Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Siyaset ve bürokrasi |
Defaatle yaşanan tecrübeler, siyaset için ifade edilen “Anadolu’dan oy almak, Ankara’da iktidar olmaya yetmiyor” tesbitindeki isabet ve haklılığı tekraren teyid ediyor. Peki, halkın ekseriyetinin büyük ümitlerle oy verip hatırı sayılır Meclis çoğunlukları ile tek başına iktidara getirdiği partiler sistemle ilgili temel meselelerde niçin kayda değer bir icraat ortaya koyamıyor, ciddî reformlar yapamıyorlar? Bu sualin cevabında özellikle şu birkaç noktanın büyük öneme sahip olduğu kanaatindeyiz: Bunlardan biri, güvenlik ve savunma. Bu konuların büyük ölçüde Silâhlı Kuvvetlerin uhdesinde ve tekelinde yürüyen uzmanlık alanları olması ve sivil siyasetin yeterli donanıma sahip olamayışı, çok ciddî bir handikap oluşturuyor. Asker üzerinde sivil kontrol ve hakimiyetin tesis edilemeyişinde bunun etkili bir rolü var. Bu zaafın giderilmesi için, güvenlik, savunma ve strateji konularına hakim sivil kurumların oluşturulup güçlendirilmesi gerekiyor. Nitekim ileri Batı demokrasilerinde münhasıran bu alanlarda çalışmak üzere oluşturulan çok sayıda düşünce kuruluşu, think tank, enstitü mevcut. Türkiye’de yeni yeni filizlenen bu anlamdaki müesseselerin gelişiminin hızlandırılması lâzım. Bir diğer önemli alan, güvenlik ve strateji konularıyla iç içe yürüyen dış politika. Orada da hükümetlerden bağımsız “devlet politikaları” oluşturabilen bir mekanizma var. Ve politikaların belirlenmesinde asker de çok etkin rol oynuyor. İşi strateji alternatifleri geliştirmek olan sivil kuruluşlara dış politika alanında da ihtiyaç var. Çok büyük öneme sahip üçüncü bir alan yargı ve hukuk. Buradaki uzmanlık birikiminin şimdiye kadar antidemokrat ve darbeci zihniyetin tekelinde olması, demokrasimizin karşı karşıya olduğu ciddî problemlerin başında geliyor. Devrim ve ihtilâl kanunlarını objektif hukuk ve adalet prensiplerinin önüne geçiren; darbecilere “hukuk desteği” sunmak için sıraya giren; ihtilâl yönetimlerinin “fetva” siparişlerini yerine getiren; uzmanlıklarını darbe anayasaları hazırlamak için devreye sokan profesyonel kadrolar. Değişen şartlara göre kendi istedikleri biçimde yorumlamaya müsait bir muğlâklıkla kaleme aldıkları anayasa ve yasa metinlerinde her türlü “hukuk cambazlığı”nı yapanlar da bunlar. Evrensel hukukun objektif prensiplerine içtenlikle bağlı, demokrat düşünceye sahip hukuk uzmanları devreye girip bir alternatif ve karşı ağırlık oluşturacak güce erişmediği müddetçe, bu durumun yol açtığı tıkanıklıktan çıkılamaz. Yeni anayasa tartışmaları gündeme geldiğinde, demokratik bir anayasa metni hazırlayabilecek birikim ve yetkinliğe sahip uzman sayısının iki elin parmaklarını dahi bulmadığının ifade edilmesi, bu bakımdan son derece düşündürücü. Bu vahim zaafın mümkün olan en kısa zamanda giderilmesi ve demokrat düşünceye sahip hukuk uzmanlarının devreye girmesi gerekiyor. Ama bir çatışma ortamı oluşturulmadan... Buradan, yine büyük önem taşıyan diğer bir alana, üniversiteye geçersek: YÖK Başkanıyla üniversite rektörlerinin değişmesi, tek başına, orayı demokrat hale getirmeye yetmiyor. O yönde köklü ve kalıcı bir zihniyet değişimi için sabır ve kararlılıkla yapılacak çalışmalara ihtiyaç var. Ve aynı zamanda, 1990’ların ortalarındaki “yükseliş”i sırasında RP’nin “En çok profesör bizim kadrolarımızda” diye övündüğünü, ama bunun üniversite kürsülerini boşaltıp 28 Şubatçıların hakimiyetine yol açtığını hatırlamaya da. Velhasıl, eski dilde seyfiye, adliye, ilmiye, kalemiye, mülkiye, hariciye... gibi kelimelerle ifade edilen bürokrasi kademelerinde de demokrat düşünce hakim olmadıkça, siyasetin işi çok zor. 1950’deki DP iktidarı ile başlayan süreçte bürokrasi de Anadolu çocuklarına açılmaya başlamıştı, ama yetişen bürokratların—üstelik yanlış mecralarda—siyasete heveslenmesi, hem bu olumlu gelişmeyi kesintiye uğrattı, hem siyasete de yaramadı. Zira siyaset o potansiyeli heba etti. 10.07.2010 E-Posta: [email protected] |