Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açığa çıkınca... |
Kapalı kapılar ardında, derin mahfillerin izbe ve karanlık dehlizlerinde, perde gerilerinde iş bitirmeye alışmış olanlar, açık ve şeffaf ortamlara çıktıklarında ister istemez bocalıyor ve ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yıllardır içine hapsoldukları kapalı devre sistemlerde üretilen “kestirme çözüm”lerin ve güdümlü sorulara verilen şablon cevapların, açık tartışma ve demokratik hesaplaşma zeminlerinde ne kadar yetersiz kaldığını ve eski dönemlerde çok kullanıp netice aldıkları tehditlerin artık işe yaramadığını görmenin şokunu yaşıyorlar. Cezaevlerinde 32 ölümle sonuçlanan “hayata dönüş” operasyonlarının sorumluluğunu devlete, MGK’ya, hükümete havale edip, “Ben sadece onların kararını uyguladım” diye kendilerini savunmaya çalışırken, “Sabancı suikastının tetikçisini devlet mi öldürttü?” sorusuna verdikleri “Bilemem ki...” cevabıyla devleti de “satıveriyorlar.” Üstelik kendilerini önce madalya ile ödüllendirip, ardından çok hızlı bir yükseltme süreci ile bugünkü konumlarına getirmiş olan bir devlet için söylüyorlar bunu. Ergenekon sanıkları ile ailecek görüşmelerini açıklamak için gösterdikleri “vefa borcu” gerekçesini devletten esirgeyerek... Ve hoşlanmadıkları bir soruya muhatap olduklarında, kraldan fazla kralcı bir ataklıkla harekete geçen korumaları sual sahibini karga tulumba dışarı attıkları zaman, “Ben yaptırmadım, bana mal etmeyin, ben basın özgürlüğüne karşı değilim” diyerek vaziyeti kurtarmaya çalışıyorlar. Ama şimdi “karşı olmadıkları”nı söyledikleri basın özgürlüğünü, vaktiyle ardı arkası gelmeyen suç duyuruları ile ve bunlarla da yetinmeyip, Basın İlân Kurumundaki kurum temsilcisi konumlarını kullanarak, hoşlarına gitmeyen yayınlarından dolayı “resmî ilân kesme” cezası uygulatmak suretiyle Yeni Asya’yı yıldırıp susturmaya çalışırken hiç akıllarına getirmiyorlardı. Hoş, “Karşı değilim” ifadesindeki kuruluk dahi bu özgürlük söyleminin ne kadar iğreti durduğunu gözler önüne sermeye yetecek bir işaret...
Hep diken üstünde bir ruh hali Çünkü basın özgürlüğünü gerçekten inanarak benimseyen bir tavır, ayrıca söz söylemeye dahi gerek duymadan, kendisini çok daha samimî ve ikna edici uygulamalarla ortaya koyar, değil mi? Peki, basın toplantısındaki en gerilimli ve iz bırakan sahnenin yaşanmasına zemin hazırlayan psikolojide, bir Ergenekon sanığıyla aile dostu ilişkisinin “pervasızca” devamının açığa çıkmasıyla yaşanan tedirginliğin yanı sıra, başka bazı etkenlerin payını gözardı etmek mümkün mü? Üzerinden on sene geçmesine rağmen “hayata dönüş” operasyonunun, hayatında hâlâ bir heyulâ gibi belirleyici ve kısıtlayıcı olmaya devam etmesi, “Terör örgütlerince hedef gösteriliyorum” sözüyle açığa vurulan ruh hali ve Anadolu seyahatlerinde yine güvenlik gerekçesiyle hakimevinde değil de jandarma tesislerinde kalma tercihiyle kendisini gösteren “hep diken üstünde durma” psikolojisi bunun tezahürleri değil mi? Ve böyle bir halet-i ruhiye içindeyken “Bazı insanlar var, Tanrı’yı sadece kendi yanlarında zannediyorlar” diye birilerine “taş” attıktan sonra “Allah hepimizin Allah’ı” deme gereği duymanın ve bunun da hemen akabinde “Bu söz benim değil, bir romandan aldım” izahında bulunmanın mânâsı, mantığı, hikmeti ne olabilir? “İstifamı gerektiren bir neden görmüyorum, istifa etmem” sözüyle noktalanan bütün bu beyanlardan sonra geriye ne kaldığına baktığımızda, yukarıda altını çizdiğimiz noktalarla, o açıklamaların tetiklediği karşı tepkileri görüyoruz. “Bir hakim, yargılanması devam eden bir sanıkla, babası dahi olsa görüşemez, görüşürse ya istifa etmeli, ya da görevden alınmalı” veya “Hayata dönüş operasyonu yapılmadan da cezaevlerinde kontrol sağlanabilir ve sorun o kadar kan dökülmesine gerek kalmadan çözülebilirdi, ama buna imkân verilmedi, operasyonu engellemeye çalışanlar harcandı” diyen karşı tepkiler bunlar. 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |