Yasemin YAŞAR |
|
Zâhir ve bâtındaki edep |
Haya duygusu, edebi netice verir. Edep ise, kişinin zahirinin de batınının da terbiye ile güzelleşmesidir. Edebin en güzeli ise sünnet-i seniyyedir. “Sünnet-i seniyyenin hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın.” (Lem’alar) “Kim sünnetin edebine sarılırsa, Allah onun kalbini, marifet nurlarıyla nurlandırır. Kim salihlerin edebiyle edeplenirse, o kerâmete ve İlâhî ihsanlara kavuşur. Kim evliyanın edebiyle edeplenirse, onun İlâhî yakınlığı artar. Kim sıddıkların edebiyle edeplenirse, o müşahedeye ulaştırılır. Kim edepten mahrum olursa, bütün bu hayırlardan mahrum kalır.” (İmam- Gazâlî) Edep ve hayanın iman ile doğrudan alâkası vardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı tanımayan bir kimse, O’na yönelmez, O’nun emir ve yasaklarına dikkat etmez ve edepten uzaklaşır. Bu yüzden Resûlullah (asm), “Haya ile iman bir arada bulunur. Biri giderse, öteki de beraber gider” buyurmuşlardır. Her tabakanın, her dönemin, her kulluk derecesinin ayrı bir edebi vardır. Ve edebi terk, huzurdan kovulmayı gerektirir. Çocuk edebi terk ederse, tekdir edilir. Genç edebi bozarsa, ahlâksız damgasını yer. İhtiyar edebi bozarsa, sevmek beklediği nazarlardan soğukluk görür. Kul edebi bozarsa, huzurdan tard edilir. Edep, nefsi terbiye etmek ve güzel ahlâk ile süslemektir. İnsana verilen cihazları Allah’ın emri doğrultusunda kullanmak da edeptir. Büyük zatların esas üzerinde durduğu edep ise, kalpleri temizlemek, içinde bulunduğu vaktin gereğini yapmak, kalbe gelen boş düşüncelere iltifat etmemek ve Allah’tan talepleri esnasında İlâhî huzurda güzel edep içinde olmaktır. Edep, ihlâsı netice verir. Çünkü ihlâs, Allah’ın rızasını esas aldığı için, her zaman ve zeminde, edebi muhafaza eder. Kimselerin görmediği yerlerde de edepli olur. Resûlullah’ın mi’racta Cenâb-ı Hakk’a karşı edebi, Necm Sûresi’nde belirtilmiştir. “O’nun gözü başka şeylere kaymadı, haddi de aşmadı.” Bu hâl Resûlullah’ın yüksek edebine işarettir. Yani, Allah’tan gayr her şeyden yüz çevirmek halidir. Bizler de her vakit, namazlarda okuduğumuz Fatihalardaki, ‘İyyâ kena’budu ve iyyâ kenestaîn’ âyetlerinde, bu edebin talimini yapmaktayız. Bu yüzden iman, amel ve edep birbiriyle bağlantılıdır. İbadet vasıtasıyla bu edep talimi, her an huzur-u İlâhîde olma, Rabbin azametini zihinlerde tesbit etme düşüncesini devamlı kılar. Bu devamlılık insanı istikamete sokar, istikamette olan insan, kâinatın umum nizamına uyum sağlar. Böylelikle her şey yaratılış hikmetine uygun hareket eder. İnsan her vakit ve her zeminde edebi muhafaza edebilir. Şartları ne olursa olsun, benzer şartları yaşamış olduğu halde, iman ve edebini hiç bozmadan yaşayan sayısız maneviyât önderleri bulunmaktadır. Bu yüzden gençlerimiz ve çocuklarımızı güzel ahlâkla edeplendirmek ve haya duygularını kaybettirmemek için, büyük zatların hayatlarını okumak, öğretmek tesirli olacaktır. Bundan başka görülen hayasızlıklara tepkisizlik, nemelâzımcı yaklaşım bu kötü hallerin yayılmasını kolaylaştıracak ve belki de bu hayasızlık ateşi, bir gün, nemelâzım diyenlerin evlerine ve evlâtlarına da bulaşacaktır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Allah bir kulunu helâk etmek istediğinde, ondan hayasını çekip alır. Hayası çekilip alınan kul, hayasız ve uğursuz olur. Uğursuzlaştığında kendisine güven duygusu alınır. Güven duygusu alındığında sen onu artık hain olarak görürsün. Hain olduğunda merhamet duygusu kaldırılır. Bu duygu yitirildiğinde de lânete uğrar, mel’un olur. Mel’un olunca da artık İslâmiyetle bir bağı kalmamıştır.” Ariflerden birisi, “Zahiren ve batınen edebe sarıl. Zahirindeki edebi zayi eden kimse, zahiren cezalandırılır. İç âlemindeki edebi terk eden kimse ise, iç âleminde cezalandırılır” demiştir. İç âlemindeki edep, insanın kuvve-i hayaliyesinde ve düşüncesinde olan edeptir. İç sesleri dediğimiz bu sesler, ne kadar insaniyete, kulluğa uygun olursa, dışa da o yansır. “Güzel gören güzel düşünmeyi ve bu da güzel hülyalar kurmayı netice verir” sözü, iç edebin bir silsilesinden bahseder. İnsanın düşünce kirliliği, kuvve-i hayaliyesindeki bozulmalar (vesvese), negatif bakışlar iç dünyadaki edep ve haya ile alâkalıdır. Zahir ve batındaki edep, birbirinden ayrı çalışmaz. Zahir organların (göz, kulak, ayak, dil..) haram-helâl çizgisindeki bozulmaları, batını da kirletir. Bu yüzden bir bakma, bir lokma, bir öpme, bir temas her şeyi allak bullak edebilir. İç ve dış edebi muhafaza etmek için, sağlam bir irade sahibi olmak gerekir. Bunun yolu da, zahire girenleri süzgeçlemekle beraber, batını da kuvvetlendirmektir. 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Hizmette ileri olmak |
Hizmette ileride olmak; ücret paylaşımında geride kalmayı tercih etmek, Üstadımızın talebelerine tavsiye ettiği makul ve makbul bir durum. Maddî veya manevî bir karşılık beklentisine girmeden hizmetin en zor olanına, en zahmetlisine tâlip olmak, her hizmet erbabı için bütün takdirlerin fevkinde arzulanan bir davranış. Velâkin arzulanan bu güzel hizmetleri icrâ ederken, ihlâs ve uhuvvet esaslarını kulak ardı etmemek kaydıyla... Şahsımızı değil; mensubu olduğumuz cemaatin şahs-ı mânevîsini nazarlara vermek şartıyla... Kendimiz adına değil; mensubu bulunduğumuz camiâ adına hizmette bulunduğumuzu, bu noktada başarı ve hasenâtların camiâmıza ait olan bir sonuç olduğnu unutmamak kaydıyla hizmette önde olmak makul ve makbuldur. Yine bu güzel hizmetleri yaparken, beraber yola çıktığımız dostlarımızın gıpta damarını tahrik edici her türlü hâl ve davranıştan uzak durmalı, sözde değil, fiiliyatta, her türlü üstünlüğü akla getiren yaklaşımlardan şiddetle kaçınmalı. Bilgimiz, birikimimiz; ünvânımız, makamımız ne olursa olsun, bu kudsî hizmette bulunan dostlarımıza karşı “pederâne” veya “mürşidâne” bir yaklaşımı hatıra getiren her türlü söz, hâl ve tavırlardan mutlaka uzak dunmalı. Çünkü kudsî hizmetimizde kardeşlik prensibi esastır; müellif-i muhteremin ifadesiyle; “Kardeş kardeşe peder olamaz; mürşidlik vaziyetini takınamaz.” Bu noktada o büyük Üstad dahi; “Ben de bir ders arkadaşınızım” dediğine göre, bize ne oluyor ki kardeşlerimize karşı bir üstünlük havasına girelim. Kudsî hizmetlerimizi sahiplenmek, bu yolda her türlü zorluğu göze almak, her türlü zahmetlere katlanmak elbette özlemini çektiğimiz fedakârlık örnekleridir. Bu yolda örnek hizmet erbabının varlığı dâvâmız adına iftihar vesilesidir. Yüce Allah böylesi hizmet erlerinin sayısını çoğaltsın inşallah. Bu meyanda nazarlara vermek istediğimiz husus; şahıs endeksli hizmet biçimlerinin muhtemel risk ve tehlikeleridir. Devamlı önde görünme istek ve arzularının, başta kendimize, sonra da mensubu olmakla iftihar ettiğimiz dâvâ ve camiamıza verebileceği zarar ve ziyanlardır. Dahil olduğumuz camiâyı gözardı ederek, şahs-ı mânevîyi görmezden gelerek, ferdî kabiliyetlerimize güvenerek yapılan hizmetlerin, istemeyerek de olsa sıkıntılara sebep olduğunu ve semeresiz kaldığını, yaşayarak geliyoruz. Yaşanması muhtemel tehlikelerin ilk akla gelenleri; şahsî kabiliyetlerimize güvenerek yapacağımız ferdî hizmetlerimizin istemeyerek de olsa bizde oluşturması muhtemel olan enaniyet, ucb ve gurur halleridir. Ve bunların bir sonucu olarak, herkesle kardeşlik ilişkileri içinde bulunmamız gereken çevremizdeki dostlardan sürekli bir hürmet, bir ihtiram, bir imtiyaz beklentisine girmek ihtimâli... O halde bu ve benzeri tehlikelerden korunmanın yolu ve çaresi, Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “...tarîk-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti (tâbi olmayı) dahi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete (tâbî olunmaya) tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.” (Lem’alar, s. 215) Görülüyor ki her zaman önde olmayı arzu etmek, imam olmaya istekli olmak mes’uliyetli, tehlikeli ve riskli bir durum olduğu halde; yerine göre bazen geride durmaya razı olmak, imamın arkasında saf tutmak daha emniyetli, daha selâmetli bir tercihtir. Bu meyanda yine Bediüzzaman’ın İhlâs Risâlesi’ndeki tavsiyelerini göz ardı etmemek gerekir: “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a, 3. Düstur) Görülüyor ki bazen gerilerde durmak da hizmettir. 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Edep çerçevesindeki eğlence |
Nişanlılık süresi doldu, kesin olarak evlenmeye karar verdiniz. “Hayırlısı ise olsun, Allah mesut ve bahtiyar eylesin” dediniz ve düğün hazırlıklarına başladınız. Sözlülük, nişan veya yalnız nişandan sonra sıra düğüne gelir. Artık bunu ilân ve resmiyete dökmeli. Acaba nasıl bir düğün yapmalı? Şöyle kırk gün kırk gece veya üç gün üç gece sürecek bir düğün mü olmalı? Yoksa gayet mütevazi, gösterişsiz bir düğün mü? Yöneticilerin gösterişli ve israfa dayalı düğünler yapması, halkın nazarında “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?” dedirteceği için kaçınmalı. Düğün, aslında meşrû olan nikâhı duyurmaktır. Düğün, İslâmî bir örf, bir âdettir aynı zamanda. Nikâhın, evliliğin, düğünle akrabalara duyurulması, haber verilmesi, çevreye de ilân edilmesidir. Yani, toplum nazarında da meşrûluğunun tescilidir. Düğünlerde ziyâfet vermek duyurunun en önemli vasıtalarından birisidir. Meşrû çerçevede eğlenmek, çalgı çalmak sünettir. Resûl-i Ekrem (asm), Abdurrahman bin Afv’a (ra), “Bir koyun keserek de olsa düğün yemeği vermesini” (Buhârî, Nikâh 7.) tavsiye etmiştir. Nakledilen ve sahih kitaplarda yer alan bir başka hadîste de, düğünlerde çalgı çalınmasını, gazel okunmasını da… “Hz. Aişe (ra) Ensardan, bir yakını kızcağızı evlendirmişti. Resulullah (asm) gelince: ‘Genç kızı gönderdiniz mi?’ diye sordu. Evdekiler ‘Evet!’ deyince ‘Kızla birlikte bir de çalgıcı gönderdiniz mi?’ dedi. Onlardan ‘Hayır göndermedik’ cevabını alınca: ’Ensar, aralarında gazel okuma adeti mevcut olan bir cemaattir. Keşke onlara: ‘Size geldik size geldik, size selâm bize selâm’ deyiverecek birini gönderseydiniz’ buyurdular.” (Kütüb-i Sitte, 6551.) Şu halde, düğünlerde meşrû çerçevede her türlü eğlence, yeme ve içme serbesttir. Burada aslolan çalgı âletinin ve oyunun şekli değil, mâhiyetleridir. Düğün yemekleri ve hatıraları kolay kolay unutulmayan faaliyetlerdendir. Bundan dolayıdır ki, nikâhın meşrûiyeti, kurulan âile müessesesinin ilân edilmesi, akrabalık bağlarının pekişmesi, dolayısıyla dayanışma açılarından önemli. Ancak, aşırı israftan, gösterişten, kibirden, başkalarının hased ve kin gibi damarlarının kabarmasına sebep olmaktan uzak durmalıdır. 22.11.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Firavunlar ve Musalar…. |
Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolu İnsanın sayısız duygularını lâtifelerini tanımlaması, tahlilini yapması kendini keşfetmesinin sırrını taşıyor içinde. Düşmanlarımız nihayetsiz, en küçük bir mikroba bile yenik düşecek kadar aciziz. (En son domuz gribi salgınındaki hâlimizi görüyoruz.) Bizi bütün düşmanlarımızdan muhafaza edebilecek, gücü her şeye yeten bir kudrete ihtiyacımız var. İhtiyaçlarımız nihayetsiz. Bir listesini yapalım desek sonu gelir mi? Bütün ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek rahmet hazineleri nihayetsiz bir zengin Zâta ihtiyacımız var. Biz ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek durumda değiliz Onları ancak sonsuz zenginlik sahibi bir Zat verebilir bize. İşte bu tarz tefekkürleri günlük hayatımızın bütün safhalarında ne kadar çok yapabilirsek, Rabbimize kulluk noktasında o kadar ilerleyebiliriz. Çevremizdeki insanlara, sâir varlıklara şefkatimizi, merhametimizi gösterebiliriz. Varlık âleminde acz ve fakrını tefekkür edemeyen, anlayamayan insanın, doğuştan verilen o fıtrî şefkat ve merhamet duygularını inkişaf ettirememesi ilginçtir. Bu açıdan bakıldığında acz, fakr, tefekkür ve şefkat yolunda ilerleme gayretleri bizi Yaratıcımıza götüren en kısa ve kestirme, üstelik de kolay bir metottur. Geçmiş asırlarda varlık âleminin ve kendinin sırlarını keşfetmek için uzun yıllar eğitim alan, hücre odalarında “çile” çeken hakikat arayıcılarına mukabil, dört aşamadan, merhaleden oluşan bu metot asrımızın kurtuluş reçetesidir de aynı zamanda.
Firavunlar, firavuncuklar… Acz ve fakrını tefekkür etmeyen insan şefkatsiz ve merhametsizdir de. “Her şeyin kontrolünü yapabilecek güçte zenginlikteyim!” iddiâsı asrımızın firavun ve firavuncuklarını da çıkarır ortaya... Her şeyin “Ben” merkezi etrafında döndüğü günümüzde şaşılacak bir tablo değildir bu aslında. Medya, eğitim sistemi, reklâm sektörü hep insanın nefsini, egosunu şefkatle okşayan şımartan bir balon gibi şişiren ögelerle doludur. Bu ortamda doğan çocuklar bile etkilenir, adeta ailelerinin küçük diktatörleri oluverirler: “İstiyorum, olacak, olmalı…” Rabbine acz, fakr, duâ ve tevekkülle sığınıp yardım dileyen, nefsinin şımarmasından O'na sığınan bir insanın hallerinden ne kadar da farklıdır hayatın bu rengi! Asırlar boyu bütün firavun ve firavuncuklar, sözde Rablik iddiasında bulunmuşlardır. “Ben sizin Rabbinizim. Size hayatı ve ölümü ben veririm!” diyerek kölelerinden birini serbest bırakıp, diğerini öldüren zalim hükümdara, peygamberin söyledikleri ne kadar da ibretlidir: “Benim Rabbim Güneşi doğdurup, batırandır!”
Merd-i Kıptî “Merd-i Kıpti şecaat arz eylerken sirkatin söyler!” demiş ya ecdad. Toplumsal hafızamız bir siyasînin dürtüp hatırlatmasıyla uyuduğu derin uykulardan uyanıverdi. Yakın tarihimizdeki resmî olarak üstü sıkı sıkıya kapatılan zulümler bir bir bütün teferruatıyla ortaya döküldü, dökülüyor. Bediüzzaman Hazretlerinin işaret edip ispatladığı hakikatlerle Risâle-i Nur’un penceresinden olan biten fırtınayı seyreylemeye çalışırken firavunları, firavuncukları, Musaları ibretle hatırlamamak mümkün mü? Hesap Gününü ve haksızlık yapanlarla hesaplaşmayı unutmak mümkün mü? İmtihan dünyası işte! 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Bir milet, iki devlet |
Azerbaycan-Türkiye ilişkilerini yakından takip edenler, iki ülke arasındaki kardeşlik ve dostluğu vurgulayan bir deyim olan “Bir millet iki devlet” sözcüğünü hatırlarlar. Duyulduğunda kulağa çok hoş gelen bu duygu dolu sözcükte, iki ülke halkları kasdedilerek “Dalımız budağımız ayrılsa da, köklerimiz aynıdır” denilmek isteniyor. Azerbaycan ile aynı ırktan gelmekteyiz. Bir millet iki devlet olduğumuz doğrudur. Ancak kardeş olmak için illâ da ırkdaş olmak gerekmiyor. Din kardeşliği diye bir kardeşlik var ki, ırkdaş olmaktan daha da kıymetlidir. Cenâb-ı Hak Hucurât Sûresi 10. âyetinde “Mü’minler ancak kardeştirler” diye buyurarak bu kıymetli kardeşliğe dikkat çekiyor. Bugün bir buçuk milyar gibi büyük bir sayıya ulaşmış olan İslâm ümmeti içinde onlarca millet vardır ve bu milletler ilâhî fermanla kardeş olarak ilân edilmişlerdir. Bu milletler içinde Türk ve Arap milletlerinin ayrı bir yeri vardır. Bu iki millet sırt sırta verdiğinde İslâm ümmeti çok hayır görmüştür; ayrıldıklarında ise ümmet felâketlere sürüklenmiştir. Bu yüzden, Arap-Türk dostluğunun pekiştirilmesi gerekmektedir. Konunun önemini idrâk edenler, meselâ son yıllarda olumlu bir gelişme içine giren Türkiye-Suriye ilişkilerini daha da geliştirmek için çaba göstermektedirler. Bu minvalde, Avrasya Yazarlar Birliği ile Suriye Arap Yazarlar Birliği 11-12 Kasım tarihleri arasında Suriye’nin Lazikıye şehrinde “Türklerin Gözüyle Araplar” konulu bir sempozyum düzenlemişler. Sempozyumda “Türk Edebiyatında Araplar,” “Türk Basınında Arap İmgesi,” “Türk Sinemasında Araplar,” “Türkler Arasında Araplara Yönelik Muhabbetin Dinîl Kaynakları,” “ İslâm Toplumlarının Birbirine Bakışı” başlıklı tebliğler sunulmuş. Sempozyumda konuşan Arap Yazarlar Birliği Başkanı Dr. Hüseyin Cuma, Türkiye-Suriye dostluğuna işareten “Bir millet iki devlet” mânâsına gelen “Nahnu devletani, lişşa’bin vâhid” diyerek izleyicileri duygulandırmış. Hüseyin Cuma’nın Türk-Arap dostluğunu vurgulamak için seçmiş olduğu kelimeler önemli. Ancak bundan daha da önemlisi, Suriye Devlet Başkanı Beşşâr Esed’in sempozyuma gönderdiği mesajdır. Mesajında” Osmanlı İmparatorluğu Suriye’de emperyalist değildi. Eğer emperyalist olsa idi dört yüzyıl bu topraklarda kalamazdı” diyen Beşşâr Esed, çok önemli bir noktaya işaret etmiştir. Bu itirafın Arap milliyetçiliğinin merkezi sayılan Suriye’den gelmesi, Türkiye için çok çok önemli bir gelişmedir. Zîra Türklerin Arap milliyetçileri arasındaki seksen yıllık imajı “müsta’mir” yani “sömürgeci” dir. Osmanlıya yapıştırılan sömürgeci sıfatına Arap edebiyatında ve sinemasında sıklıkla rastlanmaktadır. Yedi sekiz sene öncesine gittiğimizde, Suriye’de çekilmiş olan ”Uhuvvetü et-Türâb” (Toprak Kardeşliği) gibi tarih içerikli birçok dizi filmde, Osmanlı devleti Arapları sömüren ‘emperyalist’ olarak gösterilmiştir. Meşhur şâir Halil Cobrân gibi 20. yüzyıl Arap ediplerinden bir kısmı, yazmış oldukları eserlerde Osmanlı devletini sömürgeci olarak vasfetmişler; Devlet-i Âliyeyi Arapların başına gelen felâketlerin tek sorumlusu olarak göstermişlerdir. Osmanlı nefreti yayan bu eserlerin Türk-Arap kardeşliğine verdiği zarar çok büyük olmuştur. 25 yıldır Kuveyt’te ikamet ediyorum. Bu zaman zarfında, Arap kardeşlerimizden “Entüm eyyühel Etrâk, iste’mertümûna erbaa mi’ete seneten” (Siz Türkler bizi dörtyüzyıl boyunca sömürdünüz) diye sık sık sitemler işitmişimdir. Buna mukabil, emperyalist Batı devletlerine mahsus olan sömürgecilik vasfının Osmanlı ile uzaktan yakından hiçbir alâkasının olmadığını, gücüm yettiğince anlatmaya çabalamış, hal ve davranışlarımla iyi bir ‘Müslüman Türk’ imajı çizmeye gayret etmişimdir. Son 10 yılda Ortadoğu’da gelişen olaylar ve bu olaylar karşısında Türkiye’nin sergilemiş olduğu “haktan taraf” tavrı, Araplarla aramızdaki buzları eritmeye başladı. Arap kardeşlerimiz; Türklerin düşman değil, dost olduklarını yavaş yavaş anlamaya başladılar hamd olsun. Kuveyt Üniversitesi öğretim üyelerinden Halepli bir arkadaşımız için düzenlenen veda çayında bunun işaretlerini gördüm. Kapıdan içeri girdiğimde, Suriye- Türkiye arasında ki vize işlemlerinin kaldırılmasından duydukları memnuniyeti dile getiren Cezairli, Mısırlı, Sudanlı, Suriyeli arkadaşlar hep bir ağızdan “Teâlû ve kudûna, velev kuntüm müste’merîna” (Sömürseniz dahi gelin, önümüze geçin ve bize önder olun) diye Türkler hakkındaki duygularını dile getirdiler. Bu sözleri duyunca, konuyla ilgili 20 yıl önceki bir hatıram aklıma geldi. Kuveyt Üniversitesine bağlı Dil Okulunda okurken, ders kitaplarımızdan birinde Halil Cobrân’ın “Sömürgeci Osmanlı” tezi geçiyordu. Cobrân’ın iddiasına göre, Lübnan ve Suriye’den Latin Amerika ülkelerine yapılan yoğun Arap hicretinin sebebi, Osmanlının Araplara uyguladığı ırkçı politikaydı. Tabiî olarak, Halil Cobrân’ın bu tezine tepki göstermiştim. Gösterdiğim tepkiden etkilenmiş olan Mısırlı Profesörümüz, konuyla ilgili olarak ard arda iki ders münâzara yapılacağını ilân etti. Ve bana “Osmanlının sömürgeci olmadığını arkadaşlarına ispat et” dedi. Sınıfta iki Türk öğrenci idik. Diğer arkadaş “Âcil işim çıktı, gitmem lâzım” dedi ve gitti. Arkadaşım gidince münâzarayı yapacak tek Türk ben kaldım. 30-40 kişilik sınıf önünde, Osmanlı devletinin batılı devletler gibi sömürgeci bir devlet olmadığını ispatlamak için hayli gayret gösterdim, öğrencilerin ve Mısırlı hocamızın sorularına cevaplar verebildim. İşte nereden nereye geldik... Düne kadar ders kitaplarında Osmanlının sömürgeci olduğunu okutan Araplar, bugün “Osmanlı emperyalist değildi” diyorlar. Rabbim, Sana hamd olsun. 22.11.2009 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
S. Bahattin YAŞAR |
|
‘Ödül almaya gelecek vaktim yok’ |
Büyükler, küçük şeylere takılmayanlardır. Başarılı olmuş insanların ortak özelliklerine bakıldığında, kocaman bir ideal, sönmek bilmez bir azim ve maddî manevî hiçbir bahaneyi başarmanın önüne koymayan bir hayat biçimi akla gelir. Başarı ve Çocuklarımız isimli, Psikolog Nur Yaycıoğlu’nun Ya-Pa yayınları arasında 2000’de yayınlanmış kitabını okuyorum. Küçük çaplı bir çalışma, ama derinliği olan bir özelliğe sahip. 130 sayfalık çalışmanın 55 sayfası, dünyada başarılı olmuş insanların hayat öyküleri ile dolu. Bunlar arasında Madame Curie, Thomas Alva Edison, İbni Sina, Mimar Sinan, Ludwig von Beethoven, Biruni, Albert Einstein gibi pek çok isimler var. Beni bu isimlerle birlikte, bu başaranların ortak özellikleri ilgilendirdi. Çünkü biz başarmak için haddinden fazla bahane üretiyoruz. Hatta öyle ki, bu noktada havanın bulutlu olması bile çalışmamak ve başarmamak için bahane olabiliyor. Özellikle bir de maddî ve manevî imkânsızlıklar içerisinde isek, tamam, başarmamak için gerekli şartlar oluştu demektir. Bir de biraz çevreden, biraz aileden, biraz da devletten yanlış tavırlar görmüşsek, haksızlıklara uğramışsak başarı kapıları iyice kilitli demektir. ‘Geç be kardeşim, bu devlete mi çalışacağım, bu aile mi benim varlığım, bu vatanı ben mi kurtaracağım.” diyerek, anlamlı da gözüken bahanelerle kenara çekilmek ve pes etmek mümkündür. Ama hedefi büyük olanlar, ideali yüksek olanlar yani himmetleri milletleri, himmetleri nev’î olanlar, küçük meselelere ve küçük olaylara kendilerini bırakmamışlardır. Bu örnekleri şunun için veriyorum. Zihnimizde teşvik edici pozitif örnekler ne kadar çok olursa, pozitif model alma şansı da o nispette fazla olacaktır. Kitap içerisindeki pozitif modellerden bir kaçını paylaşmak, kitabın bütünü hakkında bilgi verecektir. Madame Curie, bebeklik döneminde, annesi tüberküloz hastalığı sebebiyle kızını bir kez olsun öpememiş. Yani insanın en az mide ihtiyaçları kadar önemsenebilecek önemli bir şey de, sevgi ihtiyacıdır. Marya’nın bu sevgi ihtiyacı giderilmemiş. Ama ‘Benim sevgi ihtiyacım giderilmedi’ diyerek, ‘ben de çalışmıyorum’ dememiş. Parasızlık sebebiyle yükseköğrenimine başka bir ülkeye gitme olanağı yoktu. Kaldığı yer daha da dikkat çekici, ‘tavan arasında, ısıtılmayan küçük bir odada bütün gün derslerine çalışıyordu.’ Gelen cümle çok daha dikkat çekici, ‘Bir gün yakınları onu açlıktan gelen bir baygınlık içerisinde buldular.’ Maddî ve manevî bütün bu yoksunluklar, onun, ‘uzun ve yorucu bir uğraştan sonra x ışınları, kapkara bir kimyasal karışımdan ışıldadı. Bu çamurumsu zift karışımı, uranyum maddesinden elde edilen ‘Radium’du. Böylece, 1903’te fizik dalında, 1911 yılında da kimya dalında Nobel ödülü aldı. O güne kadar iki Nobel ödülü alan kimse yoktu. Başaranlar da, zirve noktasında bir insan sevgisi dikkat çekiyor. Kendisini, insanları, varlığı ve yaratıcıyı sevmeyenlerde başarı neden olsun. İnsanın başarmak için bile mutlaka bir nedeni olmalıdır. Yani şefkat-i cinsiye terakkinin zembereğidir. Ve işte Curie’nin o büyük davranış ve sözü, şöyle bir ruh halinden çıkıp geliyor: “Marya Curie’nin ulaştığı başarılar ve aldığı Nobel ödülleri ardından gelen ün, onu hiç ilgilendirmiyor, zaman zaman da huzurunu kaçırıyordu. Çünkü onun laboratuvar çalışmalarında zaman yitirmesine sebep olacak hiçbir engele hoşgörüsü yoktu” Yani ödül almaya gitmeyi bir zaman kaybı olarak görmek, işte büyüklüğün ta kendisidir. Bir başka başarı ustası, müziğin dehası Beethoven, hastalandıktan sonra bile, onuncu senfonisi üzerinde çalışırken şu sözleri söylemekteydi. “Bu senfonimle öyle bir yenilik getiriyorum ki, dünya şaşacak.’ Evet, cümle, hasta iken bile nasıl bir ruh hali içerisinde olduğunu gösteriyor. Durum onu gösteriyor ki, bütün başaranlar ortak bir takım özellikler içeriyor. Bunlar; -Başaranlar, çok ciddî boyutlarda bir insan sevgisine sahipler. Böyle bir duygu taşımayan neden insanlık için kendini feda etsin. -Sıkı ve disiplinli bir çalışma olmadan yetenek bile tehlikeye girebilir, ziyan olabilir. -Fikir ve san'at kitaplarına karşı ilgi duyuyor ve çok fazla kitap okuyorlar. -Yaşanan olumsuzluklara karşın, çalışma heyecanın ve varlığını dimdik ayakta tutuyorlar. -Küçük meselelere takılmadan yaşamayı öğreniyorlar. -Büyük ideal insanlarıdır. Trendeki vagonu kendine kimyasal deneyler yapma yeri olarak değerlendiren Edison, vagonlar çarpıştığında kimyasal maddeleri yangın çıkmasına sebep olur. Bu sebeple kondoktör, kulağını hayatı boyunca sağır edecek bir tokat atar ve bir kulağı sağır olur. Ama büyüklük bu ki, sağır olan kulağı dolayısıyla hayata, tokat vuran insana, onun memuru olduğu devletine ve uğruna çalıştığı insanlığa bir düşmanlık içerisine girmeden, heyecanını da kaybetmeden çalışmalarına devam eder. Öyle olmasaydı, şu an Edison, kulağının birisi patlatılmış ve bu yüzden hayata küsmüş bir insan olarak her halde gündeme gelmeyecekti. Çünkü dünyada kulağının birisi veya her ikisi patlamış/patlatılmış o kadar çok insan var ki. Ama Edison, büyük idealinin önüne patlamış kulağını koymayacak kadar büyük olduğu için, bu gün onu biz buluşu vesilesiyle dünyanın gecesini neredeyse gündüze çeviren, ışıl ışıl yeni bir dünya kurulmasını sağlayan muhteşem mucit olarak görüyoruz. Anlaşılan o ki, büyüklerin hayat-başarı öyküleri de, alınacak dersleri de büyük. Küçük şeyler, büyük yürüyüşlere mani olmamalıdır. Büyükler, küçük şeylere takılmadan yürüyüşünü sürdürenlerdir. 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Tuzaklar başlarına dönsün! |
Hemen her gün yeni bir ‘kaos planı’nın deşifre edildiğine şahit oluyoruz. Geçmişte yaşananları da hatırlayınca, ‘Daha beter planlar da yapılmış olabilir’ demekten kendimizi alamıyoruz. Milletin aleyhinde hazırlanan planlar maalesef ilk defa hazırlanmıyor. Yakın tarihe baktığımızda sürekli bu planların hazırlandığını ve uygulandığını görürüz. Aradaki fark, geçmişte hazırlanan planlar ya ortaya çıkmıyordu, ya da uygulandıktan sonra ‘tuzak’ olduğu ortaya çıkıyordu. Gerek 28 Şubat, gerekse 12 Eylül gibi müdahaleler hep bu planlar sayesinde olmadı mı? Hele hele 12 Eylül ihtilâlinden sonra Org. Bedrettin Demirel’in Milliyet’e verdiği röportajda dillendirdiği şu meşhur itirafa ne demeli: “İhtilâl olgunlaşsın diye bir yıl bekledik!” Aynı şekilde 27 Mayıs 1960 kanlı ihtilâlinin planı da çok önceden yapılmıştı. İktidarda kalmaya alışmış, iktidar olmayı sadece kendileri için ‘hak’ olarak gören dönemin tek partisi CHP, çok partili siyasi hayata geçilip de milletten unutamayacağı bir tokat yeyince, demokrasi yoluyla bir daha iktidar yüzü görmeyeceğini anlamış ve hemen ‘kaos planları’ hazırlamaya başlamıştı. 1960 ihtilâli sonrası yapılan açıklamalar bunun delilidir. Tabiî ki millet aleyhinde ‘kaos planları’ yapmak 1960 yılı öncesinde de baş vurulan bir yoldur. Nitekim, son günlerde ortaya çıkan belgelere göre 1937-38 yıllarındaki Dersim hadisesinde de önceden planlar yapılmış. “Onlar eskide kaldı, bugünden bahsedin!” diyen varsa, Ergenekon iddianamesine bakabilir. Buna da inanmak istemiyorsa, medyaya yansıyan ‘ses kayıtları’na kulak verebilir. Bunlara da inanmayan olursa, onlar için ‘İnsaf edin!’ demekten başka çere kalmıyor. Kurulan bunca tuzağa rağmen Türkiye’yi idare edenlerin ‘hiç bir şey yokmuş gibi’ davranmasını da anlamak mümkün değil. İnanın, gazetelere yansıyan ‘kaos planları’nı okuyunca “Bu kadarı da fazla. Türkiye’yi idare edenler mutlaka buna itiraz eder, hesap sorar” diye akla geliyor. Ama bakıyoruz ki ‘dün’ ile ‘bugün’ arasında fark yok. ‘Her şey yolunda’ymış gibi davranılıyor ve kaos planları yapanlara hesap sorulması akla gelmiyor. Bu planları inkâr etmekle ve yalanlamakla bir yere varmak mümkün olsaydı o ‘yer’e şimdiye kadar varmış olurduk. Suç işleyenlerin bu suçlarını itiraf etmesini bekliyorsak, daha çok bekleriz... Elbette hiç bir araştırma ve soruşturma yapılmadan ‘gazete haberleri’ ile insanlar mahkûm edilsin demiyoruz. Böyle bir tavra da en başta itiraz edilmelidir. Fakat bu kadar ciddi iddiâlar karşısında susulmasını, ‘tuzak kuran’lara hesap sorulmamasını da anlamakta güçlük çekiyoruz. Şundan eminiz ki, yanlışta ısrar edenler uzun dönemde kaybedecek. Çünkü insanlığı uzun süre yanıltmak mümkün değil. Nasıl ki dün tuzak kuranlar uzun dönemde kurdukları tuzaklara düştü, bugün yeni tuzaklar kuranlar da yine kendi kurtukları tuzaklara düşecek. Siyasî iradeden beklenen, ‘tuzak kuranlar’ın üzerine daha cesaretle gitmesi ve hesap sorması. Tabii ki hak, hukuk ve adalet çerçevesinde... 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Kafaları karıştırmak isteyenler mi var? |
Türkiye garip bir dönemi yaşıyor. Gündemin birisi bitmeden bir yenisi başlıyor. Milletin kafası allak bullak. Son aylarda bir şey geliştirildi. Önce bir gazete ortaya bir konu atıyor. Sonra o konu ertesi gün tartışılmaya başlanıyor. Bir diğer gün bunlar ilgili kişilere değerlendirilip haberleştiriliyor. Sonra da olaylar içinden çıkılmaz hâl alıyor, ya da bunu yapanlar bu maksadı taşıyor. Islak imzanın Adlî Tıp Kurumunda doğruluğunun ispatlandığının ortaya çıkmasının ardından yaşananlar… Gizli ibareli belgeler, sonra birbiri ardına ortaya çıkan “ihbar” mektupları”... Artık gündem haftalık değiştiriliyor. Bir ay öncesi gündemi hatırlayanımız var mı? Ermeni açılımını, hatta demokratik açılımı konuşuyor muyuz? Bir ihbar mektubu ile ortaya çıkan vâhim plânların içinde yer aldığı “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı”nın orijinalinin Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılara ulaştığının anlaşılmasından sonra yaşananlara akıl sır ermiyor. Geldi-gelecek derken günlerce sonra ifade verilmesinin ardından cezaevine konulan sonrasında “itiraz” neticesinde serbest bırakılan bir albayın durumu… Tam da bu günlere denk gelen Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanı ve savcılara gönderildiği söylenen ve gazetelerde günlerce manşetlerden verilen başka bir ihbar mektubunun muhataplarına gitmemesi soruları arttırıyor. Artık birileri ihbar mektubu ile kamuoyunu yanılmaya mı çalışıyor, ya da bazı olayların üstü mü örtülmeye çalışılıyor soruları akıllardaki soruları daha da arttırıyor. Tam bir bilgi kirliği yaşanıyor, ya da yaşattırılıyor. Gazetelere de bol malzeme çıkıyor ancak, hangisi doğru hangisi yanlış artık kestirilemiyor. Son olaylara bakıldığında sanki birileri bir oyun oynuyor ve gündemi değiştirmeye çalışıyor izlenimi doğuyor. Gazetelerde bölüm bölüm yayınlanan son ihbar mektubunda ortaya çıkan plân ve projelere baktığımızda aslında bu iddiaların hiç yabancısı olmadığımız görülüyor. 28 Şubat döneminde yaşanan yönlendirme haberlere, kullanıldığı söylenen gazetecilere, sahte şeyhlere hiç de yabancı değil bu ülke. Kurulan internet siteleri, özel radyolar da bu döneme has projeler… Ortaya çıkan plânlara bakıldığında insan dehşete kapılıyor, millete reva görülen bu projeler bunları plânlayanların, düşünenlerin, kaleme alanların demokrasiden hiç nasibi almamış mı, demokrasiyi içlerine sindirememişler mi olduğu sorularını sorduruyor. Bunları söylerken de şunu kesinlikle göz ardı etmemek lâzım. Eğer medya olmasaydı birçok şey gizli kapaklı kalacaktı. İsteyen istediği oyunu oynayacak, toplum mühendisliği yapacaktı. En azından artık kimse bunu yapamayacak. * * * MİLLETİN GÜNDEMİ Bu arada Türkiye gündemi böyle şeylerle meşgulken, gerçek gündem unutuluyor. Gerçek gündem derken de, milletin içinde bulunduğu sıkıntılardan bahsediyoruz. Milletin gündeminde hayat pahalılığı, zamlar, bir türlü kaldırılmayan yasaklar var. Hayat pahalılığı işçi, memur konfederasyonlarının yaptıkları açlık ve yoksuzluk sınırı araştırmalarında ortaya çıkıyor. Bu araştırmalar gösteriyor ki, 70 milyonu aşan nüfusun büyük bir çoğunluğu açlık ve yoksulluk sınırın altında hayatını geçirmeye çalışıyor. Resmî işsizlik rakamı yüzde 13.4 olurken, gerçek işsizliğin yüzde 20’lerde olduğu bal gibi biliniyor. Tabiî işsizlik yoksulluğu beraberinde getiriyor. Yolsuzlukta hırsızlığı, yolsuzluğu… Memurlara önümüzdeki yılın başında verilecek yüzde 2.5 luk zam, tüketim maddelerine yapılan zamlarla daha şimdiden uçup gitti. Bu yüzden memurlar TBMM’nin kapısına kadar gidip, durumlarının düzeltilmesini istediler. Milletin başka bir gündem maddesi de domuz gibi diye bilinen A(H1N1) virüsü ile ilgili. İnsanlar sokaklarda rahat yürüyemiyor, toplu taşım araçlarını çekinerek biniyor. Millette büyük tedirginlik var. Bir yandan başbakanın “Ben ve ailem aşı yaptırmayacak” diyor diğer yandan Sağlık Bakanı canhıraş bir şekilde insanların aşı olmasını istiyor. Bakan’ın “Benim çocuklarım hastalığı atlattılar bu yüzden aşı olmayacaklar” sözünün ardından insanlar aşı olmaktan korkuyor. Diğer yandan da gazete sayfalarında her gün adeta maç skoru verilir gibi “Bugün gripten ölenlerin sayısı şu kadar oldu” türü haberler insanları artık iyice ürkütüyor. İktidara mensup bir milletvekilinin danışmanı Meclis’te bizi gördüğünde “Artık şu başörtüsü yasağını yazmayın” dese de inkâr edilmemesi gereken büyük bir yara haline gelen başörtüsü yasağı problemi devam ediyor. Yüze yakın sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu “başörtüsü platformları”nın Konya’da yaptığı toplantıda başta başörtüsü olmak üzere temel hak ve özgürlüklere yapılan baskılar bir an önce son bulması istenirken, kangrene dönüşmüş olan başörtüsü yasağının nihai çözümüne dair bir açılıma ihtiyaç olduğunun söylenmesi de bu mağduriyetlerin acilen giderilmesinin önemini ortaya koyuyor. İhbar mektupları ve telefon dinlemeleri elbette önemli bir gündem maddesi, ama bunlar da milletin gündemi. Bunlara da çözüm bulunması lâzım. Moda tâbirle, gereğinin yapılması lâzım. 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Ekinleri ve nesilleri helâk ederler…” |
Kur’ân’da, “Senden ayrıldığında veya bir iş başına geçtiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri ve zürriyetleri helâk etmeye koşar. Allah ise fesâdı sevmez” buyrulmakta. (Bakara Sûresi, 205) Ayrıca Peygamberimizin hadislerinde, “İnsan neslinden onarılmaz büyük hâdiseler ve hastalıkların çıkacağı” haber verilmekte. Âyetin tefsiriyle, yeryüzünde bozgunculuk yayan mihrakların, tohumları, dolayısıyla gıdaları bozacağı, dolayısıyla nesilleri ve insanlığı fesâda verip dejenere edeceği beyân edilmekte… İçine yerleştirilmiş virüslerle, “ölüm tohumları” türetilmekte. Tohumlar, tarlalar, ürünler bozdurulmakta. Ve kısır tohumlarla, genetiği, yaratılıştaki fıtrî yapısı bozdurulmuş gıdalarla, hastalıklı nesiller meydana getirilmekte; nesiller bozulmakta… GDO’lu tohumların tekrar tohum olmadığı; devamlı üreme testinde kısırlık yaptığı; bizzat kısır olduğu ve üç nesil sonra tamamen kısırlaştığı uzmanlarca belirtilmekte… Ve Kur’ân’ın işâretiyle “tohumları bozan” ve “gıdaların genetik yapısını bozduran” bozguncu şebekeler, fıtrî-ekolojik gıdanın gelecekte dünya nüfusuna yetmeyeceği yalanı savrulmakta. Fıtrî gıdaların yetmediği ve açlıkla baş edilebilmesi için küresel güçlerin “GDO’lu gıdalar”a başvurduğu uydurmasını “gerekçe” olarak propaganda etmekteler… Daha önce Güney Afrika’daki Dünya Habitat Toplantısı kararlarını da protesto eden ABD ve İsrail gibi ülkeler, materyalist inkârcı felsefeyle, “gıdaların genetiğinin değiştirilmemesi halinde dünyanın aç kalacağını” iddia etmekteler… İSRAF VE SEFÂHET, İNSANLIĞI PERİŞAN EDİYOR Gerçek şu ki hırsıyla, israfıyla, kendisinden başkasını düşünmeyen, menfaatı uğruna kendi eliyle “yuvası”nı tahrip eden insanoğlu, küresel ısınma sonucu meydana gelen kuraklık ve iklim değişikliğiyle yer küreyi tahrip eden felâketlerle çevreyi, tabiatı kirletiyor. Zâlim ve gaddar güçler, havaya saldıkları sanayi atıkları, zehirli gazlarla, atmosferi küresel atık çöplüğü enkaz ve süprüntülerle dolduruyor. Beşerin kirli eli karıştığı yeri karıştırıyor, bulaştığı yeri kirletiyor, pisliyor. Hegemonyası hesabına, çevreyi tahrip felâkete, erken kıyamet senaryosuna sürüklüyor. “Kıyamet projesi”ni devreye sokuyor… Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “parlak, temiz, nâzif, kirsiz, bulaşıksız, ufûnetsiz (kötü kokusuz) arz (yeryüzü) ve kâinat”, insanlığın eliyle kirletiliyor; bulaşmasıyla bulaşık hale getiriliyor. (Lem’âlar, 487) Aç gözlülüğüyle ekolojik dengeyi bozduğu gibi, ihtiyaçlarından fazlasını harcaması ve israfla iktisadî krize sebep oluyor. Uluslararası sermaye, faiz, kısa zamanda çok kazanma hırsı, bankalar eliyle dünyanın iktisadî dengelerini altüst ediyor. Bununla yetinmiyor; daha çok kazanmak için tohumları, gıdaları ve dolayısıyla nesilleri de bozuyor… Dünya nüfusunun yüzde 20’si, yeryüzündeki kaynakların yüzde 80’ini tüketiyor. Enerji rezervlerini ve hatlarını elde etmek ve egemenlik kurmak için silâh ve askerî harcamalara ayrılan para, dünyadaki bütün yardımların 12 katı. En az bir milyar insan temiz sudan mahrum; yılda beş bin insan kirli sudan ölüyor. Her yıl 13 milyon hektar orman yanıyor. Balıklardan kuşlara birçok hayvan türünün nesli tükeniyor. Bugün dünyada bir milyar 250 milyon insan aç; buna karşılık 800 bin kişi obeziteden hasta. Pazar ve piyasaların israf ve tüketim üzerine kurulması; en genel tespitlerle 22 milyar insanı rahatça doyurabilecek dünyadaki temel ihtiyaç maddelerinin hoyratça harcama ve tüketim alışkanlığıyla 7 milyara bile yetmemesi, insanlığın yarısından fazlasını yoksulluğa mahkûm ediyor. Menfaatçilik ve merhametsizlik, iktisadî ve sosyal adaletsizlikle insanlar arasında gelir dağılımı dengesizliği, sosyal bunalımları ve çatışmaları, huzursuzluk ve kavgayı tetikliyor. İsraf, aşırı tüketim, israf ve sefâhet, insanlığa pahalıya mal oluyor. Yine bu hırsla genetiği bozdurulmuş, biyolojik müdahaleye tabi tutulmuş tohumlar ve gıdalarla “yüz çeşit hastalığın”, kanserin türemesine ve bulaşmasına zemin hazırlanıyor. Bütün bunların üzerine, kendi çıkarı için insanlığı ateşe veren, ülkeleri işgal edip sömüren egemenlik ve çıkarı, daha fazla para kazanma uğruna küresel zulümle yeryüzünü zulüm ve kanla bulaştıran gözü dönmüş küresel güç ve uluslararası sermaye, sınır tanımaz hırsla dünyanın dengesini bu kez “genetiği bozdurulmuş gıdalar” ve tohum üretmeyen “bozdurulmuş kısır tohumlar”la bozuyor. Her yıl tohum alımında bile kendine mecbur ediyor… İNSANLIK İFSADIYLA YERYÜZÜNÜ ÖLDÜRÜYOR… Şefkat ve merhametten mahrum “mimsiz medeniyet” dünyayı âdeta “pisliyor”, “ telvis ediyor”; toprakları, ziraatı, bitkileri, su kaynaklarını, denizleri, gölleri, nehirleri zehirliyor. “Bu vatan-ı dünyevîmizi” yaşanmaz hale getiriyor. Âyetin beyânıyla, “Yeryüzünde fesad yapan ve kan döken” çıkarcı zâlimler, “küre-i arzın bu yangını”nı körüklüyor. Bu haliyle insanoğlu, “Arzın (yeryüzünün) içine pençesini sokmuş, ölümünü intâç eden (netice veren) bir zehir” oluyor. (İşârât’ül İ’câz, 251) BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) çağrısı ile geçen hafta Roma’dan toplanan ve 192 ülkenin katıldığı zirvede, insanlığın israf ve bencillikle yoksulluk ve açlık vartasına itildiği tesbiti bunun itirafı. 6 saniyede bir, günde 17 bin, yılda 6 milyon çocuğun açlıktan öldüğüne dikkat çekerek, “Sadece bugün itibarıyla 17 bin çocuk açlıktan ölecek, her 6 saniyede bir çocuk, yılda ise 6 milyon çocuk açlık yüzünden can veriyor” diyen BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un, mevcut gıda üretiminin tüm dünyanın ihtiyacını fazlasıyla karşılayacağını kaydedip, zengin ve güçlü ülkelere sitemi, bunun ikrarı… Buna mukabil bir milyara yakın insan “aşırı beslenme” sonucu obeziteden hastalıklı. Çıkarcı küresel zâlimler, sömürülerini sorgulamak yerine, daha çok kazanmak peşinde. Çıkarları hesabına, israf ve tüketim sarmalındaki insanlığı ateşe sürüklüyor; yokluğa ve yoksulluğa atıp açlığa mahkûm ediyor… Ne var ki insanlığı bu felâkete dûçar eden zengin devletler, tarımın geliştirilmesi için yoksul ülkelere yardım yerine, genetiği değiştirilmiş ve gelecekte bazı toplumların kökünü kesecek genetiği bozdurulmuş gıdaları üretme peşinde. Bundandır ki daha önceki zirvelerde olduğu gibi, bu zirve de “sözde” kalıyor ve “fos” çıkıyor… Çâre, Kur’ân’ın ikazına kulak vermekte… 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Kurbana doğru |
Bir Kurban Bayramı haftasına daha girdik. Geçen Kurbanda, hattâ Ramazan Bayramında aramızda olup da bugünlere erişemeyen nice sevdiklerimiz var. Ali İhsan Tola, Hasan Aktunç ve Mehmet Güvenç ilk, İbrahim Canan’la Şaban Döğen ise son kafilede yer alıp berzaha göçen, aşina olduğumuz bahtiyarlar. Gazetedeki taziye ilânlarıyla vefatlarından haberdar olduğumuz isimsiz kahramanlar ayrı... Bunlara, Kurban Bayramına bir hafta kala, tıpkı Döğen gibi âni bir krizle terhis belgesini alan Kırklareli kahramanlarından Sedat Kuranlı da dahil oldu. Bizim yaşlardaki Kuranlı, önceki hafta yapılan temsilciler toplantısına katılmıştı ve gördüğümüz kadarıyla hiçbir hastalık emaresi yoktu. Dolayısıyla âni vedası bizleri yine sarstı. Böylece, Döğen’in ayrılmasıyla çok kuvvetli bir şekilde tazelediğimiz “rabıta-i mevt” dersini Kuranlı’nın vefatı ile bir kez daha tekrarlamış olduk. Allah rahmet eylesin; acılı ailesi ile Kırklareli ve Trakya’daki hizmet erbabının başı sağ olsun. *** Kurban Bayramı yaklaştıkça, bayrama adını veren kurbanlıklarla ilgili haberler giderek artan bir yoğunlukla medya gündeminde yer buluyor. Haberlerin ana teması, bu yılki fiyatların yüksekliği. Resmî ağızlar “Bunlar balon, hayvan sayısı yeterli, fiyatlar düşecek” dese de, geçen seneye göre yüzde 50-60 civarında bir artış söz konusu. Dünya ile kıyasladığımızda ise, her zaman olduğu gibi etin en pahalı olduğu ülkelerin ilk sıralarında yer aldığımızı görüyoruz. Ki, bunun başlı başına ele alınıp enine boyuna tahlili gerekiyor. Fiyatlar enflasyon oranını kat kat aşarak yükselirken alım gücündeki düşüşün geldiği nokta da ayrıca üzerinde durulması icab eden bir konu. *** Bu güncel ve dünyevî boyutların ötesine geçip, kurbanlık pazarlarından ekranlara yansıyan sevimli görüntüleriyle bizlere günler öncesinden Kurban Bayramı atmosferini hissettirmeye başlayan mübarek hayvanlara, Risale-i Nur’da verilen ölçülerin ışığında tefekkür nazarıyla baktığımızda ise, nazarımıza, imanımızı arttırıp kuvvetlendirecek yeni yeni pencere ve ufuklar açılıyor. Zaten kurbanın mânâsı Allah’a yakınlaşma ve kurbanlık hayvanlar bunun için özel bir vesile. Esasen Kurban Bayramı dışındaki vakitlerde de bu hayvanlar bize aynı mesajları veriyorlar. Ama sair zamanlarda onları canlı hayvan olarak değil de kesilmiş et olarak görüp yemeye alışık olduğumuz için bunları pek anlayamıyoruz. Kurban Bayramı bu ülfet perdesini yırtıyor ve bizleri onların canlı halleriyle muhatap kılıyor. *** Birinci Söz’deki “İnek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar ‘Bismillah’ der, rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en lâtif, en nazif, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar” cümleleri de; “Sizin için sekiz çift ehlî hayvan indirdi” mealindeki Zümer Sûresi 6. âyetini tefsir eden Yirmi Sekizinci Lem’a’nın Yirmi Altıncı Nüktesindeki “Sekiz nev'î hayvanat-ı mübarekeyi size hazine-i rahmetinden, güya Cennetten nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş. ... Güya o mübarek hayvanlar tecessüm etmiş ayn-ı nimet ve rahmettirler” ifadeleri ve devamındaki izahlar da, bu çerçevede ufuk açıyor. “O mübarek hayvanlar bütün cihetleriyle bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevilere seyyar haneler, elbiseler; etinden güzel yemekler; sütünden güzel, leziz taamlar, derilerinden papuçlar vesaire, hattâ gübreleri mezruatın (bitkilerin) erzakı ve insanlara mahrukatı (yakacağı) hükmünde...” ifadeleri de (Lem’alar, s. 662). *** Kur’ân’da, adeta Cennetten indirilmiş birer nimet ve rahmet olarak nitelenen bu mübarek havyanlar için, “kurban” niyetiyle kesilmek ayrı bir mazhariyet. Sahibine sırat köprüsünde “burak gibi” binek olarak da hizmet verme imtiyazını kazandıran (Sözler, s. 329) özel bir ayrıcalık... 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Hamas, İsrail ile flörte mi başladı? |
Filistin sorununun çözümü süreci gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Zira yıllarca inatla korunan pozisyonlar birden değişmeye ve verilen sözler, dile getirilen iddialar kolayca unutulmaya müsait. Yıllar yılı “İsrail ile müzakere etme” seçeneği Filistinli gruplar için bir turnusol kâğıdı vazifesi görmekteydi. Yani Filistinli iki büyük hareketin, El Fetih ve Hamas’ın ayrılma noktası “İsrail devleti ile masaya oturup-oturmamak” ikileminde yatıyordu. El Fetih müzakereyi, Hamas ise mücadeleyi benimseyen taraftı. Bu hep böyle olmuş ve bir şekilde gelişip, dallanıp, budaklanarak bugün Filistin’in Batı Şeria ve Gazze diye ikiye bölünmüş bir yapı haline gelmesine kadar ayrışma ilerlemişti. İsrail ise yıllar yılı bir yandan çözüm için hevesli görünürken, diğer yandan ise çözümü engelleme noktasında yapılabilecek ne kadar şey varsa hepsini yapmaya devam ediyordu. Yerleşim yerleri konusunda zerre kadar taviz vermeyen İsrail’in Gazze katliamı da bu türden davranışlardan sayılabilir. Gelinen noktada, Obama dönemi ile yeşeren “iki devletli çözüm” umutlarının, çok kısa bir zamanda yerini karamsarlık ve hatta daha beter bir duruma terkettiğine şahit olmaktayız. Müzakere masasının diğer ucundaki Mahmud Abbas umutsuzca görevi bırakma planları yaparken, barış yanlısı El Fetih’in İsrail Devleti’nin çözüm konusunda inandırıcılığı hakkında son sarfettiği sözler de olayın vehametini yansıtır cinstendi. El Fetih de artık İsrail’in barış yanlısı olduğuna inanmayacak bir pozisyona gelmiş durumda. Bundan daha ilginci ise Abbas’ın BBC Arapça bölümüne verdiği demeçte dile getirdiği iddialar. Abbas’a göre, İsrail ile Hamas gizli bir takım görüşmeler yürütmekte… Abbas’ın iddiaları hafife alınacak cinsten değil. Zira Hamas’ın neredeyse varlık sebebi ve El Fetih’ten ayrıştığı en önemli ihtilaf noktası “İsrail ile müzakere etmeme” kararıydı. Hani bugünlerde Türkiye’de de PKK konusunda sıkça dile getirilen “müzakere mi” “mücadele mi” ikileminin bir benzerini yaşayan Filistinlilerde Hamas hep “mücadeleci” kimliğini ön plana çıkarmaktaydı. Bu sebepledir ki İslâm dünyasında Hamas, El Fetih’e nazaran hep daha sempatiyle karşılanmış ve desteklenmiştir. Bugün Abbas’ın iddiaları doğru ise bu iki anlama gelmektedir. Birincisi Hamas kendi varlık sebebini inkâr ederek, resmen kendini feshetmiştir. İkincisi de ihtilafa mahal kalmadığıdır. Zira madem bunca yıldır “müzakere” yolu açıktı da, o halde neden ihtilafa kapı aralandı sorusu akıllara gelmektedir. Abbas’ın bu iddialarına göre İsrail ile Hamas arasında yürütülen gizli görüşmeler geçici sınırlarla bir Filistin devleti kurulması yönünde yürütülüyor. Bu da çok ilginç zira böyle bir durumda “Filistin’in hangi bölgesinde yeni bir devlet kurulacak”, “Gazze’nin durumu ne olacak”, “Batı Şeria bu sınırlar içinde yer alacak mı”, “Kudüs ne olacak”, gibi çetrefilli sorular gündeme geliyor ki, bunların içinden çıkmak oldukça güçtür. Her zaman söyledik yine söyleyelim. Bir gün eğer Filistin meselesi çözüme erişecekse, bu mutlak surette Filistinli grupların ittihadı neticesinde meydana gelecektir. Bu ihtilaf sürdükçe çözümsüzlük kaçınılmazdır ve bu da İsrail’in ekmeğine yağ sürmektedir. Filistinli bütün grupların hemfikir olmadığı bir “Filistin devleti” yahut tek taraflı ilan edilmiş bir “Filistin devleti” de çözüme değil, bilakis kısır döngüye sebep olacaktır. Son olarak eğer Hamas, gerçekten İsrail ile masaya oturduysa, o masadan Hamas olarak kalkamayacağı aşikardır. 22.11.2009 E-Posta: [email protected] |