10 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

Şarkın dertleri manevî dinamikleri ve çözüm yolları


A+ | A-

Şark; yani Anadolu’nun doğusu.

Yalçın kayaların, karlı dağların, sert iklimin hüküm sürdüğü diyar.

Mertliğin, samimiyetin, misafirperverliğin hâkim olduğu coğrafya.

“Mimsiz” Medeniyet denen illetin fazla uğrayıp, tahribatını göstermediği ve hüküm sürmediği topraklar.

Mahrumiyetin dozunun biraz fazla olduğu mekânlar.

Serhat şehri Van’ı, dağıyla meşhur Ağrı’yı, petrolüyle ün salan Batman’ı, ulemalarıyla isim yapmış Bitlis’i, Siirt’i, Muş’u, Erzurum’u ve daha nice diyarları bağrında barındıran vatan parçası.

İşte bu mekânlar yıllardan beri sancılı, sızılı, acılı günler ve zamanlar geçiriyor. Dertleriyle gerçek mânâda hemhâl olacak bir merci sığınak aradıklarını dilleri de, hâlleri de söylüyor.

Ağıtları, türküleri, sözleri, sazları adeta “dert” terennüm ediyor. Asırları aşıp, milenyumlara ulaşan bir süreçte bu hakikat devam ediyor.

Çaresi var mı? Evet var! Manevî dinamikler. Kardeşlik. Hak, hukuk, adil idare, hakperest idareci, maharetli lider, kudretli müteşebbis, makul çözüm üreten kadrolar, hukukun tam tatbiki, demokratik, insaflı muamele.

Sözün kısası: İşin özünde “Şark insanının” samimiyetine, kardeşliğine, fedakârlığına, açık yüreklilik ve mertliğine tercüman olacak gönül erlerinin el uzatması yatıyor. Onların dertlerini anlayacak, su-i istimale tevessül etmeyecek, onlarla hemhâl olacak bir irade ve dirayet aranıyor. Esas boşluk burada. Esas dert bu!

Geçmişte bunu başaran, geleceklerine reçete yazan birisi var mı? Evet var!

“Şarkın yalçın kayalıklarından tulû eden bir ateşpare-i zekâ var!” Hem Şarkın ufkunda, hem de Garptaki payitahtta; İstanbul’da tulû eden bu zat Hazret-i Bediüzzaman’dır.

Asırları ve milyonları, belki de milyarları bütün samimiyeti ile kucaklayan, onların dertleriyle dertlenip, onlarla hemhâl olan, gençliğinin en dinamik anlarını o topraklar için cansiperane feda eden büyük ve muhteşem bir zat Bediüzzaman!

Vefâtından elli yıl geçmesine rağmen sadece doğuda, şarkta değil; batıda ve garpta da yıldızı parlayan, parlamaya devam eden bir zat o!

Geçen Pazar onun diyarında, yirmi senesini ilim, irfan, mücadele, maddî ve manevî mücahede ile geçirdiği serhat şehri Van’daydık. Onun dâvetine icabet etmek için oradaydık. Onun hâlâ vazife başında olduğuna inanarak, manevî tasarrufunu yaşatmak, ona karşı vefa borcumuzu ödemek için oradaydık

Kimler mi oradaydı? Van toprağıyla, taşıyla, fedakâr Nur Talebeleriyle, esnafıyla, idarecisiyle, emniyetiyle her görüşten insanıyla oradaydı. Birlikteydik. Beraberdik. Çünkü kardeştik.

Garp da (batı) oradaydı. İzmir’i, İzmit’i İstanbul’u, Erzincan’ı, Antalya’sı, Diyarbakır’ı, Gaziantep’i, Kahramanmaraş’ı, Adana’sı, Mersin’i, Balıkesir’i, Manisa’sı, Bursa’sı, Hatay’ı, Kars’ı, Zonguldak’ı... Hülâsa Türkiye mozaiği oradaydı.

Şark vilâyetlerini ve ilçelerini zaten saymama gerek yok. Onlar hepsi oradaydı. Çok hoş bir ev sahipliği yaptılar. Kendilerini tebrik ediyor, hizmetlerinin devamını diliyorum.

En önemlisi “Mevcut Şark Ulemasının” büyük bir kısmı ilk olarak oradaydı. Gelip “Seydalarına” teslim olduklarını, ona bağlılık ve sadakat biatı ettiklerini söylersem İnşallah haddimi aşmamış olurum. Onlara haksızlık etmemiş olurum. Onları takdir ettiğim ve yüceltmek istediğim için bu cüreti gösteriyorum. Çünkü ünü ve namı Türkiye topraklarını çoktan aşmış bir “Üstada” talebe olmak, ona saygı duymak, onun fikirlerine arka çıkmak her kim olursa olsun bir şereftir. Çünkü o hayatını kâinatın en büyük hakikati olan Kur’ân’a ve imana adamış çok yönlü emsalsiz bir mücahitti.

Evet, üç yıldan beri devam eden ve artık tamamıyla “geleneksel” hâle gelen ve devam ettirilmesini istediğimiz, “Bediüzzaman Van Mevlidine” bu yıl katılanlar kemmiyeten (sayı bakımından) az gibi görünse de; keyfiyet ve kalite bakımından, anlam ve mânâ bakımından çok daha farklı ve ufuk açıcıydı.

Geçmiş yıllara göre organize daha güzeldi. Gayret, fedakârlık, samimiyet, kardeşlik, birlik, beraberlik daha da ön plâna çıktı. Gelecek yıllara yeni projelerin ön hazırlığına kapılar açıldı. İnşallah şimdiden müjde diyelim ki gelecek yıl; “Van Mevlidi” çok daha farklı ve kaliteli olacak. “Medresetüzzehra Projesinin” manevî temellerine daha kuvvetli harçlar ve katkılar olacak.

Bu mevlitle kardeşlik bağlarımızı, birlik, beraberliğimizi bir defa daha kuvvetlendirdik. Gaflet içerisinde olmaması lâzım gelen “Büyük Kafalara” bir çözüm mesajı daha sunduk. Mevlidden önce de, sonra da bize düşen “Tebliğ ve dâvet” vazifemizi çok iyi bir şekilde ifa ettik. Gelecek yıl için de eksik ve planlarımızı not alarak sağ selâmet memleketimize avdet ettik.

“Seydanın” doğduğu yer olan Nurs’tan birkaç önemli not aktarmak istiyorum. Mevlidden hemen sonra Yeni Asya Yönetim Kurulu’nun mini toplantısında alınan karar gereği, önceden kısmen konuşulmuş olan Nurs’ta Yeni Asya Camiası adına bir tesis inşa etme projesi çerçevesinde arsanın görülmesi ve tesbiti konusunda Yönetim Kurulumuzun görevlendirdiği şahsım ve değerli kardeşim sekreterimiz Hamza Kara Beyle Nurs’a ulaştık. Arsayı görüp, tesbitlerimizi yaptık ve teşebbüslere de başladık. İnşallah duâlarınızla burada bir dönümden fazla yer kaplayan arsa ile bağlantıları son merhalesine getirdik. Müjdeli haberi kısa zaman içersinde vereceğimizi tahmin ediyorum.

Nurs’ta inşa edilen “Bediüzzaman Külliyesinin” de 1 Ağustos günü açılışının yapılacağını öğrendik. Bizzat bu külliyeyi gezip büyük keyif aldık. İlgilenen arkadaşımızın ifadesiyle -Bütün Nur Camiasının; ama özellikle Büyük Ölçüde Yeni Asya Nur Camiasının katkılarıyla gerçekleşen bu güzel eserin hizmetlere vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.

Çok hızlı ve ani olan bu ziyaretimizde Üstadımızın ebeveyni olan Sofi Mirza, Nuriye Hanım, Abisi Molla Abdullah ve küçük kardeşi Molla Muhammed ile yeğeni Ubeyd’in mezarlarını ziyaret edip Yasin ve Fatihalarla duâ ederek geri döndük.

Cenâb-ı Hak böyle bir Üstad’a bizi hakikî bir talebe etsin. (Âmin) Onun yüce dâvâsını daha da yüceltsin. (Âmin) Hayatını sadece Müslümanlara değil, insanlığa adayan bu büyük Üstad’ımızdan ebeden razı olsun. (Âmin)

Hizmet dolu günlerde birlikte olmak dilek ve temennisiyle.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Hayırla meşgul olanı şerler meşgul eder


A+ | A-

Hayat sürekli bir meşguliyetten ibarettir. Tıpkı yürüyen bir bisiklet gibi. Nasıl ki bisiklet durduğu zaman devrilir, hayatta da hareket ve faaliyet bittiği zaman hayat sona erer. Demek ki insan, yaşadığı müddetçe bir şeylerle iştigal etmektedir. Hiçbir şey yapmadan, hareketsiz duran ve boş oturan bir insan, canlı cenazeden farksızdır.

Yaşadığımız müddetçe bir şeylerle iştigal etmek durumunda olduğumuza göre, acaba nelerle meşgul olmalıyız? Her meşguliyet bir zaman ister. Zaman ise, ömür sermayesinden olduğu için çok değerlidir. Öyleyse, bu değerli hazineyi hangi işlerde kullanmalıyız ki, israf etmeden değerlendirmiş olalım? Bu suallerin doğru cevabını bulduğumuz zaman, hayatın bir anlamı olacak, insan olmanın da anlamı ve önemi anlaşılacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri, “insan bu dünyaya teellümle tekâmül etmek için gelmiştir” diyor. Tekâmül etmek için ise, güzel ve faydalı işlerle iştigal etmek gerekir. Hayırlı işlerle talim edilirse, hayırda tekâmül edilir, Şerle meşgul olanlar ise, şerde terakki ederler, hayırda tedenni eder, geriye gider. İnsanlık yolunda ilerlemek ve yükselmek için hayırla meşgul olmak gerekmektedir.

İnsanı hayır yoluna sevk eden imanı ve ihlâsı, şerre sevk eden ise, nefsi ve şeytanıdır. Nefis ve şeytanın işi tahrip olduğu için, her türlü hile ve desiseye başvururlar. Hayırlı işleri engellemek için insanın önüne bir sürü fuzulî meşguliyetler sürerler. Önemsiz, gereksiz, hatta zararlı işleri en mühim bir vazife gibi göstererek insanı onunla meşgul ederler. Açıktan ve doğrudan şer işletemedikleri insanları ise, tembelliğe ve atalete sevk ederek, hayır işlemesine engel olurlar. Gafil insanlar ise, “hayır işleyemiyorum, ama hiç değilse şer ve günahla da meşgul olmuyorum” diyerek, nefsin tuzağına düşerler.

Hayırla meşgul olmayan insanın şerle meşgul olması kaçınılmazdır. Zira atalet ve tembellik, başlı başına bir şerdir. Kaldı ki, boş duran bir insanı şeytan boş bırakmaz. “Nasıl olsa yapacak bir işin yok, arkadaşlarında gez eğlen, oyun oyna, vaktini değerlendir” diye kulağına fısıldamaya başlar. İnsan da “biraz eğlensem ne çıkar” diyerek bu sese kulak verdiği zaman, şer kapısından içeri adım atmış olur. Önceleri masum bir oyun ve eğlence olarak başlayan meşguliyet, zamanla gayrı meşrû bir mecraya doğru kayar, haramlara ve günahlara kapı açılır.

Şeytanın en dessas hilelerinden birisi de, “eğlenmek de bir ihtiyaçtır, kimseye zarar vermediğin müddetçe senin de eğlenmeye hakkın var” şeklindeki telkinleridir. Evet, insanın gezmeye, eğlenmeye, arkadaşları ile sohbet etmeye ve hoşça vakit geçirmeye hakkı vardır. Ama meşrû dairede kalmak şartıyla. Şeytanın bu şeytanca telkinine karşı en güzel cevabı, yine Bediüzzaman Hazretleri veriyor: “Meşrû daire keyfe kâfidir, harama girmeye gerek yok”. Ama elinde böyle bir pusula olmayanların şeytanın telkinine teslim olma ihtimali yüksektir.

İnsanın fıtratında bir şeylerle meşgul olmak, bir faaliyette bulunmak, gibi özellikler bulunduğu için, hayat boşluk kabul etmiyor. Faydalı, güzel ve hayırlı işlerle iştigal etmeyenlerin kalbini şerler işgal ediyor. Böylece insan da nefsinin esiri durumuna düşer.

Nefsin ve şeytanın tuzağına düşmemek, imanın hanesi olan kalbimizi şerlerle işgal ettirmemek istiyorsak, her zaman hayır düşünmeli, hayır konuşmalı, hayırla meşgul olmalıyız. Hayatımızı hayırla doldurursak, şerlere yer kalmayacaktır.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Semayı şenlendiren sakinler


A+ | A-

İbrahim Bey: “Üstad Hazretleri semâyı şenlendiren Melekler ve Rûhâniyât olduğunu buyuruyor. Bu ruhaniyat dediği bizim dünyaya gelmeden intizar salonu denilen yerde bekleyen ruhlarımız mıdır? Yoksa bizim ruhlarımız haricinde, ruhanî diye isimlendirilen Allah’ın başka mahlûkatı mıdır?”

Meleklere iman, İslâmiyet’in iman esaslarından ikincisidir. Yerler ve gökler meleklerle doludur. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; yeryüzünün küçüklüğüyle birlikte hayat ve şuur sahibi mahlûklarla cıvıl cıvıl doldurulmuş adeta bir hayvanlar mahşeri hüviyetinde olması, ulvî ve yüksek burçlar sahibi olan gökyüzünün de hayat, şuur ve idrak sahibi mahlûklarla dolu olduğunu bize gösteriyor.

Üstad Hazretlerine göre, adına ister melâikeler diyelim, ister ruhaniler diyelim; o şuur, idrak ve hayat sahibi mahlûklar, insanlar ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri, okuyucuları ve Rubûbiyet saltanatının dellâllarıdırlar. Çünkü kâinat denilen bu âlem sarayı had ve hesaba gelmeyen güzellikler, süslemeler ve nakışlarla donatılmıştır. Böyle bir kâinat; mütefekkir, takdir edici ve kadir kıymet bilen varlıklar tarafından sonsuz şekilde tefekkür edilmeye lâyıktır. Öyle ya, güzellik elbette âşık ister. Yemek de aç olana verilir.

İnsanlarla cinler ise bu sonsuz vazifenin, şu görkemli tefekkürün ve bu geniş ibadetin hakkını verememekte; milyondan ancak birisini yapabilmektedirler. Demek bu sonsuz ve çeşitli vazifelere ve ibadetlere sonsuz melâike nevîleri ve ruhanî sınıfları lâzımdır. Nitekim yıldızlar, gezegenler ve gök taşlarından, tâ yağmur damlalarına kadar bütün varlıklar, çeşit çeşit melâikenin ve ruhanî mahlûkların bineği ve meskenidirler. Onlar bu bineklere Allah’ın izniyle binerler ve şehâdet âlemini seyredip gezerler. Yeşil kuşlar ve Cennet kuşlarından sineklere kadar her bir hayvan, cins cins ruhanî varlıkların tayyareleridirler. Onlar bunların içinde Allah’ın emri ve izni ile cismanî âlemleri gezerler, o cesetlerdeki duyguların pencereleriyle cismanî fıtrat mu'cizelerini izlerler ve tefekkür ederler.

Öyleyse anlaşılmalıdır ki, şu yeryüzünün karanlık toprağından ve bulanık suyundan, hiç durmadan letafetli hayatı ve nurlu idrak sahibi mahlûkları yaratan Hâlık Teâlâ’nın, elbette ruha ve hayata münasip göklerdeki şu ışık denizinden ve şu karanlık okyanusundan, çok muhtelif şuur sahibi varlıkları vardır; hem çok yoğun biçimde vardır. Gökler, burçlarına, yıldızlarına ve peyklerine varıncaya kadar şuur sahibi, hayat sahibi ve ruh sahibi mahlûklarla doludur.1

Göklerin ve yerlerin meleklerle dolu olduğunu Peygamber Efendimizden (asm) dinleyelim: “Ben sizin görmediklerinizi görüyorum, işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdadı! Gıcırdamak onun hakkıdır! Çünkü gökyüzünde dört parmaklık bir yer yoktur ki, bir melek alnını koyarak orada secdeye kapanmamış olsun!” 2

Cisimlerin muhtelif cinsleri ve karakterleri gibi, cinlerin, meleklerin ve ruhanî varlıkların da çok farklı cinslerden olduklarını ve çok değişik karakterler sergilediklerini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, meselâ bir damla yağmura bakan meleğin, güneşte görevli melek cinsinden olmadığını kaydeder. Hazret-i Üstad, ateşten, ışıktan, nurdan, nardan, zulmetten, karanlıktan, havadan, sudan, sesten, kokulardan, esirden, elektrikten ve sair lâtif ve akıcı maddelerden yaratılmış olan hayat, şuur ve ruh sahibi mahlûkları Kur’ân’ın, “melâike, cin ve ruhanî” olarak adlandırdığını bildirir. 3

İnsanın dünyaya gelmezden önce sonsuzluk tarafında zerreler âleminde ruhlar veya zerreler halinde yaratıldığı ve Cenâb-ı Hakkın “Elestü birabbiküm?” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sorusuna muhatap olduğunu ve “Belâ!” (Evet; Rabbimizsin yâ Rabbi!) diye cevap verdiğini bize Kur’ân söylüyor. 4 Yolculuğuna ruhlar âleminden başlayan insan ruhunun, 5 dünya hayatından sonra uğradığı ve mahşer için bir bekleme salonu hükmünde olan berzah âleminde -eğer sâlih ruhlardan ise- Allah’ın izniyle göklerde ve yıldızlarda gezdiği de doğrudur. 6 Diğer taraftan Kur’ân’da Hazret-i Cebrâil’in (as) bazen “ruh”, 7 bazen “rûhu’l-emin” 8 ve bazen “rûhu’l-kudüs” 9 sıfatlarıyla anıldığı da bir gerçektir.

Binaenaleyh, “ruhaniyet” tabirinden yalnız insanların ruhlarını değil; insanlarla birlikte dumansız ateşten, ışıktan, nurdan, karanlıktan, sesten, kokulardan, elektrikten, havadan, esirden ve bilmediğimiz akıcı ve hoş maddelerden yaratılan ve cismanî olmayan mahlûkları anlıyoruz. Bu kavramın içine insan ruhu girebileceği gibi, muhtelif cinsleriyle melekler ve cinler de girmektedirler.

Dipnotlar

1. Sözler, s. 162, 163, 467, 469.

2. Tirmizî, Zühd, 7.

3. Sözler, s. 469.

4. A’râf Sûresi, 7/172 (Tefsîri için bakınız: Sözler, s. 105);

5. Sözler, s. 35.

6. Lem’alar, s. 230.

7. Kadr Sûresi, 97/4.

8. Şuarâ Sûresi, 26/193.

9. Nahl Sûresi, 16/102.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“Ilımlı Müslüman Projesi”ne dikkat!


A+ | A-

Felsefeden beslenen, hak ve hürriyetler umurunda olmayan “II. Batı”, hasis çıkarları uğruna, dünyanın muhtelif yerlerinde, bilhassa Müslüman ülkelerinde vahşet politikaları uyguluyor. Taraflı medya, bu vahşetleri örttüğü gibi, bütün menfî hareketleri Müslümanlara yamıyor!

Bu noktada Avrupa’daki Müslüman cemaatlerin de son derece uyanık olmaları gerekiyor. Meselâ, ABD’de önde gelen Yahudi think-tank kuruluşları (Rand Corparation) özellikle Türkiye’ye, Ortadoğu’ya ve İslâm dünyasına yönelik “Ilımlı Amerikan İslâmı”nın Müslüman toplumlara benimsetilmesi çalışmalarını sürdürüyor. Dünyada 52 İslâmî grup ve “önemli isimler” üzerinde çalışıyor. Ve bu metotlarını Avrupa’ya da ihraç ediyor.

Bu kuruluşlar aracılığıyla İslâm dünyasının, “değişim ve dönüşüm”le Amerikan ve İsrail çıkarlarına göre “ılımlılaştırılması” organize ediliyor. Modernist yeni Müslüman liderleri meşhur edip “geleneksel” dedikleri Müslümanlara karşı kullanmak; ‘Batı demokrasisi değerlerini öne çıkarma perdesi’nde Müslümanlar arasında Sünnet ve hadislerle amel etmeyen akımları desteklemek; ve “Müslümanların eğitilmesi” bahanesiyle belirlenen “önderler”in önlerine konulan yöntemlere uygun şekilde çalıştırmak gibi stratejiler bulunuyor.1

Müslümanların “ılımlılaştırıp”, Amerikan emperyalizmi ve çıkarlarına göre “ayarlanması”, mânen ve fikren “esir alınıp” “ehlileştirilmesi”, “Müslüman milletleri ve öncelikle İslâmî cemaatleri kontrol altına almak için, cemaatlerdeki ‘liberal ve laik’ eğilimli hızlı ‘değişim’ taraftarlarını elde etmek...

“Genç ve modern insanları bulup özellikle gençlerin benliğini öne çıkarıp, ‘gençliğe’ vurgu yaparak egosunu kullanmak... “Müslüman toplumlarda ve cemaatlerin içinde yükselme arzusundaki hırslı ve hevesli aktif kişileri bulup toplumun ve cemaatin önüne geçmesini sağlamak; bunlar aracılığıyla cemaatleri ‘değişim ve dönüşüm’e uğratmak...

“Yine ‘genişletilmiş büyük Ortadoğu projesi’nin ayaklarından biri olan, Müslüman toplumda ve cemaatlerde kadın gruplarını öne çıkarmak; kadın-erkek karma toplantıları ve sohbetleri teşvik etmek; ‘kadının özgürleştirilmesi’ perdesinde Müslümanları ve cemaatleri dejenere için bir tür ‘kadınperestliği’ enjekte etmek...

“Ve toplumun kanaat önderlerini, bilhassa gazeteci ve yazarları ele geçirmek...

“Amerikan yönetimi, Türkiye’yi bu tür bir ‘ılımlı İslâm ülkesi’ haline getirip, ‘model ülke’ olarak İslâm ülkelerine örnek göstermeyi plânlıyor.

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, bu baskı altında yaşadıklarının farkındalar. Bu imajları silmenin de, boyunlarının borcu olduğunun da idrâkindeler.

Dipnot: 1- Prof. Dr. Süleyman Kurter, Yeni Asya/28.12.2007.

10.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Yasemin YAŞAR

Şevki hep diri tutma formülleri


A+ | A-

Her güzel başlangıç, neticeye ermenin ilk şartı olması sebebiyle zevkli ve ümit vericidir. Bir şeyin varolması, şekillenmesi, olgunlaşması için ne kadar gayret gerekirse, onun devamını sağlamak, varlığını sürdürmek de en az belki daha fazla çaba ve ümit gerektirir.

İman ve ümit huzurun, mutluluğun ilk şartıdır. Geleceğe ümitle bakamayanların, geçmişteki elemleri ve güzellikleri de iman gözlüğü ile değerlendiremeyenlerin huzurlu, mutlu olması düşünülemez.

Ümitsizlik bakış açısını bozan bir hastalıktır. Böyle bir bakış açısıyla bakanlar sürekli yakınan, şikâyet eden, mutsuz bir ruh haline bürüneceklerdir. Buna karşın ümit ve iyimserlik duygularına sahip insanlar yakınmak yerine, eyleme geçmeyi, şikâyet yerine çözüm bulmayı yeğlerler.

Çevremize baktığımızda şikâyet etmeyen, mazeret üretmeyen, sorumluluktan kaçmayan insanların hayatı güzelleştirdiklerini görürüz. Çünkü bu yapıda olan insanların boşa geçirecek tek bir vakitleri yoktur. Sürekli gayret, himmet, faaliyet düşüncesiyle şevklerini kaybetmeden maksatlarına doğru yürürler.

Ümitlerini kaybedenlerin önce duyguları, hevesleri söner. Sonra da akıllarının düşünce melekeleri zayıflar.

Himmeti hep diri tutmak, ümitsizliğe düşerek, şevkleri kaybetmemek için öncelikle hayatın içine farkındalık ve anlam katmak gerekir. Çünkü insanlar bir anlam peşinde koştuklarında, bir gaye uğrunda yaşadıklarında daha mutlu olmaktadırlar. Ayrıca önce kendinin farkına varmak yolunda yapılan yolculuk ve orada katedilen mesafe insana huzur vermektedir.

Kişinin kendisini sürekli yenilemesi, tek düzelikten çıkması şevki hep diri tutmanın ön şartlarından biridir. Kâinatta sürekli bir teceddüt vardır. Durağan bir şey yoktur. İşte kâinat kitabının mütalâacısı olan insanın da bu teceddüde ayak uydurması gerekir. Aksi halde kâinatın bir değişim, dönüşüm ve teceddüdüne ayak uyduramayanlar atıl bir vaziyete gelecek hatta depresif bazı ruh hallerine bürüneceklerdir. Meselâ bahar ayları kâinatın gözle görünür muazzam teceddüt ve tazelenmesi zamanıdır. Bu dönüşümü tefekkür edecek akıl ve gözlem sadece insana verilmiş ve bu ibadette insandan beklenmiştir. İşte insan tefekkür gözlüğünü takmaz, o hareket ve bereketin içine dahil olmaz, kâinatın uyanma vaktini idrak etmezse, en zinde olduğu saatleri (sabah vakti) uykuyla geçirirse, bahar depresyonlarının görülmesi kaçınılmaz olacaktır.

Şevki hiç kaybetmemenin, himmeti hep diri tutmanın bir başka yolu da yalnız kalmamaktır. Bir camiasının, bir arkadaş gurubunun, dostlarının olması kişide şevk kırılması ve himmetin zayıflamasına engel olacaktır. Nitekim sürüden ayrılanı kurdun kapması kolaydır. Aynen onun gibi cemaatten ayrılanı da şeytanın kapması daha kolay olacaktır. Yalnız kalan insanlar önce kendi vazifelerini yapamadığını söyler. Bir süre sonra arkadaşlarının yaptıklarını hafife almaya başlar. Daha sonra da inandığı dâvâsından tamamen uzaklaşır. Hatta bu dâvâ ve misyonundaki yapılan hizmetleri gereksiz görüp tenkit eder. İşte o insan için büyük bir çöküş ve kayıp başlamıştır. Camia mensubu olup yalnızlaşan insanların ruh halleri ve kayba değişmeleri şöyledir:

Şevki kaybetmemenin bir diğer yolu da kişinin etrafında samimî dostlarının olmasıdır. Yani atalete, gaflete, yanlışa düşeceği zaman onu ikaz edecek baki muhabbet eden kardeşlerinin varlığıdır.

Nefis kendini kusursuz görmek ister ve avukat gibi savunur. Bu yüzden ikaz edilmekten hoşlanmaz. Fakat samimî dostların acı ama tedavi edici sözleri, nasihatleri ileride düşebileceği tehlikeler karşısında çekeceği acılar yanında şefkatli gelecektir. Üstelik bu bir nefis terbiyesidir. Kişinin bu tür ikaz ve nasihatlere açık olması kişiyi geliştiren bir yaklaşımdır.

İnsanın ölüm hakikatini zihninde hep diri tutması, şevki, himmeti kaybetmemek için gerekli olan bir düsturdur. Sağlıklı bir ölüm bilinci insanı gayrete getireceği gibi, fani ve dünyalık her şeye layıkınca değer vermeyi netice verecektir. Ölüm bilinci insanın hayatındaki işleri tanzim etmesi, önem sırasına dizmesi açısından olumlu bir katkısı olacaktır. Ayrıca ölüm hakikati yaptığı iş ve hizmetleri daha ihlâslı yapmasını sağlayacaktır.

Mü’minler olarak nihai hedef ve maksat Cemalullahtır. Bu düşüncede olan hayatını rıza-i İlâhî doğrultusunda geçirmesi bu mülâhazayla tercihlerini, yaşantılarını tanzim etmesi ve ölümü de Cemalullah’a kavuşmak için sadece bir geçiş kapısı olarak değerlendirmesi şevkini, heyecanını kaybetmemeyi netice verecektir.

Böyle bir insanda meyl’ü-rahat, işi başkasına bırakmak, ümitsizlik, enaniyet gibi engelleyici hastalıklar görülmeyecektir.

İnsan olarak medenî yaratılmışız. Bu yüzden ‘İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır’ düsturunu hep diri tutmak gerekir.

İnsanlık adına yapılacak her iş, atılacak her adım ve gayret aslında insanın kendisinin maddî ve manevî hayatının şevk kaynağı, hayat enerjisi olacaktır.

Şevki, heyecanı devam ettirebilmek için sürekli bir aksiyon içinde olmak gerekir. Bunun için de planlı, programlı olup, bunları geliştirip, aklı, kalbi, ruhu sık sık kontrol etmek gerekecektir.

Öğrendiğini başkasıyla paylaşmak, onu aksiyon insanı haline getirecek, bu niyet ise onun şevk ve heyecanını diri tutacaktır. Cenâb-ı Hak da, ‘Siz bildiklerinizle amel edin, ben size bilmediklerinizi öğretirim’ buyurmaktadır. Yani sürekli öğrenme, öğretme faaliyetiyle beraber olur.

Her insan ulvi dâvâsını anlatırken aslında hem kendi canlılığını muhafaza ederken başkalarının da imanına kuvvet verecek bir aksiyon içinde olacaktır.

Hep canlı kalmak, öğrenmek ve öğreterek, ‘Emri bil mağruf nehyi anil münker’ hakikatini yaşamakla mümkündür. Aksi halde insan hiç farkına varmadan duyguları dumura uğrar ve gün gelir, söner gider. Bu ise, manevî ölüm demektir.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Umumî kanaat


A+ | A-

Türkiye gündemini meşgul eden pek çok tartışmanın temelinde ve kaynağında 12 Eylül darbesinin millete zorla dayattığı anayasa ve ona dayandırılan keyfî uygulamalar vardır. Bu o kadar açıktır ki, ayrıca ifade etmeye ihtiyaç duyulmaması lâzım.

12 Eylül İhtilâlinden sonra hemen her görüşe mensup siyasetçiler tek başına ya da koalisyon ortağı olarak iktidara geldi ve halen yürürlükteki darbe anayasasından kurtulmak istedi. Her defasında kısmî değişikliklerle bu güne kadar gelindi, ama millete zorla dayatılan darbe anayasasından kurtulamadık.

Değişik siyasî görüşlere mensup siyasetçilerin ilk iş olarak 12 Eylül Anayasasından kurtulmak istemesi, bunun için yetersiz de olsa adım atmaya çalışması Türkiye’deki siyasetin ortak kanaatini ortaya koyuyor. Buna göre, 12 Eylül darbe anayasası ülkemizin ihtiyacını karşılayan bir anayasa değil! Hatırlamak lâzım ki, şu anda ‘darbe anayasası’nı savunan CHP’yi o gün temsil eden ve iktidar ortağı olan partiler de bu anayasadan kurtulmak için yapılan değişikliklere imza atıyordu. CHP’nin 12 Eylül anayasasını savunan ve korumaya çalışan şu andaki tavrı, biraz da ‘inat’tan kaynaklanıyor. Normal şartlar altında CHP’nin de bu ‘darbe anayasası’ndan kurtulmak istemesi gerekir. Hem de sadece belli maddelerinden değil, tamamından...

İzmit’te bir araya gelen çok sayıda sivil toplum kuruluşu ülkemizde sistem ve rejim sorunu olduğunu, bu sorunun da ancak sivil siyaseti etkinleştirecek yeni, sivil ve demokratik bir anayasa ile çözülebileceğini söylemişler.

STK’lar şunu da söylemiş: “Bürokratik, askerî ve yargı vesayeti milletin üzerinden kaldırılmalı, özgürlükler genişletilmeli, demokratik standartlar yükseltilmeli ve millî iradeyi mecrasından çıkartan tüm yapılanmalar ortadan kaldırılmalıdır.”

Bu ve benzeri taleplere sadece STK’lar değil, millet de imza atar. 12 Eylül darbe anayasasının demode olduğu ve bir an önce değişmesi gerektiği hususu, hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konu. Bunu, ciddiyetle ve samimiyetle yapmaya çalışmak gerek. Darbe anayasasında yapılan ‘pansuman’ tedbirler iyi olmakla birlikte, dertlere kalıcı çare olmadığı da görülüyor. Şimdiye kadar onlarca değişiklik yapıldı, ‘daha yapılmasın, bu yeter’ diyen yok. Çünkü yürürlükteki anayasanın temel zihniyeti ‘milletin taleplerini dışlamak’ üzerine kurulmuş...

Darbe anayasasının tamamı değişmeli, bu yapılırken de gelen metnin, giden metni aratmaması şart. Bugünkü ‘kavga’ya bakıldığında bazı siyasî anlayış mensuplarının ‘daha dar bir elbise’yi millete giydirmek istediği anlaşılıyor. Dolayısı ile ‘daha iyi bir anayasa’ için çok çalışmak ve itiraz edenleri ikna etmek gerekecek. Belki bunun bir yolu da, sivil toplum kuruluşlarının daha aktif olarak devreye girip siyasî partileri bu noktada ikna etmesinden geçer. Bir an önce korkular bertaraf edilmeli ve özde sivil ve demokrat bir anayasaya kavuşmalıyız.

Bu talep milletin talebidir ve hangi siyasî görüşe mensup olursa olsun siyasetçiler bunu dikkate almak durumundadırlar. Türkiye’nin ayağına pranga olan bir anayasa ile AB hedefine doğru yol almak kolay değil, bu da bilinsin.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Meğer 5 kez bitirilmiş!


A+ | A-

Ankara’da siyasetçiler Anayasa Mahkemesi’nin son kararını tartışırken, terör azdıkça azıyor. Her gün şehit cenazeleri gelmeye devam ediyor. Ancak çözüm için hâlâ askerî tedbirlerden başka herhangi bir şey ortaya konulmuyor. Terör bu kadar azmışken, başbakan 7 günlük tatilini tamamlayıp işbaşı yaptı, muhalefet parti liderleri de bu konuda konuşmaya devam ediyor. Liderler zirvesi ise henüz yapılamadı.

Erdoğan bu hafta tatilde olduğu için partisinin grup toplantısı yapılmadı. Hafta başında yapılması gereken bakanlar kurulu da bu yüzden toplanmamıştı. Önceki hafta yaptığı (29 Haziran) grup toplantısında liderlere dâvetiye göndereceğini açıklayan Erdoğan’ın bu dâveti nasıl ve ne zaman yapacağı ise henüz belli değil.

Ancak görünen o ki, liderler zirvesi olmayacak. Ne Kemal Kılıçdaroğlu, ne de Devlet Bahçeli başbakanın başkanlığında toplanacak liderler zirvesine katılacak. CHP, Erdoğan’ı terör konusunda “bilgi vermek” üzere parti merkezine beklerken, MHP kapısına ancak “demokratik açılımı bitirdik” denirse gelebileceğini söylüyor.

Başbakan tatilden döndüğü gün bakanlar kurulunu topladı. Toplantıdan sonra açıklama yapan Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, terörle mücadele konusunda çok ağır şartlar ortaya koyan MHP’yi dâvet etmeme kararı aldıklarını, “daha ılımlı yaklaşan” CHP’yi davet etme kararı aldıklarını açıkladı.

Görünen o ki, başbakan davet kararından vazgeçmiş gözüküyor. Arınç, “ziyaret ya da davet hiç önemli değil” diyerek bunu ortaya koydu.

“Davet mi, ziyaret mi?” tartışması henüz bir neticeye ulaşmamışken TBMM Başkanı liderlerin birbiriyle görüşmek için kimsenin yardımına ihtiyacı olmaması gerektiğinin altını çizdi. Bu arada da ilginç bir teklif daha sundu. Bu teklife göre liderler birbirlerine ev ziyaretlerinde bulunsun, çay, kahve içmeli. Çay, kahve içerken de, bu konuları görüşebilirler...

Bir diğer ilginç teklif de SP Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’tan gelmiş, “Siirt’te, bir şehit evinde görüşsünler” demişti.

Bütün bunlardan da şu sonuçları ortaya koyabiliriz:

Siyasette uzunca zamandır tam anlamıyla kör dövüşü diyebileceğimiz bir durum yaşanıyor. Anlamsız, lüzumsuz, gereksiz bir tartışma. Böyle ülkenin temel bir meselesinde iktidarla, iktidara talip partiler neden bir araya gelemezler/gelmezler.

Yıllardır sürdürdükleri bu kavgacı, kamplaştırıcı, kutuplaştırıcı, polemikçi üslupları niye bırakamazlar? Halkın yararına olacak işlerde neden ortak hareket edemezler? Millet bu soruların cevabını merak ederken, önümüzdeki seçimde bunun cevabını sandıkta bu uzlaşmaz, kavgacı partilere en güzel şekilde verecektir.

* * *

Siyasette bunlar olurken, terör can almaya, ocakları söndürmeye devam ediyor. Bu kanın mutlaka durdurulması gerekiyor.

Terörle mücadele konusunda gelinen nokta da “Sözün bittiği yerdeyiz” cümlesinde saklı. Bu söz bazı kişiler tarafından telaffuz edilirken, “söz bitti, ama çözüm için ne yapılacak” sorusunu akıllara getiriyor.

Bu söze farklı anlamlar yükleniyor. Sözgelimi Öcalan’ın teslim edilmesinden birkaç ay önce söylenen sözlere benzetiliyor. Bu sözden kapsamlı bir sınır ötesi harekât için düğmeye basılacağı anlamı çıkaranlar var. Sınır ötesi harekât yapılabilir. Ancak geçmişte yapıldığı gibi yüzlerce asker günlerce Kuzey Irak’a gidip dağ-taş terörist arayıp, bombalar yağdırabilir. Peki, bu tek başına bir çözüm mü? Çözüm olmadığını bizzat Genelkurmay Başkanı söyledi.

“Yılın röportajı” diye anons edilen İlker Başbuğ’un olay açıklamalarının yankıları sürerken, Başbuğ’un yaptığı hesap ilginçti. “TSK, PKK’yı 5 kere bitirdi” dedi ve bir hesap yaptı. “PKK’yı 5 defa bitirdik: 1984’ten 2010’a kadar 26 yıl geçti. ‘40 bine yakın terörist etkisiz hale getirildi’ dediniz, doğrudur. Rakamları biz verdik. 30 bini etkisiz hale getirildi. 10 bin de yaralı, teslim olan var. Toplam 40 bin. Örgütün dağ kadrosu yıllara göre değişiyor, ortalama 6 bin diyoruz. Şu anda 4 binler civarında. Ortalama 6 bin dersek, 30 bini 6’ya bölerseniz, 5 bin çıkıyor. Matematiksel olarak baktığımızda 26 yılda, güvenlik kuvvetleri 5 defa bu PKK terör örgütünü bitirmiş. Bu bir tesbittir…”

Güvenlik açısından bakıldığında terör örgütü 5 defa bitirildi. Ancak şu anda eylemlerine devam ediyor, kan döküyor, ocakları söndürüyor.

Ancak esas çözüm, o bataklığı kurutmak, kanı durdurmak için siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel gibi konularda birçok adımın atılmasıdır. Terörün dış desteğinin kesilmesi için de yoğun çalışmak gerekiyor.

Başbuğ’un dediği gibiyse, beş defa bitirildiyse, bu terör niye devam ediyor? Demek ki, yanlış giden bir şey var ortada. Bunun için dağa çıkışları önlemenin formülleri mutlaka bulunmalı.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Geri itilen gündemler…


A+ | A-

Türkiye’nin gündemi değişken. Daha düne kadar “açılım”, terör ve “terörle mücadele yöntemi” ile İsrail’le ilişkilerin başını çektiği hararetli gündem, âdeta arkaya itildi. Anayasa Mahkemesi’nin “Anayasa değişikliği paketi”ni kısmî iptale kaydı.

Dallanıp budaklanan “çömelme-çömelmeme” polemikleri, Başbakan’la siyasî parti genel başkanlarıyla görüşmesi ve “dâvet”in kimden geleceği polemiklerinin peşinden yeni yeni tartışmaların stardı veriliyor. Ancak gündemin gerisinde kalan sözkonusu sorunların bütünü, bütün ağırlığıyla devam ediyor.

“Açılım”ın geldiği varta bunun en bâriz örneği. Meselâ, geçtiğimiz sene bu zamanda “açılım” bütün heyecanıyla kamuoyunda lanse edilip büyük beklentilere mukabil, şimdi “açılım”ın tıkanmasının sebepleri tartışılıyor.

Bir yıl önce teröristlerin dağdan indirilmesi, terörün tasfiyesi, anaların gözyaşlarının dindirilmesi görüşülürken, bir yıl sonra teröristlerle mücadelenin nasıl yapılacağı, artan terör saldırılarına karşı nasıl durulacağı, özel birliklerin ve timlerin sınıra kaydırılacağı konuşuluyor. Terörle mücadele taktiklerinde, sosyal ve ekonomik tedbirler yerine yine ağırlıklı olarak askerî önlemler öneriliyor.

“TERÖRLE MÜCADELE” TAAHHÜDLERİ…

Keza geçen yaz “açılım” bağlamında demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ele alınırken, bu yaz PKK ile mücadelede silâhlı askerî mücadele yöntemleri müzâkere ediliyor.

Yeniden hak ve özgürlükler devre dışı bırakılıp, meselenin silâhlı mücadele yollarıyla çözülmesi öne çıkıyor. Yeniden “demokratik sivil çözüm” çıkmaza girip, “terörle mücadele” cenderesine hapsoluyor…

Terörle mücadelede dış destek konusunda ise, bir yıl öncesinde ABD’nin PKK’yı düşman ilân edip “stratejik müttefik” ve “model ortak” olarak “ortak mücadele” çerçevesinde “anlık istihbarat paylaşımı”na karşılık, bugün bunun pek işe yaramadığı resmen ikrar ediliyor.

Hemen hemen her gün terör saldırısı, mayın tuzağı, çatışma ve şehid haberleri geliyor. Başbakan Erdoğan, Kanada’da görüştüğü Obama’dan “üçlü mutâbakat” çerçevesinde son karakol ve birlik baskınlarıyla, artan terör saldırılarıyla açığa çıkan “işbirliği zâfiyeti”nin giderilmesini istiyor.

ABD’nin işgali ve kontrolündeki Irak’ta ve Kuzey Irak’ta serbestçe gezen teröristlerden bir tekinin dahi iâde edilmemesinden yakınıyor. “Dostlar”ın sözlerini yerine getirmediğinden, terör örgütünün lojistik desteğinin kesilmemesinden, finans kaynaklarının kurutulmamasından, palazlanıp azmasından şikâyet ediyor.

Böylece, en son Amerikan Başkanı Obama’nın Kanada’da yinelediği vaadlerle, devlet töreni ile Ankara’da karşılanan Barzani’nin verdiği “terörle mücadele taahhüdler”in yine yerine getirilmeyeceği endişesi taşınıyor.

Özetle, Başbakan’ın da “ABD’nin istihbarat paylaşımının ötesine geçecek bazı adımların atılması noktasına gelindiği” tahmini ve “Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin Barzani’nin kontrolündeki grupların terör örgütüne karşı işbirliğiyle manevra alanın daraltılması” beklentisi havada kalıyor…

ANKARA’NIN BEKLENTİLERİ…

Diğer yandan Obama’nın Erdoğan’ı soğuk karşılamasının ardından İsrail Başbakanı Netanyahu’yla görüşmesinde de bir şey çıkmıyor.

Obama’nın Netanyahu’yu “ikaz” edip Türkiye’nin beklediği “özür dileme, tazminat ödeme, yardım gemisi baskını sorumlularını yargılama ve BM’nin uluslar arası tarafsız komisyonunu kabul etme” taleplerini kabul ettirme bir yana, Netanyahu’ya Türkiye’ye karşı tam destek veriyor. Dahası İsrail’in daha önce söz verdiği ve Obama’nın mutlaka vazgeçmesini istediği yeni Yahudi yerleşim birimlerini inşasını onaylıyor.

Kanada dönüşünde “Obama’nın Netanyahu ile görüşmesinde ambargoya ‘dur’ diyeceğini söyleyen Erdoğan’ın bu öngörüsünün aksine, ciddî bir baskıda bulunmuyor.

Böylece, Obama’nın Netanyahu’dan Telaviv’in Ankara’dan “özür dilemesi”ni isteyeceği beklentileri de boş çıkıyor. Erdoğan’a İsrail’e karşı çoğu lâftan ibaret kalan “tavrı”ndan dolayı rahatsızlığını ileten Obama’nın, tam aksine Netanyahu’ya istediğini verdiği ve cüretlendirdiği açıklamaları yapılıyor.

Bunun içindir ki görüşme sonrası, “İsrail’in çok fazla bir şey vermeden çok şey aldı” yorumları yapılıyor. “ABD’nin iç dengeleri”ne ve “Kasım ara seçimleri”ne atıfta bulunularak “görüşmenin sıcak geçtiği”nin belirtilmesi ve Amerikan Yahudi lobisinin etkisine dikkat çekilmesi, bunun ifâdesi…

Belli ki Washington alttan alıyor; ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon, “Türkiye’nin NATO’ya, Avrupa’ya ve ABD’ye olan taahhütlerinin sürdüğünü göstermesini bekleriz” diye Türkiye’ye ta’rizde bulunuyor.

Ne başta Mavi Marmara olmak üzere İsrail’in 40 gündür el koyduğu yardım gemilerinin iâdesi, ne İsrail’in nükleer silâhlanmasının sınırlanması, hiçbiride Türkiye’nin beklentileri nazara alınmamış…

Bu süreçte Türkiye arka plâna atılan bu gündemi de tartışacak…

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Profesyonel ordu pahalı mı?


A+ | A-

Genelkurmay Başkanı halen 430 bin civarında olan mükellef (zorunlu) askerin profesyonelleşmesi için çok paraya ihtiyaç olduğunu söyledi. Ayrıca Silâhlı Kuvvetlerin Mehmetçik ile özdeşleştiğini ileri sürerek mevcut düzenin devam etmesi gerektiğini ifade etti.

Demek ki Başbuğ, hâlâ statükonun korunmasını ve köhnemiş Prusya askerlik sisteminin devamını istiyor. Mevcut durumun zararları ve ne derece çağ dışı olduğu yeterince anlaşılmamış. Orduevlerinde, sosyal tesislerde askerlik görevi adı altında garsonluk veya başka işler yapan vatandaşlarımızın “Niçin böyle bir görevle mükellefim” sorusu, duyulmak istenmiyor. Ve belki de en önemlisi belirli bir ideolojiyi “insanların kafasına çakmak” için bu kusurlu ve çağdışı kalmış sistem savunulmaya çalışılıyor. O halde anlaşılmayan veya anlaşılmak istenmeyen bazı gerçekleri söylemeye çalışayım.

Bir kere 430 bin mükellef erbaş ve erin profesyonelleşmesi diye bir şey düşünülemez. En fazla 100 bin askerin profesyonel olmasına ihtiyaç vardır. Bu sayıda askerin profesyonel olması elbette bütçeye bir maliyet gerektirecektir. Fakat mevcut durumdaki harcamalar göz önüne alındığında 350 bin askerin azaltılması ile elde edilen tasarruf, bu maliyeti rahatlıkla karşılayacaktır.

Ayrıca bu iş “hadi hemen başlayalım” demekle olmaz. En az 5-10 senelik bir geçiş dönemi gereklidir. Modern bir ordu için belirli bir süre “dövizli askerlik sistemi” ile gerekli kaynak temin edilebilir.

Şu paralı (dövizli) askerlik konusuna da açıklık getirmek lâzım. Sanki çok büyük bir adaletsizlik yapılıyormuş havası estiriliyor. Yahu bu adamlar hem hatırı sayılır bir para veriyor hem de askerlik yapıyorlar. Seferberlik durumunda ülkemiz için gerekli temel askerlik eğitimini alıyorlar.

Zaten profesyonel sisteme geçildiği takdirde bile her erkek T.C. vatandaşının bir iki aylık temel askerlik yapmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Zira bir seferberlik durumunda ihtiyaç duyulan askerlik eğitimi belirli bir ölçüde sağlanmış olacaktır. Bu sayede askerlerimiz orduevlerinde veya askerlikle alâkası olmayan işlerde görev yapmayacak, ciddî bir askerî eğitim alacaklardır.

Sayısı 300 bine yaklaşan subay, astsubay ve uzman erbaşlar ki, hâlihazırda profesyonel askerdir, bunların statüsünde herhangi bir değişiklik olması beklenmemektedir. Ayrıca deniz ve hava kuvvetlerinin büyük bir bölümü zaten profesyonel kadrolarca donatılmıştır. Bu kuvvetlerde de büyük bir farklılık olmayacaktır.

Profesyonel kadrolar sayesinde Silâhlı Kuvvetlerin sayısı azalacak, hareket kabiliyeti büyük ölçüde artacak, vuruş gücü de buna paralel olarak yükselecektir. Zaten dünyanın en gelişmiş orduları bu sisteme geçmiştir.

ABD’nin Irak harekâtı esnasında kullandığı asker sayısı 150 bin civarındadır. Bu sayıdaki bir ordu ile mükellef askerler ile donatılmış 1 milyondan fazla Irak kuvveti darmadağın edilmiştir. Zira teknolojide meydana gelen yenilikler askerlik sistemini kökten değiştirmiştir. Modern ordular daha az kayıpla daha etkili bir şekilde savaşma imkânı bulmuştur.

Yeniliklerin çok yakından takip edildiği ve çağın gereklerine uygun donatılmış bir silâhlı kuvvet konusunda ne yazık ki yine sınıfta kaldık. Dünya aya giderken biz hâlâ yaya kalmış durumdayız. Komutanlarımız darbe yapmaktan, siyasete ve yargıya karışmaktan dolayı çağın gereklerine uygun bir ordunun hazırlanmasına zaman bulamamıştır.

Hayatında ilk defa silâh alan gençleri mevcut askerlik sisteminin gereği olarak teröristlerin karşısına çıkarmak en hafif ifadesi ile vicdansızlıktır. Sadece komando ve sınır birliklerini uzman erbaşlardan donatmak sorunun çözümü için yeterli bir çare değildir.

Bir de şu “Mehmetçik” meselesi var. Sanki profesyonel askerler yurt dışından gelecek gibi bir hava estiriliyor. Ne yani bunlar “Hristofyas” mı? Onlar da bu memleketin insanı, Mehmetçik değil mi?

Mehmetçik ismini kullanarak hamasi söylemler yapmayı Genelkurmay Başkanına hiç mi hiç yakıştıramadım. Darbeye karışmış askerleri müdafaa ederek yargıya karışmak, siyasetle içli dışlı olmak yerine kendi işine bakması lâzım. “Nasıl güçlü ve modern bir ordu meydana getirebilirim?” sorusuna cevap aramalı, üzerine vazife olmayan işlere karışmamalıdır.

Allah’tan, bir ay sonra emekli olup gidecek. Şimdilerde şu soruyu kendisine sorması lâzım: Ben 48 yıldır bu orduda görev yapıyorum. Bu devlet bana en önemli görev ve yetkileri verdi. Peki, ben ne yaptım. Orduyu çağın gerekleri ile donatabildim mi? Askerleri siyasetin dışına çıkarıp aslî görevlerini yapmaya çalıştım mı?

İnşallah yeni Genelkurmay Başkanı bunları düşünür ve gerekli tedbirleri alır. Yoksa 2010 yılını geride bırakırken hâlâ köhnemiş yönetim anlayışı ve modernleşememiş bir ordu ile küreselleşen dünyada ayıplı yerimizi korumaya devam edeceğiz.

Askerlerimizin çağın gereklerine uygun modern sistemleri anlaması ve uygulaması için Rabbimden akıl ve izan vermesini niyaz ediyorum.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyaset ve bürokrasi


A+ | A-

Defaatle yaşanan tecrübeler, siyaset için ifade edilen “Anadolu’dan oy almak, Ankara’da iktidar olmaya yetmiyor” tesbitindeki isabet ve haklılığı tekraren teyid ediyor.

Peki, halkın ekseriyetinin büyük ümitlerle oy verip hatırı sayılır Meclis çoğunlukları ile tek başına iktidara getirdiği partiler sistemle ilgili temel meselelerde niçin kayda değer bir icraat ortaya koyamıyor, ciddî reformlar yapamıyorlar?

Bu sualin cevabında özellikle şu birkaç noktanın büyük öneme sahip olduğu kanaatindeyiz:

Bunlardan biri, güvenlik ve savunma. Bu konuların büyük ölçüde Silâhlı Kuvvetlerin uhdesinde ve tekelinde yürüyen uzmanlık alanları olması ve sivil siyasetin yeterli donanıma sahip olamayışı, çok ciddî bir handikap oluşturuyor.

Asker üzerinde sivil kontrol ve hakimiyetin tesis edilemeyişinde bunun etkili bir rolü var.

Bu zaafın giderilmesi için, güvenlik, savunma ve strateji konularına hakim sivil kurumların oluşturulup güçlendirilmesi gerekiyor. Nitekim ileri Batı demokrasilerinde münhasıran bu alanlarda çalışmak üzere oluşturulan çok sayıda düşünce kuruluşu, think tank, enstitü mevcut.

Türkiye’de yeni yeni filizlenen bu anlamdaki müesseselerin gelişiminin hızlandırılması lâzım.

Bir diğer önemli alan, güvenlik ve strateji konularıyla iç içe yürüyen dış politika. Orada da hükümetlerden bağımsız “devlet politikaları” oluşturabilen bir mekanizma var. Ve politikaların belirlenmesinde asker de çok etkin rol oynuyor.

İşi strateji alternatifleri geliştirmek olan sivil kuruluşlara dış politika alanında da ihtiyaç var.

Çok büyük öneme sahip üçüncü bir alan yargı ve hukuk. Buradaki uzmanlık birikiminin şimdiye kadar antidemokrat ve darbeci zihniyetin tekelinde olması, demokrasimizin karşı karşıya olduğu ciddî problemlerin başında geliyor.

Devrim ve ihtilâl kanunlarını objektif hukuk ve adalet prensiplerinin önüne geçiren; darbecilere “hukuk desteği” sunmak için sıraya giren; ihtilâl yönetimlerinin “fetva” siparişlerini yerine getiren; uzmanlıklarını darbe anayasaları hazırlamak için devreye sokan profesyonel kadrolar.

Değişen şartlara göre kendi istedikleri biçimde yorumlamaya müsait bir muğlâklıkla kaleme aldıkları anayasa ve yasa metinlerinde her türlü “hukuk cambazlığı”nı yapanlar da bunlar.

Evrensel hukukun objektif prensiplerine içtenlikle bağlı, demokrat düşünceye sahip hukuk uzmanları devreye girip bir alternatif ve karşı ağırlık oluşturacak güce erişmediği müddetçe, bu durumun yol açtığı tıkanıklıktan çıkılamaz.

Yeni anayasa tartışmaları gündeme geldiğinde, demokratik bir anayasa metni hazırlayabilecek birikim ve yetkinliğe sahip uzman sayısının iki elin parmaklarını dahi bulmadığının ifade edilmesi, bu bakımdan son derece düşündürücü.

Bu vahim zaafın mümkün olan en kısa zamanda giderilmesi ve demokrat düşünceye sahip hukuk uzmanlarının devreye girmesi gerekiyor.

Ama bir çatışma ortamı oluşturulmadan...

Buradan, yine büyük önem taşıyan diğer bir alana, üniversiteye geçersek: YÖK Başkanıyla üniversite rektörlerinin değişmesi, tek başına, orayı demokrat hale getirmeye yetmiyor. O yönde köklü ve kalıcı bir zihniyet değişimi için sabır ve kararlılıkla yapılacak çalışmalara ihtiyaç var.

Ve aynı zamanda, 1990’ların ortalarındaki “yükseliş”i sırasında RP’nin “En çok profesör bizim kadrolarımızda” diye övündüğünü, ama bunun üniversite kürsülerini boşaltıp 28 Şubatçıların hakimiyetine yol açtığını hatırlamaya da.

Velhasıl, eski dilde seyfiye, adliye, ilmiye, kalemiye, mülkiye, hariciye... gibi kelimelerle ifade edilen bürokrasi kademelerinde de demokrat düşünce hakim olmadıkça, siyasetin işi çok zor.

1950’deki DP iktidarı ile başlayan süreçte bürokrasi de Anadolu çocuklarına açılmaya başlamıştı, ama yetişen bürokratların—üstelik yanlış mecralarda—siyasete heveslenmesi, hem bu olumlu gelişmeyi kesintiye uğrattı, hem siyasete de yaramadı. Zira siyaset o potansiyeli heba etti.

10.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.