M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sorulara cevaplar (1) |
Bu hafta, bilhassa siyasî ve içtimaî hayatımıza dair bize ulaşan suallere, tenkit ve itirazlara seri halinde cevap vermek arzusundayız. Benzer sorulara sizlerin de zaman zaman muhatap olduğu kanaatindeyiz. Bu arada, sizlerin ayrıca cevabını aradığınız suâller, yahut cevap verilmesini istediğiniz hususlar varsa, onları da bugünden itibaren tarafımıza iletmenizi istirham ediyoruz. İnşaallah, arkadaşlarımızla birlikte bütün suâllerin üstesinden gelmeye çalışırız. Gayret bizden, tevfik Allah'tan. * * * Suâl: Siz de biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Hazretleri "Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti" demiş, şeytandan kaçarcasına siyasetten de kaçınarak Allah'a sığınmıştır. Buna rağmen, siz nasıl olur da siyasetle ilgileniyorsunuz? Bu bir tezat değil mi?
Cevap: Hayır, ortada tezat teşkil edecek herhangi bir durum yok. Zira, 30–35 yıllık bir kesintinin ardından, Üstad Bediüzzaman'ın bizzat kendisi "Üçüncü Said" nâmıyla 1948–49 senesinden itibaren yeniden siyasetle ilgilenmiş, bu meselede birçok lâhika mektubu neşretmiştir. Bir kısmı mahrem tutulan bu mektupların ekserisi meydandadır, umumun istifadesine açıktır, bakılabilir. Bununla beraber, Üstad'ın yeniden ilgilenmiş olduğu siyaset, şeytanla özdeşleştirmiş olduğu o "tarafgirlik siyaseti" değildir. Tenzih ederiz. Hatırlatmakta fayda var: Bediüzzaman, 'Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti' sözünü, II. Meşrûtiyet yıllarında sarf etmiş. Bu tavrının gerekçesini ise, özetle şu mânâda açıklıyor: "Tarafgirlik hissinin siyasetçiliğe karışması. Tarafgir siyasetçilerin şeytanı melek, meleği şeytan gibi göstermeye çalışması." (Emirdağ Lâhikası, s. 237) İşte, böylesi bir siyasî anlayıştan ömür boyu kaçınan Üstad Bediüzzaman'a iktidaen, biz de her daim kaçınıyor ve şerrinden de Allah'a sığınıyoruz. Kaldı ki, siyaset zemini, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren, adeta şeytanın melâbegâhı ve oyun sahasına çevrildi. Yani siyaset, bir bakıma şeytanın emrine sokuldu ve farklı hiçbir temayülün hayat bulmasına dahi müsaade edilmedi. Böylesi bir durumda, siyasetle ilgilenmenin geçerli bir mantığı zaten olamazdı. Siyaset, ne zaman ki, vatan ve milletin mukadderatında bir mânâ ifade etmeye, yahut tesirli bir rol kazanmaya başladı, Üstad Bediüzzaman da o zaman, kalben olduğu gibi fiilen de terk etmiş olduğu siyasete bakma gereğini duydu. Bakarken de, "sırat–ı müstakim"in dışında giden ifrat ve tefrit ehlinin yanlışlarına dikkat çekerek, "âkil sıddıklar"a yol göstermeye çalıştı. Doğrudan aktif siyasetin içine girmedi; dost ve talebelerine doğru adresi tarif ile o adrese yardım etmeleri ve istinat noktası olmaları tavsiyesinde bulundu. (Age) Zira, siyaseten de mükellef olduğu bir vazifesi vardı; onun gereğini yapmak durumundaydı. (Tarihçe–i Hayat, s. 490) * * * Suâl: Siz siyâseten nerede duruyorsunuz? Hangi kulvarda gidiyorsunuz?
Cevap: Biz aktif siyasetin içinde değiliz. Ayrıca, partilerin vitrinini biz tayin etmiyoruz. Yani, lider ve yönetim kadrolarını biz seçmiyoruz. Her partinin kendi tüzük kuralları var. Bu ayrımı yaptıktan sonra, şunu da ifade edelim ki: Siyâseten doğru yerde durduğumuza ve doğru bir istikamette gittiğimize inanıyoruz. Bu da, çizgi ve misyon olarak yine Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "Ahrar ve Demokrat" çizgisidir. * * * Suâl: Sizin tarif ettiğiniz yerde bazı yanlış adamlar da var. Buna ne dersiniz?
Cevap: Biz doğru yerde durmakla mükellefiz. Aynı yerde yanlış kişilerin de bulunması, bizim orayı terk etmemizi asla gerektirmez. Şahıslara endeksli olunur mu hiç? Hem, zahirde bazı doğru adamlar var ki, bize göre yanlış yerde duruyor, yanlış bir istikamette gidiyor. Dolayısıyla, yanlış yönde giden doğru adamların peşine takılmaktansa, bazı yanlış adamlara rağmen doğru yerde sebat edip durmayı tercih ederim. Öncelikli vazifem, doğru yolun yolcularına yardım etmek ve onlara "nokta–i istinad" olmaktır. Ayrıca, şuna da inanıyoruz ki: Siyasetin doğru adresine doğru ve liyâkatli adamlar gelip kuvvet teşkil ettiklerinde, "Ahrar ve Demokrat" hareketi şâha kalkacak ve iktidar mevkiinde dine, vatana, millete hizmete devam edecektir. Vaktiyle, hizmet ettikleri gibi... Hâsılı, Ahrarların yeniden uyanıp dirilmesinin, bilhassa bizlerin "vahid–i sahih" mânâsındaki tavır ve yaklaşımıyla doğrudan irtibatlı olduğuna inanıyoruz.
(Devamı var)
Tarihin yorumu 10 Mayıs 1919
İtilaf Devletleri temsilcileri, 10 Mayıs 1919'da Paris'te yaptıkları toplantıda, Yunanistan'ın İzmir'i işgal etmesi kararını verdi. Yunan Başbakanı Venizelos'a sür'atle iletilen bu karar, Venizelos tarafından da aynı sür'atle Yunan kara ve donanma komutanlıklarına emir sûretinde bildirildi. Hemen işgal hazırlıklarına başlandı. Bu arada, İngiliz ve Fransız donanmasından da dolaylı destek sağlanarak harekete geçildi. Fiilî işgal, 15 Mayıs günü başladı. Direnişler, kanlı şekilde bastırıldı. Hükûmet binasını ele geçiren işgalciler, binanın balkonundan işgalci ülkelerin bayraklarını sarkıtarak poz verdiler ve meydandaki asker–sivil topluluğa hitap ettiler. İzmir'in işgali, İstanbul başta olmak üzere, Anadolu'nun pekçok yerinde protesto edildi ve istilâcılara karşı şanlı bir millî direniş hareketi sergilendi. İşgalin görünürdeki en önemli gerekçesi, bölgede yaşayan Rum nüfusunun Türk nufüsundan sayıca fazla olduğuydu. Ancak, asıl maksat başkaydı. Zira, işgal İzmir'le sınırlı kalmadı. Kısa sürede, Bursa, Eskişehir, Kütahya ve Afyon'a kadar uzanan Batı Anadolu'nun büyük bir kısmı işgal ve kanlı çatışma alanına döndü. Bölgede, üç sene müddetle her iki taraftan da çok büyük can kaybı meydana geldi. İzmir'in işgali, 9 Eylül 1922'ye kadar devam etti. 10.05.2010 E-Posta: [email protected] |