Şaban DÖĞEN |
|
Bir kimsenin hâmîsi Allah olursa |
Mektûbât’ın Yirminci Mektub’unda sabah ve akşam namazından sonra tekrarı pekçok fazileti bulunan ve sahih bir rivayette ism-i âzam mertebesini taşıyan bir cümle-i Tevhidiyeye yer verilir, güzel izahları yapılır. Ruhlara sindirilmesi gereken hakikatlerdir bu izahlar… Öylesine teskin edici, rahatlatıcı bir özelliğe sahiptir ki, ruh, kalp başta olmak üzere bütün duygular gıdalarını alırlar. Buradan öğrendiğimize göre bir olan, ortağı, yardımcısı olmayan Allah zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı elinde, tasarrufunda bulundurmaktadır. Her şeyin dizgini O'nun elinde, her şeyin anahtarı O'nun yanındadır. Mülkünde istediği gibi tasarruf etmektedir. O ezelî ve ebedî hayat sahibidir. Her hayır O'nun elindedir. O'nun izin ve müsaadesi olmazsa sinek kanadını oynatamaz. O'nun yapamayacağı, gücünün yetmeyeceği şey yoktur. Bu mânâlar bu cümle-i Tevhidiyenin sadece kısa bir meâli. Bu hakikatleri ruhuna sindiren bir mü’min, böylesine bir Rabbe bağlanmanın, dayanmanın gönül huzuruyla rahatla yaşar, yatar, kalkar. “İhtimaldir ki, küre-i arz bomba olup patlasa onu korkutmaz.” Çünkü, en küçük bir hadise dahi O'nun bilgisi ve izni dışında cereyan etmemektedir. O dilemedikçe hiçbir şey olmaz. “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” yemininde de yer aldığı gibi, kâinat yüzü suyu hürmetine yaratılan yüce bir Peygamberin nefsi bile Kudret Elinde bulunan Allah’a dayanmadan, O'na müracaat etmeden âciz sebeplerin hiçbir etkisi olamaz. O dilerse sebepler devreye girer. O dilemezse her şey lâl kesilir, susar. Resûlullahın (a.s.m.) hayatı boyunca son derece itminan, sükûnet ve rahatlığının temelinde şüphesiz bu inanç ve teslimiyet vardır. Kendisini öldürmek istediklerinde bile hiçbir telâşa kapılmamış, birşey yokmuşcasına son derece bir sükûnetle gerekenleri yapmıştı. Mekke müşrikleri, gün geçtikçe Müslümanların çoğaldığını görüp bu akını önlemek için müthiş ve sinsice bir karar almışlar, “Muhammed (asm) öldürülmeli. Bunun için her kabileden güçlü kuvvetli birer adam seçelim. Muhammed’in (asm) evinin etrafını kuşatalım, sabahleyin evinden çıkarken hücum edip öldürelim. Kimin öldürdüğü belli olmaz. Muhammed’in (asm) yakınları da bu kadar kabileye düşman olacak değiller ya!” demişlerdi. Fikir benimsenmişti. Fikrin sâhibi İslâmın baş düşmanı olan Ebû Cehil’di. 40 kabileden güçlü kuvvetli birer adam seçildi ve gece vakti Peygamberimizin (a.s.m.) evi kuşatıldı. Fakat onların umdukları olmayacaktı. Çünkü Allah, Resûlünün (a.s.m.) korumaktaydı. Bu korumalar hep böyle devam edecekti. Bunun birçok örneği var. Bir sonraki makalemizde bunlar üzerinde duralım. 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Sami CEBECİ |
|
Şahs-ı mânevînin gücü |
Mâzi tarafına dikkatli bir nazarla baktığımız zaman, insanlık tarihini ışıklandıran başta peygamberler olarak, onlardan sonra onların dâvâlarını tâkip ve icrâ eden büyük âlimlerin, müçtehit, müceddit ve kutupların varlığını görürüz. Onların her birisi bir kutup yıldızı gibi, vazifeli oldukları kavimlerin ve milletlerin rehberleri ve mürşitleridirler. O zamanlar ferdiyet asırları olduğu için, mânevî büyük makam sahibi olan zatlar, irşât hizmetinde muvaffak ve toplumlara dayanak olmuşlardır. Hususan, Ehl-i Beyt neslinden gelen mübârek zatlar, İslâm milletine gerçek mürşitler olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Allah onlardan ebediyen râzı olsun ve bizleri onların şefaatlarına nâil etsin. Ancak, insanlık tarihinin en dehşetli fitne ve fesatlar devrine gelindiğinde şartlar tamamen değişmiştir. Bu farklılığı Bediüzzaman Hazretleri şöyle tesbit eder: “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet şahs-ı mânevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.” (Kastamonu Lâhikası, s. 8) Bu hakikate binâen, siyasî partiler, sendikalar, federasyon ve konfederasyonlarla insanlar sivil toplum örgütleri kurmakta ve ferdî olan güçlerini mensubu olduğu kuruluşa katarak, şahsî gücünden binler derece daha fazla güç kazanmaktadırlar. Meclis-i Mebusana hitaben kaleme aldığı on maddelik beyannamede Bediüzzaman “Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatın rûhu olan şahs-ı mânevî daha metindir” tesbitini yaparak, toplulukları temsil eden şahs-ı mânevîlerin, o topluluğun rûhu mesabesinde, daha kuvvetli ve daha sağlam olduğunu ifâde ediyor. Devamında da “cemaatın rûhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakîm olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer, fenâ olsa, pek çok fenâ olur. Ferdin iyiliği de, fenâlığı da mahduttur (sınırlıdır). Cemaatın ise gayr-ı mahduttur (sınırsızdır).” (Mesnevî-i Nuriye s. 87) ifâdelerinde bulunuyor. Şahsî iktidarlara değil, meşveret ve şûrâ gücüne dayanan ve ciddî anlamda sistemini işleten şahs-ı mânevîler, Hızırvârî bir ömre sahiptirler. Dâhilî ve hâricî çeşitli fırtınalar ve sarsıntılar kolaylıkla o şahs-ı mânevîleri mağlûp edemez. Şahısların ve grupların gücü, şahs-ı mânevîlerle baş edemez. Ona bilerek veya bilmeyerek zarar vermeye çalışanlar, ancak kendileri zarar görürler. Muhtelif isimlerdeki cemaatlerin şahs-ı mânevîleri arasında, Risâle-i Nur Hareketinin şahs-ı mânevîsinin önemli bir yeri vardır. Asr-ı Saadet’teki sahabe mesleğinin bu asırdaki bir cilvesi ve yansıması olan bu iman kurtarma hareketi, bir asra yaklaşan tarihî seyri içinde çok fırtınalar ve yok edilme tazyikleriyle karşılaştı. Takipler, tevkifler, hapisler, idamla yargılanmalar ve daha bir sürü olumsuz muâmeleler bu hareketin mensuplarını yıldıramadı. Çünkü, dâvâ hak, vasıta hak ve Allah rızâsına dayalıydı. İnsanların âhiretini kurtarmaya dönük uhrevî bir hizmetti. Fakat, ikinci derecede, dolaylı yoldan dünyaya da faydası vardı. Çünkü, Allah korkusu ve âhiret mesuliyetini kalbinde taşıyan insanlardan meydana gelen bir toplumda, âsâyiş, emniyet, huzur ve güveni tesis etmek daha kolaydı. Öyle insanlar kolaylıkla suç işleyemez, kanun ve nizama tâbi olurlardı.. Ancak, Bediüzzaman’ı gelmiş geçmiş bütün hükûmetler hakkıyla anlayamadı. Demokratlar biraz anladıysa da, onlara da büyük bedel ödettiler. Hemen hemen her devirde Bediüzzaman ve talebeleri sıkıntıya sokuldu. İçlerine fitne tohumu ekilerek gruplara ayrıştırıldı. Fakat, her grup yine çoğalarak iman hizmetine devam ettiklerinden, fitne tohumu ekenler maksatlarının aksiyle karşılık gördüler. Yeni Asya misyonunun şahs-ı mânevîsi, Risâle-i Nur Hareketini orijinal kimliğiyle muhafaza edip, meslek ve meşrep hassasiyetini gelecek nesillere taşımayı hedefliyor. İmânî, içtimâî ve siyasî alana taallûk eden o mesleği tahrip etmek ve rayından saptırmak isteyenlere müsaade etmiyor. Müsbet olan bütün yeniliklere açık olmakla birlikte, rûh-u aslîden asla tâviz vermiyor. 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Ebeveynin misyonu |
Bir insanın, dünyaya gelmesinin sebebi, anne-babasıdır. Ebeveynimizin “şefkati” olmasaydı, bugün hiçbirimiz hayatta olmazdık. Bu kanun sadece insânî değil, hayvanî ve nebâtî anneler için de geçerlidir. Mutlu fert, âile ve huzurlu toplumun teşekkülü için, ferdin yanında âile terbiyesi ve eğitimi çok önemli. Çocuk yaş iken eğilir, eğitilir. Çünkü o, hamur gibidir. Çocuğun ilk, en büyük ve en tesirli hocası annesidir. Zirâ o, ilâhî makamdan vazifelendirilmiş bir mürebbiyedir. Anne bir şefkat kahramanıdır. Yavrusuna her türlü şefkat, merhamet ve fedâkârlık duyguları aşılar. Hapis, hastane, tımarhane, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı merkezleri veya benzeri yerlere düşenlerin, “anne sevgisi, aile terbiyesinden mahrum” yetiştiklerini veya ailenin mânevî hayattan uzak; problemli olduğunu istatistikî rakamlar söylüyor. Şefkatleri İslâm suyu ile yumuşatılmış, Cennet anahtarının altında olduğu ayakları öpülesi annelerimizin fedâkârlığını sık sık gazete sütunlarından okur veya televizyon ekranlarından izleriz: “Anne, yavrusunu kurtarmak için ateşe, suya ve motorlu vasıtanın önüne atladı. Çocuğun hayatını kurtardı, kendi hayatını kaybetti...” vs. Öyle ise, ebeveyn, deccalizm ve süfyanizmin saldırılarından da yavrularını korumalıdır. İnsî şeytanları, cinnî vesvasları evlerimizi, caddelerimizi, sokaklarımızı, işyerlerimizi televizyon, bilgisayar (internet) müstehcen yayınlar yoluyla da basmış! Bilhassa gençleri sefalet ve sefahetin bombardımanına tutmuş. İslâm eğitimi ve terbiyesiyle teşekkül eden aile hayatı bunlara karşı en sağlam bir kale, en metin bir sığınaktır. Adeta dünyevî bir cennetimiz… İşte, ebeveynin ana görevi, temel misyonu binbir türlü zahmetlerle büyüttükleri çocuklarına karşı şefkatlerini devam ettirmeleridir. Bu da, aile yuvalarının tesisiyle mümkün. İmkânı olanlar bir an önce; olmayanlar ise, bu imkânı sağlamaya yönelik çalışmalar yaparak çocuklarını evlendirerek, gayr-i meşrû hayatın çirkefinden kurtarmalı. Bu bir vecibe zaten. Anne-babanın temel görevleri şöyle sıralanıyor: *Çocuğuna güzel bir isim koymak, *İslâm ahlâkıyla eğitip terbiye eğitmek. *Hayatını kazanacak bir meslek öğretmek. *Ve zamanı gelince evlendirmek. 15.07.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
Her okuma programı, bir yenilenme hareketidir |
OKUMA, YAŞANAN HAYATI ANLAMLI KILIYOR
Her yılın yaz ayları geldiğinde içimizi bir heyecan sarıyor artık. Okuma programları yılımızın dönüm noktalarını oluşturuyor. On günlük bir zaman dilimi, hayatımızın gidişâtını görme ve dikkat çeken aksaklıkları giderme imkânı sunuyor. Gidiyor olduğumuz ebedî âlemin dünyada oluşan rengini değerlendirme ve duruma göre adım atma imkânı tanıyor. Okuma, kendi içinde bir yenilenme, değişme ve gidişâtı gözden geçirme anlamı içeriyor. Onun için Nur Talebelerinin dikkat çeken özelliklerinden birisi de hayatlarının hemen her döneminde çok dakik bir okuyucu olmalarıdır. Bu okuma alışkanlığı Nur Talebelerini sürekli dinç ve diri tutuyor. Olaylara karşı, yorumlara karşı daha uyanık bir ruh hâli içerisinde bulunduruyor. Onun için aslında yakın gelecekte yüzlerce, binlerce işçi çalıştıran kurumlar daha verimli sonuçlar elde etmek ve nitelikli insanlarla çalışmak amacına dönük olarak elemanlarını yılın belli dönemlerinde, belli düzenlemeler içerisinde okuma programlarına, uygulama programlarına gönderirlerse çok akıllıca adımlar atmış olacaklardır. Zaten hizmet içi eğitim çalışmaları yapılıyor ama buna belki bundan sonra moral motivasyon anlamında belli eserleri okuma, mütalâa etme ve uygulanabilir düşüncelere ulaşma gibi ilâveler de yapılabilir. Bu artık aklın gereğidir. Beden, hücreleriyle sürekli bir yenilenme içerisinde bulunduğu gibi, insanın maneviyâtı da sürekli bir teceddüt içerisindedir. Bundandır ki insanın bir ânı ile diğer bir ânı, aynı maneviyat özelliği taşımaz. Her ânın diğer anlardan anlamlı ve güzel olması için, her âna yeni anlamlar yüklemek gerekiyor. Anlamsız geçen zaman dilimleri, zamanın nurunu siliyor ve okunmaz hale getiriyor. Onun için ne kadar çok zamanını nurlandırırsa insan, o nispette aydınlık yarınlar oluşuyor demektir. Nur Talebelerinin bu okuma özelliği dolayısıyla, zamanlarının en popüler, en düşünceli, en ileri görüşlü, en duyarlı ve içinde bulundukları toplulukların orijinal insanları hep Nurcular olmuştur. Bu pozitif enerji, Kur’ân’ın Risâle-i Nur’a verdiği bir özellik olduğundan, Nurlardan istifade eden Nurcular da, istifadeleri oranında bu pozitif enerjinin içinde kendilerini buluyorlar. Yani Nurcular pozitif insanlardır.
OKUMA PROGRAMLARI, ADETA VİRÜS TARAMASI GİBİ İnsan, sosyal bir varlık olduğu için, sosyal hayatın içerisinde pek çok etkileşimler yaşamaktadır. Hatta insanın bireysel dünyaları, içtimâî hayatın içinde kendini bulmaktadır. Sosyal hayatın içinde olumsuz, kirletici unsurlar da varolduğu için, insana zamanla bu kirleticiler bulaşabilmektedir. Bu sebeple insan, kendisinde meydana gelen değişimlerin farkında olabilmek ve gelişmelere göre adımlar atabilmek durumundadır. İnsanın akıl taşımasının altında da bu vardır. Yani kendisi için faydalıyı temin etmek, zararlıdan ise uzak durmak akıl sahibi olmanın bir sonucudur. Kur’ân’ın bu asırdaki bir mânevî mu'cizesi olan Risâle-i Nur eserleri, asrı, içinde taşıdığı keşifler vasıtasıyla tenvir etmektedir. Bundandır ki, dünya, İnşallah Kur’ân’ın mu'cize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nurlar ile nurunu tamamlayacak demek mümkündür. Müellifinin ifadesiyle Kur’ân’ın malı olan Risâle-i Nurlar, bu asrı ve gelecek zaman asırları aydınlatacak özel bir donanım içeren eser külliyâtıdır. Bu anlamı okuduğumuz oranda, nurların üzerimizdeki etkisi daha bir farklı olacaktır. Çünkü insan cümleye yüklediği anlam oranında, o cümle onun üzerinde etkili olmaktadır. Asrın hastalıklarına karşı Risâle-i Nurlar, birer mücerreb ilâç hükmündedir. Çok anlamlı işler yapan, çok farklı fonksiyonlar icrâ eden bilgisayar nasıl ki, zararlı unsurlardan arındırılmaz, korumaya alınmaz ve itinâ gösterilmez ise, bir müddet sonra bu harika donanım işlemez hâle geliyor. Hatta günlerce çalışılmış emekleri, gayretleri, çabaları yok edebiliyor. Onun için de insanlar, belli zaman dilimlerinde veya belli işlemlerde virüs taramasını zorunlu görüyorlar. İşte bunun gibi insan da Cenâb-ı Hakk’ın çok özel bir hilkatle yarattığı, âlemi içine dercettiği harika bir donanımdır. Beden kalıbı içerisinde aklın alamayacağı kadar düzenli, hikmetli faaliyetler gerçekleşmektedir. Bu faaliyetlerin düzenli ve amaca uygun olabilmesinin yolu, kullanma kılavuzunun şartlarını yerine getirmekten geçer. İnsanın Yaratıcısı olan Yüce Allah (c.c.), insanın hangi şartlarda yaşadığında mutlu olacağını, maddî ve manevî bedeninin sağlıklı olacağını Kur’ân’da örneklendirmelerle yetinmemiş, göndermiş olduğu Elçisi (asm) vasıtasıyla uygulamalı olarak insanlığa göstermiştir. Demek hayatımız onun (asm) hayatına benzediğinde, hayatların maddî ve mânevî en güzeli olacağından şüphe yoktur. Her asrın maddî ve manevî hastalıkları varolduğu gibi, maddî ve manevî şifa kaynakları da vardır. Akla düşen, hastalığın ne olduğunu teşhis etmek ve ona uygun da tedavi uygulamasını yapmaktır. Her asrın maneviyat doktorları, o asrın hastalıklarını teşhis eder ve tedavi önerir. Sair insanlara düşen de bu tekliflere kulak vermek ve tedaviye adım atmaktır. İşte bu asrın maneviyat doktoru, Bediüzzaman Said Nursî’dir. Bu asrın manevî hastalıkları içerisinde kibir, gurur, sû-i zan, gıybet, yalan, riyakârlık, ucb, nifak ve küfür gibi hastalıklar sayılmaktadır. Asrın en dikkat çeken özelliği olarak, ‘inançsızlık’, ‘iman zaafı’ gösterilmektedir. Bu hastalıklar değişik oranlarda herkese şırınga edilmiş bulunmaktadır. Bu mânevî hastalıklara karşı, asrın doktoru ne yapmak gerektiği üzerinde ısrarla durmuştur. Bu da imanı kazanmak ve iman-ı tahkikiye ulaştırmak olarak ortaya konmuştur. Belki de yakın gelecekte, büyük büyük hastane merkezlerinde artık manevî hastalıklara dönük birimler de yer almak durumunda olacaktır. Çünkü insanlar maddeten bir hastalık içerisinde olmayabiliyor ama, manevî yıpranmışlık veya hastalık hali maddî bedeni de işlemez hale getirebiliyor. Maddî bedenimizdeki bir hastalığın bizi telâşa sevk ettiği kadar, manevî dünyamızdaki bir hastalığın da en az diğeri kadar bizi tedaviye sevk etmesi kaçınılmaz olmalıdır. Yoksa, mânen hastalanmış olan bedeni, maddeten sağlıklı olan bu beden taşıyamayacaktır. *** İşte bu düşünceler içerisinde olarak, mânevî dünyamızdaki yaraları tedavi etmek ve yeni yaşayacağımız zaman dilimlerinde daha uyanık bir ruh hâli içerisinde olmak için, okuma programlarını hayatımızın vazgeçilmezleri arasına koyuyoruz. Artık her yaz, bir hafta veya on günlük bir okuma programı, yıllık manevî bakım zamanı olarak değerlendiriliyor. Bu insan olmanın ve insan kalmanın bir sonucu olarak dikkat çeken bir faaliyettir. Çünkü günlük, aylık, yıllık bakımı yapılmış bir mekanizmadan alınacak verim çok daha fazla olacaktır. İnsan da günlük, aylık, yıllık bakıma muhtaç çalışma sistemlerinden, güçlü donanımlardan en muhteşemidir. Onun için ne yapıp edip insanı ihmâl etmemeyi öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü ihmal edilmiş insan, karşımıza sorun olarak çıkacaktır. İhmal edilmiş insan hem birey, hem de toplumsal hayatın başına belâ olacaktır. İnsanı mânen tamir olmamış bir toplum, ne kadar ilerlerse ilerlesin, ilerlediği yer gerilemenin derinleştiği nokta olacaktır. Çünkü insan maneviyâtsız kör ve topaldır.
—Devam edecek— 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Demokratikleşme için yeni anayasa… |
Ceza Muhâkemeleri Usûlü Kanununun bir-iki maddesinde yapılan değişikliğin bu denli tartışmalara ve “anayasaya aykırılık” iddialarına sebebiyet verdiğine bakıldığında, Türkiye’nin artık öncelikle “darbe anayasası”nı değiştirmesi gerektiği gerçeği bir defa daha ortaya çıkıyor. Haftalardır CMK’nın “mahkemelerin görevlerini kanunla belirleyen” üçüncü maddesine eklenen “Barış zamanında, asker olmayan kişilerin Askerî Ceza Kanununda veya diğer kanunlarda yer alan askerî mahkemelerin yargı yetkisine tabi bir suçu tek başına veya asker kişilerle iştirâk halinde işlemesi durumunda asker olmayan kişilerin soruşturmaları Cumhuriyet savcıları, kovuşturmaları adlî yargı mahkemeleri tarafından yapılır” cümlesi üzerinde fırtınalar estiriliyor. Ve bir madde metnindeki “hâli dahil” ibaresinin “hâlinde” şeklinde değiştirilmesi, günlerce tartışma konusu oluyor. Oysa burada cezaya sözkonusu olan hususun, “örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imâl ve ticareti suçu veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçu” olduğu açıkça yazılmış… Buna rağmen, Meclis’in yaptığı sözkonusu düzenlemenin “askerî yargı”ya dair 145. maddesindeki “askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri”nin görev alanlarını düzenleyen hükümlere aykırı olduğu iddia ediliyor…
“YAMALAR” YETMİYOR… Doğrusu Cumhurbaşkanı Gül’ün, “tereddütleri”ni ilettiği ve âcilen ek düzenleme istediği bir “yasa”yı “onaylaması” ve Başbakan’ın “Gereğini yaparız” diye daha baştan bu “tereddütler”e katılması, hükûmet sözcüsünün “gerekçe”nin açıklanmasının ardından, “Her halûkârda bir düzenlemeyi Meclis açılır açılmaz ilgili kurumların da görüşünü alarak sür'atle kamuoyundaki tartışmaları netleştireceğiz” diye konuşması, bu konudaki kırılganlığı derinleştiriyor. Görünen o ki CHP’nin iptali için karar aldığı ve MHP’nin destek vereceğini açıkça deklâre ettiği sözkonusu değişiklikler Anayasa Mahkemesi’nde iptal edilmezse bile tartışmaların ardı arkası kesilmeyecek. Diğer yandan askerî mahkemelerin mâlûm değişiklikleri “Anayasaya aykırı” bulup “uygulamaması” itirazından “tereddütlerin” giderilmesi, zihinlerdeki karmaşayı su yüzüne çıkarıyor. Yasayı çıkaranların kafasındaki “tereddütleri” ve siyasî iktidarın demokratik irâde zafiyetinin tezâhürü oluyor… Öyle anlaşılıyor ki bunca tartışmaya rağmen bu tür “ilâveler” ve “yamalar” yetmiyor. Anayasa Mahkemesi’nin onaylasa da peşinden bir dizi aksaklığın çıkacağını belirten hukukçular, bu düzenlemenin başta ilgili anayasa maddesi olmak üzere diğer ilintili yasalarla birlikte ele alınıp düzenlenmesinin gereğini ifâde ediyorlar. Bundandır ki temelde bu tür demokratikleşme çabalarını destekleyen Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk, “Ek düzenlemeden neyin amaçlandığı belirsiz. Böyle bir düzenlemenin Türk Ceza Yasası, Askerî Ceza Yasası, Ceza Yargılaması Yasası ve bu arada Askerî Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargılama Usûlleri yasalarıyla birlikte yapılması”nın gerektiğini bildiriyor. Ancak mutlaka daha önce AB yolunda Türkiye’nin önünü kapatan Anayasanın 145. maddesinin değiştirilmesinin zarurî olduğunu belirtiyor.
YENİ ANAYASA ŞART Temel tesbit şu: Bu vasatta çıkarılan yasa, hiçbir yasal yasak olmamasına mukabil yasadışı dayatılan başörtüsü yasağına karşı Başbakan’ın “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla başvurulan Anayasa değişikliğinin Anayasa Mahkemesi’nce “iptal” edilmesi gibi bir akıbeti bekliyor. Zira mevcut “iptalciler”, Anayasaya ve yasalara göre “iptal”e yakıştırma “gerekçeler” bulabiliyorlar! Kaldı ki Anayasa Mahkemesi “yasa”yı geri çevirmezse bile mevcut anayasa ve diğer yasalarla “uyumsuzluğu” bahanesiyle bir dizi tartışma devam edeceğe benziyor. Her iki durumda da tıpkı alelacele ve hiç gereği yokken yasağın daha da azdırılmasına ve yaygınlaşmasına bahane edilen “türban düzenlemesi” gibi, burada da uygulamada bir yığın ârızaya yol açacağı, işleyişi kilitleyip çözümü daha da zorlaştıracağı vâkıası ortada duruyor. Öyle anlaşılıyor ki şimdiye kadar 16 kez değişikliğe uğrayan ve 100’e yakın maddesi değiştirilen, “hayır” demenin yasak olduğu, “tehditlerle, korkularla, hîlelerle” zorla halka kabul ettirilen 12 Eylül ihtilâli ürünü 1982 Anayasasıyla, bu anayasaya göre çıkarılacak yasalarla demokratikleşme, temel hak ve hürriyetler, hukukun üstünlüğü olmuyor. Demokratik siyasî sivil siyasetin otoritesi sağlanamıyor. Yapılacak olan, öncelikle “darbe anayasası”nın yerine demokratik sivil bir anayasadır. Türkiye’nin AB müktesabatının üstlenmesine ilişkin “ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde taahhüd ettiği insan haklarını, hukukun üstünlüğünü ve özgürlüklerle yargı reformunu esas alan demokratikleşme ancak yeni demokratik anayasa ile olur… 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
ÖSS, başarılıları cezalandırmak için mi yapılıyor? |
Bilindiği üzere gençler için üniversiteye girmek, ‘hayatlarına yön verme’ bakımından çok önemli. Türkiye’de sürdürülen eğitim sistemi sebebiyle gençler arzu ettikleri meslekten ziyade, ‘puanını tutturabildikleri meslekleri’ tercih etmek durumunda kalıyorlar. Bu sebeple de üniversitelerden mezun olan binlerce genç, “Ben bu mesleği niçin seçtim?” sorusuna kendisini ikna edecek cevap dahi veremiyor. Üniversiteye giriş imtihanlarında böyle çelişkiler yaşanırken, çok daha derin bir yara ve çelişki ise nedense görülmek istenmiyor. İmam hatip lisesi mezunlarının istedikleri üniversiteye girmesine mâni olmak gayesiyle, 28 Şubat sürecinin dayattığı bir ‘katsayı’ uygulaması var. Bu uygulama genelde meslek lisesi mezunlarına ve özelde de imam hatip lisesi mezunlarına diyor ki: “Sen boşuna üniversiteye girmek için uğraşma, çalışma. Soruların tamamını da cevaplandırsan istediğin üniversiteye, bölüme giremezsin!” Nitekim, hemen her yıl bu uygulamanın açtığı yaralara şahit oluyoruz. İmam hatip lisesi mezunlarını engelleyen ‘katsayı’ uygulaması olmasa; istediği her okula, her bölüme girebilecek ölçüde başarılı olan öğrenciler maalesef istemedikleri bölümlere girmek mecburiyetinde kalıyor. Bu uygulama, her türlü yanlışının yanı sıra başarıyı cezalandırması bakımından da ‘Nobel’e aday gösterilmesi gereken bir uygulamadır! Bu yıl da ‘Nobel’lik bir hadise yaşandı. ÖSS’de 120 sorunun 115’ini doğru cevaplandırarak Türkiye 2.’si olan, Rize İmam Hatip Lisesi mezunu Zahide Keskin, başarılı olduğu için alkışlanması gerekirken resmen cezalandırılıyor! Niçin? Çünkü o ‘yasaklı okul’ imam hatip lisesinden mezun olmuş! Yahu, bu okullar her ne kadar ‘demokrat iktidarlar’ döneminde açılmış olsa da, nihayetinden devletin açtığı okullar değil midir? O halde bu okullardan mezun olanlara karşı duyulan bu alerji niçin? Ölçü, öğrencinin ne kadar ‘başarı’lı olduğu, kaç soruya doğru cevap verdiği olması gerekmez mi? Niçin önyargılar ‘başarı’yı gölgelesin? Rize’ye 44 yıllık süre içerisinde en büyük ÖSS başarısını taşıyan imam hatip lisesi mezunu Zahide Keskin şöyle demiş: “Kırgın olduğumu belirtmeden geçmek istemiyorum. Katsayı eşitsizliğine inşallah ilerleyen süreçte bir çözüm getirileceğini ümit ediyorum. Demokrasi ülkesinde katsayıya takılıp kalmak beni çok üzmüştür. İnşallah benim uğradığım haksızlığa, benden sonraki arkadaşlarım uğramaz.” Türkiye’yi idare edenler ya da idare ettiğini düşünenler, önümüzdeki yıl katsayı adaletsizliğinin sona ereceğini söylüyorlar. Bu vaadleri daha önce de duyduğumuz için sevinemiyoruz. Ne zaman ki bu adaletsizlik sona erer, ancak ondan sonra sevinebiliriz. Türkiye’yi idare edenlere ve yasakçılara şimdiden söyleyelim: Bu adaletsizliğin sona ermesi şart, ama tek başına yeterli değil! Bu adaletsiz uygulama sebebiyle bu süre zarfında mağdur olan bütün öğrencilere hakları iâde edilmelidir! Ancak ondan sonra gerçek anlamda hak yerini bulmuş olur. Hepimizin cevaplandırması gekenen ağır soru şudur: ÖSS, başarılı olanları cezalandırmak için mi yapılıyor? 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Darbe ve demagoji |
12 Eylülcülerin yargılanması gereğini gündeme getirdiği için Baykal’a çok bozulduğunu söyleyen Evren, mahkemeye çıkmaktansa intihar edeceğini tekrarlarken, bunun yöntemini “kafasına bir kurşun sıkmak” şeklinde tasrih etmiş. Ve CHP liderine “Evvelâ 27 Mayıs’ı sorgulasın” çağrısında bulunmuş. Burada çelişki ve demagojiler iç içe. Evren bir taraftan Baykal’ı “27 Mayıs’a alkış tutmak”la eleştirirken kendisinin 60 darbesine karşı olduğu gibi bir izlenim vermeye çalışıyor, ama 12 Eylül’ün, 27 Mayıs’la açılan darbeler zincirinin bir halkası olduğunu ve 82 anayasasının, 61 anayasasıyla kurulan ara rejim düzenini daha da tahkim edip pekiştirdiğini gizlemeye çalışıyor. 27 Mayıs olmasaydı 12 Eylül olabilir miydi? 12 Eylülcülerin lâfta 27 Mayıs’a karşı gibi görünmeleri ve halkı yanıltıp kendilerine meşruiyet ve destek sağlamak için 27 Mayıs’ı bayram olmaktan çıkarmaları bu gerçeği değiştirir mi? Evren’in bir demagojisi de şu sözlerinde: “Bir emir kanunsuzsa, sadece emir veren değil, uygulayıcılar da sorumludur. 12 Eylül harekâtını Türk Silâhlı Kuvvetlerinin bütün mensupları uyguladı. Haydi şimdi hepsini yargılayın.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 26.6.09) Bu mantık, doğru bir kuralın, suç işlemiş birince, kendisini temize çıkarmak gibi kötü bir niyetle ne kadar yanlış kullanılıp ne denli istismar edilebileceğine tipik bir örnek teşkil ediyor. Evren, 12 Eylül 1980 günü okuduğu, o zaman tek kanal olarak mevcut olan TRT ekran ve mikrofonundan canlı olarak yayınlanan ihtilâl beyannamesinde, darbenin emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirildiğini özellikle vurgulamıştı. Aksi bir durum, ordu içinde bir çatlak ve parçalanma tablosu ortaya çıkaracak ve böyle birşey çok daha vahim sonuçlara yol açabilecekti. En önemli gerekçe olarak sokaklardaki kanlı çatışmaları ve anarşik olayları gösteren bir darbe, ordu içinde de bir “iç savaş”ı beraberinde getirebilecek ve böylece sonunun nereye varacağı kestirilemeyecek bir kaos meydana gelebilecekti. Ki, 12 Eylül’ün 27 Mayıs’tan farkı, darbenin emirkomuta zinciri tanımayan alt kademe subayların oluşturduğu bir cunta yerine, TSK’yı yöneten komutanlarca gerçekleştirilmiş olmasıydı...
Cerbeze, pişkinlik ve istismar Ama o zaman “TSK’da kontrol dışı cuntalara geçit yok, kontrol elimizde” mesajı verilerek yapılan bir darbe için, yıllar sonra “Eğer yaptığımız suç ise, kanunsuz emre uyan bütün TSK mensupları da aynı suçun ortağıdır, dolayısıyla darbeden dolayı onları da yargılayın” diyerek işin içinden sıyrılma kurnazlığına tevessül edilmesi, çok tipik bir cerbeze, pişkinlik ve istismar örneği. 27 Mayıs’tan kalma alışkanlıkla hep cunta oluşumlarıyla anılan TSK alt kademeleri, keşke 12 Eylül ve sonrasında üstlerinin darbe emrivakilerine direnip emir-komuta zincirini demokrasi adına delebilen çıkışlar yapabilselerdi de, böylesi gayri ahlâkî istismarlara meydan vermeselerdi... (Aynı temennî, yine Evren’in bir kez daha istismar ettiği, “darbe anayasasına referandumda verilen yüzde 92’lik halk desteği” için de geçerli.) Burada hatırlanması gereken önemli bir prensip de, Bediüzzaman’ın ısrarla ve defaatle dikkat çektiği, “Ordularda zaferin şerefi ordu mensuplarına; mağlûbiyet, başarısızlık ve olumsuzlukların sorumluluğu ise komutana aittir” ölçüsü. Evren, bunu da tam tersine çeviriyor. Demokrasinin canına okuyup ülkeyi her alanda onlarca yıl geriye götüren bir darbenin yol açtığı bilumum olumsuzlukların faturasını komuta düzeyindeki suç ortaklarıyla birlikte üstlenmek yerine, ordunun tümünü de aynı suça ortak ediyor. Gerçi bu demagojinin, cumhuriyetin başından beri sergilenegeldiği; başarı ve hasenat sayılabilecek hususları tek şahsa mal ederken, kusur ve seyyiatları umuma teşmil etme ayıbının yerleşik bir alışkanlık olarak hükümferma olduğu dikkate alınırsa, Evren’in tavrında şaşılacak birşey yok... 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Kıbrıs’ta çözüm başka bahara! |
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Türkiye ziyaretiyle yeniden gözler Talat-Hristofyas görüşmelerine döndü. Bir yılı aşkın süredir devam eden bu görüşmelerde aşama kaydedildiği bildirilse de, görüşmelere ilişkin tutanaklar açıklanmadığı için ayrıntıları çok fazla bilinmiyor. Talat’ın açıklamalarından federal devletin yapısı ve iki toplumun siyasal eşitliği gibi konularda uzlaşma sağlandığı anlaşılmaktadır. En önemli sorun olan toprak sorunu, yani federe devletin sınırları meselesi en sona bırakılmış durumda. Talat, bu görüşmelerde ortak mutabakat zabıtları hazırlandığını, bunun bile bir gelişme olduğunu söylüyor. Talat’ın Türkiye gezisine dışişleri bakanının katılmamış olması, hükümet ile Cumhurbaşkanı arasında, bu görüşmelere ilişkin olarak yaşanan sıkıntıların bir göstergesi. Hükümet müzakerelere katılmak isterken, Talat müzakere belgelerinin zaten hükümetçe hazırlandığı ve baş başa görüşmelere başkasının katılmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle bu talebi reddediyor. Ancak önemli bir sorun var görüşmelerin önünde. Nisan 2010’da KKTC’de yeni cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Onun için müzakere süresi hayli azalmış durumda. Çünkü seçim kampanyalarının başlaması ile birlikte, müzakerelerin sürdürülmesi imkânsızlaşacak. ABD de sorunun yıl sonuna kadar çözülmesini beklediklerini açıkladı. Rum lideri ise—sanki gaipten haber almış gibi—Sonbaharda Türk tarafının tezlerini değiştireceğini söylüyor. Peki yıl sonuna kadar müzakerelerin tamamlanıp, referandum aşamasına gelinmesi mümkün mü? Tek kelimeyle “hayır”. Her şeyden önce Rum kesiminin sorunun çözülmesi için bir acelesi yok. Avrupa Birliği üyesi olarak, bütün AB kaynaklarını tek taraflı olarak kullanabiliyor; serbest dolaşımdan, siyasal haklardan ve ekonomik yardımlardan yararlanabiliyor. Bu yüzden tezlerinden taviz vermesine yol açacak bir çözümü kabullenmez. Türk tarafı ise adanın tamamen askersizleştirilmesinin yanı sıra asıl olarak toprak bölüşümünde daha önce açıkladığından daha fazla taviz veremez. Ayrıca Türkiye’den göç etmiş nüfusun durumu, sonradan kaç kez el değiştirmiş gayrimenkullerin mülkiyeti vs. sorunlarının çözümü çok kolay değil. Bu arada Hristofyas’ın Birleşmiş Milletler’e bir an önce Maraş’ı bize verin şeklinde mektup yazması da, uzlaşmacı bir tavır olmaktan uzak. Görünen odur ki; Kıbrıs’ta çözüm umudu, sanılanın aksine bir başka bahara kaldı. Çünkü yıl başına kadar bu sorunların çözülerek, müzakerelerin tamamlanması, sonra da varılan anlaşmanın referandum ile iki taraf halkına—özellikle de Rum tarafına—kabul ettirilmesi güç görünüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Talat’ın kazanmaması halinde de her şeye silbaştan başlanması gerekecek. Bu konuda Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’in yeterince katkıda bulunduğu da söylenemez. Özellikle Avrupa Birliği’nin önceki referandum sonrasında, KKTC’nin olumlu tutumu sebebiyle yaptığı vaatlerinin önemli bir kısmını tutmaması, Rum kesimini uzlaşmaya zorlamaması, sorunu daha da çözümsüz hâle getirdi. Temennimiz, bu sorunun bir an önce çözülerek, hem adaya huzurun gelmesi, hem de Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye üzerindeki ekonomik yükünün azalması. 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |
Umut YAVUZ |
|
İttihad-ı İslâm en birinci meselemiz olmalı |
Herkes artık tek kutuplu bir dünya olmadığı gerçeğini kabul etmeli. Geleceğin dünya siyasetine yön verecek aktörlerin sayısı günden güne artıyor. Soğuk savaş geride kalalı çok oldu. Şimdi daha farklı güç savaşları ve stratejik oyunlar gündemde. Çin gözünü kırpmadan zulüm yapabiliyor. Neden? Çünkü Çin güçlü bir devlet. ABD istediği yeri istediği gibi işgal ediyor ve oraya yüzbinlerce asker yığabiliyor. Hiçkimse de buna karşı gelemiyor. Neden? Çünkü ABD bir süper güç. Rusya istediği yere savaş ilânında bulunabiliyor, Kafkaslarda istediği zaman operasyonlar yapıp kan dökebiliyor, istediği zaman enerji piyasasını alt üst edebiliyor. Neden? Çünkü Rusya büyük bir devlet. Hindistan gittikçe büyüyor, Müslümanlara istediği gibi baskılar kurabiliyor. Ses çıkaramıyoruz. Neden? Çünkü Hindistan büyüyen bir devlet. İsrail Gazze’yi yerlebir ediyor. İslâm dünyasının orta yerinde rahatlıkla terör estiriyor. Neden? Çünkü İsrail’in arkasında global bir güç var. Peki İslâm dünyası ne durumda? Geleceğin dünyasında İslâm dünyası ülkelerinin konumları ne? Endonezya orada... Dünyanın en kalabalık İslâm ülkesi. Dünya siyasetinde sözü ne kadar geçiyor? Neredeyse esamesi bile okunmuyor. Suudi Arabistan... İslâm’ın en mukaddes iki beldesinin ev sahibi... Kendi keyfi dışında siyasal meselelere pek ilgili değil... İşte Türkiye... Bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapmış cihan imparatorluğu kurmuş Osmanlı’nın mirasçısı... Dünya siyasetinde ne kadar etkin? Ne yazık ki suya sabuna dokunmuyor... Arada bir “One Minute” diyor ve sonra tekrar susuyor... İşte Mısır... Arap ve İslâm dünyasının alternatif temsilcisi... Dünya siyasetinde ne kadar aktif? Ateş olsa cürmü kadar yer yakar... Nisbeten etkili gibi görünen İran’a ne demeli? Küçük bir provokasyonla haftalarca kaos yaşayabilecek kadar de-stabil bir yapısı var. Keskin sirke misali bir siyaset anlayışı var... Daha saymaya gerek yok... İslâm ülkelerini tek tek incelersek bunlardan farklı sözler söyleyemeyiz... Peki İslâm ülkeleri geleceğin dünyasında nasıl konumlanacak? Neden tek başlarına bir güç ifade etmiyorlar? Bunun sebebi çok açık. Âyetle sabit... Âyet diyor ki: “Ayrılığa düşmeyin. O zaman zayıf düşersiniz ve gücünüz gider” (Enfal, 46)... Evet demek ki Müslümanların kuvveti ve kudreti ayrılıkta değil, birliktedir... Yine âyet diyor ki: “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Ali İmran, 139) Âyetler bize şifreyi veriyor. Kur’ân’da başka şifre aramaya lüzum yok. Reçete gayet açık: İttihad-ı İslâm... İslâm ülkeleri ancak bir araya gelerek bir güç ifade ediyorlar. Tek başlarına kalınca güçleri gidiyor, zayıflıyorlar. Derhal bir araya gelip siyasî, ekonomik ve askerî anlaşmalar yapmalılar. İslâm ülkelerinin bir araya gelebilecek müşterekleri niza meselesi yapacak anlaşmazlıklarının yanında Uhud Dağı ile bir çakıl taşı mesabesindedir. Türkiye bugün Avrupa Birliği’ne girmek istiyor. Bu Türkiye açısından çok önemli. Ekonomik anlamda çok önemli. Ama daha çok demokratikleşme anlamında çok önemli. Bunun için bir Başmüzakereci tayin edilmiş. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne dahil olması aynı zamanda İttihad-ı İslâm için çalışması ve böyle bir birlikte yer almasını engellemez. Türkiye’nin, Mısır’ın, Endonezya’nın, Suudi Arabistan’ın, İran’ın tıpkı bizim AB Başmüzakerecisi gibi “İttihad-ı İslâm Başmüzakerecisi” atamaları ve ittihad için neler yapılabileceğini, nasıl projeler geliştirilebileceğini planlamaları gerekir. Böylesi bir birliktelik elbette hayal değil. Bugün her renk, dil, ülke ve ırktan Müslümanlar Hac döneminde, aynı kelime altında, Kâbe’nin etrafında bir araya gelip ahenkle hareket ediyor, aynı yöne bakıyor ve aynı duyguları paylaşıyor... Müslümanları bir arada tutabilecek bağlar, bugün Avrupa Birliği gibi bir oluşumu bir arada tutan bağlardan milyon kat daha güçlü ve sağlamdır. Yeter ki engeller aradan kalksın, samimiyetle niyet edilsin, dışarıdan içeriye sokulacak fitneler engellensin... Bu proje bugün değilse yarın bir gün mutlaka yapılmalıdır, yapılacaktır. Aksi halde Müslümanlara zulümler yapılmaya devam edilir ve biz elimiz kolumuz bağlı seyretmeye devam ederiz. 15.07.2009 E-Posta: [email protected] |