17 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Nejat EREN

Hayatı olumlu ve verimli kılmak


A+ | A-

Hayata tutunmanın, ruh ve beden sağlığıyla dengeli bir ömür sürmenin sırlarından en başta geleni; belli bir sisteme, prensibe ve kurallara uyma disiplini olduğu inkâr edilemeyen bir gerçektir. Bunun içindir ki; tarihe geçen, akılda kalan ve öne çıkan unutulmazlar, şahıslar değil, sistem ve prensiplerdir. Tarihe iz bırakan böyle hakikatler, dünyanın her köşesinde geçerliliğini korumayı sürdürmektedir.

Başarı ve mutluluk konusunda insanlık tarihinde şimdiye kadar, ciltler dolusu kitaplar, ansiklopediler, yazılı ve görsel materyaller vardır. Ve bu alandaki görüş ve düşünceler artarak devam etmektedir. Ne var ki, bu çalışmalar arasında, çeşitli karanlık oyun ve tuzaklarla “insanlığın kimyasını bozma” teşebbüsleri de vardır. İnsanlığı, en çok muhtaç olduğu “mâneviyât”tan uzaklaştıran materyalist felsefe akımı, bitmez tükenmez hayvânî iştihasıyla ve her şeyi “para” ile ölçen menhus zihniyetiyle insanlığı karanlık sarmal ve girdaplara atmıştır.

Çareyi arayan ve bu konuda yol almaya devam eden akıl sahiplerinin bütün dünya yüzünde hâlâ var olması ve gün geçtikçe yaygınlaşması önemli bir teselli kaynağımızdır.

İnsanlığın “İlâhîliğe” olan müthiş ihtiyacı her geçen gün artarak devam ediyor. Bu ihtiyacın bütün teknolojik araştırma alanında hâkim olması çok müsbet bir gelişmedir. Bu aynı zamanda bir asır önce, “Akıl, ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'ân hükmedecek” harika tesbitinin ortaya çıkmasıdır. İnsanlığın saadet ve mutluluğunun tek reçetesidir.

Bu sürecin kesintisiz devam etmesi için lâzım olan bazı prensipler şunlardır:

Düşünce, tefekkür, araştırma, sabır, alın teri, emek, vefa, sadakat, tasarruf, doğruluk ve itimat, sevgi, saygı, hoşgörü, hürriyet ve adaleti günlük hayatın her sahasında tatbikata koymak.

“Fıtrî şeriat” denilen yaratılış kanunlarına uygun hareket etmek.

Bilginin pınarı olan “okumaya” vakit ayırmak.

İnsanlığın eşsiz önderi Hz. Muhammed’in (asm) en çok yaptığı duâya devam edip, ondan güç almak.

Hayatı tatlı kılan “sevgiyi” hayatın her kademesine yaymak.

Her alanda ihlâsı, uhuvveti, gayreti, himmeti yaygınlaştırmak.

“Dâvet, tebligat ve irtibat” üçgenindeki o müthiş sırdan uzak kalmamak.

İnsanlığı boğan; maddiyât, adavet, ihtilâf, adam kayırma, adaletsizlik, kabalık, insafsızlık ve diktatörlüğe hiçbir zaman prim vermemek.

Karşılıklı anlaşmayı, gülümsemeyi günlük hayatın bir parçası yapmak.

“Vermeyi, yardımlaşmayı ve paylaşmayı” yaygınlaştırmak.

Tembelliği çekim alanımızdan kovup, “çalışmayı” ön plâna çıkarmak.

Hayat pastasının kremalarından olan “teşekkürü” gündemden çıkarmamak.

En zor, en faydalı fakat en zor olan “dilimizi, huyumuzu, hareketlerimizi çok iyi idare edebilmek”. 

Sevginin zirvelerinden olan “cesaret, nezaket, yardım duygu ve hasletlerini her şeye rağmen sürdürülebilir kılabilmek.”

İnsanlığın ve toplum hayatının baş belâsı olan “kin, kibir, nankörlük” duygularına içimizde hayat hakkı tanımamak.

İstek ve arzuların liste başı olan “sağlık, dostluk, huzur” maddelerinin hayatiyetlerinin devamını sağlamak.

“Hayat, ölüm ve sonsuzluk” üçgenini hiç akıldan uzak tutmadan düşünmeye devam etmek. 

“Mim”i çıkmış, şaftı kaymış, istikametini kaybetmiş, tarihin karanlıklarındaki “hakikî mürteciliği”yle insanlığın kâtili olan şu sözde “medeniyet” denilen, insanlığın baş belâsı bunca hunharlık ve olumsuzluğun yerine; “insaniyet-i kübrâ” olan İslâmiyetin her alanda geçerli ve faydalı turfanda hükümleriyle hayatın her kademesinde buluşmak ve yaşamak dilek ve temennisiyle...

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Şehirler, mâneviyâtla şekilleniyor


A+ | A-

PEYGAMBERİMİZİN (ASM) SANCAKTARINA UĞRUYORUZ

Ogünün akşamında Peygamber Efendimizin (asm) sancaktarı olan Abdulvahhabi Gazi Hazretlerinin türbe ve camiine uğruyoruz. Buralar gerçekten şehrin kimliğini taşıyor. Şehirler bu maneviyâtla şekilleniyor. Adeta bu kimlikler şehrin maddî bedenine ruh katıyor.

EVLERDE MİSAFİR ODASI KAVRAMI

Evlerde misafir odası kavramı, sanırım sadece Müslümanlarda vardır. Sivas’ta bir akşam kalıyoruz. Dershanelerimiz ve birer medrese hükmündeki hânelerde, evlerde iman kardeşlerimiz, bize evlerinin misafirlere ayrılan bölümlerini, misafir odalarını açıyorlar. Böyle bir ev içi tanzim ancak Müslümanlarda vardır sanırım. Yani ‘misafir odası’ diye bir şey. O odalar hep misafir bekler. Tabiî özel temizlenmiş ve hiç kimsenin girip çıkmadığı, emanetçisi olan misafirlerin de gelmediği bir oda değildir. Hem o odalar öyle misafirler bekler ki, bu odaların misafir için olduğu herkes tarafından bilinir ve uygulanır. Yani misafir o kadar yakın bir kavramdır. Peki yıllardır, her türlü donanımı, hazırlığı bulunduğu halde misafiri hiç gelmeyen, dâvet edilmeyen evlere ne demeli?

Sivas’ın bize sunduğu bir diğer ikram da, yine manevî anlamda on yıllar önce memleket birlikteliğimiz olan tezhip sanatkârı Mehmet Ali Düzün Beyle karşılaşmamız oldu. Sayın Düzün, san'atında çok ilerlemiş. Pek çok yaptığı tezhip çalışmasını bizzat bir atölye gibi kullandığı saadetli evinde gördük.

Evinde, musikî ile birlikte diğeri İslâm san'atlarının da pek çoğu ile ilgilenildiği anlaşılıyordu. Böyle bir ev atmosferinin size neler taşıyacağını az çok tahmin edersiniz. Özellikle sayın Düzün’ün Risâle-i Nur’la ilgili cümleleri beni çok etkiledi: “Ben Nur camiası içinde kendimi anlamlı buluyorum. Daha önce de kendimce kendime bir anlam yüklüyordum. Ama anladım ki, asıl anlam yeni yeni kendini gösterdi. Cemaat kavramı, insanı çok yönlü besleyen bir kavram. Ben, meşgul olduğum san'atları da Risâle-i Nur ile tanıştıktan sonra daha bir anlamlı okumaya başladım. Yani bizim meşguliyetlerimizin, kendimizi bir şey sandığımız uğraşların, yüce Kudretten bize indirgenmiş, ikram edilmiş nümuneler olduğunu anlıyorum. Risâle-i Nur eserlerinde ‘san'at’ kilit bir kavram olarak kullanılıyor. Ve çok yer veriliyor. İnsan da bir ‘san'at eseri’ olarak takdim ediliyor. Bu çok dikkat çekici.”

SABAH NAMAZINI,

SİVAS ULU CAMİİ'NDE KILIYORUZ

Çok doyurucu bir akşamın akabinde, sabah namazında Sivas Ulu Camii’ndeyiz. Ulu Cami, maneviyâtı çok yüksek bir cami. Halk arasında pek çok rivayetlerle bu cami hakkında maneviyât hatıraları naklediliyor. Bunlardan birisi de, 31. sütunun bulunduğu mekânda Hızır'ın (as) namaz kıldığı şeklinde. Nitekim Hızır (as) her zaman, her yerde karşılaşılabilecek bir olgunluk aşamasıdır. Yani Hızır’ı (as) her yerde ve her zamanda aramak daha makul bir yaklaşımdır.

Sabah namazından sonra Sivas’ın tarihi kimliği ile tanışıyoruz. İslâm San'atları alanı uzmanı Mehmet Ali Düzün Bey bize, şehrin tarihî kimliğini anlatıyor.

Buruciye Medresesi’nde fen ilimleri okutulmuş, Şifahiye'de ise tıp bilimleri verilmiş. Şifahiye Medresesi (Çifte minareli medrese) bütün haşmetiyle karşımızda dimdik durmaya çalışıyor. İçi san'at merkezi olarak kullanılan Çifte Minareli Medrese, tarihî dokusunu maddeten ve mânen korumaya çalışıyor. Minareler bugünlerde restorasyon çalışmaları ile meşgul. Ama şunu hemen söylemeliyiz ki, Sivas’a bu kimlik yakışıyor. Buradaki tarihî eserler Selçuklu dönemini yansıtıyor. Yine Osmanlı yapımı olan Kale Camii tarihî medeniyetler arasında bir bağ oluşturuyor. Sivas Kongresi’nin yapıldığı tarihî mekân da yine Osmanlı eseri.

Sivas’taki bize kucak açan bütün ağabey ve kardeşlerimize ayrı ayrı teşekkürlerimizi sunduktan sonra, her ayrılığın içinde olan hüzünle ayrılıyoruz bu özel şehrimizden ve iman kardeşlerimizden.

Onların oluşturdukları kareler hiç zihinlerimizden silinmeyecek.

Allah hepsinden razı olsun.

'YOLCU' YOLUNDA GEREK

Mahall-i maksudumuz olan Rize’ye doğru yola revan oluyoruz. Tokat’ta sabah erken saatte de olsa, tanıdığımız kardeşlerimizi telefon nimetiyle de olsa, şöyle bir meşgul ediyoruz. Yani yaşadığı şehrinden geçtiğimiz iman kardeşlerimizi haberdar etmek, hem duâlara hem de irtibata vesile oluyor. Bağları güçlendiriyor. Bilgileri tazelendiriyor. Onun için bunu ihmal edilmemesi gereken bir davranış olarak not ediyoruz.

Tokat-Niksar’da bir tatlı yaylada kahvaltı yaptık. Tokat-Niksar yolunda bir dinlenme mekânında camiye Kur’ân öğrenmeye giden, sûreler öğrenmeye giden ve bir kısmı da bahçede oyun oynamaya giden tatlı küçük çocuklar dikkatimizi çekiyor.

Cami bahçesini oyun yeri seçmiş bu çocuklar tam bir fıtrat güzelliği yansıtıyorlardı.

VE MERHABA KARADENİZ…

Yolculuğumuz boyunca, ‘medrese-i seyyarelerimiz’, gerek iç donanım olarak, gerekse bizlere bir küçük mekân olmaları hasebiyle tam bir medrese görevi yaptılar. İç donanım olarak tv’de sahabe hayatlarını ele alan filmler ve musikîler dinledik. Geçen zaman dilimlerimizi anlamlı seslerle geçirmeye çalıştık. Çünkü biliyoruz ki her kulağımıza dokunan ses, bir çağrışım oluşturuyordu. Doğru çağrışımlar için, doğru sesler dinlemek gerekiyordu.

Duyduklarımızın, gördüklerimizin, kalbimizden geçenlerin de birer imtihan unsuru olabileceği gerçeğini göz ardı etmiyoruz. Vicdanımızı, kalbimizi ve aklımızı; nefis, şeytan ve hevamızın emrine sunmuyoruz. Kör hissiyatın farkında olduğumuzu, yani büyük ebedî kayıplar içerisinde olup, dünyevî, fani kazançlar peşinde olmanın, büyük yıkımlar oluşturacağını biliyor ve hissediyoruz. Onun için de, yolculuğumuzu bol bol imanî muhtevalı sohbetler, Risâle-i Nur dersleri, Cevşen okumaları, Kur’ân okumaları ve ilâhiler, ezgiler olarak şenlendirdik ve nurlandırdık. Tabiî beşte bir oranında tatlı müzikler de dinledik.

Yolculuğumuz boyunca yol kenarlarındaki camilerde namazlarımızı çoğu da cemaatle eda etmeye çalıştık. Onun için bu kudsî mekânları yaptıranlara, yapanlara ve emeği geçenlere bolca duâlar ettik.

Rize-Pazar’a ulaşıyoruz. Burada geçen yılki okuma programı yazımız dolayısıyla mailleştiğimiz saygıdeğer Abdullah Uzun’la tanışıyoruz. Oldukça çalışkan, başarılı bir vizyon taşıyan sayın Uzun, uzun yıllardır Yeni Asya okuyucusu olduğunu ve çok istifadeler ettiğini bize anlatıyor.

İkİncİ kez Rİze-Hemşİn Bİlen

Köyünde okuma mekânIndayIz

Rize-Hemşin’de bizi, Nurs Konağının–kendi deyimleriyle- emanetçilerinden olan Hüseyin Abi karşıladı. Biz mekâna ulaştığımızda Nurlu mekânın nuranî misafirleri eksik değildi. Çünkü Rize’den bir gurup kardeşimiz burada okuma programı yapıyorlardı.

Hatta biz ayrıldığımızda da yine başka grup okuma programına geliyorlardı. Anlaşılacağı üzere, Nurs Konağı bir grubu gönderip başka bir gruba hizmet veriyordu. Bir yaz dönemi içerisinde onlarca farklı gruba hizmet vermesi oldukça anlamlı idi, bu konağın.

Nurs Konağı, beş katlı olarak inşâ edilmiş. Tam okuma programlarına uygun planlanmış. Cenâb-ı Hak da ilgililerin bu samimî isteğini kabul etmiş ve binlerce kilometre uzaklardan bu mekâna okuma programı için geliyorlar.

NURS KONAĞINDAKİ İLK GECEMİZ

NURS konağındaki misafirler arasında uzun yıllardır, Rusya’da Risâle-i Nur hizmetleri yapan Ali İhsan ağabeyimiz ve bir eczacı ağabeyimiz bulunuyordu. Bu vesileyle yatsı namazı öncesi, yapılan hizmetlerden bolca örnekler sundu ve İslâm’ın her geçen gün dünyanın gündemindeki hak ettiği yeri almakta olduğu üzerinde düşüncelerini ve hatıralarını paylaştı.

Geçtiğimiz aylarda da adı geçen ağabeyin gazetemizde röportajı yayınlanmıştı. İlk gecemizi, yerlerimizi tespitle geçirdik ve gece olduğu için namazlarımızı kılıp uyuduk. İlk kez giden öğrencilerimizin gözlerine uyku girmiyordu. Çünkü burası hava olarak çok özel bir konuma sahipti.

—Devam edecek—

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Allah’ın himayesine girmek


A+ | A-

Bildiği ve bilmediği nice düşmanları vardır insanın. Gözle göremediği küçük bir mikroptan tut depremlere, çeşit çeşit musîbetlere varıncaya kadar sayısız düşmanlar… Hepsi tetikte onu mahvetmek için beklemektedirler. Bunlara karşı kendi gücüyle korunabilecek durumda değildir insan. Çünkü son derece zayıftır, acizdir. Ancak gücü, kuvveti sonsuz, her şeyin dizgini elinde olan Allah’a güvenip dayanmakla korunabilir.

Onun içindir ki Allah dilemedikçe kimse kimseye beş kuruş fayda sağlayamayacağı gibi yine O dilemedikçe isterse bütün dünya onun aleyhinde toplansın kılına dahi dokunamazlar.

Nitekim başta amcası Ebû Leheb olmak üzere bütün Mekke halkı aleyhinde oldukları halde Kâinatın Efendisine (a.s.m.) birşey yapamamışlardı. Şu ibretli olay onun nasıl koruma altında olduğunun yüzlerce örneklerinden sadece bir tanesi:

İslâmın azılı düşmanı, yarasa ruhlu, kömür tabiatlı, “Ya Muhammed, Sen doğrusun. Ben seni değil, dâvânı inkâr ediyorum” diyecek kadar da inatçı ve mantık yoksunu Ebû Cehil’in düşmanlıkta gözü kararmış, başı dönmüş, “Ben eğer Muhammed’i secdede görürsem boynunu ayaklarımın altına alacağım” diyecek kadar da kendini kaybetmişti.

Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sonsuz güç ve kuvvet sahibi bir Rabbi olduğunu, O’nun himayesi altında bulunduğunu bilemeyecek kadar dar düşünceli…

Gün geldi Peygamberimizi (a.s.m.) namaz kılarken gösterdiler ona. Yanına yaklaşmak istedi. Ama bir türlü gidemiyor, aksine adımlarını geri geri atıyor, çekiliyordu. İçini bir telâş, bir ürperti sarmış, neye uğradığını, ne yapacağını şaşırmıştı. Arkadaşları, “Ne oldu sana ey Ebû Cehil?” dediler. O derinden derine soluyor, kaçmış rengiyle kekeleyerek konuşuyordu: “Benimle Muhammed arasında ateşten bir çukur var. Kanatlar gördüm, korktum.”

Allah, Sevgili Resûlünü (a.s.m.) o hâin düşmana bırakmamıştı. Resûlullah (a.s.m.) olayla ilgili olarak şöyle buyurur: “Eğer o bana yaklaşacak olsaydı, melekler onu paramparça edeceklerdi.”

Hadise üzerine Alak Sûresinin şu meâldeki âyetleri indirildi: “Fakat insan, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşır.

Dönüş ancak Rabbinedir.

Allah’ın kulunu namaz kıldırmaktan alıkoyanı gördün mü?

Gördün mü o kâfiri? Eğer o doğru yol üzerinde olsa yahut kötülükten sakınmayı tavsiye etse daha hayırlı olmaz mıydı?

Gördün mü o kâfiri? Eğer o yalanlayıp haktan yüz çevirirse, Allah’ın kendisini gördüğünü bilmez mi?

And olsun ki, eğer o inkâr ve isyanına son vermezse, Biz onu alnından yakalayıp Cehenneme sürükleriz.

Zira o pek yalancı ve günahkâr bir alındır.

O kavmini yardıma çağırsın.

Biz de zebanileri çağıracağız.

Hayır, sen ona aldırma. Secde et ve Rabbine yaklaş.

(Bu son âyet secde âyetidir. Dinleyince veya okuyunca secde edilmelidir.)

Önemli olan Allah’a gönülden bağlanıp O’nun himayesi altına girmek değil mi? Yoksa hadsiz düşmanlara karşı insan nasıl korunacak?

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zekât bereketi


A+ | A-

Süleyman Akkın: “Mektûbat’ta Yirmi İkinci Mektûbun İkinci Mebhas’ındaki suâlin ikinci hâşiyesinde, ‘eskiden verdiği kırktan ki, her sene gâliben ve lâakal ribh-i ticârî ve nesl-i hayvânî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir’ cümlesini açıklar mısınız?”

Hazret-i Üstâd Yirmi İkinci Mektub’un İkinci Mebhas’ına hırs’ın bir mahrûmiyet, zillet ve sefâlet sebebi olduğunu zikrederek başlar. Devamında hırs ile kanaatin iki muhâlif güç olarak hayatımızdaki müsbet-menfî etkileri ile zekât ve fâiz üzerindeki rollerini beyan eder. Kanaatin bitmeyen bir hazîne olduğunu ispat ederek Mebhas’ı bitirir.

Hırs hüsrâna sebeptir. Hırs gösteren Müslüman, onmaz, batar; yükselmez, düşer; servet bulmaz, mahrûmiyet bulur; ferahlanmaz, sefâlete uğrar.

Misâller sunar Üstad Bedîüzzaman: Ağaçlar ve bitkiler hırs göstermezler, kanaatle yerlerinde dururlar; rızıkları hârika bir sûrette onlara koşup gelir ve kanaatlerinden dolayı öyle bir bereket gelir ki, pek çok hayvanı beslerler. Hayvanlar ise hırs ile rızıkları peşinde koşuyorlar; çoğu zaman pek çok zahmet ve noksaniyetle ancak rızıklarını elde edebiliyorlar. Hayvanlar dairesi içinde zaaf ve acz ile tevekkül eden bütün yavruların rızıkları, en lâtif ve en mükemmel bir surette rahmet hazinesinden veriliyor. Hırslı saldırgan canavarlar ise, gayr-ı meşrû ve pek çok zahmetle ancak tatsız rızıklarını kazanabilmektedirler.

Fâizin altında, aşırı mal düşkünlüğü ve haram helâl demeden kazanma hırsı vardır. Bu ise kayba sebeptir.

Oysa zekât, kanaat ve tevekkül içindeki Müslüman’ın sâlih amelidir ki, berekete açılan kapının anahtarı hüviyetindedir.

Hırsın neden hüsran sebebi olduğunu da açıklar Hazret-i Üstad. Eşyanın tertibinde İlâhî hikmetçe konulan bir usul, bir yol ve bir âdet vardır. Hırs sahibi, bu yolu izlemez, bu metodu takip etmez, bu âdete uymak istemez. Tertip içindeki eşyanın manevî basamaklarına aldırmaz, üç-beş basamak birden atlamak ister; ama atlayamaz, düşer ve maksadına ulaşamaz.

Malı çok seven Müslüman, malın çok gelmesini hırs ile değil; kanaat ile talep etmelidir. Yoksa kaybeder. Kanaatin, amel çapındaki görüntüsü ise zekâttır ve zekât bereket sebebidir. Yani malı arttıran en mühim faktördür. Çünkü yeryüzüne açılan Rahmet sofrasında rızıkların dereceleri ve nimet mertebeleri, Müslüman’ın fakirlere eli açık olma derecesiyle orantılı olarak kendisine açık olacaktır.

Böyle olunca zekât, dünya malını daha çok isteyenin başvurması gereken bir amel olur. Zira Müslüman kendi malından vermiyor. Müslüman, Allah’ın verdiği maldan veriyor. Yani tabir caizse, malın musluğu Allah’ın elindedir. Bakıyor ki Müslüman zekâtını vermiyor, malı tutuyor; Allah da musluğu tutuyor ya da bir musîbet gönderip daha önce verdiği servetin birikmiş zekâtlarını topluca ve fazlasıyla alıyor. Yani zekât vermemekle Müslüman,—uhrevî kayıplar bir yana—aslında önce ve acilen maldan kaybediyor. Müslüman zekâtını verse, Allah da musluğu sonuna kadar açacak, bereket yağdıracak. Çünkü daha fazla mal elde etmenin mühim bir usûlü ve yolu da, malı verene teşekkür ederek rızasını almaktır. Malı verense, fakirlere kucak açılmasını teşekkür yerine sayan Cenâb-ı Allah’tır. Hırsları dolayısıyla kucak açmayanlar ise, mal üzerinde kazanç kıtlığı, bereketsizlik veya musîbet suretinde ilk tokatlarını yiyorlar.

Neticede Müslüman zekâtı cebinden vermiş olmuyor; Allah’ın kendisine yaptığı ihsan ve ikramdan vermiş oluyor. Çünkü verdiği zekât, kendisine en az bire on olarak geri dönüyor. Bu durumda zengin fakire minnet duymalı; kesinlikle fakirden minnet almamalıdır.

Cenâb-ı Hak her sene taze olarak sıfırdan verdiği buğday gibi mallardan onda bir zekât istiyor. Eskiden verdiği ve üzerine bereketle arttırmakta olduğu koyun, keçi ve ticaret eşyası gibi mallardan ise kırkta bir zekât istiyor. (Aslında koyun ve keçinin zekâtı her ne kadar kırkta birle başlasa da, yüzde birle devam etmektedir. Yani yüz yirmi davara kadar bir koyun veya keçi; iki yüze kadar iki koyun veya keçi; üç yüz doksan dokuza kadar üç koyun veya keçi; dört yüzde dört koyun veya keçi ve artık her yüz davarda bir koyun veya keçi zekât verilmesi farzdır. Malı seven insanoğlu için arttırmaya ne kadar elverişli oranlar değil mi?)

Bahsettiğiniz “Haşiye-2”de Üstad Hazretleri, yıllık olarak kırkta bir zekât isteyen Cenâb-ı Hakk’ın, zaten her sene ekseriyetle ve en az kırkta on adet gerek ticarî kazançta bereket (ribh-i ticârî), gerekse davarın ve hayvanın doğurmak suretiyle en az yüzde on artması şeklinde kâr olarak verdiğini beyan ediyor.1 Nitekim Kur’ân’da Yüce Allah zekâtı emrettiği ve infak etmeyi (vermeyi) teşvik ettiği birçok âyette “Rızık olarak verdiklerimizden verin” mânâsını şuurumuza adeta kazıyor. 2 Yani insan zekâtı cebinden vermiyor; Allah’ın kendisine verdiklerinden veriyor. Yani musluğun başı Allah’ın elinde ve emrinde; kul verirse Allah da açacak!

Demek en az kırkta on verenin, kırkta birini geri istemesi çok görülmemeli. Gönül rahatlığıyla vermeli. Kırkta bire göz ve gönül koymamalı. Geri kalana kanaat etmeli. Peygamber Efendimizin (asm), “Kanaat bitmeyen hazinedir” sözünü asla unutmamalı ve ibadet hayatımızda mihenk yapmalıyız.

Dipnotlar:

1. Mektûbât, S. 264.

2. Bakınız: Bakara Sûresi: 3, 254, 261,267; Nisa Sûresi: 39; Enfal Sûresi: 3; Ra’d Sûresi: 22; İbrahim Sûresi: 31; Nahl Sûresi: 75; Hac Sûresi: 35; Fatır Sûresi: 29; Hadid Sûresi: 7; Münafikun Sûresi: 10; Talak Sûresi: 7; Kasas Sûresi: 54.

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Kırşehir mezuniyet pikniği


A+ | A-

Türkiye’de takriben 10 bin vakıf, 2 bin STK ve 90 bini aşkın dernek ve sâir isim ve unvanlar altında kuruluşlar var. Bu mezkûr kuruluşlar, üyelerini yaz aylarında, aziz vatanımızın yüksek ve serin yerlerine götürmektedirler. Ayrıca sayısı günden güne artan üniversitelerimizin mezunları da, mezun oldukları şehirlerde, bu aylarda mezuniyet günü tertip etmektedirler. İmkânları nispetinde ailece katılanlar bulunmakta, geçmiş yıllar her cihetle dile getirilmekte ve yeni kaynaşmalar olmaktadır.

Geçtiğimiz hafta "Kırşehir Mezuniyet Pikniği"ne konuşmacı olarak dâvetliydik. Her dâvet edilen yere gitmeyi hem bir şiâr, hem de sünnet kabul etmişimdir. Daha önce başka bir yere söz vermemiş isem, mutlaka giderim. Bu itibarla hukukçu Ömer Peker Beyin kaptanlığında ve kalb ameliyatı geçiren Ali Hocamızla iştirak ettik.

Yıllardır yapılarak geleneksel hâle gelen Kırşehir Mezunlar Pikniği için Kırşehirli kardeşlerimiz çok önceden himmet ve gayret göstererek, harika bir yer ayarlamışlar. Şehir içi, bağlar arası ve belediyenin uhdesinde bulunan piknik merkezi hepimiz için elverişliydi. Baştan sona dikkat ettim, bir bayram ve düğün yeri gibi idi ve esası da budur, böyle olmalıdır. Hanımlar, erkekler ve çocuklar ayrı ayrı piknik havasını aldılar, kanaatindeyim.

Bu pikniklerde ve bu nevî kaynaşmalarda alınacak dersler, ibretler ve mânâlar yok mudur? Elbette vardır. Benim 45 dakikalık konuşmamın satır aralarında dikkat çektiğim “ihlâs ve uhuvvet” zincir-i nurânîsini, çocuklar ve sonra da büyükler “halat çekme yarışında” kullandılar; biri manevî, biri maddî idi, fakat birbirinin tefsiri makamında görülmektedir. Alkışlarımın arasında bunu sezdim ve kendime aldım.

Yorumuna gelince; nurânî ve imanî hizmetlerde ne olursan ol, "ihlâs ve uhuvvet” yoksa, hizmette başarı ve inkişaf gelmiyor. Yani halat sağlam değil, kopuyor. Tam ihlâs ve uhuvvet hâlinde olan birim, ünite ve cemaatlerde başarı ardı ardına gelmekte. Kim bu kopmayan “ihlâs ve uhuvvet" İlâhî halatına sarılırsa, fersah fersah maddî ve manevî yol almaktadır ve almıştır. Mazi ve 2009 dünyası da bununla dolu.

Nitekim umuma yaptığım konuşmada, Kâinatın Serveri Efendimizin (asm) “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar hakkı galibane dâvâ edecektir”1 hadis-i şerifinin Türkiye’de ve dış dünyadaki İslâmî inkişaflar ile tecellisini çeşitli misâllerle anlatırken esas kaynak “ihlâs ve uhuvvet”ti.

16 milyonluk Hollanda'da 450 cami, 83 milyonluk Almanya’da 2.600 cami, Fransa’nın her şehrinde cami, İngiltere’de 1.000 cami. 300 milyonluk ABD'de 4 bin cami, Rusya’da gümbür gümbür İslâmın sadası, nurun tecellisi ve 1 milyar 300 milyonluk Çin’de katliâmlara rağmen İslâmî direniş ve yeni bağımsız ülkelerin kurulacak olması ve bütün dünyada Kur’ân nurunun bir bahar mevsiminde çiçeklerin açması gibi tahakkunun temelinde ve tavanında iki şey var: Biri ihlâs, diğeri uhuvvet.

Sevgililer Sevgilisi Fahr-i Kâinat’ın (asm) hayatı da bu, Hz. Bediüzzaman’ın hayatı da bu, Hz. Mevlânâ'nın hayatı da bu. Sordum ve her yerde soruyorum: Biz bu ihlâsın ve uhuvvetin neresindeyiz? Eğer gerçek ihlâsı yakalarsak, Kostantıniyye İstanbul olur, olmuştur ve Rotterdam’ın belediye reisi de Ebû Davud olur. En büyük başarı, bu muhteşem İslâmî inkişaf ve fütuhatın içinde bulunmaktır. Hz. Bediüzzaman’ın dediği gibi “mevcutla iktifâ dûnhimmetliktir (gayretsizlik)”. Şükürler olsun, kervan yürüyor, nereden nerelere geldik.

Benden önce konuşan, Yeni Asya gazetemizin yazarlarından Sami Cebeci kardeşime, bütün Kırşehirli can dostlarıma, uzaktan yazın sıcağına rağmen gelen bay ve bayan kardeşlerime ve ilâhi okuyup halat yarışına katılan gençlere bütün kalbimle teşekkürler ve binler tebrikler.

Dipnot:

1- Buhari, 9:125 Müslim 1:137,2.1522.

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Diyanet hadis projesini şimdilik durdurmalıdır


A+ | A-

Bizim gibi olayları dışarıdan izleyenler medyadaki yansımalarla yetinmek zorunda kalıyorlar. Zamanında yeterlice yapılmayan bilgilendirmeler, birçok endişe, vehim, tereddüt ve su-i zannın da doğmasına sebep oluyor. Diyanet’in günümüz şartlarında yanlış anlaşılabilen hadis-i şerifleri doğru anlamamızı sağlayacak çalışmaları proje kapsamına alması, bizim için sevindirici bir haberdir. Hakikaten yanlış yorumlarla, zamanın üzerimize boca ettiği müşevveşiyetlerle ve şeriat-ı Muhammediye ile mücadeleyi gaye edinmiş saldırgan ve ahlâksız dinsizlerin kafa karıştırmalarıyla, hem hadiste ve hem de âyet-i kerimelerde bilhassa avamın imanını zedeleyecek çok yanlış mânâlar ortaya çıkıyor. Bu yanlışları, Kur'ân ve hadisin doğru yorumlarıyla düzeltmek ve Türkiye Müslümanları başta olmak üzere âlem-i İslâmı tereddütlerden kurtarmak, herkesten önce Diyanet’in vazifesidir ve ona yakışır.

Bizim bu konudaki endişelerimize Diyanet’teki ehl-i ilmin hayırlı çalışmaları değil de, dünyadaki global gelişmelerin siyasî olarak şimdilik Müslümanların aleyhinde olması sebep oluyor. Müslümanların 11 Eylül global ihtilâli ile içine düştüğü sıkıntılı durumun hâlâ devam etmekte olduğuna kimse itiraz edemez. Birçok İslâm ülkesindeki siyasî iradenin dinsizlerce meflûç bırakıldığı ve hatta bir insaniyet ve barış projesi olan Avrupa Birliğinin bile sıkıntıya uğratıldığı bir dönemde; mâlûm güç odakları ve sermaye çevreleri dünya Müslümanlarını doyuracak çalışmaların yapılmasına müsaade etmeyebilirler. Veyahut İslâmiyeti, Peygamberimizin (a.s.m.) orijinal pratiğinden uzaklaştırarak sefih dinsiz Batı medeniyetinin prensipleriyle çelişmeyen bir hayat biçimi olarak sunacak çalışmalar tarzında yansıtabilirler. Söz konusu hakim cereyanların tesiri henüz her yerde hissedildiğinden, bu güzel çalışmayı da ifsad edebilir, diye endişeleniyoruz.

Hadis-i şeriflerin Müslümanlar için “örnek bir hayat tarzı” çizdiğini hepimiz biliyoruz. Bilhassa Batı dünyasından “İslâmî hayata” yüksek seslerle yapılan itiraza karşı, Peygamberî hayatı, sembolleri ve bu çerçevede onun mübârek sözlerini global olarak müdafaa etmek elbette kolay değildir. Gel gör ki Avrupa basını, bu çalışmayı bir başka mânâ ile destekliyor. İslâm dininin içindeki çağdışı prensip, söz ve hareketlerin ayıklanması… Onların kafasındaki bu tahrip arzusuna ister reform, ister bid’a, ister “light İslâm” veya isterseniz Türkiye İslâmı deyiniz. İsmin değişmesiyle hakikat değişmiyor.

Günümüzdeki beşerî ilimlere, farklı kültürlere ve İslâm düşmanlarının dinsizlik projelerine vâkıf yüksek bir tefsir heyetinin gayet titiz bir çalışmasıyla ancak ortaya çıkabilecek bir çalışmayı aceleye getirmek, Müslümanların Diyanet’e olan hüsn-ü zanlarını zedeleyebilir. Camilerimizde okunan hutbelere, Kur'ân kursları müfredatlarına ve dinî cemaatlerin çerçeve çalışmalarına kadar her şeyden haberdar olan karşıtlarımızın işini kolaylaştıracak, onların Müslümanları Avrupa ve Amerika'da alay konusu yapacağı çalışmaları elbette Diyanet’imiz yapamaz.

Belki de biraz daha pozitivist, modern, popülist, Avrupalılara İslâmiyeti sevdirme veya başka endişelerin tesirinde yapılacak bir “hadis seçme çalışması” Türkiye Müslümanlarını da tedirgin edebilir. Son zamanlarda, yine dinsizlerin gizlice destekledikleri Selefîlik, Haricîlik, Vehhabîlik veya mealcilik hareketlerinin de desteğiyle birçok hadis-i şerife hürmetsizlik vukua gelebilir. Selefîliğin veya Ehl-i Sünneti üzecek tarzdaki Vehhabîliğin başta Avrupa olmak üzere İslâm coğrafyası dışında dinsizlerce gizlice desteklenmesi, oralardaki avamı tedirgin ediyor. İslâmiyetin fıtrat dini olarak dünyadaki bâlâ mevkiini almasından çekinen dünya dinsizliğinin, istikametteki doğru ve dengeli Müslümanlığa karşı ifrat ve tefriti olan diğer mezhep veya cemaatleri mütemadiyen desteklediğini belirtmek elbette yanlış olmaz.

Diyanet’in yapacağı hadis çalışmaları, şayet bütün Müslümanların icma ile katılabilecekleri ve fıtratı seslendirecek, gösterecek ve yaşatacak çalışmalar olarak ortaya çıkarsa nurun alâ nur… Hem Müslümanlar, hem Avrupalı insaniyetperverler ve hem de semada melekler tebrik eder. Ama Allah göstermesin, endişelerimize haklılık kazandıracak, fıtrat ve hayatı göstermeyecek, Müslümanları dinsiz Avrupalılar karşısında mahcub edecek ve ayrıca Müslümanlar arasında fitneye sebep olacak çalışmalar şeklinde zuhur edecek bir çalışma olmaması için diyoruz ki, aceleye getirilmesin. Başta ulema olmak üzere Müslümanlar mabeyninde olgunlaştırılsın.

Zira bu tür umum ümmeti, İslâmın geçmiş ve geleceğini alâkadar eden çalışmalar icmaa muhalif ve hakikate mugayir bir surette yapılıp neşredilirse, sebep olanların kıyamete kadar “Es sebebü kel fail” sırrıyla nefrete müstehak olma durumları da olabilir.

Dibacede arz ettiğimiz gibi, hadiseyi dışardan takip ettiğimizden, yanlışlarımızın nazar-ı müsamaha ile karşılanmasını ilgililerden ve okuyucularımızdan istirham ediyoruz.

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bir dokun, bin ah işit


A+ | A-

Her sektörün kendisine göre dertleri ve problemleri vardır, olması da işin tabiatı gereğidir. Ama inşaat sektörünün baştan sona dert küpü olduğu hiç aklıma gelmezdi. Nihayetinde bu sektörde, yapılan ihaleler sebebiyle milyarlar konuşuluyor.

Dün, MÜSİAD İnşaat ve Yapı Malzemeleri Sektör Kurulu Başkanı Mahmut Asmalı’yı dinleyince, inşaat sektörünün de ciddî sıkıntılarla yüz yüze olduğu kanaati hâsıl oldu. Aynı zamanda Ak Yapı İnşaat ortak ve yöneticilerinden olan Asmalı, sektörün yaşadığı sıkıntıları anlattı ve yöneticilerin çözüm bulmasını istedi.

Sadece bir örnek bile bu konuda yaşanan çelişkileri anlamamıza yetebilir. Sektörün sıkıntılarına çare olsun diye hazırlanan ihale kanunu son 5 yılda tam 18 defa değişikliğe uğramış!

Hazırlanan bir kanun kısa süre zarfından bu kadar değişikliğe uğruyorsa, o iş kolunda istikrardan söz edilebilir mi?

Peki, bunca değişiklik yapılmış ve bu konuda hedefe ulaşılabilmiş mi? MÜSİAD İnşaat ve Yapı Malzemeleri Sektör Kurulu Başkanı Mahmut Asmalı’yı dinleyince bu soruya ‘evet’ demenin mümkün olmadığı ortaya çıkıyor. Asmalı’nın verdiği başka örnekler de var ki, ‘rekorlar kitabı’na girmeye aday. Meselâ, bir inşaat ruhsatı için 31 ayrı ‘harç’ yatırmak gerekiyormuş. Son günlerde tartışılan ve geçmiş yıllarda yapılan inşaatları ‘kayıt altına alma’yı hedefleyen çalışmalar da bu problemlerin bir cephesini oluşturuyor. Düşünün, başta İstanbul olmak üzere bilhassa büyük şehirlerdeki binaların yüzde 70’i ‘kaçak’ statüsünde. Bir daire alıyorsunuz ve o daire, resmî belgelere göre ‘yok’ hükmünde. Çünkü tapunuzda ‘arsa’ aldığınız yazıyor... Elbette bu problemler bu gün karşılaştığımız problemler değil. Ama ne yazık ki ‘böyle gelmiş, böyle gider’ anlayışı ile bugünlere gelinmiş. Oysa ‘böyle gelmiş ama böyle gitmez’ demek lâzım.

İnşaat sektörünün bir başka problemi de ihaleyi “en ucuz teklif verene” bırakmak anlayışı. Bu uygulamanın inşaatlarda kalitesizliği gündeme taşıdığına işaret eden Asmalı, bunun bir orta yolunun bulunması gerektiğine dikkat çekiyor.

Aynı şehirde ilçeler arasında farklı uygulamalar olduğuna da dikkat çeken MÜSİAD İnşaat ve Yapı Malzemeleri Sektör Kurulu Başkanı Mahmut Asmalı, “Caddenin bir tarafına 3 kat, diğer tarafına 4 kat yapı müsaadesi veriliyor. Bu uygulamaları vatandaşa anlatmak mümkün olmaz. Bu kararlar alınırken inşaat sektörünün görüşlerinin alınmasında fayda var” diyor.

Ekonomik krizin en geç inşaat sektörünü vurduğu da malûm. Ama krizden en son çıkacak sektörün de bu sektör olduğu ifade ediliyor.

Asmalı, imkânı olup da ev satın almak isteyenlere de ‘tiyo’ veriyor: “Ev almak için en uygun zaman şimdi. 2010’un ortalarından sonra sektör toparlanırsa bu günkü fiyatlarla ev almak hayal olabilir” diyor.

“Zarurî ihtiyaçlarımızı bile karşılamakta zorlanıyoruz. Ev almak bizim için hayal” diyorsanız, o başka. Ama imkânınız varsa, ‘uzman’ına kulak verin derim.

Yükselen inşaatların ‘tabelâ’larındaki isimlere bakıp çok rahat olduklarını düşünmeyin. Büyük işin derdi de büyük oluyor...

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Siyasetçi bütün darbelere karşı olmadıkça…


A+ | A-

Meclis tatilde… Önümüzdeki ayın başında Meclis başkanlığı seçimi yapılacağı için milletvekilleri tatillerini yarıda kesip Ankara’ya gelecek. Bu arada Meclis tatile girmeden önce çıkan askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören kanunun Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanmasının ardından CHP Grubu “acil” olarak parti genel merkezinde toplanarak “oy birliği” ile kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu. CHP böylece 23. dönemde Yüksek Mahkeme’ye 33. dâvâsını da açmış oldu!

Kanunla ilgili tartışmalar devam ederken, hükümetin Gül’ün “tereddütlerin giderilmesi için ek düzenleme” istemesini “ivedilikle” yapmayacağı ortaya çıktı. Hafta başında yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında “şüphelerin giderilmeye çalışılacağı” kararı çıktı. Konunun, 1 Ekim’de açılacak Meclis’in gündeminin baş sırasında olacağı tahmin ediliyor. Tabiî bu arada Anayasa Mahkemesinin kararı bu tarihe kadar açıklanmazsa…

* * *

Baykal’ın toplantının başında yaptığı 1.5 saatten daha uzun süren konuşmasındaki sözleri ise siyasetin tartışma konusu oldu. Baykal’ın “Asker, toplumu rahatsız eden tavırlarda bulundu mu? Kardeşiniz Abdullah’ı cumhurbaşkanı seçmenize engel mi oldu?” sorusu pek çok soruyu da akıllara getirdi. 27 Mayıs, 12 Eylül darbeleri, 1971 muhtırası, 28 Şubat postmodern darbesi toplumu rahatsız etmedi mi? 27 Nisan bildirisi ne amaçla hazırlandı? “1980 ihtilâli yargılansın” diyen Baykal’ın bu tutumu demokrasiye bakışını ortaya koymuyor mu? Bir taraftan anayasanın geçici 15. maddesi kaldırılıp 12 Eylül ihtilâlini yapanların yargılanmasını isteyip diğer taraftan “sivilleşme yönünde önemli adım” olarak sayılan kanunu Anayasa Mahkemesine taşıyan CHP’nin mahkemeye gitmesiyle övünmesi neyle izah edilebilir?

Baykal’ın bu sözlerine en büyük tepki ise eski “yol arkadaşları”ndan geliyor. CHP’nin eski Parti Meclisi üyesi ve AKP Milletvekili Haluk Özdalga, “Ergenekon çetelerinin, darbecilerin, faili meçhul cinayet şebekelerinin siyasî avukatlığını üstlendiğini ilân eden Baykal, şimdi bunların hukukî zeminde de avukatlığını yüklenmiş oluyor. Çünkü, söz konusu yasanın anayasaya aykırılığını düşünen ve demokrasiye sadakatle bağlı bir partinin yapması gereken, o yasanın iptali için değil, ilgili anayasa hükmünü değiştirmek için harekete geçmek olmalıydı” diyor, ancak yeni partisinin de bu konuda bir adım atmadığını unutuyor…

Baykal’ın eleştirilen diğer sözü de “Türkiye’de askerî vesayet olmadığı”nı söylemesi oldu. CHP eski Genel Başkan Yardımcısı İnal Batu askerî vesayetin devam ettiğini söyledi. “Bunun en önemli örneği 27 Nisan muhtırasıdır. CHP ne yazık ki bu bildiriyi alkışladı ve noktasına, virgülüne kadar destekledi” dedi. Özdalga da bu konuda, “Cumhurbaşkanı seçimlerinin ilk tur oylamasının gecesi asker tarafından muhtıra hazırlanmadı mı?” diye sorarken şöyle diyor: “Bu şartlarda, Türkiye’de askerî vesayet tehdidi olmadığını ileri sürebilmek için ancak Baykal gibi yaşayan ölü olmak gerekir.” Baykal’ın “Askerî vesayet yok, Tayyip Erdoğan vesayeti var” sözlerine karşılık da, halkın oyuyla işbaşına gelen bir iktidarın askerle kıyaslanmasının talihsiz bir açıklama olduğunu söylüyor.

Baykal’ın bu çıkışına 12 Eylül ihtilâlinin lideri bile içerlemiş. “Neden Baykal önceki darbeyi görmüyor da 80’i görüyor? Mademki 1980’in yargılanmasını istiyor, 20 yıl boyunca 27 Mayıs bayram havasında kutlandı? Deniz Baykal neden onu sorgulamıyor?” diye soruyor…

* * *

Bütün bu tartışmalardan sonra Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi, özgürlüklerin genişlemesi için yeni bir anayasanın ne kadar gerekli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Darbe sözü demokratik bir ülkede uluorta söyleniyorsa bir eksikliğin olduğu muhakkak. Aylardır da Türkiye bu tartışmalardan bir türlü kurtulamıyor.

“12 Eylül yargılansın” deyip darbeleri başlatan darbe olan 27 Mayıs hakkında ses çıkarmamak, yıllarca bayram ilân edilmesine alkış tutmak, 12 Mart’la ilgili tek kelime söylememek, postmodern darbeden memnun olmak, gece yarısı muhtıralarını alkışlamak siyasetçi için kabul edilebilir bir durum değildir.

Her türlü darbeye karşı olmak, demokrasiden yana tavır koymak milletin oylarıyla seçilenler için olmazsa olmazdır. Hem de demokrasinin de gereği budur.

Millî iradeye ve demokrasiye inanan herkesin, başta 27 Mayıs olmak üzere bütün askerî müdahaleler, ara rejimler, muhtıralar, demokrasiye darbe vuran girişimler, darbe plânları karşısında net bir şekilde tavırlarını demokrasiden yana ortaya koymalıdır. Yoksa bütün darbeleri yargılanmasını istemeyenlere “asker elbisesi” de gönderilir “emir eri” olmakla da suçlanırlar…

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Darbeciler “bir bir” yargılanmalı (2)


A+ | A-

Dünyada demokratik sistemi seçen bütün ülkeler darbelerle hesaplaşırken, Türkiye, 90 yıla yaklaşan Cumhuriyet tarihinde, 60 yılı aşkın çok partili siyasî süreçte hâlâ darbelerle ve ara rejimlerle hesaplaşmış değil.

Bütün karanlık devirlerin, “başarılan – başarılamayan” bütün darbelerin, darbe plânları ve teşebbüslerinin, andıçların, belgelerin, muhtıralarla e-bildirilerin, ara rejim senaryolarının soruşturulması, demokrasi için hayatî önemi hâiz.

Bunun içindir ki demokrasiyi tahrip oyunlarının, kaos ve kargaşa provokasyonlarının üzerinde örtü kaldırılmalı. Türkiye’nin üzerindeki bu kara leke silinmeli.

Bu anaforda Türkiye’yi “irtica tehdidi”yle girdaba sürükleyen, binlerce vatandaşı fişleyip mağdur eden darbecilerin “ifâdesi” alındıktan bir şey olmamış gibi sonra tatile çıkmalarına müsaade edilmemeli…

Meselâ ismi “2. Ergenekon iddianâmesi”nde 13 kez geçen 28 Şubat postmodern darbeyi dayatan Em. Org. Çevik Bir’le ilgili çeşitli iddialar var.

“Örtülü faaliyetler” başlıklı “İstanbul, 6 Nisan 2001” ibâresini taşıyan 22 sayfalık raporda Bir’in Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı olabilmek için “silâhsız ve yıkıcı terör kullandığı” iddiasının üzerinde durulmalı.

Bir’in, “ABD’nin psikolojik savaş alanı Türkiye ve Avrasya’da sivil kurmay başkanı” olduğu ve Silâhlı Kuvvetleri bu “stratejik bölgenin ‘Amerikan polis gücü’ne dönüştürmeyi” amaçladığını belirten belgelerin mâhiyeti netleştirilmeli.

“BÜYÜK OYUN”UN

“OYUNCULARI”NA HESAP SORULMALI

Keza Genelkurmay eski Başkanı Doğan Güreş’in, 12 Eylül darbesi lideri Evren’in “emir subayı” Bir’in, NATO emrinde yurt dışı göreve Pentagon’un doğrudan adını vermesi sayesinde atandığı gerçeği ortaya çıkarılmalı.

Hoşuna gitmeyen medya kuruluşlarına yasak koyan ve “akredite gazetecilik” dönemini başlatan Bir’in basına sızan “tehditleri” ve gazeteciler hakkında dosya hazırladığı ve şantajda bulunduğu, patronlarla yakın ilişkisinden dolayı kızdığı gazetecileri işten kovdurduğu söylentileri bir bir tahkik edilmeli.

Özellikle “belgeler”deki, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin ABD tarafından kurdurulduğu, Pentagon’ca Türkiye ve Avrasya bölgesinde faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin merkezi olarak tasarlandığı iddiasının hesabı sorulmalı.

“Bu kez işi silâhsız kuvvetler halledecek” diyen, darbe ve devrimleri STK’lara ihâle eden 28 Şubatçıların “irtica tehlikesi” uydurması ve furyasıyla estirdikleri fırtınanın perde arkası açıklığa kavuşturulmalı.

Yine 28 Şubat sürecinde “Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda” ve “sivil inisiyatif” perdesinde” oynanan “büyük oyun”un “oyuncuları”nın “sivil hareket” maskesiyle oluşturdukları “sivil cunta” ve sürdürdükleri “psikolojik savaş” ve “stratejileri”nin arka plânı açıklanmalı.

Ayrıca Ergenekon kapsamında ele geçirilen bazı belgelerde, demokrasiye balans ayarı vermek için tankları Sincan sokaklarında yürüten “Çevik Bir - Erol Özkasnak ekibinin Amerikancı darbe girişimi” ve “dönemin Genelkurmay Başkanı Hakkı Karadayı tarafından engellenen darbe teşebbüsü ve unsurları” bir bir tahkik edilmeli. Çevik Bir’in görevde olduğu sırada hazırlandığı belirtilen “Ayışığı”, “Sarıkız” ve “Eldiven” kod adlı darbe plânlarının arkasındaki karanlık ve kirli eller bulunmalı. (Vatan, 26.6.2009)

“YÖNETİME EL KOYMA

PLÂNLARI” SORGULANMALI…

“2. Ergenekon iddianâmesi”nin duruşması önümüzdeki hafta başlıyor. “Ergenekon savcıları”nın, Bir’le birlikte 28 Şubat’ın etkili isimlerinden MİT eski İstanbul bölge başkanı Nuri Gündeş’e “şüpheli” sıfatıyla 28 Şubat süreci ve bilhassa “bir suikast plânı”yla ilgili sorular sordukları, basında yer aldı. Bu “sorgulama”nın akıbeti de mutlaka açıklanmalı.

Buna ilâveten Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Em. Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu bildirilen “darbe günlükleri”nde Bir’in Ergenekon sanığı Levent Ersöz’le Bedrettin Dalan arasındaki konuşmaların içyüzü su yüzüne çıkarılmalı.

“Ergenekon iddianâmesi”ndeki dökümanlarda, 21 Aralık 1998’de Cumhurbaşkanlığı için Yekta Göngör Özden’in Cumhurbaşkanı edilmesi kararlaştırılan “Bir’in yönetime el koyma plânı”nı yine dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun önlediği; ve 23 Nisan 2003 tarihli bir bölümde Erdal Şener’in, “Yav bu işi 28 Şubat’ta bitirecektik; bunu o gün üç kişi plânladık; Bir, Fevzi ve ben… Her şeyi hazırladık. Bakanlar Kurulunu dahi. Müsteşarları bulmak zordu, onları tamamladık. Karadayı bizi uyuttu…” itirafının arkası araştırılmalı. (Milliyet, 26.6.2009)

Özetle Başbakanları, bakanları asan, sürgüne gönderen, cumhurbaşkanlarını, milletvekillerini hapse atan, Meclis’i kapatan, hükûmetleri alaşağı eden, Meclis’in üzerindeki gözdağı vermek için jetler uçuran, sokaklarda tankları yürüten, demokrasiye tehditler savuran bütün darbeler ve darbeciler bir bir yargılanmalı…

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Men dakka dukka


A+ | A-

Haftalarca devam eden “belge” fırtınası, Albay Çiçek’in 18 saat tutuklu kalıp bırakılmasından ve Genelkurmay’ın haftalık basın brifinglerine, Ağustos başındaki YAŞ toplantısına kadar ara vermesinden sonra, askerî cenaha bakan yönüyle şimdilik “dinmiş” görünüyor.

Ama oradaki “sükûnet,” gerilimin yargıya taşınmasıyla “denge”leniyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunda tırmanan Ergenekon krizi ve AYM’ye yapılan başvuru bunun işaretleri.

Belge tartışmasının doğurduğu önemli sonuçlardan biri olan “askere sivil yargı” kanunu CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürüldü.

Bakalım, AYM ne zaman ne karar verecek?

Tartışmanın geride kalan hararetli safahatında Genelkurmay Başkanı konuyu MGK’ya taşıyacaklarını söylemiş; öyle de yapmış ve kuruldan, “Devletin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlar ülkeye fayda getirmez” şeklinde, CHP’yi tatmin etmeyen bir mesaj çıkmıştı.

Sonrasında ise, yine CHP’nin “gece yarısı sivil darbe” olarak nitelediği “askere sivil yargı” yasası Cumhurbaşkanı tarafından onaylanırken, Gül, hükümetten, yasayla ilgili tereddütleri giderecek ek düzenlemeyi “ivedilikle” yapmasını istemişti.

Bu “ivedilik” için Toptan, milletvekillerinin yeni Meclis Başkanını seçmek üzere toplanacakları 4 Ağustos tarihine işaret ederken, Arınç ağırdan alan bir tavır sergileyip “gerekirse” kaydı da koyarak, yeni yasama dönemini telâffuz etti.

Bu hengâmede AYM elini çabuk tutarak, bütün bu takvim ve programları alt üst edecek bir iptal ve yürürlüğü durdurma kararı verebilir mi?

Ve kimi hukukçuların ifade ettiği gibi, böyle bir karar verilse bile, artık eskiye dönüşün kesinlikle mümkün olmadığı bir durum oluştu mu?

Gelişmeleri bekleyip neticeleri göreceğiz.

Psikolojik harekâtta ters dalga

Ama şunu söylemek her halde yanlış olmaz:

Bu tartışmalar, askerî cenahta yaşanan çok yönlü sancının giderek derinleştiğini gösteriyor.

Bu süreç, bir arınmayı da beraberinde getiriyor. Son dönemde “özel hayat” gerekçeli üst düzey general ve amiral istifalarındaki dikkat çekici artış, bu değişimin, belge, v.s. tartışmalarından bağımsız önemli bir boyutunu ortaya koyuyor.

Bilindiği üzere, son YAŞ ihraçlarındaki gerekçeler arasında gayri ahlâkî davranışlarla uyuşturucu kullanımı gibi sebepler de yer almaktaydı.

Sıklaşan general istifalarında da gayri ahlâkî ilişkilerin telâffuz edilmesi hayli düşündürücü.

Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta, Org. Başbuğ’un, “kâğıt parçası” olarak nitelediği belgeyle ilgili tartışmalara tepkisini dile getirirken söylediği “TSK’ya karşı asimetrik bir psikolojik harekât yürütülüyor” sözünün çağrıştırdıkları.

Bu söz, Albay Çiçek’in görev yaptığı Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı Bilgi Destek Daire Başkanlığının, evvelce Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı adı altında faaliyet gösterdiği bilgisiyle birlikte değerlendirince daha da ilginçleşiyor.

2005 Nisan’ında gerçekleşen söz konusu isim değişikliği sonrasında askerî kaynaklara atfen, “Birimin adının değişmesi, psikolojik harekâta son verileceği anlamına gelmiyor, bu işlev aynen devam edecek” şeklinde açıklamalar yapılmıştı.

Onlara göre bu değişikliğin gerekçesi, psikolojik harekât tabirinin, halkın orduya bakışını olumsuz etkileyen bir imaj oluşturmuş olmasıydı.

Daha sonra içlerinden biri yine Albay Çiçek’in imzasını taşıyan yeni fişleme ve andıçların kamuoyuna yansıması, başlangıçta söylendiği gibi eski işlevin devam ettiğini; ama öngörülen amacın tam tersine geri teptiğini gözler önüne serdi.

Taraf'ın “AKP ve Gülen’i bitirme planı” başlığıyla yayınladığı “belge” ise gerçek mi, sahte mi olduğu tartışmalarının ötesinde bir sonuç üreterek, kendi halkına karşı yıllarca çok kapsamlı psikolojik harekâtlar yürütmüş olan Genelkurmay’ın “asimetrik psikolojik harekât”tan şikâyet ettiği bir noktaya gelindiğini gösterdi.

Ne demişler: Eden, bulur...

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Kuzey Irak’ta etnik silâhlanma sağlıklı olmaz


A+ | A-

Kuzey Irak’ın en stratejik noktalarından ve Türkiye için de önemli bölgelerden biri olan Kerkük’ün durumu Irak’ın geleceği açısından en kilit noktalardan biri olma özelliğini sürdürüyor. Bölgesel yönetimin Kerkük’e egemen olma hayalleri ile Kerkük’teki Türkmen varlığının yok sayılmaya veya tamamen silinmeye çalışıldığı bir hengâmda Kerkük referandumunun yapılabilme ihtimalinin de çok düşük olduğu ortada. ABD kontrolündeki Irak yönetimi bu sorunu Anayasa ile çözmek istiyordu. Ancak 140. madde ile çerçevelenen üç aşamalı referandum planında 2004 yılından bu yana arpa boyu kadar yol alınamamıştır. Ne yasa ile öngörülen ve referanduma gelene kadar yapılması gereken Kerkük’ün normalleşmesi, geriye göçlerin sağlanması ne de nüfus sayımı gibi hayatî meseleler başarılmıştır. Bunun da en önemli sebebi Bölgesel Yönetimin Kerkük’ün demografik yapısı üzerinde yaptığı sun’î değişikliklerdir.

Türkmenler ise Kerkük’te tam anlamıyla bir çaresizlik yaşamaktadır. Bölgesel yönetim hem siyasî hem de askerî anlamda tam donanımlı ve Irak Genel Meclisi’nde faaliyet olarak daha güçlü olduğundan genelde şartlar hep onların lehine gelişmektedir. Böylece Kerkük’ün geleceğinin gerçek Kerküklüler tarafından belirlenmesi güçleşmektedir. Kerküklülerin önünde üç seçenek görünüyor. Ya Bağdat’a bağlı olacaklar, ya Irak Bölgesel Kürt Yönetimine bağlı olacaklar ya da iki yönetim tarafından ortak yönetilecek bir yarı özerk yapıya kavuşacaklar. Üçüncü teklifte bu özerk yönetimin bütçesinin de Kerkük petrollerinden karşılanması öngörülüyor. Bu ihtimaller BM’nin bu yıl açıkladığı Irak raporunda dile getirilen somut ihtimallerdi.

Bunlar tabiî ki Kerkük üzerinde kâğıt üzerinde yapılan plan ve programlardan ibaret. Bir de yaşayan ve yaşanan Kerkük var. Hergün orada yaşayan insanların öldüğü bir Kerkük’ten bahsediyoruz. Bu bölgeye yaptığımız ziyarette karşılaştığımız gayri insanî şartlardan bahsediyoruz. Kerkük’ün ve Kerküklünün zengin petrol yatakları üzerinde yaşadığı sefaletten bahsediyoruz yani...

Bir de bölgedeki güvenlik eksikliği var tabiî ki. İşte son olarak Kuzey Irak’taki Türkmenler, kendi güvenliklerini sağlamak için Türkmenlerden oluşan silâhlı bir güç oluşturmak istediklerini açıkladı. Bölgede şu an kısmen yönetimde bulunan Bölgesel Kürt Yönetimi’nin daha önce “peşmergelerden” oluşan bir silâhlı gücü olduğunu biliyoruz. Ancak Türkmenlerin böyle bir gücü yoktu bugüne kadar. Şimdi Türkmenler bu isteklerini Bağdat yönetimine iletti. Elbette böyle bir istek Bağdat tarafından kabul edilmeyecektir. Ancak Türkmenlerin buna alternatif olarak “bir barış gücü oluşturulması” şeklinde bir teklifleri daha var. Daha önce 1996 yılında buna benzer bir barış gücü Kerkük’te görev yapmış. Türkmenler yine içinde Türkmenlerin de bulunduğu ve bölgede güvenliği sağlayacak bir barış gücü kurulmasını istiyorlar.

İnsanların en tabiî hakkı elbette can güvenliklerinin sağlanmasını istemektir. Şimdilik Irak hükümetinin Kerkük’te ve Irak’ın genelinde bunu başaramadığı aşikâr. Ancak şunu da söylemek gerekiyor ki, bölgede en son istenen şey “etnik bir şekilde silâhlanmaktır”... Bunun sonuçları çok acı olabilir. Daha önce Kürt vatandaşların “peşmerge” oluşumları ile etnik bir biçimde silâhlandırılmaları sonucu zaten Kerkük sorunu kördüğüm hâline gelmişti. Şimdi yapılması gereken en akıllıca şey ise Irak’ın yeniden toprak bütünlüğüne kavuşması, etnik silâhlanmaya son verilmesi ve Irak’ta merkezi otoritenin güçlenmesidir. Kerkük meselesi ise ya tam özerklik yahut merkeze bağlılık ile en sağlıklı şekilde çözümlenebilir. Ne Iraklı Kürt halkın ne de Iraklı Türkmen halkın eline silâh vererek bu iş çözüme kavuşturulamaz. Her ne kadar bu iki halkın fertleri, bizim de gittiğimiz zaman müşahade ettiğimiz gibi birbirlerine karşı bir kin ve nefret sahibi olmamalarına rağmen, siyasî oyun ve galeyanlar elbette fitneye sebep olabilir. Dolayısıyla bölgede ne Arapların, ne Kürtlerin ne de Türkmenlerin silâhlanması bölgenin hayrınadır. Bölgenin hayrına olan tek şey merkezi otorite ve güvenliğin güçlenmesi ve bir arada kardeşçe yaşamanın yollarının aranmasıdır.

17.07.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Sessizliğini bozan İsrailli askerler


A+ | A-

Tamamen bozulmamış vicdanlar en aşağılık suçların yükünü kaldıramıyor.

İsrailli askerler de masum Filistinlilere yaptıkları ya da yapıldığına şahit oldukları zulümlerin, insanlık suçlarının ağırlığını taşıyamadı.

Ve itiraf etmeye, yaptıklarını ve gördüklerini anlatmaya karar verdiler. Kendi tabirleriyle “sessizliği bozdular.”

Özellikle geçen Ocak ayında Gazze’de yaşananlar onları susturmak için her türlü baskıyı yapan üstlerine rağmen, seslerini yükseltmelerine sebep oldu. Otuz askerin anlatımları bir araya getirildi. İsrailli avukat Michael Sfard, raporun girişinde “Bütün şahitler İsrail Savunma Gücü askerlerine bir zarar gelmemesi için her şeyi, ama her şeyi yapmak için defalarca emir aldıklarını anlatıyor” diye başlıyor söze. Bu sözsüz emrin Gazze saldırı başlarken “sivil düşmanların hayatı için sıfır tolerans” şeklinde somutlaştırıldığı kitapçıkta vurgulanıyor.

Bir askerin saldırının ilk gününe ilişkin şu söyledikleri ne kadar ibret verici:

“Ateş gücü çılgıncaydı. Daldık içeri ve bombalar patlatmaya başladık. Başlama çizgisinden hareket ettiğimiz andan itibaren kuşkulu gördüğümüz her yere ateş etmeye başladık. Bir ev mi gördün pencereye ateş edeceksin. Bir terörist görmedin mi? Olsun sen yine de pencereye ateş edeceksin. Bu kent savaşı, herkes senin düşmanın. Masum yok!”

Her türlü insanlık dışı savaş usûlünü denemişlerdi. Sakatlığı, yaşlılığı, hastalığı dolayısıyla kaçamayanları, şüphelendikleri evlere sokup içeride kimse olup olmadığını baktırmak, bubi tuzağı var mı diye binalara önceden sokmak, balyozlarla duvar kırdırmak gibi. Bu amaçla kullandıkları masum Filistinlilere “Coni” adını takıyorlardı.

Bazen de sivilleri önlerine kalkan olarak tutarak ilerlemişlerdi.

Hamas militanlarına ait olduğu bahanesiyle evleri tamamen uçak bombalarıyla yıkıp yok etmişlerdi; hem de içinde kimse olup olmadığına bakmadan… Askerler asıl maksadın bu harekât bittikten sonra geriye sağlam bir yapı bırakmamak olduğunu söylüyorlar. “Ertesi gün” diye tarif etmişlerdi komutanları bunu harekât öncesinde. Harekâtın ertesi gününde geriye daha menzili açık, kontrolü kolay boş bir alan bırakmalıydılar.

Bir başkası uzaktan bir tüneli gözetlediklerini ve tünele kim yaklaşırsa vurma emri aldıklarını söylüyor. Ve yaklaşan silâhsız bir orta yaşlı sivili anında göğsünden vurup öldürmüşlerdi. Zaten komutanları bu masum sivillerin yaşadığı bölgede serbest ateş izni vermişlerdi, hem de masum-asker ayırt etmeden.

Askerler, karşı ateş olmamasından usanan bazı askerlerin rastgele ateş açtıklarını anlatıyor. Tank komutanları yolları üzerinde gördükleri her binaya tank ateşi açtırıyordu.

Sırf eğlence olsun diye fosfor bombası atanlar vardı. “niye?” sorusuna, “eğlenceliydi havalıydı onun için” diye cevap veriyor bir asker.

Her sabah rutin olarak önlerindeki evleri tank ateşine tutanlar, girdikleri evlerde gördükleri öğrenci çantalarındaki kitapları yırtanlar, evin duvarlarına “Araplara ölüm” yazanlar.

Rapor İsrailli askerlerin masum Filistinlilere Gazze’de ve diğer bölgelerde yaptıklarının ibretli bir tablosunu çiziyor. Peki bu rapor insan hakları savunucusu Batılı hükümetler ve sivil toplum kuruluşlarını harekete geçirecek mi?

Hayır. Onlar görmezler, duymazlar ve bilmezler işlerine gelmeyenleri.

İsrail hükümeti bu iddiaları araştıracak mı? Hayır. Çünkü bunlar iddia değil. Planlı hareketler.

Olan yine masum Filistinlilere oluyor. Bir sonraki İsrail saldırısı bundan hiç farklı olmayacak. Temennimiz bu insanlık dışı saldırıların bir an önce durdurulup, o bölgeye barış getirecek bir uzlaşmaya varılabilmesi.

17.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.