Basından Seçmeler |
‘Belge’ (mi?)
Bu köşedeki yazılar, siyasal konuların ve siyasallaştırılan güncel tartışmaların dışında kalan değerlendirmelere ayrılmıştır. Sözgelimi Dreyfus Davası, Fransa’da yaşanan acılar bizde de yaşanmasın diye, ayrıntılarıyla işlendi. Esasen ülkemizde her Allah’ın günü hukuk tartışılıyor. Bu hem sağlık, hem de hastalık belirtisidir. Bu sürece uyarak daha soğukkanlı bir ortamda Dreyfus Davasındaki ‘bordro’ gibi, ‘belge’ diye ünlenen ‘AK Partiyi ve Gülen’i bitirme’ tıpkıbasımına (fotokopi) ilişkin ve gündemden düşmüş gibi görünen tartışmalara değinmek istiyorum. 1- Hukukta ‘belge’ kavramı, yazı ya da benzeri işaretlerle/araçlarla düzenlenen, bir hak yaratan ya da onu kaldıran, özetle hukuki sonuç doğuran nesneyi anlatır. Borç senedi, hakaret mektubu gibi. Bunlar imza taklidiyle düzenlense bile, hukuki sonuç doğurur; belgedir, sahtecilik suçunun maddi konusudur. Çünkü senet alacak hakkı, hakaret mektubu cezai ve hukuki kovuşturma hakları doğurur. 2- Tartışılan olayda ele geçen tıpkıbasım, asıl değildir. Bu yüzden bir ‘gerçek belge’ değildir. Ama sıradan bir ‘káğıt parçası’ da değildir. Ceza yargılaması hukuk açısından üzerinde durulması gereken bir ‘bulgu’dur. Bu bulgu, aslına uygunluğu başka kanıtlarla doğrulandığının mahkemece benimsendiği anda bir ‘gerçek sayılan belge’ye dönüşme gizilgücüne sahiptir. Evet, yazıbilime (grafoloji) göre, tıpkıbasım, kaleme alanın kimliğini belirlemede incelemeye elverişsizdir. Çünkü yazanın kimliğini, tıpkı parmak izleri gibi, káğıt üzerindeki izler ele verir. İki insanın parmak izlerinin benzemesi olasılığı, en az on yedi milyar insanın bulunmasından sonra söz konusudur. Bu nedenle tıpkıbasım üzerinden belki sadece kesin olmayan kanılar belirtilebilir. O kadar. Tıpkıbasım, gerçek bir belge olmadığına göre, başka kanıtlara başvurmak gerekir. Tıpkıbasımda kullanılan aygıtlar, olayı gören, bilen tanıklar gibi. 3- Bu araştırmayı savcılık yapacak, asıl kuşkuluyu bulmaya çalışacaktır. Tıpkıbasım için kullanıldığı sanılan aygıtlar incelenerek onların özelliklerine göre sonuca ulaşılmaya çalışılacak, kuşkulu ve varsa olayın tanıkları dinlenecektir. İtiraf, ceza yargılamasında önemli, ama kesin kanıt değildir. Bağlayıcı değil, değerlendirmeye açıktır. Soruşturmacı, kanıtlar eylemin (suçun) işlendiği hususunda yeterli kuşku oluşturduğu anda kuşkulu hakkında kamu davasını açmak zorundadır. Savcıların kanıtların inandırıcı olup olmadığını değerlendirme yetkisi yoktur. Bu yetki, sanık ve kanıtlarla yüz yüze gelen duruşma yargıcının tekelindedir. Ceza yargılaması ‘kanıtları özgürce değerlendirme ilkesi’ne yaslanır. Tıpkıbasım, yasal olarak elde edilmişse, yargısal değerlendirme sonucunda bu konuda verilen karar, ‘kesin yargı’ ve bundan sonraki iddialar için temel olacaktır. Zira yargı kararı, yaşanan gerçeğe uymasa bile, gerçek sayılır; kişileri bağlar. 4- Gerçek sayıldığı için de belgenin içeriği, sözgelimi, açıklanan eylemin varlığı, var ise suç boyutlarına ulaşıp ulaşmadığı elbette değerlendirilecektir. Buna göre dava açmak gerekip gerekmeyeceği belirlenecek; açıldığı takdirde mahkeme suçun oluşup oluşmadığına karar verecektir. Eylem suç değilse, yönetim, görevli hakkında disiplin soruşturması yapacaktır. 5- Olayımızda askeri savcı hemen soruşturmayı başlatmış, iki işlem yapmıştır: a- İncelemeye elverişli olmayan tıpkıbasımın başka kanıtlarla da doğrulanmaması - ki bu kanıtlardan biri de askeri yazışma biçimlerine/biçemlerine uymamasıdır- gerekçesiyle ‘kovuşturmaya yer olmadığına kararı’ vermiştir. b- Ardından da yazıyı düzenleyenin asker olmadığı ve ‘askeri karargáhta/yer’de işlenmediği gerekçesiyle dosyayı ilgili başsavcılığa yollamıştır. 6- Bu işlemler üzerine insanlarımız iki kutba ayrıldı. Ordunun darbe yapmasını yasal bir yetki olarak algılayanlar -ki bu yanlış bir hukuk yorumudur- askeri savcıyı desteklemişler; tıpkıbasımın orduyu güç durumda bırakmak isteyenlerce düzenlendiğini ileri sürmüşlerdir. Darbeyi suç olarak görenler ise askeri savcıyı, işi ört bas etmeye yeltenmekle suçlamışlardır. Kimiler de ileri gitmişler savcıyı ‘yanlı/şaibeli karar’ vermekle suçlamış ve kınamışlardır. 7- Gelelim hukukun dediğine. a- Askeri savcının olaya hemen el koyması, eylemi; kanıtlar, işlendiği yer ve maddi yetki (görev) açısından ele alması yerindedir. b- Dosyanın içeriğini, hukuku bilmeden savcının ulaştığı sonucu, ‘yanlı’ diye algılayarak ona göreviyle ilgili bir suç yüklemek, aşağılamadır. ‘Şaibeli’ demek kınamadır. İki davranış da düşünce özgürlüğü kapsamına girmez. c- Savcının ulaştığı her sonuç ise, sadece bir ‘görüş’tür. Zira ceza yargılamasında savcı iddia eder; taraftır. Yargıç hüküm kurar; karar organıdır. Bunun da iki sonucu vardır: aa- 'Kovuşturmaya yer olmadığı kararı’ndaki karar sözcüğünün anlamı ulaşılan sonuç ile ilgili ‘görüş’tür. O kadar. O yüzden söz konusu karar, savcının kendisi dáhil kimseyi bağlamaz. bb- Bağlamaz, ama sıradan bir görüş de değildir. Zira savcılık görevini üstlenen bir hukukçunun hukuki görüşüdür; değerlendirilmesi gerekir. cc- Bu nedenle askeri savcının, eylemin işlenmediği kanısına vardığında dosyayı sadece ilgili başsavcılığa yollamakla yetinmesi gerekirken, dava açılması için kanıtların kuşku noktasına ulaşmadığı değerlendirmesini yaparak kovuşturmaya yer olmadığına kararı vermesi tutarsızdır, gereksizdir, çelişkilidir, ağır bir görev kusurudur. Tutarsızdır. Çünkü yetkili değildir. Gereksizdir. Çünkü dava açma konusunda kendisinden sonraki savcıları, değerlendirmede göz ardı edilemeyecek ve zorlayıcı biçimde bir görüş sergilemiştir. Çelişkilidir. Çünkü hem yetkisiz olduğunu söylemekte hem de işi büyük ölçüde sonuçlandırmaktadır. Ağır bir görev kusurudur. Çünkü yargılama hukukundaki kavramların iyi özümsenmediği anlaşılmaktadır. Kuşkusuz soruşturmayı yürüten görevli savcılar, ulaşılan görüşün bir yargıca değil, bir savcıya ait olduğu bilinciyle soruşturmalarını yürütecekler ve sonucuna göre davanın açılıp açılmamasına özgürce karar vereceklerdir. Buna inanıyorum.
Star, 14.7.2009 |
Sami Selçuk 15.07.2009 |
Üniversitesiz toplum
Üniversite sınav sonuçlarının açıklanması üzerine dereceye giren öğrenciler, öğrencilerin devam ettiği kurslar, tercihlerdeki öncelikler basında yoğun yer aldı. Aslında gençlerin aldığı dereceler, beklentileri, büyüklerin duruma bakışı Türkiye’nin temel meselesinin ne olduğuna dair içler acısı bir manzarayı da ortaya çıkardı. En son söylenmesi gerekeni baştan ifade edelim. Sınav sistemi bir kez daha, Türkiye’de gerçek anlamda üniversite olmadığını göstermiştir. Bu konuyu yazmamı tetikleyen şey de dereceye giren gençlerimizden birinin açıklaması oldu. Maneviyata değer verdiğini söyleyen ve birinci olan öğrenci, hazırlık döneminde günde üç bin soru çözmüş. Bir gencin günde üç bin test sorusu çözmesi gibi ezbere dayalı yöntemlerle üniversiteye hazırlandığı bir eğitim sistemiyle karşı karşıyayız. Daha hızlı, daha az hatasız, test çözme teknikleriyle, zihnin otomatik hale getirildiği, hiçbir analitik, kavramsal ve düşünmeye yönelik yeteneğin önemsenmediği bir sınav sistemi. Ne kadar hızlı, ne kadar çok ezber sahibi iseniz yani adeta reflekssel biçimde ‘düşünme süzgeci’ni iptal edebiliyorsanız o kadar başarılı sayılacağınız bir modelden bahsediyoruz… Türkiye’de eğitimin ezbere dayalı, düşünmeyi körelten bir yanı olduğu hep söylenir. Edinburgh Üniversitesi’nde matematik hocası olan bir dostum zaman zaman Türkiye’nin en saygın üniversitelerinden birinde misafir öğretim üyesi olarak ders vermeye gelir. Türkiye’deki üniversite eğitimini nasıl bulduğunu sorduğumda aldığım cevap bir yabancının evvel emirde gözünden kaçmayacak bir gerçeğimizi hatırlattı. “Gençler çok zeki fakat sanki bilinçli olarak düşünmelerinin engellenmek istendiği intibaı edindim.” İlkokul düzeyine inen, test tekniğine dayalı, ezberci, her türlü kavramsal düşünme yeteneğini körelten eğitim sisteminin aslında yetiştirilmek istenen insan tipiyle yakından alakalı olduğunu düşünüyorum. Diğer taraftan ailelerin de çocuklarının daha ahlaklı ve insani nitelikleri kazanmış olmalarından çok nasıl iş bulabilecekleri kaygısına itildiği de başka bir gerçek. Ailelerin beklentileri, verilen eğitim, önerilen insan tipiyle Türkiye’nin sosyoekonomik olarak üstlendiği ‘rol model’liğinin arasında ilişki kurulmadan bu durum açıklanamaz. Dünyaya açıldığı söylenen Türkiye her nedense hiçbir alanda kendine ait patent geliştiremeyen, çok uluslu şirketlerin arkabahçesi bazı imalatlarla yetinen, hiçbir alanda stratejik teknolojisi olmayan bir ülke haline gelmiştir. Finans kapitalizmine kapısı ardına kadar açık, tüketime dayalı ürünlerin montajından öteye geçmeyen bir endüstri… Uluslararası sistemin Türkiye için belirlediği alana uygun insan tipi üretmekle meşgul eğitim sistemimiz… Düşünmeyen, araştırmayan, sistemin yapısını sorgulamayan ve buna vakti bile olmayan, maneviyatı yüksek, üretim bandına uygun beyaz yakalılar ülkesi… Bu haliyle Çin’de ucuz iş gücünün damgasını vurduğu tablodan daha vahim bir hal sergiliyoruz. Sanat, edebiyat, düşünce gibi insan oluşumuzu idrak etmemize kapı aralayacak alanlarla ilgisi kalmamış, kazanmaya odaklı standartlara uygun eğitimli değil ama eğitilmiş insan tipi yetiştiriyor üniversiteler… Özellikle 12 Eylül’den sonra eğitim müfredatındaki değişiklik, gençlerin dersten başka hiçbir sosyal, kültürel alanla ilgilenmesine imkan vermeyecek biçimde düzenlenmişti. Böylece anarşinin önlenmesi hedefleniyordu. Bu açıklamanın yanlış olmasa bile eksik olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. 12 Eylül modelinin aynı zamanda küresel sermayenin Türkiye’ye biçtiği role uygun insan tipinin yetiştirilmesini hedeflediği gerçeği bugün daha iyi anlaşıyor. Eğitim meselesi artık sınıfsal bir sorun haline gelmiştir. Eğitimin özelleştirilmesi bunu daha da pekiştirmiştir. Ekonomik gücü olan aile, çocuğunu eğitim kalitesi açısından en iyi okullarda okutabiliyor. Bunlardan mezun olanlar da ekonominin, bürokrasinin kilit yerlerine kolayca yerleşebiliyor. Bu yatırımı yapamayanlar ise Anadolu’nun her bir köşesine açılan malum şartlardaki sözüm ona üniversitelerde eğitim almakla yetinecek, yani işsizlik sorununu okulu bitirinceye kadar ertelemiş olacak. Anadolu’dan gelen çalışkan ve disiplinli fakat ekonomik imkanı olmayan gençler de günde 3 bin soru çözerek daha çok para kazanacağını düşündüğü tıp fakültelerine veya mühendislik gibi ekonomik olarak avantajlı gördüğü okullara yönelecek. Bu ‘maneviyatı yüksek’ çalışkan, dürüst Anadolu gençleri de sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısından mahrum biçimde sisteme uygun model adayı olarak hayata atılmayı bekleyecek. Sosyal bilimlerin, sanatın, ilahiyatın en başarılı talebeler arasından tercih edilmediği, sorgulayıcı zihin yapısı yerine standartlara uygun bir zihin yapısına sahip ve üretim bandına uygun tipleri yetiştiren üniversitenin, ülkenin geleceğine dair hiçbir fikri olamaz ve hiçbir çözüm üretemez. Ancak kılık kıyafetle uğraşır.
Yeni Şafak, 14.7.2009 |
Akif Emre 15.07.2009 |