M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (4) |
Şahıs ve misyon meselesi
Suâl: Ahrar ve Demokrat çizgide gördüğünüz siyasetçilerin içinde fenâ adamlar da var. Siz, bir yandan misyonu savunurken, bir yandan da bu tip adamları eleştirmeniz gerekmez mi?
Cevap: Evvelâ, biz şahısların değil, fikirlerin ve misyonun savunucusuyuz. Vitrindeki şahıslar, hatta zirvedeki liderler dahi gelip geçicidir. Fikir ve dâvâ çizgisi ise, kalıcı olup süreklilik arz ediyor. Kaldı ki, fikirlerle uğraşmak olgunluk, şahıslarla uğraşmak basitlik alâmetidir. Hani bir söz vardır: "Küçük şahsiyetler kişilerle, orta şahsiyetler olaylarla, büyük şahsiyetler fikirlerle uğraşır" diye. Bu genel ölçüyü, hatırdan çıkarmamalı. Doğrusu, hangi partiden olursa olsun, şahıslarla uğraşmak, şahsî kusurları serrişte etmek, hele hele yıkıcı tenkitlerle hücûm etmek bizlerin vazifemiz değil. Esasen, buna ruhsat da yok. (İspatı aşağıda.) Üstad Bediüzzaman, kendisine zulmeden Halk Partililerin bile yüzde doksan beşini mâsum gördüğünü ve inkılâp kusurlarının üç–dört adama verilmesini gerektiğini söylüyor. (Emirdağ Lâhikası, s. 191. YAN, 1994) Öte yandan, hürriyet ve demokrasiye samimî tarafdar siyasîlere dostane ikazlarda bulunmak başka, yıkıcı tenkitlerde bulunmak büsbütün başkadır. Umum siyasîlere, bilhassa kanlı darbelere ve şiddetli hücûmlara mâruz kalan Ahrar ve Demokratlar için yapılacak şeyler—tıpkı Üstad Bediüzzaman'ın vaktiyle yaptığı gibi—şu şekilde sıralanabilir: 1) Takip edilecek politikalar noktasında, gerekli tavsiyelerde bulunmak. 2) Yerine göre ikaz ve ihtarda bulunmak. 3) Şahsî, hissî olmamak ve magazin seviyesine indirgememek şartıyla, yapıcı tenkitlerde bulunmak. Öte yandan, dünden bugüne "Ahrar ve Demokrat"ların içinde bulunanları, bu çizgide siyaset yapanları insafsızcasına tenkit edenler, mebzûl miktarda var zaten. Üstelik hemen her cenahta... Türkçüsünden Kürtçüsüne, Halkçısından çeşit çeşit Kemalistine, darbecisinden bir kısım siyasî dindarına varıncaya kadar, birçok sosyal ve ideolojik odak, zaten oldum olası Ahrar ve Demokrata karşıdır. Darbe zamanlarda, bunlardan bazılarının bir tek zil takıp oynamadıkları kaldı. Sizler de şahit olmuşsunuzdur: İçinde yaşadığımız şu toplumda, öylesine katı ve müfrit tarafgirler türedi ki, bunlar, Ahrar ve Demokrat çizgide siyaset yapmış, bu ülkenin menfaatine yıllar yılı hizmet etmiş bazı siyasetçileri, Nemrut'tan, Firavun'dan, hatta Süfyanî Deccal'den bile daha fena görüp hücûm ediyorlar. Biz, tutup "mîzân–ı şeriatı" dahi hiçe sayacak derecede ileri giden müfrit tarafgir ve aleyhtarlarla beraber olamayız. Onların elini güçlendirecek, politik veya ideolojik cephelerine kuvvet verecek söz ve davranışlarda bulunamayız. Allah için düşünelim: Böylesi bir tarafgir zihniyetin içinde insaf var mı, vicdan var mı, akıl, iz'an, ferâset var mı? Bunların bütün sermayesi şahıslara hakaret yağdırmaktan, şahısları kötülemek ve karalamaktan ibaret değil midir? Bizler, aşkı siyaseti, aşkı İslâmiyete tercih etme vartasına düşen böylesi muhakemesizlerle aynı safta bulunamaz, aynı üslupta konuşamaz, aynı ağzı kullanamaz, onlarla birlikte hareket edemeyiz. Bizim Ahrar ve Demokratları eleştirmemize ve bu çizgide bulunan siyasilere hücûm etmemize Nur'un ölçü ve prensipleri mânidir. Bu noktada Üstadın şu izâhları, bahsimize de ışık tutuyor: Bediüzzaman: "...(Ahrardan olan Jön Türklere) hüsn–ü zan ediniz. Sû–i zan hem size, hem onlara zarar verir. Neden su–i zannımız onlara zarar versin? "Cevap: Onların bir kısmı sizin gibi tahkiksiz, taklit ile İslâmiyetin zevâhirini bilirler. Taklit ise, teşkikât ile yırtılır. O halde bazılarına—bâhusus dinde sathî, felsefe ile mütevaggıl olursa—'Dinsiz!' (ya da mason) dediğiniz vakit, ihtimal ki tereddüde düşüp, mesleği İslâmiyetten hariçmiş gibi vesveselerle 'Herçi–bâd–âbâd' diyerek, meyûsâne, belki muannidâne İslâmiyete münâfi harekâta başlar. "İşte, ey bî–insaflar! Gördünüz, nasıl bazı bîçârelerin dalâletine sebep oluyorsunuz. "Faraza, bazılarının altında büyük fenâlıkları varsa da, hücûm edilmemek gerektir. "Zira, çok fenalık var ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegàfül edildikçe mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde–i hicap ve haya altında kendisinin ıslâhına çalışır. "Lâkin, vakta ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü eder." (Münâzarât, s. 82) Demek ki, neymiş? Ahrarlara dinsiz diye hücûm etmek, mason diye damgalamak insafsızlık imiş, bazı biçarelerin dalâletine sebep olmak imiş ki, Allah muhafaza...
Vasiyet gibi tavsiye
Bu noktada bazı kardeşlerimizin hatırına şöyle bir suâl gelmiş olabilir: Üstad Bediüzzaman'ın "ehvenüşşer" prensibiyle eski Ahrar ve Jön Türkler hakkında söyledikleri, acaba 1950'den sonra aynı çizgide siyaset yapanlar için de geçerli midir?
El–cevap: Evet, söz konusu ölçü ve prensipler, 1908'lerde olduğu gibi, 1950'ler ve daha sonrası için de geçerlidir. Zira, Hz. Bediüzzaman, 1960 yılı başlarında, yani vefatından kısa bir süre önce, ilkin Ankara Beyrut Palas'ta şifahî olarak Mehmet Kayalar'a hitaben (şahit: İrfan Haspolat), ardından yazılı sûrette bütün talebelerine hitaben vermiş olduğu "son ders"te, yine aynı Ahrar–Demokrat kulvarında siyaset yapanların hatalarına hücûm edilmemesi, dahası onlara yardım edilmesi gerektiğini şu ibretâmiz sözlerle tavsiye ediyor: "Benim Nur âhiret kardeşlerim, 'ehvenüşşer' deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler.... Madem siyasetçilerin bir kısmı Risâle–i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; 'ehvenüşşer' olarak bakınız. Daha âzamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faideniz dokunsun." (Emirdağ Lâhikası, s. 458. YAN, 1998.)
(Devamı var)
Tarihin yorumu 14 Mayıs 1940
İngiltere, yas ve yeis içinde
Yüzlerce Alman savaş uçağının altında bombardıman edilen İngiltere'nin taze Başbakanı W. Churchill (Çörçil), İngiliz halkına ümitsizlik içinde şunları söyledi: "Size kan, ter ve gözyaşından başka vaat edecek hiçbir şeyim yok." (14 Mayıs 1940) Almanlar, başta galip durumdaydı. Polonya'yı, Fransa'ya teslim almış, Rusya ve İngiltere'ye ağır kayıplar verdirmişti. Çörçil, müthiş bir diplomasi trafiği geliştirerek, başta tarafsız davranan hem ABD'yi hem de Türkiye'yi saflarına çekerek, Almanya'ya üstünlük sağlamayı başardı. Ocak 1945'te Almanya'ya karşı savaşa katılma kararı alan Türkiye, tam savaşa girecekken, Japonya'da hayat söndüren atom bombalar patladı ve altı yıllık savaş sona ermiş oldu. Kader, Türkiye'nin fiilen savaşa girmesine fetvâ vermedi. 14.05.2010 E-Posta: [email protected] |