu.

1 Ağustos günü düzenlenen açılış merasimine Bitlis Valisi ve Hizan Kaymakamının yanı sıra, Üstad Bediüzzaman talebe ve hizmetkârlarından Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur ile Mehmed Fırıncı Ağabeylerin de iştirak etmiş olması, programa apayrı bir şevk, heyecan ve güzellik kattı.

Gerçi, ciddî mâzeretlerimiz sebebiyle o gün için Nurs'a gidemedik. Ancak, başta Hikmet Ağabey olmak üzere, birçok ihvandan açılış programına dair bilgileri sıcağı sıcağına aldık.

Bize ulaşan herbir bilgi, yahut haber, iç dünyamızda birer müjdeye dönüşerek bizi ziyadesiyle sevindirdi.

Dolayısıyla, bedenen değil, fakat kalben ve ruhen biz de oradaydık.

Külliye, altı–yedi ünitesiyle hizmete açıldı; fakat, yine de yapılması gereken bazı iş ve hizmetler var.

Öğrendiğimize göre, birikmiş borçların henüz tamamı ödenebilmiş değil.

Ayrıca, Külliyenin çevre düzenlemesi ile geniş bir mutfağın yapılması da, önemli ihtiyaçlar arasında.

Bu gibi hususlarda yardımcı olmak isteyenlere, hem resmî, hem de fahrî görevli muhterem Hikmet Okur'un telefon numaralarını bir kez daha iletmekte fayda var:

(0532) 593 07 97 (0505) 950 00 62

Referandum orucu

Şu mübarek oruç ayında, hemen her tarafta referandum konuşuluyor.

Biz ise, bu meseleyi hiç konuşmamaya, yazmamaya, dolayısıyla "referandum orucu" tutmaya karar verdik.

Sebebine gelince...

Evvelâ, büyük şurâya istinat eden Yeni Asya istişarî kurulunun 22 Ağustos'ta almış olduğu karar var.

Kararın hülâsası şudur: Herkes tercihinde serbesttir. Yeni Asya'nın EVET, HAYIR veya BOYKOT yönünde herhangi bir telkinde bulunması söz konusu değildir.

Yeni Asya camiasının herbir ferdinin, bu karara uyması ve saygı duyması gerekir... Dolayısıyla, biz de bu karara riayet ediyor ve siz değerli okuyucularımıza herhangi bir telkinde bulunma cihetine gitmiyoruz.

"Referandum orucu"na niyet etmemizin bir diğer sebebi ise, konuyu tartışan bazı kardeşlerin, işi yekdiğerini kırma, rencide etme raddesine taşımaları...

Mesele hususî çerçevede konuşulabilir, müzakere edilebilir; ama, kırıcı tartışmalara girmek niye?

Oysa, hiçbir Nur Talebesinin, dünya ve siyaset cereyanları için kardeşini kırmaması ve ihtilâfa, iftiraka düşmemesi icap eder, değil mi?

Şüphesiz bizim de kendimize göre bir düşünce ve kanaatimiz var. Ancak, mezkûr karar ve gerekçeyle, bunu gazete lisanıyla açıklama cihetine gitmiyoruz.

Aziz okuyucularımızın da, bu noktada bizi anlayışla karşılamasını bekliyoruz.

Şayet, özel olarak fikir ve kanaatimizi öğrenmek isteyenler olursa, hiçbir tartışmaya, münakaşaya girmemek şartıyla, o "serbet tercih"imizi de ancak hususî çerçevede ifade edebiliriz.

Bu münasebetle, izinli olduğumuz günler boyunca özellikle e–posta yoluyla mesaj göndererek, bizden konuyla ilgili yazı bekleyen okuyucularımızın bu yöndeki taleplerine karşılık veremeyeceğimizi de belirtmiş olalım.

Hülâsa: Ramazan ve Bayram sonrasına kadar "referandum orucu"na devam...

Tarihin yorumu 27 Ağustos 1927

150'liklerden Hacı Sami öldürüldü

Meşhûr "150'likler" listesine dahil edilen Kuşçubaşılardan Hacı Sami, Karaburun (Ege) sâhilinde vurularak öldürüldü. (27 Ağustos 1927)

Hacı Sami, Osmanlı Teşkilât–ı Mahsusa reisi Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın kardeşi, aynı zamanda teşkilâtın bir üyesi idi.

Hacı Sami'nin 150'likler listesine dahil edilmesinin asıl sebebi ise, onun Çerkes Ethem ve Enver Paşa ile irtibatlı olduğu iddiasıydı.

* * *

Bu 150'likler listesine dahil olanlar, M. Kemal ve arkadaşları tarafından Millî Mücadelede düşmanla işbirliği yapmış kişiler olduğu gerekçesiyle, bir bakıma "vatan haini" ilân edilmişlerdir.

Liste, ilk başta daha uzundu. Lozan görüşmeleri (1923) esnasında, liste alabildiğine kısaltıldı ve 149 kişiye indirgendi. Düz hesap olsun ve dile kolay gelsin diye, her nasılsa "Köylü Gazetesi" sahibi Refet Beyin ismi de eklenerek, sayı 150'ye çıkarılmış oldu.

1 Haziran 1924'te kesinleşen 150'likler listesinin başında Sultan Vahdeddin'in maiyeti, Şeyhülislâm M. Sabri Efendi ve arkadaşları ile Anzavur Ahmet, Çerkes Ethem ve Enver Paşanın hem şahısları, hem de onlara yakın isimler yer alıyor.

İşte, ismi bu yasaklılar listesinde bulunan Sami Kuşçubaşı ve birkaç arkadaşı, 27 Ağustos 1927'de Ege'deki Sisam Adasından Anadolu'ya geçmeye çalıştığı esnada, Karaburun sâhilinde ateşli silâhlarla vurularak öldürüldü. Beraberinde bulunan birkaç arkadaşı da yaralı halde ele geçirilerek çeşitli cezalara çarptırıldı.

O tarihte yapılan resmî açıklamaya göre, Kuşçubaşı ve arkadaşları, M. Kemal'e sûikast teşebbüsünde bulunmak maksadıyla Anadolu'ya geçmek istemişler. (TC Tarihi Kronolojisi, TTK Yayınları, 1983, s. 470.)

Meselenin iç yüzü ise, henüz aydınlığa kavuşturulmuş değil. Zira, yakın döneme dair resmî tarihin yüzde elliden fazlası yalan ve yanlış bilgilere olarak anlatılıyor. Tıpkı "İzmir Sûikastı" meselesinde olduğu gibi... (Bkz: K. Karabekir'in Günlükleri/Hatıraları.)

NOT: Meclis'in 29 Haziran 1938'de aldığı bir kararla, 150'liklerin yurda girişleri serbest bırakıldı. Ancak, Çerkes Ethem ve Saltanat mensupları, dönemin idaresine duydukları güvensizlik sebebiyle vatanlarına dönemediler.

27.08.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Ereğli ve Kur’ân


A+ | A-

Bu yıl Türkiye’de ve dünyada Kur’ân yılı. Diyanet İşleri Başkanlı’ğı ilân etti: “Türkiye’de ve bütün âlem-i İslâm’da bu yıl Kur’ân yılı.” Çünkü milâdî 2010 itibarıyla Kur’ân-ı Hakim’in nüzulünün 1400’üncü yılı. Bu itibarla Diyanet İşleri Başkanlığı, yurt içi ve yurt dışında sempozyumlar, açık oturumlar, paneller, ilmî toplantılar, konferanslar, Kur’ân tilâveti programları, “Kur’ân Sadâsı” programları, mukabele günleri, Mushaf ve Kur’ân konulu eser satış mekânları, yarışmalar, belgeseller, afişlerle Kur’ân mesajları, hutbe ve vaazlar başta olmak üzere bir çok faaliyet yaptı ve yapmaya devam ediyor.

Konya Ereğli’mizin kahraman, faal, Kur’ân-ı Hakim’e ve Nur-u Kur’ân’a uzun yıllardır gönül veren ihlâs-ı etem sahibi can dostları, bizleri hem iftarlarına, hem de vakıf binaları seminer salonunda “2010 Kur’ân yılı ve Risâle-i Nur“ başlıklı bir Ramazan sohbetine dâvet ettiler. İcabet ettik, güzel iftar, sahur, seminer ve sohbetler ardı ardına devam etti. Makaleye sığmaz, sığdığı ve aklımızın aldığı kadarıyla özetle şu hakikatlerin üzerinde durduk ve durmaya devam edeceğiz. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’e biz ve bütün insanlık âlemi “hava, su ve gıda“ gibi muhtacız, bugün daha çok muhtacız.

Hz. Bediüzzaman Cenâb-ı Allah’ı bize tarif eden “üç küllî muarriften” birinin Kur’ân-ı Hakîm olduğunu 19. Söz ve 19. Mektub ve emsâli eserlerinde söylüyor ve her cihetle ispatlıyor. Hatta emsâlsiz bir Kur’ân tefsiri olan İşaratü’l-İ’câz eserinin ahirinde Bakara Sûresi 32. âyetinin deryasından bir cetvel ve bir damla damlattığını ifade ediyor. Yine “Mu'cizat-ı Kur’âniye” isimli 25. Söz eserinde Kur’ân-ı Hakim’in bu asra ne kadar baktığını, bir çok âyetle en katı kalplere ve en inatçı kafalara misâllerle göstermektedir.

Bütün âlemi kucaklayan Hz. Üstad, 100 yıl önce, yine bu emsâlsiz eserinin sonuna, Batı dünyasının meşhur doktorlarından Dr. Johnson’un şu çarpıcı sözünü kaydetmiş: “Kur’ân öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar.” Bizler de “Sadakte”, doğrudur, gerçektir diyoruz. Çünkü bu ifadeler hakikat oldu. Bakınız dünya milletlerinin devletlerine ve devlet reislerinin beyanlarına.

Son dönemlerde ABD Hariciye Bakanı Hillary Clinton, “Kur’ân, benim de dahil olduğum milyarlarca insanı aydınlattı” demişti. Daha öncede eşi eski ABD Devlet Başkanı Clinton, Hucurat Sûresi 13. âyeti göstererek “Dünya Kur’ân’a muhtaç” beyanında bulunmuştu. Yine ABD Devlet Başkanı Barack Obama, Ramazan ayının başlaması dolayısıyla bir kutlama mesajı yayınlandı. Obama, mesajına, Arapça “Ramazanınız mübarek olsun” anlamına gelen “Ramazan Kerim” ile başladı. İngiltere Kralı veliahdı Prens Charles bu yılki Dünya Çevre Günü’nde Oxford İslâmî Çalışmalar Merkezi’nde yaptığı konuşmada, “Dünyayı kurtarmak için İslâm’ın izinden gidin” dedi ve Kur’ân’ın “insan ve çevreyi” birbirinden ayırmadığını belirtti.

İmam-ı Şafii Hazretleri “Eğer Kur’ân’ın tamamı gelmeseydi, yalnız Asr Sûresi bütün insanlığa yetecekti” buyurmuştur. Bunun gibi Kur’ân’ın her bir âyeti ve en küçük bir sûresi gerek sevap cihetiyle, gerekse prensipler manzumesinde, erişilmesi mümkün olmayan bir kelâm-i İlâhîdir. Hz. Bediüzzaman 100 yıl önce neşrettiği Hakikat Çekirdekleri eserinin birinci babında der ki: “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır.”

Bugün ülkemizde ve ülkelerde bir çok açılım paketi ve çıkış yolları aranmaktadır. Hucurat Sûresi 10 ve 13. âyeti, En’am Sûresi 164’ncü âyeti ve Maide Sûresi 32’nci âyeti bugün bütün şebabetiyle, gençliğiyle ve tazeliğiyle, bizlere rehber, ışık ve nurdur. Anlayana, anlatana ve yaşayana ne mutlu.

Bizlerin bu mânâları nakletmemize vesile olan muhterem Fikri Günen başta olmak üzere bütün Ereğlili kardeşlerime binler duâ, teşekkür ve Kur’ân neşrinde başarılar...

27.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Siyasetin dine saygısı…


A+ | A-

Başörtüsü yasağına dair siyasî tartışmalar, siyasetin dine ve mânevî değerlere saygısını ve hizmetini bir defa daha gündeme getirmekte. Sert politik polemikler ortasında, bilhassa dinî ve mânevî değerlere karşı tâkip edilmesi gereken istikametli tavrı sözkonusu etmekte…

Bu hususta Bediüzzaman, dine ve mânevî değerlere hizmetini takdir ettiği sâdece Demokrat Parti’ye değil, topyekûn siyasete ve bütün partilere milletin inanç değerleriyle barışık olmayı ve dine hizmeti tavsiye eder.

Bunun içindir ki, daha geçen asrın başlarında siyasetçileri, “umûmun mâl-ı mukaddesi (ortak değeri) olan din”i, “inhisarcılık zihniyeti”yle kendi siyasî zihniyetine ve partisine has göstermekten sakındırır. Bu inhisarcılığın “dine aleyhtarlık meylini uyandırmakla nazardan düşürdüğü”ne dikkat çeker.

Siyasî “tarafgirlik”le diğerlerini dinin aleyhine sevk ettiği tehlikesine karşı ikaz eder. Dine hizmet ve samimîyetin “dine imâle etmek”, meylettirmek ve başkaların dine sahip çıkmasını sağlamak olduğunu bildirir. (Sünûhat, 66)

Bunun içindir ki, Millet Meclisi’nde Şark Üniversitesine bütçeden tahsisat verilmesi görüşmelerinde, “Garplılaşmak ve an’anattan (mânevî kültür ve geleneklerden) tecerrüd etmek (sıyrılmak ve kopmak) taraftarı” bir bazı mebusların itirazlarına, “farz-ı muhâl olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmazsa da” kaydıyla, şahısları itibarıyla inanç ve dinî kıymetlere gerek duymazlarsa dahi, “dinin vatan ve milletin huzur, asayişi ve bekâsı” için gereğini belirtir…

POLİTİK KISKANÇLIK

KISIRDÖNGÜSÜ

Milletvekillerine, “Ekser enbiyânın (peygamberlerin) Asya’da, Şark’ta zuhuru (çıkması) ve ekser hükemânın ve feylesofların Garbda (Batı’da) gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakîki terakkî ettirecek, (maddî ve mânevî kalkındıracak) fen ve felsefenin tesiratından ziyâde, hiss-i dinî olduğunu” anlatır. Bu fıtrî kanunu nazara almayarak ‘Garblılaşmak’ nâmıyla an’âne-i İslâmiyeyi (İslâmî esas ve kültürü) bıraksanız ve lâdînî (din dışı sistemi) bir esas yapsanız dahi, millet ve vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakikatlerine katiyen taraftar olmak size lâzım ve elzemdir” dersini verir. (Emirdağ Lâhikası, 437-439)

Devletin ve bütün partilerin evvelemirde milletin inanç ve değerlerine sahip çıkması gerektiğini, “particilik taraftarlığı” ve siyasî mülâhazalarla değerleri ayrıştırıp çatıştırmanın ve değerler üzerindeki siyasetin adâlet ve kardeşliği zedeleyeceğini, kamplaşmayla tefrika fitnesini uyandıracağını uyarır. (a.g.e., 386)

Millete rağmen dayatmaların vatandaşların bir kısmını dışlayacağı; millet irâdesinde çatallaşmaya sebebiyet verdireceği, “ittifaksızlıktan gelen zâfiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebînin politikasına” kapı açacağını haber verir. Ecnebilerin “ehemmiyetsiz, muvakkat (geçici) yardımlarına karşı acîb siyasî rüşvetler”e mecbur edeceğini yazar. (Tarihçe-i Hayat, 320)

Bundandır ki, siyasî partilerin hak ve hürriyetleri savunmasını, dinî özgürlükleri, din eğitimi ve öğretimini temine yönelik söylem ve teşebbüslerine siyasî kıskançlıkla karşı gelmek, siyasî inhisarcılık zihniyetinin tezâhürü olmakta.

Siyasî partiler, elbette siyasî hesâplar yapacaklar. Milletin tasvibini almak amacıyla siyasî irâdede bulunacaklar. Önemli olan, bu siyasî hesâpların, milletin inanç ve değerleriyle, maddî ve mânevî kıymetleriyle, millî menfaatleriyle uyumlu olmasıdır.

Günübirlik politik kıskançlık kısırdöngüsünden arınması; elitist halktan kopuk siyasetin ve devletin milletle arasındaki bariyerleri ortadan kaldıran, milletin değerlerine yakınlaşması ve buluşmasıdır. Bu ihtiyacı hissetmesidir…

HANGİ SÂİKLE OLURSA OLSUN…

“Yasal yasak var” diye başörtülü adayları kabul etmeyen, seçilmiş başörtülü belediye meclisi üyelerini toplantılara almayan, AİHM’e gönderdiği savunmada “başörtüsü yasağı”na arka çıkan AKP çevrelerinin, Kılıçdaroğlu’nun “Söz veriyoruz, türbanı da biz özgür kılacağız; biz öyle söz verip de tutmamazlık etmeyiz” açıklamasına, “Kılıçdaroğlu samimî ise önce belediyelerinde başörtüsü ayıbına son versin” mukabelesi, siyasetin hâlen zebûnu olduğu “anûdâne (inadına) particilik” ve “tarafgirlik” vâhim çıkmazını su yüzüne çıkarmakta…

Oysa hakperestlik, nereden gelirse gelsin, hangi sâikle olursa olsun, dinî hak ve hürriyetleri temine yönelik çalışmalara sahip çıkmaktır. Toplumdaki ayrışmayı ve kutuplaşmayı bertaraf edip rahatlatan, tahrikleri boşa çıkaran, uzlaşmayı temine zemin hazırlayan çabalara destek vermektir. Siyasetin milletin ortak kutsal değerlerine saygıya ve hizmete yönelmesine yardımcı olmaktır…

27.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.