Görüş |
Basar ve basîret
Risâle-i Nûrlar enfüsî âlemimizde çok ince düsturlar ve derslerle bizi irşad eder. Farklı bakış açıları ve tefekkür pencereleri açar. Sıradanlık ve yeknesaklıktan bizleri kurtarır. Ülfet, ünsiyet ve gaflet perdelerimizi parçalayarak mânâ-i ismîden mânâ-i harfîye geçiş basamaklarına bizi yükseltir. Böylece insan âfâktan enfüse dönerek hakîketle mülâki olur. Bir nevî kesretten vahdete ve âfâktan enfüse dönmenin tesirli yollarını irâe eder. Basar ve basîret kavramları da bu nevden ifâdelerdir. Risâle-i Nûrların değişik yerlerinde bu ifâdelere yer verilir. Üzerinde derin derin düşünüldüğünde çok harîka mânâlar insanın âlem-i asgarında terennüm eder. Bir nevî insan teyakkuz hâline geçerek imânî inkişâf cihetine yöneldiğini fark eder. Zevkli ve hoş bir mânâ iklimine girdiğini ve devamında lezzet hissettiğini ve bittiğinde ise o lezzetin tadının hâlen sürdüğünü müşahede eder. Böylece kalb, ruh ve akıl hissesini ve gıdasını alarak ziyâ-yı kalb ile nûr-u fikir münevverleşir. Yoksa “ziyâ-yı kalbsiz olmaz nûr-u fikir münevver”. Fikir nûru ile kalbdeki ziya birleşmez ise insan karanlıkta kalır. Zahiren aydınım dese de hakîkatte zulüm ve cehli fışkırır. Böylece “Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver” lâkabına mâsadak olur. Basar görmektir. Gözün illet-i tâmme şartları gereğince müşâhede etmesi ve eşyayı görebilmesidir. Her göz illet-i tâmme tamam olunca görebilir. Bir şey hakkında illet-i tâmme tahakkuk ettiğinde o şey mutlaka meydana gelir. Bir başka ifadeyle, o şeyin meydana gelmesi vâcip olur. Meselâ, görme fiilinin gerçekleşmesi için göz olmalı, görür hâlde bulunmalı, ayrıca ışık da olmalıdır. Ama bunlar yeterli değildir. Yani bunlarla illet-i tâmme vücut bulmaz. Bir de kişinin görmeyi irâde etmesi ve bu maksatla gözünü açması gerekmektedir. Eğer bu şart da tahakkuk ederse görme olayı kesin olarak gerçekleşir. Basar hâli de böylece tahakkuk eder. Her göz bu şartlarda görür. (Elbette ki görme olayı en son irâde ve kudret-i rabbâniye ile gerçekleşir.) Basîret ise kalb gözüdür. Yâni kalbin sezgisi ve görmesidir. Nasıl ki gözümüzde bir beyazlık vardır. O beyazlığın tam ortasında siyah bir nokta var ki sevad diyoruz. Işık o göz bebeği dediğimiz siyah benekten geçer ve görme olayı böylece gerçekleşir. Gözün içinde o siyah nokta olan sevad olmaz ise ya da zarar görmüş ise insan da bir şey göremez. Aynen öyle de mânevî kalbimizdeki süveydâ-i kalb olmazsa yâni kalbin ortasında var olduğu kabul edilen siyah nokta olmazsa, akıldaki farklı mesele ve fikirler münevver ve parlak olmazlar. İşte mânevî kalbimizde bulunan süveydâ-i kalb de basîretin görmesi için bir sevad ve siyah noktadır. Süveydâ-i kalbden ziyâ-yı imân ile nûr-u fikir münevverleşir. Böylece “aklın nûru kalbden gelir” diyoruz. Öyleyse “Kalbsiz akıl olamaz” (Sözler,2004,s:1148) denilmiştir. Risâle-i Nûr satırları arasında konumuza ışık tutabilecek olan şu izahlar da gayet hoş ve latîftir: ”Basar masnuatı görüp de, basiret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, o halde Sâniin mânen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdânındandır (yokluğundandır) veya kalb gözünün kör olmasındandır. Veya pek dar olduğundan, meseleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlandır (iflastır). Ve illâ, Sâniin inkârı, basarın şuhudunu (gördüğünü) inkârdan daha ziyade münkerdir (inkârcıdır).” (Mesnevî-i Nuriye, 2006, s:333) Bu cümleyi tahlil ettiğimizde güzel hakîkatler açığa çıkmaktadır. ”Basar masnuatı görüp de, basîret Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer.” Hakîkaten öyledir. Göz bir eşyayı veya masnuatı görür. Meselâ bir çiçeği göz görür. “Ne kadar güzel” der. Çiçeğe mânâ-i ismî ile bakar ve çiçekteki güzelliğe hayran kalır. Böylece maddî göz Allah’ın sanat harikası olan masnuatın zâhirî cihetini görmüş olur. Ancak kalbdeki basîret çiçekteki san'atı, tezyinâtı, nakışları, tasvirâtı, hikmeti, celâlî ve cemâlî esmâ tecellilerini yâni Sânii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. İşte basar eşyayı görürken basîret esmâyı görmesi gerekir ki insan münevverü’l-akıl olabilsin. Böylece marifetullah derecelerine ulaşsın. “Masnuât ne güzel yaratılmış” diyebilsin. İnsan eşyadan esmâya ancak basîret ile ulaşabilir. Basîret bir nev’î eşyadaki gizli esmâ hazinelerini keşfetmek, idrâk etmek ve görebilmektir. Bütün mesele Sâniin mânen, kalben görünebilmesidir. Basîret Sâniin mânen ve kalben görünmesini sağlar. Eğer basîret Sânii görmezse insan bir nev’î zulümâttadır. Basîretin Sânii mânen, kalben görmemesi, ya basiretin yokluğundan veya kalb gözünün yâni süveyda-i kalbin kör olmasındandır. Eğer insanın dimağı kalbden gelen ziyâ-yı imândan nasiplenememiş ise aklı darlaşır ve meseleleri hakkıyla kavrayamaz. Çünkü akıl maddiyâta müteveccihtir. Kalbden ziyâ-yı imân akla yansımaz ise karanlıkta maddî gözün görmesi gibi meseleleri tam bir vukûfiyet ve azametle idrâk edemez. Böylece tam bir iflâs hâli yaşanır. İnsanın Sânii inkârı, gözün müşâhede ettiğini inkâr etmesinden dâhâ fazlasıyla inkârdır. Allah’ı inkâr etmek eblehâne bir divâneliktir. Öyleyse insan olan insan basardan basîrete geçebilmelidir. Bakar kör olmamalıdır.
BÂKÎ ÇİMİÇ - [email protected] |
22.11.2009 |
Anlatsam anlar mısınız?
Bu yazı bir serzeniş yazısı değil. Bu yazı bir isyan yazısı değil. Gönülden kaleme, kalemden kâğıda dökülen meramımdır. Anlatsam anlar mısınız yaşadıklarımı/zı? Dile getirsem ne kadarını hissedebilirsiniz? Elinizden gelir mi bir şeyler yapabilmek? Ya da yapmak ister misiniz? Üniversite kapısının altından her geçişte bir kez daha yaşadığım/ız avuntusuz çaresizliği nasıl anlatmalıyım size? Dolaylı ya da dolaysız yönden yaşadığım/ız başörtüsü yasağının belleğime hangi divitlerle kazındığını tek tek dile getirmeliyim mi dersiniz? Cevabı yok sorularla, başımda şapka/peruk kendi saçım olduğu halde insanların yüzüne bakmaya korkarcasına, kalabalıklar arasında fark edilmemek için duâlar mırıldanır haldeyken ürkek adımlarla kampüste bir fakülteden diğer fakülteye geçişimi/zi hayal edin zihninizde. Yargılamaktan uzak, samimâne dinleyin beni. Acımayın, buruşturmayın öyle yüzünüzü. Bu ülkede hâlâ başörtüsü uğruna zulüm gören, değerlerinden taviz veren/vermek zorunda bırakılan, kimliğini çift kişiliğe bürüyen, bu yüzden psikolojik marazlarla boğuşmak zorunda kalan bir kitle var. Farklı ruh halleriyle yaşayan sayısını bilemediğimiz kocaman bir kitle… Kimi fark etmiyor belki de ilk günkü kadar saçının güneş karşısında renk değiştirişini. Kimi çoktan unuttu yaşadığı buhranları. Kimisi de her gün yeniden yeniden yaşıyor azabı. Ayrılıklara mahal vermeksizin tek bir dertten muzdarip halde söylüyorum bunları. Çünkü ben de unutuyorum zaman zaman yaşadıklarımı/zı. Bir üniversite kütüphanesine, ders göreceğim/iz fakülteye girmek isterken “yasak” pis pis sırıtıyordu yüzüme, unuttun mu beni dercesine. İşte o an tekrar hatırlıyordum mazide kalanları… Meğerse hiçbir şey değişmemiş diyordum hayretle. Yüzlerce başörtülünün yaşadığı bunca zulmü nasıl olup da dile getirmediklerine şaşırıyordum bazen. Ama şimdi anlayabiliyorum her şeyi. Yaşanılanlar ağzına kadar acılarla dolu bir heybeye benziyor. Hem acısı hem ağırlığı dilimden feryatlar, figanlar, vaveylalar koparttırıyor kerpetenlerle. Yazmaya mecali kalmıyor kimsenin. Sadece içinde yaşadıklarıyla yetinmek istiyor. Susuyor, konuşamıyor, dile getiremiyor içinden gelenleri. “Bana yasağı bir kelimeyle özetle” diyorum çevremdeki başörtüsü mağdurlarına. Cevap verilince anlıyorum, bizim lügatimizde “yasak” kelimesinin ne çok eşanlamlısı olduğunu. Sözcüklerin böylesine anlam kazandığı bir başka çağ hatırlamıyorum. Harflerin gölgesine sığınıp aydınlıklara kavuşmanın vaktini helecanla beklerken, nevalemde sabır, duâ, ümit biriktiriyorum. Hani şair de diyor ya:
Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse… Saçlarını taramayı becerememiş bir kızla karşılaşırsanız... Konuşurken saçlarını savurmuyorsa... Sıkı sıkıya tokalarla yapıştırmışsa saçlarını... Uyumsuz kıyafetler varsa üzerinde... Yakıştırmasızca giydiklerini... Güzelliğinden utanıyorsa meselâ... Yaz sıcağında boğazlı bir kazak giymişse... Bir pardesü giyip yün bir başlık takmışsa kafasına... Ya da modası geçmiş bir şapka takıyorsa... Ellerini sürekli başına götürüyorsa, saçlarını tıkıştırıyorsa şapkasından içeri. Ürkekse, bir başınaysa.… Bilin ki o kız, başörtülü bir kızdır. Bilin ki, bir kez daha kaybetmişizdir. (Tarık Tufan, Bilin ki…)
Hem şair anlattı, hem ben! Bilmem anlatabildik mi serencamımızı? Karşı öğrenci evinin şuh sesleri, kahkahaları ve şarkıları eşliğinde son noktayı koyuyorum yazıma...
SALİHA FERŞATOĞLU |
22.11.2009 |
Şaban Döğen’e milyonlar sevap gidecek
Tahsil yıllarım, ilkokuldan başlayarak (1960) üniversitenin bitimi (1981) ile noktalanır. O yıllar ideolojilerin bütün gücü ile çarpıştığı yıllardır. Ancak Kemalistler, Komünistler ve ırkçılara imkân tanınırken, Nur Talebeleri 1925’lerden itibaren olduğu gibi bütün ifsat komiteleri tarafından ezilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’de 1950’lere kadar dinî yayınlar engellemelerden dolayı gelişememiş. Bu sahadaki boşluğu ilk önce keşfeden ağabeylerimiz, ehl-i imanın eline bir nev'î manevî kılınç hükmünde kitaplar yayınlayarak verirler. Her sahada Risâle-i Nur’a uygun, Yeni Asya imzası ile kitaplar yayınlanır. Çünkü insanımız okuyacak, okutacak kitap beklemektedir. Bizlere tahsil hayatımızda—istisnalar hariç—bütün ilmî keşiflerin yabancıların bulduğu şekliyle öğretildi. Bizler bunun böyle olmadığını düşünüyorduk, ama elimizde delil yoktu. Daima içimiz buruktu. Hatta bu hususu bazı art niyetli insanlar İslâm aleyhinde kullanıyordu. Yayınevimiz ilk önce Şaban Döğen imzalı “Kur’ân’dan Tekniğe”, “Kur’ân’dan İcadlara”, “Kur’ân’dan Kâinata” isimli 3 kitap yayınladı. Ve nihayet “Mülüman İlim Öncüleri” Şaban Döğen imzası ile yayınlandı. Bu benim için bir nev'î bayramdı. Yıllardır beklediğim eser yayınlanmıştı. Bu eseri elime aldığımda ecdâdımı daha çok sevdim. Başım bu eserden sonra daha dik durdu. İçimdeki eziklik gitti. Belki milyonlarca mü’minle aynı duyguyu paylaştık. Çünkü bu sahada daha henüz yayınlanan eser yoktu. Bugün de yok. Müslüman İlim Öncüleri’nin, İlim Teknik Serisinin ve Yeni Asya Neşriyat’ın yaptığı hizmeti bazılarının anlayabilmesi çok zor, hatta imkânsızdır. Bu eserler var olduğu müddetçe Şaban Döğen’e milyonlar sevap gidecektir. Ruhuna binler Fatihalar... |
H. MUHARREM OKUR 22.11.2009 |
DURDU TARİH, GÖÇTÜ ŞABAN KARDEŞ, AH!
Şaban Döğen’in ölümüne tarih düşürme)
Yeni Asya köşesinden âlem-i ukbâya, Nurlu Kardeş geliyor, söylenmeli istircâ’ (*) Şeb-i Yeldâ bile olsa, doğacak mutlak sabah Bu gece de “durdu tarih”(**), göçtü Şaban Kardeş, âh!
Hasan Şen (Sabahî) / Trabzon
Dipnot: * Bir ölü görüldüğü zaman, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz Allah’ın kuluyuz; O’ndan geldik ve yine O’na döneceğiz) âyetini okumak. ** “Durdu tarih” ebced hesabıyla Şaban Döğen’in ölüm tarihi olan hicri 1431’e işaret etmektedir. |
22.11.2009 |
Adliyeye de siyaset sokulmamalı
Camiye, okula ve kışlaya siyaset sokulmaz. Ve de sokulmamalı. Sakıncalarını geçmiş tarihimizde ve yakın tarihimizde çok acı yaşamışız. Şimdilerde siyasetin girmemesi gereken adliyeye de maalesef siyaset bulaştırılmak istenmektedir. Camiye siyasetin sokulmasının acı tecrübesini, 80 öncesi hep birlikte yaşadık. Her siyasî görüşün ayrı camisi olmuştu. Birinin gittiği camiye diğeri gitmezdi. Aynı kötü duruma, zannederim Almanya’da yaşayan soydaşlarımız da şahit olmuştur. Okula siyaset sokulması olayı da, bazı okullarımıza arka bahçe yakıştırmasına sebep olmuştur. Hem de “namazsız Müslüman” tiplemesine uygun insanlar sökün etmiştir. Halbuki din gibi umumun hakkı olan meseleler belli grup ve kişilerin inhisarına, tekeline alınamaz. Okullara siyasetin girmesi, burada okuyan veya mezun olanların objektif olmalarını da engellemiştir. Hatta meslek sahibi olduklarında dahi yanlı tutumlarını sürdürmüşlerdir. Meselâ, hakim olmuşsa verdiği hükümde ideolojik davranmıştır. Kışlaya siyasetin sokulmasının acı tecrübesini yeniçeri ocağında yaşamışız. Balkan yenilgisinin sebeplerinden en mühimi, ordu içindeki siyasî ayrılık veya kutuplaşmadır. İttihat ve itilaf yandaşlarının, memleketin çıkarına değil de, siyasî çıkarına, görüşüne göre davranmasıdır. Eğer komutanı ittihatçı, asker itilafçı ise çarpışmamış, memleketimize nâmahrem eli girmiştir. Düşman çizmesine seyirci kalmıştır. Aynı durumu komutan itilâfçı, asker ittihatçı ise de yaşamışız. Siyasî görüşü farklı komutan zafer ve ün kazanacak diye emrindeki farklı siyasî görüşteki erler veya asker savaşmamışlardır. İhanetin ve alçaklığın en büyüğü yaşanmıştır. Dört tane küçük Balkan devletine Koskoca Osmanlı İmparatorluğu yenik düşmüştür. İkinci Balkan savaşında yapılan hatalar nispeten telâfi edilerek, kaybedilen vatan topraklarının bir kısmı geri alınabilmiştir. Geri alınan topraklardan biri de, eski Osmanlı başşehirlerinden tarihi serhat şehrimiz Edirne’dir. Şimdilerde siyaset sokulmayacak yerler olan cami, kışla, okula bir de adliye eklenmiştir. Adalet, hak hukuk demektir. Güçlünün değil de haklının sesi çıkar, dediği olur. Hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Hak haktır. Birileri için de bu hak terk edilemez. Vazgeçilemez. Sıffın savaşının bir sebebi de, adalettir.1 Hazret-i Ali, “adalet-i mahzâ” dediğimiz “Devletin çıkarı için en küçük bir haktan vazgeçilemez. Hakkın küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Hak haktır” hükmünü savunurken, Hz. Muaviye; hatalı olarak, “adalet-i izafiye” dediğimiz “Devletin çıkarı için ferdin hakkından vazgeçilir”i savunmuştur. Harbin diğer sebepleri de tuzu biberi olmuştur. Hazret-i Ali’nin savunduğu konu veya dâvâ, Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i Ömer zamanındaki hükümdür. Yani Hazret-i Ali, halife seçiminde “seçimi” (demokrasiyi) savunurken, Hz. Muâviye işi saltanata çevirmiştir.
Dipnot:
1- Mektûbât, Bediüzzaman Said Nursî, s. 90, 15. Mektub, 2. Suâlinizin Cevabı.
CİHAT ERDOĞ - cihaterdoğ@yahoo.com |
22.11.2009 |
Yüzde 100 gripsiz hava sahası
Şu vizeler var ya insanın feleğini şaşırtıyor. Bir haftadır hocaların sağlı solu zor sorularına maruz kalmışım. Tam bu vahametli durumdan kurtulayım derken, sağ olsun A tipi H1N1 beyler yetişti imdada! Boğazımda tuhaf bir gıcıklık var. Eskiden bir oturuşta 3 tas cacık yiyen benden eser yok. Zeki Mürren, Ferdi ve Müslüm’ün şarkılarına meylim tavan yaptı. Şimdi büyüteçle arasanız bende bir gram et bulamasınız. Aslında normal gribe mi yoksa H1N1 gribine mi yakalandığımı bilmiyorum? Onu da Metalurji mühendisi Nusret Bey öyle buyurdular. Kendisi doktor değil ama velâkin bu konu hakkında Facebook ve MSN’den bir kazan mürekkep yalamış. Artık bu konu onun ihtisas alanına dönüşmüş. Yakında mahalleli kapıya dayanıp ‘muayene olmak istiyoruz’ dese hiç şaşmam. Teşhisten hemen sonra bana şunları yapmamı tavsiye etti: Hiç kimseyle tokalaşma, televizyon izlemeyi bırak, azıcık kitap oku, küçüklerin tombul yanağını, ak saçlı dedelerin elerini öpmeyi bırak. ‘Uzaktan hello’ de tam gaz yoluna devam et. Galiba bana bir ‘mamanı yemeyi unutma’ demediği kaldı. Aslında kolayına kaçıp aşı olmam gerekir. Ama bende de aşıya karşı aşırı bir korku var. Köye gelen ebelere aşı olmamak için az tabanları yağlamadım. En son cilalı taş devrinde herhalde aşı olmuşluğum var. Bizim başbakan da aşı olmak istemediğini söyledi. İbrahim’den aldığım bilgiye göre bizim Kasımpaşalı, Davos fatihi, bol fasulye ve bulgur seven başbakan da aşıdan fena halde ürküyormuş. En iyisi mi biz Halim abinin otlu tarifine başvuralım. Dolabında yok yok maşallah. Son duyumlara göre domuz gribi CHP binasına yaklaşmaktan korkuyormuş. Bakmış ki bunlar zaten toplumu grip yapmak için kendisine yardım ediyorlar. Köşedeki bakkaldan iki kilo tatlı alıp bizim Baykal’a hediye niyetine göndermiş. Keşke yüzde 100 dumansız hava sahası gibi gripsiz hava sahası da olsaydı hani. Ama nerdeeee. RÜYA TAMİRCİSİ Sayın Fehamet abla evvelsi gece değil ondan bir önceki gece rüyamda öyle bir rüya gördüm ki uyanmak istemedim. Sabahleyin ben beyaz smokinleri giymişim. Eminönü’nde dolaşıyorum. Bir baktım arkadan biri ‘Heey CORC baksana’ dedi. Tabi, benim de ismim Reçel Niyazi. Vay be dedim demek ki birisi bana Corc diyor. Hemen arkaya baktım. Kırmızısından bir limuzin. Şoför bana bir adet Amerikan bakışı atıp, gelmemi söyledi. İçeri girer girmez Bil Geyts’i gördüm. Bana ‘nasılsın yaramaz’ dedi. Şoföre arabayı şirkete çekmesini söyledi. Bu arada biz giderken arabaya paralar dökülüyor. Bil amca bana, ‘Bunlar senin maaşın topla yoksa Bush falan görür nazara geliriz Alimallah’ deyiverdi. İşsizlik kuyruğu canına tak etmiş olan ben hemen paraları çuvala doldurdum. Bir elim yağın, bir elim balın içindeyken bizim çili horozun borazan sesiyle uyandım. Güzelim rüya güme gitti. Sizce bu rüyanın anlamı ne Fehamet abla? “Oğlum sen bunları ancak rüyanda görebilirsin. Enflasyon tavan yapmış, otomobilin camından içeriye ancak toz girer. Acıkmış tavukların darı ambarı görme konferansına iştirak edeceğinize işaret eder. Bir terslik olmasa Almanya’daki dedenizden size Murat marka bir taksi miras kalacak. Son olarak; bu rüyadan tabir çıkartacak rüya tabircisi daha dünyaya teşrif etmedi.’ Sıfırcı Melahat abla ben rüyamda Ramazan abiyle birlikte süper bir arabaya binip gazeteye gidiyordum. Eskiden bizden hızlı giden tüm zebraları geçiyorduk. Göz açıp kapamakla vardık. Arabanın fren ve vitesleri de lıkır lıkır çalışıyordu. Ferrari pilotu Şumaher bizi geçmeye çalıştı ama nafile. Tam kırmızı ışık yanmak üzereyken Yusuf abi kalk şu halıları serelim deyince rüya bitti haliyle. Sizce bu rüyanın anlamı ne Sıfırcı Melahat abla? Rüyanızda güzel araba görmeniz ufak ufak at civcivler yesin anlamına geliyor. Maalesef o pejo hep senin evinde kalacak ve hayırlı kısmeti çıkmayacak. Artık katırlarda sizi geçecek yolda. Bu arada iyi olan şu ki artık kas yapmanız için fitnese gitmenize kalmayacak sadece 2 gün direksiyonu çevirmeniz yeterli olacak. Çalınması için o arabayı dışarı bıraksanız bile hırsız tenezzül etmeyecek ona efem.
ÇETİN KASKA - [email protected] |
22.11.2009 |