Nejat EREN |
|
Dâvet, icabet ve dostluk üzerine! |
Şu dünyada en büyük saadet ve mutluluk kaynaklarından birisi, belki de en birincisi “dostluktur, dostluklardır.“ “Dostluk“ gerçekten bir hazinedir, servettir, berekettir. Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun ki Müslüman olanın bu dünyadaki imtihan sırrından dolayı birçok sıkıntı ve çilesi vardır, ama bunun yanında aynı zamanda gönül ve his dünyasında da müthiş bir saadet ve hoşluk vardır. Bu da ancak en başta dostluklarla olur. Dostlar iyi ise biz de iyiyiz. Dostlar huzurlu ise bizde huzurluyuz. Dostlar hasta ise biz onlara duâcıyız. Dostlar hüzünlü ise biz teselli vermek isteriz. Dostlar gülerse biz de dostlarla güleriz. Dostlar ağlar ise biz de dostlarla ağlarız. Dostları andığımızda O’nu anarız. Dostları özlediğimizde O’nu özleriz. Dostları sevdiğimizde O’nu severiz. Dostlara gittiğimizde O’na gideriz. Dostların sıhhati, keyfi, yüreği, gözleri, sözleri, kalblerinin güzelliği iyiyse biz de iyiyizdir. Huzur, şükür, zikirse gerçek dost olan Allah’adır. Dostlara teşekkür en büyük ve güzel mukabeledir. Duâmız; dostlarımızadır ve dostlarımızladır. Dostlarla omuz omuza olmak, onların yüreğinin sevgisini paylaşmak, hürmetine, saygısına, ikramına muhatap olmak. Dost sözüne kulak kabartıp, dosta söz vermek, yüreklerimizden çıkıp dilimize gelip kalemimize döktüğümüz... Sevgilerimiz, muhabbetlerimiz, hatıra ve mutlu anlarda paylaştığımız sergüzeştlerimiz var bize dost ile O’nun sevgisini sevdiren. Aciz duâlarımızla, yürekten kopup gelen dost nidaları her an kulaklarımızda çınlıyor. Gönül diyarlarımızda ve ellerimizde yankı buluyor. Aşk ve şevkimizi ayakta tutup mazi derelerinden, istikbal bozkırlarına köprüler kurduruyor. Geçen haftaki Antakya, Kırıkhan, İskenderun, Adana, Payas il, ilçe ve beldelerindeki hizmet gezimizde bütün bu duyguları paylaştık eskimeyen gerçek dostlarla. Kırk yıllık mazinin tatlı–acı hatıra ve maceralarını terennüm ettik. Mutlu olarak ayrıldık. Yeni hatıralar koyduk dağarcığımıza. Lâyık olmadığımız halde etrafımızda halka olup bize samimiyet duygusu ve mânevî atmosfer hazırlayıp, dostça sohbet sofraları açan değerli dostlara duâlarla mukabele ederek teşekkür ediyorum. Güneyin o sıcakkanlı, delikanlı, vefalı, samimî dâvâ adamlarına, bahtiyar insanlarına binler tebrik ve teşekkürlerimi gönderiyorum. Dershanelerini, evlerini, iş yerlerini, vasıtalarını bize açıp emrimize tahsis edenlere, hepsine selâm olsun! Bu yeni hafta boyunca ise; İzmir-Manisa taraflarındayız. Bu bölgede hizmetimiz olan bütün ilçelerinde Üstadın duâsını alan müstesna ve mümtaz insan Recep Unaz Ağabeyimle birlikteyiz. Dersler, hatıralarla yeni ufuklar açıp, gönül köprüsü kurma emelindeyiz. Rabbim mahcup etmesin. İnşaallah. Önümüzdeki yazıda yepyeni bir haber size sunmak arzusundayım. Asrın mânevî tabibi Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin tabutunu taşıyan uçağın pilotu Ahmet Kırılay’ı dört-beş yıldır takip ediyorduk. Bu defa buluşup hadiseyi canlı şahidinden dinledik. Bu canlı hatırayı ve resimlerini sizinle paylaşacağız. İnşallah. Yepyeni hatıra ve taze dostluk ve dostlarla yoldaş olmak dilek ve temennisiyle... 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
İttihad-ı İslâm ve açılım |
Geçtiğimiz hafta bizim için yine çok hızlı ve hareketli oldu. Kırıkkale’de iki, Ankara’da üç konferans, seminer ve sohbetimiz oldu. Kırıkkale Moda Life Fabrika Camiinde “Hz. Peygamber (asm) ve iş hayatı”, Yeni Asya Vakfı’nda “Bediüzzaman ve ittihad-ı İslâm”, Ankara’da Emek dershanesinde “Gençlik ve Bediüzzaman”, Özkan Vakfı’nda “İttihad-ı İslam ve Bediüzzaman” ve SETÜD eğitim merkezinde ise “Açılımda kardeşlik ve eğitim“ üzerinde hitabelerde bulunduk. Saatleri içine alan bu hakikatler manzumesini bir makaleye sığdırmak mümkün değil. Anlattıklarımı özetle ve birkaç çarpıcı misâlle sizlerle paylaşmak isterim. Türkiye’nin gündeminden düşmeyen paketin içinde Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin en büyük âlimi ve çağımıza 130 eseriyle damga vuran Hz. Bediüzzaman’ın eserlerine mutlaka kulak verilmelidir. Hz. Bediüzzaman hem o bölgenin insanı ve hem de Mehmet Akif’inin ifadesiyle “asrın idrakine” Kur’ân-ı Hakimi yansıtan ve takdim eden bir büyük mütefekkir. Ankara’ya 9 Kasım 1922 Perşembe günü dâvet üzere gitmiş, kendisine TBMM tarafından resmen “hoşamedi” merasimi yapılmıştır. (TBMM, Zabıt Ceridesi, c. 24, 457) Hoşamedi bugünkü anlamda kimlere yapılır? Hakikati şudur: Hoşamedi merasim ve törenleri ancak devlet başkanları statüsündeki zevâta yapılır. Meselâ; ABD devlet başkanı Obama’ya, ABD devlet başkanı Bill Clınton’a, Azerbaycan, KKTC, Almanya, Bulgaristan devlet başkanlarına yapıldı ve onlar da gelip TBMM’de bütün milletvekillerine hitabelerde bulundular. Bunun dışında bir şehrin valisi, bir genelkurmay başkanı, bir belediye başkanı gelip o kürsüden konuşamaz, ancak komisyonlarda, özel yerlerde konuşur. Öyle ise bu zat, önemli bir zât. Çünkü Hz. Bediüzzaman milletvekili ve devlet başkanı da değildi. Eşref Edip Fergan merhumun dediği gibi “Mekteb-i irfanın” kurucusu Hz. Bediüzzaman’a kulak verilmeli ve onun eserlerini hayata geçirmelidir. O zaman paket canlanır ve renklenir. Akif-i sânî denilen merhum Ali Ulvi Kurucu’nun, Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayat kitabının önsözünde aktardığı bir hadis-i şerife bakmak lâzım. Hadiste “Alimler / ulemalar, Peygamberlerin varisleridirler” buyuruluyor. Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm), “Bütün Müslümanlara imam ve bütün insanlara hatip”tir. Bediüzzaman da bu hadisin tam anlamda bir varis-i ekberidir. Bu itibarla takdim ettiği eserleri birer rehber niteliğindedir. Meselâ yıllar önce neşrettiği “22. Mektub Uhuvvet Risâlesi” tek başına bir şaheserdir. Kur’ân-ı Hakîm’in sosyal hayata bakan 230 âyetinden 3 âyetini bu esere serlevha yapmış ve çok harika misâllerle açıklamasını yapmıştır. 1943 yıllarında tutuklu bulunduğu Denizli Cezaevi’nde adam öldüren katillere ders verdiği “Meyve Risâlesi” neticesinde katiller gelip sormuşlar: “Efendi hazretleri, acaba koğuşumuzdaki tahta kurularını öldürsek günahkâr olur muyuz?” Şimdi Türkiye’de 524 cezaevi ve 100 bin civarında mahkûm ve tutuklu var. Acaba açılım paketinde, buralara Meyve Risâlesi’nin dağıtılması yer alsa yanlış mı olur? Bataklık kurutulmadan sinekleri nasıl imhâ edeceksin? Geçen sene İstanbul Emniyet Müdürü'nün “Cezaevlerinden çıkanların yüzde 34’ü geri gelmektedir” demesi manidardır. Onlara ne verildi ki geri dönüyorlar? Dağlara çıkanların % 95’i, cezaevlerine düşenlerin % 80’i genç ve Türkiye’nin okullarında okumuşlar ve hâlen nüfusun 20 milyonu genç okumaktadır. Hz. Bediüzzaman yüz yıl önce çıkış yolunu sunmuş: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dinîyedir (din ilimleridir). Aklın nuru, fünun-u medeniyedir (medeniyet fenleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Dünyada da 2 milyar genç okuyor ve en mühimmi 10-15 sene sonra dünyanın söz ve kalem sahipleri bunlar. Acaba istediğimiz mânâdalar mı? Bizlere himmet eden ve oralarda ağırlayan bütün zevâtı tebrik edip teşekkür ederken, oralarda hep söylediğim Hz. Üstadın bir reçetesi ile noktalayayım: “Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.” 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Kemalizm ortak paydasında birleşenler.. |
Hadiselerin mahiyetini az çok bilenlerin dışındakilerin çoğu şaşkın... Zihinleri tepetaklak eden gelişmelerin alabora ettiği bir cemiyette yaşıyoruz. Bilhassa Cumhuriyetin kuruluşundan çok partili döneme geçiş günlerine kadar yaşanmış bazı hadiselerin milletten saklanması veya halkın yanlış bilgilendirilmiş olması, doğrulara olan inançları da aşındırıyor. Cemiyetin içtimaî emniyetinde büyük tahribatların meydana geldiğini hepimiz kabul ediyoruz. Kemalizmden en son vazgeçeceklerin şaşkınlığı daha başka... Resmî tarihin ninnileriyle uyutulmuş çocukların hafızalarındaki garabete şaşanlar da şaşkın... Hâlâ bugün bile M. Kemal’in meddahlığına kalkışan ve onun zamanındaki icraatları “lâ yuhti” (hatasız) kabul eden iktidar partisiyle destekçisi bazı grupları bırakarak Onur Öymen’e saldıranlara da şaşmamak mümkün mü? Öymen, çocukluğundan beri, medyada ve cemiyetin elit mahfilinde seslendirilmiş düşünceyi söyledi. Hayatının çoğu Avrupalıların içinde geçtiğinden, Şark kurnazlığına tevessül etmedi. Lisanı kalbine tercüman oldu. Yani ikiyüzlülük yapmadı. Türkiye’nin asıl probleminin bir türlü demokratikleşemeyen “takıyyeci” gruplarımız olduğunu inkâr edenler, şu süreçlere müsbet bir katkıda bulunamazlar. M. Kemal’in kendi partilerinde olacağını iddia edenlerin, M. Kemal’e benzetilmek isteyenlerin, ilke ve inkılâplarına sadakati tazeleyenlerin, Atatürk’ü dindar göstermeye çalışanların “dindar kimliklerle” siyaset yaptıkları bir Türkiye’de söz konusu zihniyetlerden “hayır” beklemek hakka saygısızlık olmaz mı? Kemalizm, yalnız CHP’ye yardım etmedi; siyasal İslâmcıları da, ırkçı Türkçüleri de, ırkçı Kürtçüleri de bu ikbale taşıyan Kemalizmdir. Murat Yetkin’in ifadesiyle, bütün ihtilâller Kemalizm adına yapıldığına ve şu mevcut Meclis tablosu da bir müdahale eseri olduğuna göre, Meclisteki bütün siyasî partilerimiz “Kemalizm”den beslenerek geliyorlar. Yakın tarihimizin sahnesinde rol alan kişilerin ve hadiselerin mahiyetleri ortaya çıkmadan, Türkiye’ye “demokrasinin” gelemeyeceğini artık hepimiz kabulleniyoruz. AB sürecini idam sehpasına giden “kahredici yola” benzeten Kemalistler, kendi zaviyelerinden elbette haklıdırlar. En az Kemalistler kadar AKP, CHP, MHP ve DTP de AB’ye karşı olmakta haklıdırlar. Zira kanun hakimiyetinin esas olduğu, şahıslara özel koruma kanunlarının bulunmadığı, dinin siyasete alet edilmediği ve ırkçılığın kanunen suç kapsamına alındığı bir Avrupa Birliğine, 22 Temmuz seçimiyle ortaya çıkan Meclisimizdeki hangi siyasî parti taraf olabilir ki…. Hoş olmayan birşey varsa, takıyyedir. Yani bazı dindarların Atatürkçülüğü benimser görünmeleridir. En çirkin şey ise, münafıklıktır. Kemalizmin 1950’lerden sonra resmî kurumların içinde ve nifaka bürünerek milletle mücadeleye giriştiğini bildiğimiz halde, kendi mantığı içinde tutarlı bir tavır sergileyerek “Atatürk'ün yaptığını savunmak suç mu? Ben faşistsem Atatürk ne?” diyen Öymen'i hedefe koymak, sizce de haksızlık sayılmaz mı? Kemalizm yalnızca Dersim Alevilerine ve Doğudaki Kürtlere zulmetmemiştir. Savaş gemilerinin Doğu Karadeniz’i top atışına tuttuklarını; Trabzon, Erzurum, Konya, Yozgat, İstanbul ve daha birçok Anadolu vilâyetlerindeki mezalimleri ve darağaçlarını da seslendirmek zorundayız. Kemalizmin meşhur komita istibdadından bütün Türkiye zarardîde olmuştur. Fakat asıl mesele, günümüzde mertçe M. Kemal zamanında yapılan yanlışlara itiraz etmek olsa gerek. Ama Atatürk meddahlığı yapanların Kemalizm karşıtlıkları geçersizdir ve demokrasiye de karşı olma mânâsını ifade eder. 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Obama’nın ibretlik Çin ziyareti |
Obama’nın Çin ziyareti dünya sahnesinde iki büyük gücün yerlerinin nasıl değiştiğini göstermesi bakımından ilgi çekiciydi. Batılı gözlemciler bu ziyareti, gücün el değiştirmesinin bir göstergesi olarak değerlendiriyorlar. Otuz yıllık çalkantılı ilişkilerinde Amerika ile Çin liderleri ilk kez Amerika’nın zayıfladığı, Çin’in ise gittikçe güçlendiği bir ortamda buluştular. The Washington Post bunu ‘iki devin eşit olmaya yaklaşması’ olarak değerlendirirken, bir çok gözlemci Obama’nın geçmişteki başkanlardan çok daha zayıf bir elle Çin’e gittiğini söylüyor. Ekonomik kriz, Irak ve Afganistan’daki savaşlar, Amerika’nın prestijini hayli düşürdü. Çin, Amerika’nın en büyük kredi veren alacaklısı. Amerika şu anda Çin’e 800 milyar dolar borçlu. Ancak bu Çin için büyük bir avantaj değil. Zira alacağını tahsil etmek isteyen her alacaklı gibi, bu ülke de Amerika’nın toparlanmasını ve borcunu ödeyebilir hale gelmesini istiyor. Ayrıca Çin’in ihracat mallarının en büyük alıcısı da Amerikan tüketicisi. Dünyanın en çok para harcayan toplumu, ekonomik kriz nedeniyle kemerleri sıkınca, Çin’de üretim sekteye uğradı. Bu yüzden bu gezi her iki ülke için de her sözün dikkatle söylendiği, her adımın titizlikle atıldığı bir ziyaret oldu. Ancak bu ziyarette Amerika, Çin’den iklim değişikliği, İran ve Kuzey Kore’nin nükleer programları gibi konularda destek bulamadı. Çin, Amerika’nın aksine nükleer programı olan ülkelerle sorunların görüşmelerle çözülebileceği görüşünü sürdürüyor. Yeni yaptırımlara sıcak bakmıyor. Zaten İran’daki nükleer yatırımlarda rol alan Çin’in farklı bir tavır sergilemesi beklenmiyordu. Obama, Çinli ev sahiplerini kızdırmamak için Sincan’daki Uygur kıyımını ve Tibet’teki insan hakları ihlâlleri ve baskıları dile getirmek yerine, internet üzerindeki sınırlamaları eleştirdi. Çinli otoriteler ironik bir tavırla, Obama’nın bu konuşmasının Şangay dışındaki Çinliler tarafından internetten izlenmesini engellediler. ABD Başkanının Çinli siyasal aktivistler ve hukukçularla görüşmesine de izin vermediler. Çin lideri Hu, Washington’u kendi ‘temel çıkarları’ olan Tayvan’a silâh satışı ve Dalai Lama’nın sürgündeki Tibet hükümetini desteklemeyi bırakma konusunda uyardı. Ayrıca Uygurların haklarını savunanlara yasak getirmesini de istedi. Yani işler tersine döndü. Şimdi Çin, Amerikan liderinin eleştirilerinden çekinmek yerine, Amerikalıları eleştiriyor. Kısacası; bu ziyaret yalnızca güzel sözler ve jestlerle dolu, ama içi boş bir ziyaret oldu. Bunu en güzel Beyaz Saray Basın Sözcüsü Robert Gibbs’in şu sözleri yansıtıyor: “Kendim ve Başkan adına şunu söyleyebilirim ki; iki buçuk günlük Çin ziyaretinde suların ikiye ayrılmasını ve her şeyin değişmesini beklemiyorduk”. Bu ziyaretin ortaya koyduğu bir gerçek varsa; o da küresel krizden Çin dünya sahnesindeki yerini güçlendirerek çıkarken, Amerika’nın—ve Rusya’nın—eski ihtişamını kaybetmiş olarak yoluna devam edeceğidir. 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Dünyanın imtihanı |
Yirmi birinci asrın başındayız ve bazı ‘geri kalmış ülke’lerde başta çocuklar olmak üzere insanlar ‘açlık’ sebebiyle ölmeye devam ediyor. Kimse bu problemin ‘geri kalmış ülkeler’in problemi olduğunu düşünmesin. Bu durum başta zengin ülkeler olmak üzere bütün bir dünyanın problemidir, hepimizin problemidir. Rakamlar ortada. Bazı ülkeler çok tüketiyor ve bazı ülkeler de sırf bu sebeple açlığa mahkûm oluyor. Üstelik geri kalmış ülkelerin arasında çok sayıda “İslâm ülkesi”nin de yer alıyor olması bizi ayrıca düşündürmeli. Şunu herkes kabul eder ki, ‘geri kalmış ülkeler’in geri kalmış olmaları sadece kendi kabahatleri değildir. Elbette onların da tembellikleri bunda etkili olmuştur, ama Avrupa’nın ‘dessas zalimleri’nin de bu geri kalmışlıkta büyük payı vardır. Bu konuda o kadar çelişki var ki, mevcut durumu kabul etmek mümkün değil. Yer üstü ve yer altı kaynakları bakımından ‘zengin’ olan bir ülkenin gerçekte fakir kalmış olması ve o ülkede yaşayan çocukların da açlık sebebiyle ölmesi nasıl kabul edilebilir? “G-20” olarak adlandırılan dünyanın gelişmiş ve zengin olmuş ülkeleri kendi aralarında toplanıp kararlar alırken dünyayı sarsan bu ‘açlık’ nasıl olur da gündemin birinci maddesi hâline gelmez? Ciddî mânâda istense ve arzu edilse bir iki yılda dünyadaki açlık sona erebilir... Nasıl ki insanlığı tehdit eden bazı ciddî bulaşıcı hastalıklar konusunda ülkeler arası işbirliği yapılıyor, ‘açlık sebebiyle ölüm’lere karşı da işbirliği yapılmalıdır. BM Gıda ve Tarım Örgütünün (FAO) Roma’da düzenlediği “Dünya Gıda Güvenliği” adlı zirvenin açılışına katılan Roma Katolik Kilisesi’nin lideri Papa 16. Benediktus dünya liderlerini açlık konusunda da uyarmış. 16. Benediktus, katılımcılara hitaben yaptığı konuşmada, açlık problemi ile nüfus artışı arasında bir bağlantı kurulamayacağını hatırlatarak, “Açlık, nüfus artışıyla ilgili bir konu değil. Yeryüzü, kendi sakinlerini besleyebilecek kaynaklara sahiptir” demiş. (Milliyet, 16 Kasım 2009) Türkiye’yi idare edenler de uzun süre nüfus artışını fakirlik sebebi saymışlardır. Böyle inandıkları için de ona göre politikalar geliştirdiler ve “az çocuk, çok ekmek” iddiâsını dillendirdiler. Ama hakikatin böyle olmadığı zamanla anlaşıldı. Aynı hatayı yıllar önce Avrupa yaptı ve güya zengin olalım diye vatandaşlarını çocuk yapmamaya teşvik ettiler. Aradan yıllar geçti ve Avrupa sadece tarihî bakımdan değil, nüfus bakımından da yaşlı kıt'a oldu. Şimdi bütün Avrupa ülkeleri “yaşlı nüfusla nasıl idare edeceğiz?” diye kara kara düşünüyor. Dünyada var olan nimetler, insanların hepsine, hem de fazlasıyla yeter. Problem, bu nimetleri adaletli bir şekilde paylaşamamaktan kaynaklanıyor. Zengin ülkeler ‘çok yemek’ten hasta olurken, fakir ülkeler kuru ekmek ve suya muhtaç halde yaşıyor. Roma’da düzenlenen toplantı ‘açlık felâketi’ni yeniden gündeme getirmesi bakımından faydalı olmuştur. Kalıcı çare, konuşulanların icra sahfasına geçmesiyle mümkün olabilir. Bundan önce de benzer toplantılar yapıldı ve zengin ülkelerin fakir ülkelere yardım etmesi vaad edildi. Aradan aylar geçti ve verilen vaadlerin tutulmadığı görüldü. Yeni toplantıda da güzel sözler söylenmiş ve “Roma ilkeleri” diye adlandırılan hedefler çizilmiş. Fakirliği sona erdirmek için bu güne kadar verilen sözler tutulmadı. Bari bundan sonraki sözler tutulsun ve insanlık ayıbı olan ‘açlık’ tarihe karışsın. Yirmibirinci yüzyılda hâlâ insanların aç kalması, ‘kıyamet alâmetleri’nden biri olsa gerek... 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Genetiği bozdurulmuş gıdalar” yönetmeliği… (1) |
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Roma’daki Dünya Gıda Güvenliği zirvesinde dünyada açlığa, dünya zenginlerinin bencil ve israfçılığının ve bencilliğinin sebep olduğu belirtildi. Gittikçe yaygınlaşan “domuz gribi”ne karşı aşı güvenliği tereddütleri, “açılım” atışmaları, yargıya havale edilen “belge” tartışmaları, Yargıtay’a uzanan dinleme skandalları, yeni “ihbar mektupları” ve diğer iç ve dış gelişmeler ortasında apar-topar çıkarılan “genetiği bozdurulmuş gıdalar”a dair yönetmelik, tartışmaları bir başka boyuta taşımakta… Aylardır hükümetin bu hususta Meclis’e bir yasa tasarısı sevk edeceği beklenirken, alelacele yasa olmadan çıkarılan “yönetmelik”le, daha baştan genetik yapısı değiştirilmiş organizmaların ve ürünlerin ithalatını, işlenmesini ve ihracatını serbest bıraktırmakta… Her ne kadar Tarım Bakanlığından yapılan açıklamalarda amacın “genetiği değiştirilmiş gıdalar”ın kontrol ve denetimi” olduğu bildirilse de, 26 Ekim’de Resmî Gazete’de yayınlanan ve peşinden yürürlüğe giren yönetmeliğin, “genetiği bozdurulmuş gıdalara” ülkenin kapılarını açtığı, evvelâ “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” isminden anlaşılıyor. GDO’lu gıdaların ve ürünlerin engellenmesi için değil, tam tersine ithal ve tüketiminin esas alındığı, yönetmeliğin metninden açıkça okunuyor…
YÖNETMELİK, GDO’LU GIDALARI YASAKLAMIYOR, “DÜZENLİYOR”! Meselâ, “izin koşulları” başlığı altında, “Genetiği değiştirilmiş gıda ve yemlerin işleme ve tüketim amacıyla ithali, piyasaya sürülmesi, tescili, ihracatı ve transit geçişleri”nin yönetmelikle genel hükme bağlanması ve “yönetmelik kapsamındaki ürünler için GDO ya ilişkin ek bir belge aranmaması” bu gerçeği ortaya koymakta. Keza yönetmelikte, öncelikle “izin verilen GDO ve diğer GDO’larla ilgili bilgileri Bakanlık internet sitesinde yayımlar” cümlesi de, GDO’lu ürünlerin ithalini, işleyişini ve piyasaya sürülmesinin sağlandığını ele vermekte. Yine yönetmelikteki, “Bakanlık, GDO’lu gıda ve yemlerin ithalat ve ihracat kapılarıyla ilgili gerektiğinde düzenleme yapabilir” ibaresinde bu husus açıkça sırıtmakta. Yetkililerin, yönetmeliği savunurken bile “Yarın-öbürgün bir sıkıntı çıkabilir, garanti etmiyoruz” diye “şüpheli” konuşup güvence vermemesi de bu gerçeği su yüzüne çıkarmakta… Ayrıca, “GDO’lu ürünlerin işlenmesi ve depolanması” başlığı altındaki maddede, “İthal edilen GDO ve ürünlerinin gıda veya yem maddelerinin üretiminde kullanılabilmesi için bu ürünlerin izin, ruhsat ve tescil başvuruları”nı düzenlemesi de, yönetmelikte halktan gerçeğin gizlendiğini göstermekte. Bir diğer husus, “GDO’lu gıdalar”ın ithalinde inceleneceğinin, ancak yönetmelikte yazıldığı şekliyle bu ithal ürünlerin “GDO’lu olup olmadığı incelenmesi”nin ithal edenlerinin beyânına bağlı olduğunun yönetmelikte açıkça ikrar edilmesi. Bütün bunların yanı sıra, örneğin yönetmeliğin “denetim ve kontrol”e dair 17. maddesinde, “GDO ve ürünlerinin denetim ve kontrolleri bu yönetmelik hükümleri ile birlikte ilgili mevzuata göre yapılır” ifadesi, genetiği bozdurulmuş gıdaların Türkiye’ye ithali, işlenmesi, piyasaya sürülmesi ve tüketimine artık bir engelin kalmadığının bâriz belgesi…
GDO’LU ÜRÜNLERİN İTHALİNİN GEREĞİ NEDİR? Peki, daha “biyogüvenlik yasası” çıkarılmadan AKP hükûmetinin Meclis’i bypass ederek yasasız “genetiği bozdurulmuş gıda yönetmeliği”ni çıkarmasının gereği nedir? Tarım Bakanı, yönetmeliğe göre “kanun tasarısı”nın Meclis’e sevk edileceğini ifâde edi-yor. Bu durumda insan ve çevre sağlığı için fevkalâde riskler taşıdığı bütün dünyada kabul edilen, kanserden kısırlığa, felçten çeşitli kalıcı hastalıklara ve ölüme sebebiyet veren “genetiği değiştirilmiş gıdaları” yasaklamak yerine “yasa”yla yasallaştırılmasının zorunluluğu nedir? Tarım ilâçlarını ihtiva eden, böcek ilâcını ve birçok kimyasal maddeyi ve virüsü içine alan, yaratılıştaki mükemmel, sağlam ve fıtrî yapısı bozdurulmuş ve bağışıklık sistemini alt üst edip yok eden bu “genetiği değiştirilmiş gıdalar”a bir tarım ülkesi olan Türkiye’nin ne ihtiyacı var? Sonra mevcut durumda bile doğru dürüst denetimleri yapamayan Tarım Bakanlığı, tamamen bir zehirden ibaret olan bu “bozdurulmuş gıdalar”ın pazarını ve piyasasını nasıl ve hangi personelle kontrol edecek? Belirlenen “üç laboratuvar,” Türkiye çapında bütün bu ürünlerin kontrol ve analizini nasıl yapacak? Zararlı maddelerle “genetiği bozdurulmuş,, insan, hayvan ve bitki sağlığını bozan, ekolojik dengeyi altüst eden ve çevreyi kirleten toksit ve zehirli etki yaptığı belirlenen bu ürünleri teste yetecek mi? Gerçekten, hazırlanan yönetmelikte bile “GDO’lu gıda ve yemin risk değerlendirmesinin sonucuna göre insan veya hayvan sağlığındaki olumsuzluğu”nun belirtilmesine karşılık, bu “zehirli” gıda ve ürünlerin yurda girişini, satılmasını ve tüketilmesini aynı yönetmelikle “düzenlemek” ne tür bir mantığın eseri? AKP hükümetinin, ille de bu gıdaları ithal etme ve halka yedirme “mecburiyeti” mi var? Varsa buna nasıl “egemenlik” ve “vesâyetsiz politika” deniliyor? Gerçekten, tıpkı Mahkemeden dönen “mayın yasası” gibi, hükümetin “genetiği bozdurulmuş gıdalar”da ısrar etmesinin sebebi nedir? Anlamak mümkün değil… 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Bir sevgi ki... |
Allah’ın verdiği görme duygusunu gören ve gösteren Allah için kullanmak elbette ki görmenin hakkını vermektir. Hakikatlı ve hakikî gözler hakkıyla Allah için gören gözlerdir. Basîr-i Hakikî, gerçek duyan ve duyurmayı yaratan Yüce Rabbimizdir. İşitmeyi, duymayı gerçekleştiren kulakları bize takan, duyan Allah’ın emirlerini en güzel şekilde duyan ve duyuran kulaklar gerçek ve hakikatlı kulaklardır. Mütekellim-i Ezelinin konuşması ve bizlere ehemmiyet vererek hitap etmesi, ihsanların ve ikramların şelâlesi, mayi hayatı ve zirvesidir. Dili veren kuvvet ve kudret sahibi Allah’ımızı yine bu dille günahlara bulaşmadan zikir etmek, tesbih ve tahmid etmek ise, nimetlerin en büyüğüdür. Allah’ın verdiği güç ve kuvvetle aklımıza gelebilen her türlü işi yapabilen ellerimiz, istediğimiz her yere sadece ve sadece Allah’ın izniyle istediğimiz her yere bizleri götüren, ulaştıran ayaklarımız bizlere yapılan en büyük yardım mu'cizeleridir. En büyük mu'cize ve en büyük ihsan, en büyük ikram olan yaratılmış dünya adına, farklılığımızın en büyük alâmetleri, aklımızın ve zekâmızın olması üzerinde, Rabbimizin bizim üzerimizdeki nimetlerinin önüne hiçbir şey geçemez. Varlıkların arasındaki üstünlüğümüz bu nimetlendirmeyle ilân edilmiş oluyor. Cemil-i Mutlak ve kerem sahibi Allah’ımız sıhhat ve afiyet içinde yaşayabilmemiz için, dünyamızı oksijenli havayla sarıp teneffüsümüzü rahmetiyle ihsan etmiştir. Çeşit çeşit nimetler, hava ve su gibi sonsuz ucuzluk ve bollukta bizlere O’nun eliyle sunuldu. Her zaman, her yerde muhtaç olduğumuz her türlü nimet bizlere ancak O’nun bizi ne kadar çok düşündüğünü, şefkatini ve merhametini anlatır ve gösterir. ‘’Allah’ın nimetlerini sayacak olsanız bitiremezsiniz.’’ Hemen hemen her, yaratılmış varlık, ihsan ve ikramı dolayısıyla ihsan ve ikramı yapanı sever. Biz de insan ve Müslüman olarak, bizi seven ve sevdiğini bize verdiği her şeyle gösteren Rabb-i Rahimimizi sevmeliyiz ve bunu itaatle, ubudiyetle, edeple ve hürmetle göstermeliyiz. İnşaallah... 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İslâm ve Türkler |
Müfessirlerin yorumuna göre, bin yıllık tarihimizde üstlendikleri misyon, “Allah öyle bir kavim getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler” mealindeki Maide Sûresi 54. âyetinde haber verilen kavmin Türkler olduğunu fiilen gösterdi. Bediüzzaman da milliyetçilikle ilgili izahlarında Türklere seslenirken bu mânâyı ifade ediyor: “Bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı (hücumları) def ettiniz, (yukarıdaki âyete) güzel bir mâsadak oldunuz...” Arap toplumuna inen İslâmın, yine Araplar eliyle üç kıt'aya yayıldığı ilk dönemlerden sonra, i’lâ-yı kelimetullah sancağını Abbasîlerden devralarak dalgalandırmaya devam eden kavmin Türkler olması, bu mânânın tefsiri niteliğinde. Yine Said Nursî, bu mânâ ile çok yakından irtibatlı bir başka hakikati de şöyle ifade ediyor: “Türk milleti, anasır-ı İslâmiye (İslâm kavimleri) içinde en kesretli (fazla) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır...” (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, s. 543) Avam lisanında, yabancı birinin İslâmı seçmesi için kullanılan “Türk olmuş” ifadesi, Müslümanlıkla Türklük arasındaki bu derin bütünleşmenin toplumsal bilinçaltına ne kadar yer etmiş olduğunu gösteren çok tipik ve ilginç bir örnek. Türk kimliğinin İslâmla bu derece özdeşleşmiş olması, diğer Müslüman kavimlerin Türklere müsbet bakışının da temelini teşkil etmekte. Bu imajla cihan devleti olan Osmanlının, Endonezya’dan Afrika’nın en ücra köşelerine kadar her yerde hâlâ hayırla anılması, Açe’deki Cuma hutbelerinde yakın zamana kadar Osmanlı halifelerine duâ ediliyor olması, bunun örnekleri. Ve günümüz dünyasında, 1.5 milyarı aşan bir nüfus potansiyeline sahip Müslümanlarla pozitif iletişim kurmamıza imkân verecek en önemli manevî bağ ve irtibat unsuru, İslâm kimliğimiz. Stratejik, siyasî, kültürel, ekonomik, ticarî, v.s. hangi açıdan bakarsanız bakın, kesinlikle gözardı edilemeyecek çok muazzam bir avantaj bu. Asırlarca iç içe yaşadığımız farklı kavimlerle ilişkilerimizde de İslâm, bizi birbirimize bağlayan en önemli irtibat noktalarının başında geliyor. Bediüzzaman’ın, evvelce “Ben Müslüman bir Türkü fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar” derken, sonra Türkçü muallimlere tepki olarak “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” deme noktasına gelen Kürt talebesinden verdiği örnek (Tarihçe, s. 1100), aradaki İslâm bağının önemini ve bu bağın tahribi halinde doğacak sonuçları çok iyi ifade ediyor. Aradan geçen yüz sene zarfında yaşadıklarımız ve gelinen nokta ise, olayı iyice netleştiriyor. Eğer Türkiye’yi bütün İslâm âlemiyle beraber bir dünya gücü haline getirebilecek bir potansiyel son derece sığ, düzeysiz ve kasıtlı yaklaşımlarla karalanıp “ümmetçilik” diye aşağılanmasa ve aynı sınırlar içinde birlikte yaşadığımız farklı unsurlar “Ne mutlu Türküm” demeye zorlanmasaydı, bugün çok daha farklı yerlerde olurduk. Ne kimse Türk kelimesinden alerji duyardı, ne de Türkiye adını taşıyan bir ülkenin vatandaşı olmaktan rahatsız olurdu. Türklük buyurgan, dayatmacı, düşmanca bir imajın değil, sevgi ve saygıyla kucaklanan bir kimliğin ifadesi olurdu. İslâm kardeşliği ve dayanışmasını “ümmetçilik” tabiriyle küçümseyip yerden yere vururken, onun yerine “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sözünde ifadesini bulan yalnızlıktan başka birşey koyamayan zihniyetle varılan yer ortada. Şimdi Türkiye hem içeride, hem dışarıda bu tecrit halinden kurtulmanın sancılarını yaşıyor. 20.11.2009 E-Posta: [email protected] |