Faruk ÇAKIR |
|
Batıda trafik, doğuda aşiret |
Hemen her yaz olduğu gibi, içinde bulunduğumuz aylarda ölümlü trafik kazalarıyla sarsılıyoruz. Gün geçmiyor ki 5 ölü, 10 ölü veya onlarca yaralının bulunduğu kazalar meydana gelmesin. Yayınlanan istatistikler, trafik kazalarında meydana gelen ölümlerin savaşlarda meydana gelen ölümlerle yarıştığını gösteriyor. Hele son yıllarda nisbeten de olsa savaşların azalması, trafik kazalarındaki ölümleri daha da dikkat çekici hâle getiriyor. Nedense insanlar ve ülke yönetenleri, trafik kazalarında meydana gelen ölümleri ‘normal’, savaşlarda ya da başka sebeplerle meydana gelen ölümleri ise ‘garip’ buluyorlar. Böyle olunca da çare arama noktasında elden gelenler yapılmıyor. Gerçi ‘ölümü öldürmek’ mümkün değil. Ölüm de hayat kadar gerçek ve sebepler değişse de ölümler değişmiyor. Meselâ, geçen yıllarda İngiltere’de yapılan bir araştırma; çocuk ölümlerinin sayısının değil, sadece sebeplerinin değiştiğini ortaya koymuştu. Geçmiş yıllarda hastalık ve benzeri sebeplerle meydana gelen çocuk ölümleri, yerini ev kazalarında meydana gelen ölümlere bırakmıştı. Nisbî olarak değişmeyen ‘çocuk ölümleri’ gibi dünyada yaşayan insanların ölüm sayı ve nisbetleri pek değişmiyor. Bununla birlikte sebeplerinin değiştiği ortada. İnsanlar, netice değişmiyor olsa da ‘istirahat döşeği’ndeki ölümü tercih ediyorlar. Aksi halde, kimsenin trafik kazalarından şikâyetçi olmaması gerekirdi. Trafik kazaları ‘can’lara zarar verdiği gibi ‘canın yongası’ olan mala da zarar veriyor. Türkiye bu noktada da ağır bir fatura ödüyor. Bu sebeple, kazaların en aza indirilebilmesi için yapılması gerekenler gecikmeden mutlaka yapılmalıdır. Şoförlerin iyi eğitilmesinden yolların iyileştirilmesine, alkollü sürücülerin engellenmesinden araçların iyileştirilmesine kadar bütün aksaklıklar yeniden elden geçirilmelidir. Trafik kazalarıyla atbaşı giden başka bir problem daha var. Güneydoğu’daki aşiretler arasında patlak veren kavgalar ve bu sebeple meydana gelen ölümler de dikkat çekici. Çoğu zaman bir ‘hiç’ uğruna onlarca insan cansız yere düşebiliyor. Basit hadiselerden çıkan bu tartışmaları anlamak gerçekten de mümkün olmuyor. Mardin’in Bilge Köyündeki gibi katliâmlar bir yana, çocukların top oynamasıyla başlayan ve ailelerin birbirini öldürmesiyle devam eden aşiret kavgalarını anlamak mümkün mü? İnsanlar çeşitli sebeplerle kavga edebilir, ama bu kavgalarda ilk akla gelen karşısındaki insanı öldürmek olabilir mi? İnsan öldürmek bu kadar basit mi? Aslında bütün bunlar birer neticedir. Bunların sebeplerini doğru bir şekilde tesbit edip çarelerini de bulmak ve bu cinayetlere son vermek gerekir. Bugünden tedbir alınmazsa, bugün ‘oyun’ gereği insanları kolayca öldüren günümüz gençliği, yarın daha kanlı cinayetlere imza atabilir. Batıda trafik kazaları ve doğuda aşiret kavgaları bir şekilde sona erdirilmeli. Duâ edelim de daha fecî katliâm ve kazalara şahit olmayalım. 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Şeytanın avukatlığı |
Risâle-i Nur’un iman ve küfür muvazeneleri, Türkiye’nin içinde bulunduğu açmazların üstesinden gelebilecek işaretleri sunmakta ve meselelerin özünde yatan temel hastalıkları teşhis etmektedir. Şüphesiz ki, iman-küfür mücadelesi insanlık tarihinin en çetin mücadelesidir ve çağımız dünyası da bu mücadelenin en çetin karşılaşmalarının yapıldığı zaman dilimini yansıtmaktadır. Risâle-i Nurların terminolojisiyle ifade edecek olursak, bu dehşetli zamanda ehl-i imanı “mütemerrid inatçılar”ın “firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleri”nden kurtaracak “kudsi hakikatler” insanlığın saadeti için gerekmektedir. Risâle-i Nurlar da bu saadet yolunun haritasını çizmiştir. Yine Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyo kültürel, sosyopolitik ve psikolojik… birçok alandaki kıskaçları açacak, Türkiye’yi sıkıştığı mengeneden kurtaracak adres de buradan geçmektedir. İman ve Küfür Muvazeneleri’ne göz atanlar görürler ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu girift hal, bunalımlı durum hiç de şaşırtıcı değildir. İnsanlığın ebedi saadeti için açılan dehşetli imtihanın tecelli yeri olan dünyamızda yaşanagelen bu çatışmalara Risâle-i Nur okuyucuları hiç de yabancı değillerdir. Yabancı olunan şey; mütemerridler eliyle küfür cihetinden gelen ve haddi aşan azgınlığın tahmin edilemeyecek boyutlarıdır. Bu da ahir zamanın önemli göstergelerinden biri olmalıdır. Geçtiğimiz günlerde YÖK tarafından verilen katsayı kararının iptali için içinde eğitim sendikalarının da bulunduğu çeşitli kurumların yüksek yargı organlarına başvuruları, bu zulmün devamını arzulayan halleri, binlerce gencimizin geleceğini karartma çabaları bu azgınlığın küçük bir yansımasıdır. Gün geçmiyor ki bundan çok daha beterleriyle karşılaşmayalım. Türkiye’de gerçekleşecek olan her güzel şeyin önüne geçmeye çalışmak, kendi insanlarına biraz olsun huzur verecek her girişimi engellemek, her alanda kin ve nefret duygularını aşılamaya çalışmak, ülkeyi heva ve heveslerin hüküm sürdüğü bir dalalet yurduna çevirmeye uğraşmak, bütün çirkinliklerin avukatlığına soyunmak, küfrü işmam eden her hareketi alkışlamak… sadece hasis bir ruh halinin mi tecellisidir? Şeytanın avukatlığı böyle olsa gerek. Böyledir bizim laik memleketin rejimperver avukatları. Meselâ, Türkiye’yi kilitleyen 367 krizinin arkasında gördüğümüz böyle bir şeydi. Laik cumhuriyetimizin beslendiği korkuların kaynağı olarak icat edilen irticanın çığırtkanlığını yapanlar da aynı kişilerdi. Ya, başörtüsü için yapılan anayasa değişikliğini iptal ettirenler, milyonlarca masumun ciğerlerini yakarak hıçkırıklara boğanlar neyin avukatlığını yapıyorlardı? Türkiye’de gündelik işleriyle meşgul olarak kıt kanaat aradıkları bir parça huzurun peşinde koşan milyonlarca insanın duygularını, beklentilerini, hayallerini hiçe sayarak onlara bir kimlik biçmeye kalkışan, devletin derin vadilerinde derin ilişkilerle toplum mühendisliğinden de öte işlere kalkışan, masum insanların kanına girenleri savunan, “iyi” adına ne varsa karşı çıkan bir avukatlık anlayışı neye hizmet etmektedir? Türkiye’yi kaosa sürükleyen bütün hareketlerin arkasından bunların çıkması aslında çok şaşırtıcı olmamalıdır. Meseleyi salt iktidar mücadelesinden uzaklaştırarak, siyaset gözlüklerini bir tarafa bırakarak değerlendirdiğinizde Risâle-i Nurların bize sunduğu ipuçları karşımıza çıkacaktır. O da “meydan-ı imtihan”da “sırr-ı teklif”e mazhar olan insanlığın durumuyla ilgilidir. Bu farkındalık bize ebedi saadetin kapısını aralayacaktır. İman ve Küfür Muvazeleri’nde şöyle denilir: “Bu zamanda küfrü mutlakı ve mütemerrid dalâletin inadını kıracak, parçalayacak, Risâle-i Nur’da tecelli eden hakikat-ı Kur’âniye’dir.” İşte bu farkındalık da bizi kendiliğinden şeytanın avukatlarına karşı hakkın avukatlığına soyunduracak ve “sırr-ı imtihan” böylece gerçekleşecektir. 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Açığa çıkınca... |
Kapalı kapılar ardında, derin mahfillerin izbe ve karanlık dehlizlerinde, perde gerilerinde iş bitirmeye alışmış olanlar, açık ve şeffaf ortamlara çıktıklarında ister istemez bocalıyor ve ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yıllardır içine hapsoldukları kapalı devre sistemlerde üretilen “kestirme çözüm”lerin ve güdümlü sorulara verilen şablon cevapların, açık tartışma ve demokratik hesaplaşma zeminlerinde ne kadar yetersiz kaldığını ve eski dönemlerde çok kullanıp netice aldıkları tehditlerin artık işe yaramadığını görmenin şokunu yaşıyorlar. Cezaevlerinde 32 ölümle sonuçlanan “hayata dönüş” operasyonlarının sorumluluğunu devlete, MGK’ya, hükümete havale edip, “Ben sadece onların kararını uyguladım” diye kendilerini savunmaya çalışırken, “Sabancı suikastının tetikçisini devlet mi öldürttü?” sorusuna verdikleri “Bilemem ki...” cevabıyla devleti de “satıveriyorlar.” Üstelik kendilerini önce madalya ile ödüllendirip, ardından çok hızlı bir yükseltme süreci ile bugünkü konumlarına getirmiş olan bir devlet için söylüyorlar bunu. Ergenekon sanıkları ile ailecek görüşmelerini açıklamak için gösterdikleri “vefa borcu” gerekçesini devletten esirgeyerek... Ve hoşlanmadıkları bir soruya muhatap olduklarında, kraldan fazla kralcı bir ataklıkla harekete geçen korumaları sual sahibini karga tulumba dışarı attıkları zaman, “Ben yaptırmadım, bana mal etmeyin, ben basın özgürlüğüne karşı değilim” diyerek vaziyeti kurtarmaya çalışıyorlar. Ama şimdi “karşı olmadıkları”nı söyledikleri basın özgürlüğünü, vaktiyle ardı arkası gelmeyen suç duyuruları ile ve bunlarla da yetinmeyip, Basın İlân Kurumundaki kurum temsilcisi konumlarını kullanarak, hoşlarına gitmeyen yayınlarından dolayı “resmî ilân kesme” cezası uygulatmak suretiyle Yeni Asya’yı yıldırıp susturmaya çalışırken hiç akıllarına getirmiyorlardı. Hoş, “Karşı değilim” ifadesindeki kuruluk dahi bu özgürlük söyleminin ne kadar iğreti durduğunu gözler önüne sermeye yetecek bir işaret...
Hep diken üstünde bir ruh hali Çünkü basın özgürlüğünü gerçekten inanarak benimseyen bir tavır, ayrıca söz söylemeye dahi gerek duymadan, kendisini çok daha samimî ve ikna edici uygulamalarla ortaya koyar, değil mi? Peki, basın toplantısındaki en gerilimli ve iz bırakan sahnenin yaşanmasına zemin hazırlayan psikolojide, bir Ergenekon sanığıyla aile dostu ilişkisinin “pervasızca” devamının açığa çıkmasıyla yaşanan tedirginliğin yanı sıra, başka bazı etkenlerin payını gözardı etmek mümkün mü? Üzerinden on sene geçmesine rağmen “hayata dönüş” operasyonunun, hayatında hâlâ bir heyulâ gibi belirleyici ve kısıtlayıcı olmaya devam etmesi, “Terör örgütlerince hedef gösteriliyorum” sözüyle açığa vurulan ruh hali ve Anadolu seyahatlerinde yine güvenlik gerekçesiyle hakimevinde değil de jandarma tesislerinde kalma tercihiyle kendisini gösteren “hep diken üstünde durma” psikolojisi bunun tezahürleri değil mi? Ve böyle bir halet-i ruhiye içindeyken “Bazı insanlar var, Tanrı’yı sadece kendi yanlarında zannediyorlar” diye birilerine “taş” attıktan sonra “Allah hepimizin Allah’ı” deme gereği duymanın ve bunun da hemen akabinde “Bu söz benim değil, bir romandan aldım” izahında bulunmanın mânâsı, mantığı, hikmeti ne olabilir? “İstifamı gerektiren bir neden görmüyorum, istifa etmem” sözüyle noktalanan bütün bu beyanlardan sonra geriye ne kaldığına baktığımızda, yukarıda altını çizdiğimiz noktalarla, o açıklamaların tetiklediği karşı tepkileri görüyoruz. “Bir hakim, yargılanması devam eden bir sanıkla, babası dahi olsa görüşemez, görüşürse ya istifa etmeli, ya da görevden alınmalı” veya “Hayata dönüş operasyonu yapılmadan da cezaevlerinde kontrol sağlanabilir ve sorun o kadar kan dökülmesine gerek kalmadan çözülebilirdi, ama buna imkân verilmedi, operasyonu engellemeye çalışanlar harcandı” diyen karşı tepkiler bunlar. 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
Irak konusunda iyimser olmak için çok geç |
Geçtiğimiz hafta Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetimi’nde gerçekleştirilen başkanlık seçimlerini yeniden kazanan Mesud Barzani, haber dergisi Newsweek’e konuştu. Newsweek muhabiri Larry Kaplow’un sorularını cevaplayan Barzani, Bağdat hükümeti ile ilişkileri, Türkiye ile ilişkileri, Kerkük, Kürt bölgesindeki seçim, yeni bir muhalefetin ortaya çıkışı ve yolsuzluklar ile ilgili değerlendirmelerde bulundu. Yapılan seçimleri Kürdistan bölgesi halkının bir başarısı olarak yorumlayan Barzani, halkın “kimi isterse ona oy vereceği” bir seviyeye kavuşmasından duyduğu memnuniyeti dile getirmiş. Aynı zamanda seçimlerde yeni bir muhalif kanadın ortaya çıkışını da “demokrasi için sağlıklı bir fenomen olarak yorumluyor. Aylar sonra ilk defa Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile görüşmelerini de değerlendiren Barzani, “Başbakan Maliki beni aradı ve tebrik etti. Bu iyi bir girişimdi ve buzları kıracağına inanıyoruz.” diyor. Bu bölgesel yönetimin Irak’ın merkezi yönetimiyle ilişkilerinde bir derece iyileşme olduğu anlamına geliyor. Bölgesel yönetim Anayasa’da kendileri için öngörülen ayrıcalık haklarına kavuşmak istiyor. Bu konuda merkezi yönetimle bazı sıkıntılar yaşanıyor. Kerkük’ün statüsü konusu da bu meselelerin başında geliyor. Barzani Amerika’nın Irak’tan çekilmesi ile ilgili olarak da “asker sayısından” ziyade siyasî iradeye bakılması gerektiği görüşünde. Amerika çekilirken “durumun çökmesine izin mi verecek yoksa istikrar bırakarak mı çekilecek” diyor Barzani ve bunu söyleyerek aslında Kürdistan bölgesinin durumunun muhafazası endişesini yansıtıyor. Evet Kuzey Irak bölgesel yönetiminin en büyük korkusu Amerikan işgaliyle kendilerine sağlanan avantajlı pozisyonun, işgalin sona ermesiyle ellerinden gidecek olmasıdır. Ancak sözkonusu işgal ile Irak’ta pozisyon alan ve avantaj kazanan grupların er geç bölgedeki dengeleri alt üst eden işgalin sona ermesiyle dağılıp, parçalanacağı da su götürmez bir gerçektir. Irak’ta merkezi kuvvetlendirip, bütünlüğü sağlamak yerine bölünmüş ve parçalara ayrılmış bir Irak tablosu ortaya koyan ABD işgal mantalitesinin, kısa ve uzun vadede Irak’a hayır getirmeyeceği ve sonunda bir patlamaya yol açacağı bilinmelidir. Kerkük’ün kontrolü konusunda Anayasa’ya atıfta bulunan Barzani, “Diğer her türlü alternatif, konuyu zorlaştırır.” diyor. Bu konuda başka alternatiflerin gündeme gelmesi durumunda ne yapacakları sorusuna ise sert bir şekilde karşılık veriyor Barzani: “O zaman Kürt halkının hakları gasp edilmiş olur ve bizim de kendi tasarrufumuzda olan araçlarla kendimizi savunma hakkımız var.” Muhtemel bir iç savaşta sayıca çok az oldukları hatırlatıldığında ise “Çok sayıda olmak her zaman kazanacağınız anlamına gelmez. Çoğunluğun kazandığı tek yer seçim sandığıdır.” diyor Barzani. Böylece demokrasi dışındaki seçeneklere açık olduklarının ve Kerkük konusunda silâha sarılabileceklerinin sinyalini veriyor. Irak için en son istenen şey bir iç savaştır şüphesiz. Ancak daha önce de ifade ettiğimiz gibi Irak’ın etnik olarak silâhlandırılması neticesinde gün gelir iç savaş kaçınılmaz bir hâl alır. Zira birlik ve bütünlük yok olduğu noktada, etnik parçaların çıkarları gündeme gelir ve çıkarların çatıştığı noktada da savaş başlar. Irak için daha iyimser yaklaşımlar geliştirilmesi için sözkonusu işgalin hiç gerçekleşmemesi gerekiyordu. Ancak artık bunun için çok geç. 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Şefkat duygusu doğru kullanılabilmeli |
Seçeceğiniz eş, müşfik olmalı. Huzur ve mutluluk, şefkat duygusunun geliştirilmesiyle mümkün. Ancak, şefkatli olmak yetmiyor. Sınır ve ölçüsü de önemli. Şefkat yerli yerinde ve dengeli kullanılmalı. Şefkatin ölçüsünü de, âlemlere rahmet olan Peygamberimiz (asm) yaşayarak ders vermiştir. Dolayısıyla göstereceğimiz şefkat, İlâhî şefkat derecesini aşmamalı. Eğer taşsa, merhamet ve şefkat değil. Dalâlete ve ilhada (gerçek inançtan sapmaya) sirâyet eden (bulaşan) ruhî ve kalbî bir hastalıktır.1 Ayrıca fazla şefkat; elem, üzüntü sebebidir. Meselâ, hayatını, ruhunu yavrusu için fedâ eden şefkat kahramanı anneler, kimi zaman ve yerde şefkat sınırını aşabiliyor. Ve bu yüksek duygularını çocuklarının aleyhinde kullanabiliyor! O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebedîyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor.2 Veya, çocuğunu, “Ay yavrucuğum, ne de mışıl mışıl uyuyor, bu soğukta uykusunu bölmeyeyim!” diyerek sabah namazına kaldırmıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şikâyetçi olmayacak mı? Dünyada da, İslâm terbiyesini tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.3 Meselâ, insanlara, Müslümanlara veya hayvanlara zulmeden kişelere, “ifsat, zındıka ve dinsizlik komitelerine” hoşgörü ile yaklaşmak, zâlimleri övmek, kucaklamak şefkatin sapıtmış hâlidir. İnkârcıların ve dinsizlerin sonsuza dek cehennemde azap çekmelerine itiraz etmek, onlara acımak da böyledir. Zira, küfür ve dalâlet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudâta büyük bir zulümdür. Rahmetin kaldırılmasına ve âfâtın (felâketlerin) inmesine sebeptir. Hatta, deniz dibinde balıklar bile, “İstirahatimizin selbine sebep oldular” diye cânilerden şikâyet ettikeri hadiste belirtilir. O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir.4 Meselâ, inkârcı bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyâfetteki keyfe kanaat etmeyip, kendini pis müskirlerle sarhoş edip, kendisini kış ortasında canavarlar içinde, aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, şefkate lâyık değil.5 Zira, İlâhî şefkatten fazla şefkat, şefkat değildir! Diğer duygularımız gibi şefkati de yükseltmek, yönlendirmek, dengelemek, yerli yerine kullanmak irademize bırakılmış. Onu ortaya çıkarma ve yönlendirmemize, seçeceğimiz eşin Peygamberî şefkatle ruhunu, nefsini, duygularını terbiye etmesi ve şefkatini İlâhî rotaya çevirme maharetine sahip olması yardım edecektir.
Dipnotlar: 1- Kastamonu Lâhikası, s. 48.; 2- Lem’alar, s. 201.; 3- Lem’alar, s. 202.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 49 5- Sözler, 8. Söz, s. 41 04.08.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Herkes evinin önünü temizlerse... |
Bu güzel söz, güzel insanımızın iş ve mesâi taksiminin başarıdaki önemini vurgulayan güzel sözlerinden birisi... Sözün tamamı: Herkes evinin önünü temizlerse her taraf temiz olur. Gelmekte olan güzel Ramazan ayı ile ilgili olarak, gazetemizin güzel bir Ramazan kampanyası var. Aylardır hazırlıkları sürüyor. Plânlar, projeler, sponsorluk görüşmeleri, bölge bölge yapılan toplantılar, binlerce nüsha yapılan kitap baskıları, konuyla ilgili yapılan tahşidatlar, görüşmeler, oturumlar… İnsanın heyecan duymaması ve birey olarak görev ve sorumluluk hissetmemesi mümkün değil. “Bana düşen nedir?” diye soruyorsunuz kendi kendinize. Cevabı, güzel insanımızın sağduyulu tecrübesi veriyor: “Sen kendi evinin önünü taradın mı? Tarayıp bu güzel kampanyayı tanıttın mı?” Bu cevaba meylürrahat duygularınız karşılık veriyor ilk planda: “Onlar almazlar ki… Herkesin abone olduğu bir gazetesi var zaten, kitabı da var.” Sağduyunuz eğri oturup doğru konuşuyor ve tekrar soruyor: “Evinin önündeki caddede, sadece o caddede ışıklara kadar, en az iki yüz esnaf var. Evinin etrafında birçok komşuların var. Onlara ulaşman gerekmez mi? Ya içlerinden bir tanesi yarın rûz-u mahşerde ‘Böyle güzel bir cankurtaran hizmetiniz vardı da bana neden ulaşmadınız? Sizin sokağınızda değil miydim ben? Keşke beni fark etseydiniz!” derse ne diyeceksin?” “O zaman İbrahim kardeş, iş bize düşüyor” diyorsunuz. Burada altını çizerek söyleyelim: Bizim işimiz sadece ulaşmak ve hizmetlerimizi dilimiz döndüğünce açıklamak. Onların olumlu cevap vermesi değil. Çünkü onların olumlu cevap vermesi Cenâb-ı Hakk’ın vazifesi. O bizim vazifemiz değil. Bu konuda Peygamberin (asm) bile görevi sadece ulaştırmak. “Vema ale’r-resûlü illal-belağ” (Ulaştırmaktan başka sana bir şey düşmez!)1 emri bunun açık delili. Biz vazifemizi yapalım, biz ulaşalım, biz açıklayalım; tercihi onlar yapsınlar. Olumsuz bir cevap gelirse bile, bizim için sakıncası yok! Hiç olmazsa yarın, “Beni haberdar etmediniz?” demez. Bir damar içinizde depreşiyor. “Kalk, sokağa çık ve insanlara açıkla” diyor. Esasen bu açıklama işi her zaman böyle ucuz da düşmüyor. İslam’ın ilk yıllarında, Gıfar köyünden Ebu Zer Hazretleri Mekke’de bir nebî geldiğini duymuş ve azığını kırbasını alarak yola düşmüş. Mekke’ye gelince bin bir zorlukla ve gizliden gizliye Peygamber Efendimiz’e (asm) ulaşmış, Müslüman olmuş. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine İslam’ı ve Kur’ân’ı öğretince, Ebu Zer’in (ra) içinde önüne geçilemeyen bir istek belirmiş. Kendisinden dinleyelim: “Ya Resulallah! Ben dinimi açıklamak istiyorum!” dedim. Bana: “Henüz çok erken! Seni öldürmelerinden korkarım!” buyurdu. “Ya Resulallah! Beni öldürseler de bunu yapmam gerekir!” dedim. Bunun üzerine sustu. Ben de kalkıp Kâbe’ye vardım. Kureyşliler halka halka oturmuşlar, kendi aralarında konuşuyorlardı. Birden bağırmaya başladım: “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve resuluh” (Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğuna şahitlik ederim!) dedim. Ben bunu söyler söylemez Kureyşliler halkalarını bozup üzerime saldırdılar. Beni o kadar dövdüler ki, vücudum, üzerinde kurbanlar kesilen taşlar gibi kana boyandı ve ben baygın düştüm. Onlar da öldüğümü sandılar ve beni bıraktılar. Bir müddet sonra kendime geldim ve kalkıp Peygamber Efendimiz’in (asm) yanına döndüm. Peygamber Efendimiz (asm) halimi görünce: “Bu halin nedir? Sana gitme demedim mi?” buyurdu. Ben: “Ya Resulallah! Bunu ruhum arzuluyordu! Yapmasaydım rahat edemezdim!” dedim. Bir müddet Peygamber Efendimizin (asm) yanında kaldım. Sonra bana: “Şimdi köyüne dön. Ben ne zaman ortaya çıkar ve bu işi başarırsam, o zaman yanıma gel!” buyurdu. Ben de köyüme döndüm.2 Evet, Ebu Zerrin (ra) işi kelime-i tevhidin tesbitini ilân etmekti; bizim işimiz kelime-i tevhidin tahkikini ilân etmektir. Üstelik şimdi insanlar böyle barbar değil; insanlar nazik ve kibar. Selâmınızı verip, “Ben Yeni Asya’nın mahal temsilcisiyim” diyorsunuz, müsaade isteyip tanıtımınızı yapıyorsunuz. Tercihini ya o an bildiriyor, ya da sizi kırmamak için bilâhare bildireceğini söylüyor. Abone yapma, gazete veya kitap bırakma veya sipariş alma konusunda mutabakata vardığınızda, not alıyorsunuz. Teşekkür edip, hayırlı işler dileyip ayrılıyorsunuz. Bu kadar! Geçtiğimiz cumartesi günü Mesut ve İbrahim Saka kardeşlerle iki saat kadar sokağımıza indik. Bozyaka Camii’nden Zincirlikuyu Işıklara kadar yüzde yirmi beş tarayabildik. Otuz beş kırk civarında esnafa uğradık. Gözümüz kestiklerine… Aslında bu tâbiri hiç sevmem. Gözünün kesmedikleri içinde ne cevherler var, kim bilir! Dört abone bulduk. Gazete ve kitap siparişleri aldık. Ramazan ayı boyunca hediye gazete ve kitaplarımızdan günlük en az yüz adet kadar güzel halkımıza ulaştırabileceğimiz nokta merkez esnaflar belirledik. Evimizin önü diye yola çıktık. Evimizin önünde daha çok insan var. Bitiremedik. Duâ edin. Dipnotlar: 1- Nur Suresi: 54; Ankebut Suresi: 18 2- El-Hilye, 1/158 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Hakan YALMAN |
|
Din ve dünya dengesi |
Modern dünyanın getirdiği imkânlar ile dinî hayatın uyum süreci önümüzdeki yıllarda dinin ulaşacağı sosyal yapının genişliği açısından belirleyici olacak. Artık en lüks alış veriş yerlerinde mescidler, şehirler arası yollarda bütün dinlenme tesislerinde namaz ve abdest için imkânlar var. Üstelik çok estetik ve nezih dizaynlı bir şekilde. Bu, dinin dünya ile uyum sürecinde daha dünya ağırlıklı yaşanan bir dönemde uyum sürecinin de gittiği yönü göz önüne seriyor. Küresel bir ölçüde yaşanacak olan saadet asrının emâreleri de her geçen gün daha belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Hayat, anlamını yaratılış gayesi ile uyumlu şekilde ele alındığında buluyor. Fert, çevresindeki her şeyi Rabbi ile irtibatlandırdığında varlığa yüklenen anlam o kadar farklı bir hâl alıyor ki, yaşadığınız her hâlin ve her saniyenin anlamlı olmasının getirdiği güzellikle yaşanan bir hayat elbette çok daha anlamlı ve yaşanmaya değer bir anlam ifade ediyor. Varlığın temel yapı taşı olduğu düşünülen zerrelere yüklenen anlam ve onların anlaşılması, gerek bilimin, gerekse insanlığın en önemli problemlerinden biri olagelmiş. Belki de zerre anlamlı hâle geldiğinde bütün varlıkların da anlamlı olacağı düşüncesi ile bu problem insanlığın gündeminde çok farklı bir yerde ve farklı bir önemde gözleniyor. Diğer taraftan 24. Mektub’da kâinatın Hazret-i Muhammed’in (asm) kabul edilmiş bir duâsı olduğu ve kâinatın yaratılış maksadının ya da sebebinin bu güçlü duâ ve o duâya âmin diyen mü’minler olduğu ifade ediliyor. Bu duâ sonsuz bir mutluluğun duâsı. Bu duâ, Rabbi’nin güzel isimlerini hissetme duâsı. Bu anlamda ele alındığında hayatın gerçek güzelliği ve anlamı da bu arayışlarla ortaya çıkıyor olmalı. Gerçek mutluluk ve samimî barış ancak Allah’ı ortak duygularla hissedenlerin bir arada yaşadığı bir dünyada mümkün olabilir. Geçen zaman da insanlığın topyekûn bu noktaya doğru adım adım gittiğinin işaretlerini ortaya koyuyor. İnsanlık ve bilim adamları, uzun zamandır her şeyin anlamını ve işleyişini çözecek bir arayış içindeler. Süpersicim gibi teoriler bu arayışın sonuna doğru yaklaşıldığı ümidini doğurdu. Ancak belki de en temel problem, anlam arayışını sadece maddî alanda ve fizikî yaklaşımlarla yürütmek oldu. Her şeyin teorisinin arayışı içinde her şeyin en temel özelliğinin ‘yaratılmış olmak’ şeklinde ortaya konmaması, muhtemelen bilimin yaşadığı en büyük sıkıntı kaynağı. Bilim de bu anlamda seküler olmak takıntısından kurtulmalı ve eşyanın gerçek zemininden uzaklaştırılarak anlamlandırılması zorlamasından uzaklaşmalıdır. Artık yeryüzünde bulunan bütün idrak sahipleri olarak ortak değerimiz olan kullukta buluşmalı ve insanlığımızı ortak duygularla hissetmeliyiz. Bu başarıldığı an, dünya muhakkak insanlık onurunun çok daha yükseldiği barış ve huzur dolu bir zemine dönüşecektir. Bunun da temelini adalet temsil edecektir. Evet, gerçekten adalet mülkün temelidir. Adaletin en önemli alanlarından biri de, din ve dünya dengesi olmalıdır. Bu dengenin de dinamikliğinden söz edebiliriz. Yani din ve dünya dengesi yaşanılan zaman ve içinde bulunulan şartların nazara alındığı bir zeminde sağlam bir yapı hâlini alabilir. Yani, ata binmenin sünnet olduğu algısı, içinde yaşadığımız şartlar içinde arabaya binmek şeklinde yorumlanabilmelidir. Zamanın şartları içinde dinin sosyal yapıya ana çerçevesinin bozulmadan oturtulduğu ve sosyal yapının parçası olan her ferdin yaşayabileceği bir tarz ile ortaya konduğu ölçüde din umuma mal olur. Elbette bu süreç içinde temel meseleler âyet ve hadislerin ortaya koyduğu hükümler en sağlam şekilde muhafaza edilmeli, ana çerçeveyi onlar belirlemelidir. Beş yıldızlı bir otelin göz kamaştıran güzellikte mescidinde namaz kılan ve çok güzel dizayn edilmiş abdestliğinde abdest alan, iş hayatının en yoğun ortamlarında yer alıp o koşuşturmaca içinde namazını ihmâl etmeyen insan modeli, önümüzdeki asrın İslâm modeli olacak gibidir. 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Tunç Adam |
[Balıkesir Nur hizmetleri deyince akla ilk gelen isimlerden Hasan Aktunç Ağabey Hakkın rahmetine kavuştu, Rahman rahmetiyle muâmele etsin inşallah… Ailesine, akrabalarına, sevenlerine, dostlarına iman sağlığı diliyorum… Bundan birkaç sene evvel kendisini evinde ziyaret etmiş, hizmet hatıralarını görüntülü olarak kaydetmiştik, o günlerde aşağıdaki yazıyı yazmıştım, ruhuna fâtihalarla…]
Kaybettiğimiz değerler üzerine üzülür, onları tekrar tekrar anmaya başlarız. Nedense varken önemleri pek önemsenmez, yoklukta varlıkları hissedilir. Nimetlerin “nimet” olarak anlaşılması için elimizden gitmesi şart değil, asıl olan onları şükürle bağlamak. Nimete “değer” vermek de bir nev'î şükürdür. Bizim en kıymetli değerimiz yetişmiş insan. Her mekânda ve zamanda değerini yitirmeyen değer “insan” üzerinde ciddî durmamız gerekiyor. Etrafımıza baktığımızda nice cevher insanların keşfedilmeyi beklediğini görürüz. Bursa’nın yakınında Balıkesir’de böyle “değer” bir insanı yakînen tanıma, tarihe şahitlik eden hatıralarını dinleme fırsatını bulduk dost büyüklerle... Zaten kendisi de hatıralarını kaleme almış, okuyan olduğu kadar aynı zamanda “yazan” birisi. Eskiler onu pehlivan tefrikalarından tanır. Uzun soluklu, fıkralarla süslü hatıralarını dinlerken kâh düşündük, kâh hüzünlendik, kâh güldük. Neden olmasın ki, bir hayat meyvesinin çekirdeğini izliyorduk. Meleklerin kayıt ettiği hatıraları biz de video kameraya kaydettik. Hatta gün yetmedi kalanını başka bir güne erteledik. 71’in 12 Martından sonra tekrar baskı dönemleri başlar... Tarassutlar, gözaltına almalar, hapisler... Hasan Aktunç, mazlûmların Avukatı Bekir Berk ve diğer arkadaşları sorgu mahkemesinde sorgulanmadan Ağır Ceza’dan Balıkesir’de içeri alınır. Yusufiye medresesine alındıklarında gece geç saatler olmasına rağmen bütün mahkûmlar onları beklemektedirler; kim bunlar? Namaz kılanların içeri alınmalarını içleri bir türlü almaz: Suçunuz ne? Sohbetler konuşmalar, tanışmalar... Bir gece böyle geçer. Ertesi gün namaz vakti girdiğinde Bekir Bey, bir ağabeye ezan okumasını söyler, hapishanede ezan okunur. Nur mahkûmlarına birkaç ilâve olur, diğer vakitte birkaç ilâve daha, her vakit namazlarında ilâveler çoğalarak artar. Anadolu’nun değişik yerlerinden gelen Nur kardeşler sorarlar: Bir ihtiyacınız var mı? Var: Hasır. Çünkü namaz kılanlar arttıkça hasıra olan ihtiyaç artmaktadır, her gelen hasırda yeni mahkûmlar namaz kılmaktadır. Hatta hapishane müdürü onlara yeni bir yer tahsis eder. Gönüllerle beraber yerler de genişlemektedir. Bu duruma hapishane çalışanları şaşırır: “Biz dışarıdan din görevlileri getirdiğimiz halde bunu başaramadık, siz nasıl yaptınız?” Cevap çok basit “fıtrî ubudiyet”le nazarlara sunmak. Şimdi böyle hasır isteyenler olsa ne yapardık? Çeşit çeşit, desen desen, oymalı, işlemeli seccadeler, halılar sererdik, sererdik sermesine de “hasır” isteyenler nerde? Gönüllerimizi “fıtrî ubudiyet”le tekrar serebilsek belki yine hasır isteyenler çıkabilecektir. Şimdi isteyenler yok değil fakat tahribât çok fazla, daha da serilerek serilmeliyiz, zamanlar dar gelmeli, mekânları kucaklayabilmeliyiz. Berk adımlarla yürüyüşümüzden millet, milletler ayağa kalkmalı, tunç adımlarla koşmalı, bu koşudan yıldızlar heyecan duymalı, ay kendinden geçmeli... Kâinat aşka gelmeli... Hepsi, ama hepsi içimize, isteğimize, gayretimize bağlı. İçimizde hasır isteyenlere cevap verebilsek dışta tunç adamlar daha çok olacak. Ne diyelim Hasan Bey, saçınız, sakalınız ağarsa da gülen yüzünüzle beraber, gönül gülünüz de hep gülsün, hatıralarınızla, hayatınızla ebediyette de gülünüz. 04.08.2009 E-Posta: [email protected] |