Basından Seçmeler |
Güçlü ordu, güçsüz ülke: Yunanistan
BİZİM yeniçeriler “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” diye bir slogan atmıştı ortaya. Kendini pohpohlayan bu benmerkezci sloganın yanlış olduğunu anlatmaya çalışmıştım (1 Eylül 2009). Örnek olarak da Sovyetler Birliği ile ABD’yi kıyaslamıştım. Kızıl Ordu dünyadaki ikinci büyük silahlı kuvvetti. Ama 1991’de ülke çöktü! Ekonomi dağıldı. Ordunun da çivisi çıktı. Öte yandan İkinci Dünya Savaşı başladığında ABD Ordusu korkulan bir güç değildi. Hitler, “Amerikalılar ancak diş macunu üretir” diyordu. Ancak ABD savaşa girince, o müthiş üretim kapasitesini silah endüstrisine yöneltti. Savaşı kazanıp, süper güç oldu. ««« Geldik bugüne... İşte benzeri bir örnek daha: Yunanistan nüfusuna ve üretim kapasitesine kıyasla güçlü bir ordu beslemeye kalkıştı. Silah alımına bizden fazla para harcadılar. Türkiye paranoyası o dereceye varmış ki savaş uçaklarını motorları çalışır halde bekletiyorlarmış. Buna vergi kaçırmalar, işten kaytarmalar ve diğer gereksiz kamu harcamaları eklenince Yunanistan ekonomisi çöktü. Artık fena halde kemer sıkmaları gerekiyor. Ama bunu yapmamak için çıngar çıkarıyorlar. Gösterilerde ölenler oldu. Hem Sovyetler Birliği, hem de Yunanistan örnekleri, “Güçlü Ülke” olmadan, “Güçlü Ordu”nun bir anlamı olmadığını bize gösterdi. Şunu da bilelim: Güçlü ülke sadece ekonomik büyüklükle de olmaz. Amerikalılar, Irak Savaşı’ndan sonra “Dünya niye bizden nefret ediyor” diye tartıştılar. Ve “Çünkü yumuşak gücümüzü kaybettik” kanısına vardılar. Yumuşak Güç (Soft Power) bir ülkenin tankıyla, topuyla değil; kültürüyle, sanatıyla, turizmiyle, imajıyla ve elbette yardımseverliğiyle elde ettiği bir etki alanıdır. Örneğin Balkanlar’dan Ortadoğu’ya, Türk TV dizilerinin reyting rekorları kırarak izlenmesi bizim yumuşak gücümüzdür. Tekrarlayalım: Hiçbir ordu, onu besleyen ülkeden (halk, millet, ekonomi, siyaset, vb.) daha önemli değildir. Doğru slogan, ‘Güçlü Türkiye, Güçlü Ordu’dur; tabii ille de gerekiyorsa.
Emre Aköz, Sabah, 9 Mayıs 2010 |
10.05.2010 |
Din ve bilim evrensel barışın temeli
Sanatçı Ediz Hun:
Bilim ve din sizce paralel mi olmalı?
Bütün dinler, ‘İyi olun, namuslu olun, hırsızlık yapmayın, haram yemeyin, başkasının karısına bakmayın’ gibi önemli bilgiler aktarır insanlığa... Ne zaman ki din ve bilim birbirini kucaklar o zaman evrensel barış gelir. Bilimle ilerliyor insan ama dine çok ihtiyacı var. ‘Astronomi’ diye bir bilim var; nedir astronomi, matematiksel bir düzenin kainatta olduğunu bize gösteriyor. Ben size desem ki Mayıs’ın 17’sinde Venüs gezegenini şu koordinatlardan izlemeniz mümkündür. Bu ne demektir aynı zamanda kâinatta geometrik bir düzen vardır. Kâinatta hiçbir şey başıboş değil. Gezegen sistemleri muayyen periyotlarda dönüyor. Bu dünya bir gemi, 365 günde yolcuğunu tamamlıyor aynı noktaya geliyor, biz güneşin etrafında bir yolcuyuz. Dünya hava gemisi. Diğer gezegen sistemlerine baktığınızda sistemler var, güneşler var. Bizim güneş kırmızı; daha soluk hatta mavi güneşler var diğer sistemlerde. Dolayısıyla kâinatta matematiksel bir kudret var. Bu kudret tesadüfi olamaz. Bütün bunları düşündüğünüzde diyorsunuz ki kâinatta bir Yaradan var! Bir kudret var; biz ona Allah diyoruz.
Şebnem Özcan’ın röportajı, Bugün, 9 Mayıs 2010 |
10.05.2010 |
Camileri parti binası bile yapmışlardı
Camİler, tek parti döneminde kapatılmış, depo yapılmış, yıkılmış, kiraya verilmiş, parti binası ve spor kulübü lokali bile yapılmıştı. Başbakanımızın İnönü döneminde camilerle ilgili sözleri bana eski bir tartışmayı hatırlattı. 1966 yılında, İsmet Paşa muhalefet lideriyken, kendi döneminde camilerin kapatılmadığını iddia edince, dönemin önde gelen gazetecilerinden Mehmed Şevket Eygi, Yeni İstiklal Gazetesi’nde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak “CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi” göndermelerini istemişti. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal Gazetesi’nde yayınlandı. 2003 yılında ise bu mesele Mehmed Şevket Eygi tarafından “Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı” adıyla kitaplaştırıldı. Kitabın başlığının altında ise “Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi” şeklinde bir ibare vardır. Bu kitap, Türk tarihinin bu en acı hadisesini teferruatlı olarak anlatır.
CAMİ KAPATMAK İÇİN KANUN 15 Kasım 1935’te “Cami ve mescitlerin tasnifine ve tasnif harici kalacak cami ve mescit hademesine verilecek muhasasat (maaş, ödenek) hakkında” bir kanun çıkarıldı. 2845 numaralı kanunda “Tasnif harici tutulan cami ve mescitler usul ve mevzuata göre kendilerinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır” hükmü vardı. Bu tarihten sonra yüzlerce cami kapatıldı, depo yapıldı, satıldı, yıktırıldı, parti binası bile yapıldı. Anadolu’nun birçok yerinde yüreği parçalanan vatandaşlarımız birleşerek yapılış amacı dışında kullanılan cami ve mescitleri satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürmeye çalıştılar. Tokat’ta Kâbe Mescit isimli ibadethane 1940’lı yıllarda kiraya verilerek, tuz deposuna dönüştürülmüştü. 1949’da satışa çıkarılınca dört Tokatlı burayı satın alıp, tekrar ibadethaneye dönüştürdü. 4 Ocak 1967 tarihinde Yeni İstiklal Gazetesi’ne gönderilen bir mektupta Tokat’ta 33 cami ve mescitin yıktırıldığı ve bir kısmının arsasının satıldığı ifade edilmişti.
MESCİT PARTİ BİNASI OLDU Anadolu Hisarı Barutçular Sokak’ta bulunan Göksu Mesciti (Mihrişah Valide Mesciti) Mihri Şah Sultan tarafından yaptırılmış, İkinci Mahmud tarafından yenilenmişti. Göksu Mesciti ibadethanelikten çıkarılarak, CHP Ocağı yapıldığı gibi, üzerine de partinin simgesi altı ok konulmuştu. Çok partili dönemde Göksu Mesciti tekrar ibadethaneye dönüştürüldü.
KONYA’DA DEPO YAPILAN CAMİLER Şevket Eygi’ye mektup gönderen Mevlüt Çınar, Konya’daki durumu şöyle ifade etmişti: İnönü istibdadı zamanında Konya’daki ibadethanelerin durumu şöyledir: 1- Sultan Alaaaddin Camii: Depo oldu; 2- İplikçi Camii: Müze oldu; 3- Kışla Camii: Depo oldu; 4- Battallar Camii: Depo oldu; 5- Paşa Camii: Depo oldu; 6- Cıvıllıoğlu Camii: Depo oldu; 7- Kapu Camii: Depo oldu; 8- Sultan Selim Camii: Depo oldu; 9- Sahibata Camii: Depo oldu; 10- Sadreddin Konevi Camii: Depo oldu; 11- İnce Minareli Camii: Depo ve Müze oldu; 12- Havacı Camii: Depo oldu; 13- Karadayı Camii: Depo oldu. (Mehmed Şevket Eygi, Câmi Kıyımı, s. 38-39.)
Erhan Afyoncu, Bugün, 9 Mayıs 2010 |
10.05.2010 |
Eğitimin amacı ne olmalı?
En sorunlu sektörlerimizin başında gelen eğitim sektörümüzün acaba en büyük, en temel ve her sorununun anası mesele hangisidir? Benim naçiz kanaatim eğitim sektörümüzün en temel sorununun, başka çok büyük sorunlarla beraber, eğitim-öğretim süreçlerinin çıktılarının ne olması gerektiğine yönelik bir mutabakatın, bir kararın mevcut olmamasıdır. Başka bir ifadeyle en belirleyici sorun daha anaokulundan başlayarak, üniversiteye kadar eğitim-öğretim süreçlerinden ne beklediğimiz konusunda kafa yormaktan kaçınıyor olmamızdır. Türkiye öncelikle eğitim-öğretim süreçlerinin çıktılarından ne beklediğine karar vermelidir. Ve kanımca bugün için de en büyük eksik budur. Son senelerde bu meseleyi ciddi bir biçimde analiz eden bir şura toplandığını da hatırlamıyorum. Eğitim-öğretim süreçleri tartışılmaya başlandığında, ki bunu çok fazla ve çok ateşli bir biçimde yapmakta bir eksiğimiz yok, en temel konu olan “çıktı beklentisi” meselesine pek girilmiyor. Bu eksikliğin ağırlıklı olarak siyasi nitelik taşıyan çok nedeni mevcut. Elimizde Mayıs 1973 tarihli bir “Milli Eğitim Temel Kanunu” var. Ve bu kanunda belirtilen genel amaçlar var. Söz konusu genel amaçlar bölümü geçen yüzyılın eğitim ve eğitimci zihniyetine göre ama kabul edelim 1973 senesine göre iyi düşünülüp yazılmış bir amaçlar bölümü. Bu arada, geçerken, bu en temel yasaların, başta Anayasa, Siyasi Partiler Kanunu ve Milli Eğitim Temel Kanunu olmak üzere hep olağanüstü dönemlerde, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin askıya alınmış dönemlerde çıkarılmış olması sizlere de bana geldiği kadar ilginç ve sevimsiz gelmiyor mu? Hatırlanacağı gibi Mayıs 1973, 12 Mart darbe günlerinin, aylarının bir tanesi. Milli Eğitim Temel Kanunu’nun genel amaçlar bölümünün başlangıcından bazı satırları sütunuma kopyala-yapıştır yöntemiyle taşıyorum.
I. Genel Amaçlar Madde 2- Türk Millî Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini, 1. (Değiisiik : 16/06/1983-2842 S.K./1. Md.) Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı: Türk Milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; Dikkat ederseniz 12 Mart günlerinde çıkarılan kanunun genel amaçlar bölümünde yapılan değişiklik de Haziran 1983 yani 12 Eylül günlerine ait. Bizim ülkemizde olağan dönemlerde, genel oyla gelen seçilen TBMM söz konusu temel kanunları acaba ne zaman sil baştan yapabilecek doğrusu merak ediyorum. Siz okurlardan istirhamım Milli Eğitim Temel Kanunu’nun genel amaçlar bölümünün ilk maddesini dikkatlice okumanız; bir ulus-devletin inşaa sürecinde belki anlaşılabilir olan bu ifadelerin 2010 yılı Türkiye’sinde ve dünyasında milli eğitime yön veren ilkeler olması nasıl bir şeydir? Birilerini kızdırmak pahasına şu soruyu da sormadan edemiyorum: Eğitimin millisi ne demektir? 21. yüzyılın temel motoru olan insanın bu amaç maddesinde devletin ve toplumun gerisine çekilmiş, devletin çıkarları için formatlanacak bir insan olması sizce önümüzdeki otuz senede ortalama büyüme oranına nasıl katkı yapacaktır?
Eser Karakaş, Star, 9 Mayıs 2010 |
10.05.2010 |
Bari hiç konuşma
ORTALIK karışmış, düzen bozulmuş... Skandal almış başını gitmiş... Bütün gazeteler, ölçülü bir dille de olsa, olayı haber yapmış... Yorumlar üst üste gelmiş... Ve bizim Önder Sav çıkmış konuşuyor. Ama o da ne? “Esas konu”ya hiç girmiyor. “Esas konu”ya girmeden konuşmaya kalktığı için de, “esas konu”ya girmediği daha bir belirginlik kazanıyor. Oysa hiç konuşmasa, “esas konu”ya girmediğinin altı bu kadar çizilmeyecek. Demek ki “politbüro”da bir bozgun havası söz konusu..
Ahmet Hakan, Hürriyet, 9 Mayıs 2010 |
10.05.2010 |