"Gerçekten" haber verir 01 Mayıs 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

Hayatın bazı gerçekleriyle yüzleşebilmek



İçinde yaşadığımız şu hayat aslında başlı başına bir mektep, okul. Çoğu zaman akıl ve hayâlimize gelmeyen birçok şeyi bize bire bir öğretiyor. Tabiî ki biz gaflet ve ülfetten başımızı kaldırıp şöyle bir bakabilirsek.

Hayatın bu hızlı akışı içerisinde, sade bir bakış, tefekkür derinliği olan iyi bir tahlil, hadiselerin başlangıç ve sonucunu değerlendiren dikkatli bir duruş ve yorum yapma ufkumuzu açacak ve ders çıkartacak çok üstün değerleri bize kazandırabilir.

Önemli bir düşünürün, hayat tecrübesinden çıkardığı bazı gerçekler ve notlar var aşağıda. Tefekkür ufkumuzu açmak, sadeliğin ve hayatın gerçekleriyle yüzleşmek için şöyle birlikte tefekküre ne dersiniz:

“Kendimi neşelendirmek istediğim zaman en iyi yolun başka birini neşelendirmeye çalışmak olduğunu öğrendim.

“Bir tartışmayı tatlıya bağlamadan yatağa gidilmemesi gerektiğini öğrendim.

“İnsanın kendisinden daha sorunlu birisiyle evlenmemesi gerektiğini öğrendim.

“Çalıştırdığımız insanlara iyi davrandığımızda, onların da müşteriye iyi davrandıklarını öğrendim.

“Bir toplantıda zekâmı ya da sohbetimi göstermek konusunda tercih yapmak gerektiğinde sohbeti seçmenin daha iyi olacağını öğrendim.

“İnsanlara iyi davranmanın hiçbir maliyeti olmadığını öğrendim.

“Gerçekten yaşamaya başlamak için emeklilik beklenirse, çok uzun bir süre beklenilmiş olunacağını öğrendim.

“İyi kalpli olmanın mükemmel olmaktan daha önemli olduğunu,

“Vahşi bir hayvana ve bir çocuğa istedikleri her şeyi verirseniz sonuçta çok iyi bir hayvanınız ve çok kötü bir çocuğunuz olacağını öğrendim.”

Bu düşünürün hayattan tecrübelerinin bazısı böyle. Şimdi top bizde. Biz de kendi özel tecrübe ve hayattan çıkardığımız derslerden bazılarını yazalım. Meselâ:

* Günlerimizi ve zamanımızı nasıl ve nerede harcadık?

* Gençliğimizi, malımızı, sağlığımızı nasıl ve nerelere sarf ettik?

* Sevgimizi, sabrımızı, iştahımızı, hırsımızı nerelerde kullandık?

* Saygımızı, enerjimizi, kuvvetimizi yerinde ve zamanında harcadık mı?

* Alâkamızı, samimiyetimizi, içtenliğimizi yerli yerinde kullanabildik mi?

* Emirlere uymayı, yasaklardan sakınmayı başarabildik mi?

* Bize muhatap olan dost ve akrabalarımızı memnun ve mutmain edebildik mi?

* Bugün Allah için, maneviyâtımız için, kendimiz, dostlarımız ve insanlık için ne yaptık?

* Bugün israfta mıydık, iktisatta mı?

* Bugün aile efradımız için hangi güzel hareket ve tavırlara imza attık?

* Bugün bizi biz yapan “şahs-ı manevi” için ne yaptık, ne gibi bir katkıda bulunduk?

* Bugün kudsî dâvâmız, en yakın dostlarımız, hizmet merkezimiz ve bizden iyilik bekleyen hakka muhtaç ve aç insanlar için ne yaptık?

* Bugün şahsî kemalatımız, neşir vasıtalarımız ve yakînen âlâkadar olabileceğimiz insanlar için ne yaptık?

* Bugün artı değer olarak dağarcığımıza ne koyduk?

* Allah’a, Peygambere, dinimize, milletimize, ailemize ve kendimize karşı mükellefiyetlerimizi yaptık mı?

* Bugün kazançta mıyız, zararda mı?

Dahası varsa ekleyebilirsek ekleyelim.

Yoksa maalesef, felsefe ve Batı medeniyetinin büyük ölçüde hâkim olduğu bu hayat şartlarında istikamette kalmak, makulü yakalamak, sağlıklı düşünüp doğruları tatbik etmek büyük ölçüde hayal olur. Hâl-i âlem ve içinde bulunduğumuz cemiyet hayatı bunun en güzel şahididir.

Tefekkür ufkunuzun geniş olması dileğiyle.

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın anıldığı topluluklar



Yaşar Bey: “Bir mecliste veya toplumda Allah zikredildiği zaman, gerek zikredenin, gerekse o meclistekilerin hem kendi, hem de yakınlarının günahlarının af olduğunu, hattâ orada bulunan bir fâsıkın bile affolunduğunu melekler ile Allah arasında geçen bir konuşmayı anlatan uzunca bir hadisten anlıyoruz. Bu hadis kime ve nerede söylenmiştir? Bütün mü’minlerin toplu zikirleri veya Allah’ı andıkları toplantıları aynı hadisin müjdesinden hissedar olur mu?”

1- Bediüzzaman’ın ifadesiyle kâinat baştanbaşa Allah’ı zikretme ve Allah’a şükretme mescidinden ibarettir.1 Her şey Allah’ı anar ve zikreder. Allah’ı bilerek ve tefekkür ederek anmak insan için bir ayrıcalıktır; Allah’ın bizi sevdiğinin belirtisidir. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Allah’ın kulunu sevmesinin belirtisi, Allah’ı anmayı sevmektir. Allah’ın kula buğz etmesinin belirtisi ise, kulun Aziz ve Celil olan Allah’ı anmaktan hoşlanmamasıdır.”2

2- Kur’ân, Allah’ı andığımız zaman, Allah’ın da bizi andığını haber veriyor. Allah buyuruyor ki: “Beni anın ki, Ben de sizi anayım!”3

3- Bu âyeti Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle tefsir ediyor: Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Kulum! Sen Beni yalnızken anarsan, Ben de seni yalnızken anarım! Sen Beni bir topluluk içinde anarsan, Ben de seni onlardan daha hayırlı ve daha büyük bir topluluk içinde anarım!”4

4- Allah’ın bizi andığı daha hayırlı topluluğu Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle bildiriyor: “Şüphesiz Allah bir kulunu sevdiğinde Cebrail’i çağırıp şöyle buyurur: “Ben falanı seviyorum. Sen de onu sev!” Bunun üzerine Cebrail onu sever. Sonra gök ehline seslenerek şöyle der: “Allah falanı seviyor; siz de onu seviniz!” Gök ehli de onu sever. Sonra onun itibar ve değeri yeryüzüne de yerleştirilir.”5

5- Nihayet bir evde Allah’ı anmak için toplanmanın, Allah’ı ve Allah’ın kitabını müzakere etmenin, orada Allah’a imanı arttırıcı sohbetler yapmanın Allah katındaki değerini de şu hâdis bildiriyor: “Bir topluluk Allah’ın evlerinden birinde toplanır, Allah’ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, mutlaka üzerlerine manevî bir huzur iner, kendilerini rahmet kaplar, melekler kuşatır. Allah da katındaki melekler arasında onları anar.”6

Bir diğer hadiste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurur: “Bir topluluk Allah’ı anmak üzere toplanırsa, dağıldıklarında onlara, “Günahlarınız bağışlanmış olarak kalkınız!” denilir.”7 Bahsettiğiniz uzun hadis, nihayet bu verdiğimiz âyeti ve hadisleri şerh eden ve açıklayan bilgiler içeriyor. Ve içerisinde Allah’ın hayırla anıldığı, Allah’a imana dâvet edildiği, Allah’ın isim ve sıfatlarının konuşulduğu her topluluğun—İnşallah—bu yüksek iltifata ve müjdeye liyakati bulunduğunu gösteriyor. Peygamber Efendimiz (asm) müjdesini içinde Allah’ın anıldığı ve Allah’a imanın ders yapıldığı bütün topluluklara teşmil ediyor.

Peygamber Efendimiz (asm) içlerinde Ebû Hüreyre’nin de (ra) bulunduğu güzîde bir topluluğa hitap etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: “Allah’ın yeryüzünde seyahat eden melekleri vardır. Onlar ilim ve zikir meclislerini araştırırlar. İçinde Allah’ın anıldığı bir meclis bulduklarında, onlarla beraber otururlar. Birbirlerini kanatları ile hazır olup dinlemeye teşvik ederler, birbirlerini çağırırlar. Nihayet kendileri ile gökyüzü arasındaki mesafeyi doldururlar. Ayrıldıkları, yükseldikleri ve semaya çıktıkları zaman; çok iyi bildiği halde, Aziz ve Celil olan Allah meleklere:

“Sizler nereden geldiniz?” diye sorar. Melekler:

“Biz yeryüzünde Senin bir takım kullarının yanından geldik ki, onlar kendi aralarında Senin noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıf olduğunu takrir edip Seni tesbih ediyorlar; Senin büyüklüğünü, izzet, azamet ve kibriyânı mütalâa ederek Seni tekbir ediyorlar; Senin emrine her an amade olduklarını söyleyip Senin bir olduğunu ikrar ederek Seni tehlil ediyorlar; Senin sonsuz nimetler verdiğini müdrik olarak Sana hamd ediyorlar; acz, fakr ve zaaflarını bilerek, tazarru ve ihtiyaç içinde Sen’den istiyorlar” derler. Cenâb-ı Allah: “Benden ne istiyorlar?” buyurur. Melekler: “Onlar Sen’den Cennetini istiyorlar!” derler. Yüce Allah: “Onlar Benim Cennetimi görmüşler mi ki?” buyurur. Melekler: “Hayır, Rabb’imiz! Onlar Senin Cennetini görmediler.” derler. Allah Teâlâ: “Düşünsenize! Bir de onlar Benim Cennetimi görmüş olsalardı nasıl olurlardı?” buyurur. Melekler bu defa: “Onlar Sen’den eman diliyorlar, Sana sığınıyorlar!” derler. Cenâb-ı Hak: “Hangi şeyden eman diliyorlar ve Bana sığınıyorlar?” buyurur. Melekler: “Ateşinden ya Rabb!” derler. Rabb-i Rahîm: “Onlar Benim ateşimi görmüşler mi ki?” buyurur. Melekler: “Hayır, onlar Senin Cehennem ateşini görmediler!” derler. Cenâb-ı Hak: “Düşünsenize! Bir de onlar Benim ateşimi görmüş olsalardı nasıl olurlardı?” buyurur.

Melekler tekrar: “Onlar Senden mağfiret ve bağış talep ediyorlar.” derler. Bunun üzerine, Zat-ı Rahmânü’r-Rahîm: “Ben onların günahlarını mağfiret eyledim! Ben onlara bütün isteklerini ihsan ettim. Ben onlara, Bana sığındıkları şeylerden eman ve ecir verdim!” buyurur. Melekler: “Ya Rabb! O ilim ve zikir meclisinin içinde çok günahkâr olan falan kimse de vardı! Sadece oradan geçiyordu da, onlarla birlikte oturuvermişti!..” derler. Cenâb-ı Allah: “Ben onu da mağfiret ettim! Onun da günahlarını bağışladım! O cemaat öyle kemâl sahibi kimselerdir ki, onlarla birlikte oturan kimseler âsî değildirler!” buyurur.8

Dipnotlar:

1. Mesnevî-i Nuriye, s. 23. 2. Câmiü’s-Sağîr, 3/1182. 3. Bakara Sûresi: 152. 4. Câmiü’s-Sağîr, 3/1282. 5. Câmiü’s-Sağîr, 2/455. 6. Câmiü’s-Sağîr, 4/1465. 7. Câmiü’s-Sağîr, 4/1465. 8. Müslim, Zikir, 8.

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nurun altın bilezikleri



Afyon sorgu hakimliğinde, “Sen Risâle-i Nur Talebesi imişsin?” sorusuna merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabey, “Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dahînin şakirdi olma liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa, iftiharla, ‘Evet, Risâle-i Nur şakirdiyim derim’” der.

Bunun üzerine Bediüzzaman Hazretleri yerinden kalkıp, “Evet evet, binine bedeldir” diye karşılık verir.1

Arkadaşı Mehdi Halıcı’nın ifadesiyle “Koşuda herkesi geçen ve hızına kimsenin yetişemediği dünya rekortmeni”2 bir kimseydi merhum Zübeyir Gündüzalp.

24 Nisan 2009’da Bozyazı Tekeli’deki Kutlu Doğumla ilgili konferansımızda Ermenek’ten gelenler içerisinde merhum Zübeyir Ağabeyin kardeşi Haydar Gündüzalp de vardı. Salih, H. Açıkbaş kardeşler ve birkaç talebeyle birlikte gelmişlerdi. Bizi onurlandırdılar.

Haydar Ağabeyi görüp de hatıralarını dinlememek hiç olur mu? “Merhum Ağabeyimden bahsettiğimde gözyaşlarımı tutamıyorum” diyen Haydar Ağabey hafızasına nakşolmuş ilginç bazı hatıralarını anlattı. Hatıralardan herbiri onun dâvâsında ne kadar fanî olan bir kahraman olduğunu gösteriyor.

Haydar Ağabey, Zübeyir Ağabeyin evlenmesine taraftar olmadığını, kendini hizmete adamasını istediğini, “Eğer evlenirsen belki bedenen rahat edersin. Ama ruhen hizmet edememenin verdiği sıkıntıları yaşarsın” dediğini, ruh sıkıntılarının azalmadığına şahit olduğunu belirtti. 1957’de evlenirken Zübeyir Ağabey düğününe geldiğinde düğüne iki gün kala, “Kardeşim bana bilet al gideceğim” dediğini, fakat düğününe kalması için “Yarın araba yok!” dediğini, fakat onun, “Ben de yürüyerek yoluma devam ederim! Sen bizi başıboş mu zannettin? Cephedeki asker evdeki anne, baba ve çocuğunu düşünemez. Biz cephedeki asker gibiyiz. Araba yoksa, ben de arabasız yola devam ederim! Hiç olmazsa mesuliyetten kurtulurum. Yolda olmak, kalmaktan daha hayırlıdır” dediğini hiç unutamamış.

Asker dönüşü Şanlıurfa’da ağabeyini ziyaret ettiğini, Üstaddan gelen bir mektubu ağabey ve arkadaşlarının çoğaltıp valilik, emniyet müdürlüğü ve savcılık olmak üzere resmî kurumlara dağıttıkları için 40 gün hapishanede yatırdıklarını söyledi. Kelepçeler takılıp götürülürlerken, kelepçe takan askerlere Zübeyir Ağabeyin, “Bu kelepçeler Nurun altın bilezikleridir. Kur’ân ve iman hizmetinin şahitleridir. Bu sevap herkese nasip olmaz” dediğini de anlattı.

Hatıraları ilk şahitlerinden dinlemenin zevki daha başka oluyor.

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman’ın Sadık ve Kahraman Talebesi Zübeyir Gündüzalp, s. 134.

2. A.g.e., s. 91.

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




Osman ZENGİN

Yeniden “Hoş geldin, safa geldin!”



Gazetemizde “Elif”in yeniden çıkacağı haberini okuyunca heyecanlandım. Bu haber beni, ta otuz üç-otuz dört sene önceye, gençliğimizin baharındaki günlerimize götürdü.

Yeni Asya’nın ilk sayılarından beri, bazen müstear, bazen kendi ismimizle yazıyorduk. 30 Ocak 1976 Cuma günü Elif isminde bir ilâvemiz çıkmaya başladı. Çok sevmiştik biz onu.

O günlerde Ankara’dan, İstanbul’a bir seyahatimiz olmuştu. Bizim İstanbul seyahatlerimizin çoğu da, hizmet endeksli; dershane, arkadaş ve gazetemizin binası şeklinde ziyaretler olduğundan, her gidişimizde mutlaka Cağaloğlu’na gider, gazete binamız ve hizmet erlerimizi ziyaret ederdik.

İşte o ziyaretimizde, rahmetli Hüseyin Demirel, gazetenin bütün birimlerini bize gezdirdi, arkadaşlarla tanıştırdı. Elif ilâvemiz de, yeni çıkıyordu. Bize intibalarımızı sordu ”Elif’i nasıl buluyorsunuz?” diye. Biz de, o andaki ilk duygu ve hissiyatımızı orada söyledik. Tekrar Ankara dönüşünde otobüste, o sualden mülhemen, ”Elif’i nasıl buluyorsunuz?” diye bir yazı yazdık. 9. sayısında çıkmıştı Elif’in. Hani derler ya, herhangi bir şeyin geçmişi ile ilgili olarak, “Ben bugün de olsa, onun altına imza atarım” diye.

İşte aynen onun gibi, o yazının altına bugün de imza atıp yolluyoruz. Şükürler olsun ki, nurların verdiği istikamet ile; düne, bugün de rahatlıkla imza atabiliyoruz.

Arşivimde bulunan ciltletmiş olduğum ilk bir yıllık, 52 sayı Elif ilâvemizi çıkarıp bir baktım da; tahassür ve hüzünle kimlerin yazdıklarına göz attım:

İlk on sayıda, Yeni Asya mektebinin Elif sınıfında bulunan şu isimleri gördüm:

Necmeddin Şahiner, Muhsin Demirel, İhsan Atasoy, A. Erkan Kavaklı, Mehmed Dikmen, Vehbi Vakkasoğlu, Abdülkadir Usta, Cemal Uşşak, Ömer Yavuzyiğit, Safa Mürsel, Salih Suruç, Edip Yılmaz, Mustafa Kaplan, Haluk İmamoğlu, Ali Sarıkaya, Muzaffer Taşyürek, Gürbüz Azak, Mikail Yaprak, Suad Alkan, M. Yaşar Akgül, M. Hanifi Örnek, Ceyhun Savaşan, Ahmed Özdemir, İslâm Yaşar, Osman Zengin, Adnan Şimşek, M. Necati Bursalı, Erol Erşenkal ve Ayşe Zühal Göktürk benim tesbit edebildiklerim.

Bildiğim kadarıyla bunların çoğu hayatta ama, bu isimlerden, Yeni Asya okuluna halen devam edip gidenler: Mikail Yaprak, Ahmed Özdemir, İslâm Yaşar, Osman Zengin, Abdil Yıldırım olarak görünüyor.

İşte o gün yazdığımız ve bugün de aynen tasdik ettiğimiz yazımız:

“Elif’i çıkaran arkadaşlar bize şöyle sordu: ‘Elif’i nasıl buluyorsunuz?’

“Elif’i biz Yeni Asya’nın içinde bulduk! O, orada doğdu. En kısa zamanda Yeni Asya’nın evlâdı olduğunu gösterdi. Bize zaten böyle bir ilâve lâzımdı. Çoklar tarafından böyle bir ek arzu ediliyordu. Çıkarılması için geç bile kalındı. Elif, şu sıralarda 10. sayısına geldi. Ve biz, bu müddet içerisinde gördük ki, Yeni Asya’nın el attığı veya az uğraşabildiği meselelerle Elif canla başla uğraşıyor. Sanat, edebiyat, musiki, sinema, tıp vs. gibi mevzulara geniş yer veriliyor. Sonra Elif’te yeni yeni kalemler, yeni yeni kabiliyetler görüyoruz. Kalemlerin savaştığı şu asrımızda yeni yeni kalem mücâhidleri gazi kalemlere yardım ve ileride onların yerini doldurma gayretindeler.

“Elif bir kültür. Elif bir edebiyat. Elif bir sanat hâzinesi.

“Hakikaten bekleniyordu. Geldiği iyi oldu. Hoş safa geldi, baş göz üstüne geldi. Elif’i bir ansiklopedi gibi saklayanlar, her Cuma gelmesini dört gözle bekliyorlar. Elif’e kavuşabilmenin heyecanı, kalplerinde çarpıyor.

“Bilmiyorum Elif’i anlatabilecek başka bir kelime var mı?”

(Osman Zengin, Elif İlâvesi, 1976, Sayı: 9)

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Denizli'den İzmir'e



Makalenin başlığında zikrettiğim şehirlere giderken yeryüzünün artık bir bahar müjdesini verdiğini gördüm. Bayırlar tepeler, ovalar, ırmak kenarları her yer yemyeşil, yılın baharı. Aynen bunun gibi, vardığım her iki şehirdeki hizmetlerin özeti; İslâm’ın, Kur’ân’ın ve Nur’un bayramı olduğunu gözlerimle müşahede ettim. Bu müşahedelere vesile olan gönül dostu, can dostu kardeşlerime ne kadar duâ etsem azdır. Vefa dolu kadir şinas insanlar, İnşallah daima berhudar olacaklardır.

Bundan 1,5 ay önce aldığım dâvet üzere, avamî lisânla ayağımızın tozuyla tâ Hollanda’dan intikal ettik Denizli’ye. Vardığımızın gecesinde Yeni Asya Kültür Merkezinde geniş bir salonda ve umumî bir cemaate Hollanda’daki çalışmalarımı ve oradaki İslâmî inkişafları, Rotterdam İslâm Üniversitesinin büyük hizmetlerini naklettikten sonra, günün mânâ ve ehemmiyeti üzerine çağın emsalsiz tefsirlerinden Risâle-i Nur Külliyatından Hz. Peygamberimizin (asm) çağımıza işaret buyurduğu müjdelerinden ve irşad metodunun tarzlarından ve Efendimizin (asm) manevî şahsiyetinden bahisler sunduk.

Aynı gecenin sabahında üniversiteli gençlere muhatap olup müzakereli, suâl-cevaplı ve çok verimli bir sohbetin ardından, muhterem Mehmed Cebe’nin deruhte ettiği Yeni Asya kitap fuarında son dönemde yazıp neşrettiğimiz “Müjde Peygamberi”, “Bediüzzaman’dan Çağımıza Müjdeler” ve “Bediüzzaman’ın Kardeşi Abdülmecid Nursî (Ünlükul)” kitaplarını imzaladık ve ayrıca gelen bay ve bayan kardeşlerimizle çeşitli konular üzerinde konuşmalar yaptık ve bazılarına da kısa dörtlükler yazdık. Aynı anda, Bediüzzaman Hazretlerinin mümtaz talebelerinden muhterem Mustafa Sungur Ağabeyin muhterem Ragıp Hoca kanalı ile beni telefonla arayıp tebrik etmesi imza programının en anlamlı dakikalarıydı ve gözlerim yaşlarla dolmuştu.

Aynı günün akşamı, Yeni Asya İzmir cemaati adına 1,5 ay önce muhterem Süleyman Kösmene tarafından program ve konuşmalar için dâvet aldığım İzmir’e intikal ettik. Zübeyir Akyıl tarafından bir jet hızıyla gecenin umumî sohbetine, vakıf binasında iştirak ettik. Uzun yıllar Türkiye’de ve şimdi Medine’de büyük hizmetlere vesile olan muhterem Mustafa Yeşilyurt Ağabeyimizin âlem-i İslâm ile alâkalı müjdelerinden sonra bizde Avrupa, Rusya ve Amerika’daki Nur’un tecellilerini dokümanlarla anlatmaya çalıştık.

Yine aynı gecenin sabahında Murat Reis Camii konferans salonunda Ege bölgesi ilköğretim lise ve üniversite Risâle-i Nur Bilgi Yarışmasının öncesinde katılımcılara ve dinleyici ebeveynlere “Dünya Gençliği Önündeki Engeller ve Çıkış Yolları” başlıklı Avrupa’da verdiğim konferansı burada da 30 dakikaya sığdırarak verdik. Düşündürücü, tedbir alıcı ve çarelerin bulunduğu bu hitabenin ardından yarışma başladı ve çok duygulu anlar yaşadık. Kendimizi de suâllere muhatap bulduk ve ardından muhterem Mehmet Kutlular’ın konuşması ve ödül töreni ile son buldu.

Kılınan öğle namazı akabinde, Murat Reis Camii’nde başta Hz. Peygamberimizin (asm) doğumunun 1438’inci ve Hz. Bediüzzaman’ın vefatının 49’uncu sene-i devriyeleri münasebetiyle tertiplenen Mevlid-i Şerif’in icrâsından önce yine bizleri kürsüye dâvet ettiler. Mevlid-i Şerif’in açılış ve günün mânâsı üzerine hitabede bulunduk. Özetinde; Peygamber Efendimizin (asm) çağımıza işaret buyurduğu hadislerinde Hz. Bediüzzaman’ın çağın anlayışı içindeki yorumunu ve bütün dünyada bu müjdelerin tahakkuku ve İslâm tecellisini çeşitli örnek ve misallerle takdim ettim ve konuşmamı merhum A. U. Kurucu’nun “Efendim” şiiri ile noktaladım. “Ruhum sana âşık, sana kurbandır efendim./Bir ben değil, âlem sana hayrandır efendim.”

İzmir’de bitmeyen konuşma ve koşmamız İzmir-Pınarbaşı cemaatinin yeni vakıf binasında suâl ve cevaplı sohbetle ve geniş iştirakle devam etti. Emeği geçen başta Adnanlara, Erollara, Mesutlara, Salihlere, Mustafalara, Kemallere, Yahyalara, Bedreddinlere ve bütün ağabey ve genç kardeşlerime gönüller dolusu tebrikler ve başarılar.

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Mihenge vurmak



Adamın biri New York, Central Park’ta yürüyüş yaparken, kuduz bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Hemen müdahale eder ve köpekle boğuşmaya başlar. Uzun bir uğraştan sonra, yara bere içinde kalsa da köpeği öldürür. Küçük kızın hayatını kurtarmıştır.

Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese gelir. Sarılıp teşekkür ettikten sonra, “Sen bir kahramansın, göreceksin yarın bütün gazeteler seni yazacak ve başlık da şöyle olacak: “Cesur New York’lu küçük kızın hayatını kurtardı!” Adam “Ama ben New York’lu değilim!” der. Polis “Fark etmez, bu durumda, “Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı!” diye manşet atarlar. Adam, “Ben Amerikalı da değilim!” der. “Ya, o halde nerelisin?” diye sorar şaşkınlıkla. “Iraklıyım!”

Polis adama başka bir şey söylemez, geçer, gider. Adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir başlıkla karşılaşır: “Radikal İslâmcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü!”

***

Çarpıtmacı Amerikan basını böyle de Amerikandan daha Amerikacı yerli basın farklı mı?

Müftünün koyunu çalınır, “Müftü koyun çaldı!” diye manşet atar. Başörtülü her türlü zulme ve işkenceye maruz bırakılır, üniversiteye sokulmaz:

“Başörtülüler kanunları çiğnedi!” diye lanse edilir.

***

Dedikodu, iftira, gıybet ve dış mikraklar hesabına siyasetçilerimizi yıpratma kampanyalarına karşı tavrımız ne olmalı? İşte çizilen İlâhî rota:

“Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-ü zanda bulunup da: ‘Bu, apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi?”1

Hakkın yerini bulması için, kim olursa olsun haklarında doğru şahitlik yapmak emir ve ibâdettir.

“Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahidlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahidlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir.”2

Bediüzzaman’ın, bu mevzu dahil, her meselede işimize yarayacak, dünya çapında bir ölçü verir:

“Hiçbir müfsid ‘Ben müfsidim’ demez. Dâima suret-i haktan görünür, yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ‘Ayranım ekşidir.’ Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Zirâ, çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz! İşte size söylediğim sözler hayâlin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbte saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.”3

Bediüzzaman kendisinin mihenge vurulmasını istiyor! Şu halde, Ahmed’i, Mehmed’i, Hasan’ı, Hüseyin’i, filân âlimi, falan zâtı, siyasetçiyi, politikacıyı neden mihenge vurmayalım ki?

***

Acaba şimdiye kadar desteklediğimiz kişi, eğer demokrat misyona aykırı hareket ediyorsa, eski sözleri ile, yeni söylemleri biribirine zıt ise ne olacak?

Evvela, insan hatadan hali değildir. Bediüzzaman şahıslara bakmaz; düşünce ve misyonlara bakar.

Saniyen, istikametle giden bir insan bir müddet sonra yolunu şaşırabilir. Meselâ, usta bir şoför, son zamanlarında eli titrer, sık sık kaza yapıyorsa; elbette şimdiki hali, geçmiş dönemi bağlamaz. Böyle olduğu ancak mihenge vurularak anlaşılır. Yoksa, “Müfsidlerin” veya bilmediği halde “ifsat edenlerin” sözlerine kanarak, aldanarak değil!

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Nûr, 12.; 2- Age, Nisâ, 135.; 3- Münâzarât, s. 48-49.

01.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şükrü BULUT

Küresel krizde vurgulanmayan nokta



Bir iki cılız sesi bahane ederek yazımızın başlığına itiraz edileceğini biliyoruz. Bu cihanşümûl felâketin bize hediye olarak sunacağı en önemli dersin geçiştirilmesine sizin de gönlünüz razı olmaz. Hadisenin asıl iskeletini ihmal ve yan unsurlar üzerinde yoğunlaşmanın insanlığa fayda getirmeyeceğini görmek zorundayız.

İsrafın, tüketim çılgınlığının, dizginlenmeyen hırsın, dünya kaynaklarının cehaletle yağmalanmasının, hazcılıkla insanın yuvarlandığı çukurun, modern sömürgeciliğin ve savaşın menfîliklerine hizmet eden ahlâksızlığın bu kriz vesilesiyle az-çok gündeme taşınması güzel olmuştur. Fakat bütün bunlar, söz konusu mâlî felâketin ne asıl sebebini, ne de çaresini bize bildirmiyor.

Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Dünya Savaşında, cephede kaleme aldığı İşârâtü’l-İ’câz isimli tefsirinde ve daha sonra Kur’ân’ın mû'cizelerinin hayata akışını ifade ettiği Sözler ismindeki tefsirinde, gelmiş ve gelecek bütün krizlerin sebep ve çaresini yarım sayfadan azıcık fazla bir tek sahifede ortaya koymuş. Önce çareyi, sonra da sebebini izah ettiği İşârâtü’l-İ’câz’da, “Eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesâvisine (günahlarına), hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimâiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.

“Birisi: ‘Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!’

“İkincisi: ‘Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.’

“Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

“Nev-î beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyâtı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır” diyor Said Nursî Hazretleri…

1993 Almanya baskılı Sözler kitabının 373. sayfasında, Bakara Sûresindeki 43 ve 275. âyetleri tefsir ederken, bu mânâyı, Kur’ân medeniyeti ile felsefe medeniyetleri muvazenesinde ele alan Bediüzzaman Hazretleri, sosyal hayata barışı getiremeyen Avrupa medeniyetinin hatalarına Kur’ân’la cevap veriyor.

Şu daracık çerçeveye, sosyal barışın olmazsa olmaz şartı olan zekâtın hikmetiyle, iç çatışmaların birinci sebebi faizin içtimâî saadeti öldüren ne denli bir illet olduğu hususları elbette sığışmaz. Fakat hakikati arayanlar, bu iki prensibin, bilhassa Müslümanlarca bayraklaştırılarak küresel biçimde dalgalandırılmasını bekliyorlardı.

Hıristiyanlık âlemi, imkânı nisbetinde faize vurguda bulundu. XVI. Benedikt’in beyânâtları ile Vatikan adına çıkan bazı makalelerde, İslâmın hayatî vurgusuna yetişilemese de, bu hususlar seslendirildi. Hıristiyanlık dininde zekâtın farz olmayışı ve dinin pratiğini oluşturan baş esaslar arasına girmeyişini de bu arada unutmamak gerekiyor.

Yukarıda arz ettiğim gibi asıl vurguyu, insanlık Türkiye’den ve İslâm âleminden bekliyordu. Zekât müessesesinin ehemmiyeti, zamanımızın felâketlerinden bağımsızca yazılıp çizilince, hayal ve idrakler ara ara nostalji fırtınasına tutuluyor. Tahribe sebep olan faizle birlikte, çare olarak faizin haramlığının ve zekâtın ele alınması meselesi, ilk olarak Bediüzzaman’la gündeme geliyor. Elhak, zekât ve sadaka temelleri üzerinde yükselen milyonlarca eserin İslâm coğrafyasını süslediğini Avrupalı araştırmacılar da itiraf ediyorlar. Fakat asıl olan, günümüz dünyasını sarsan ve insanı köleleştiren faiz illetinin sebep olduğu felâketin “biricik reçetesi” olarak faizin haramlığını, zekât ve sadakayı insanlığa takdim etmektir.

Ailenin korunmasından sosyal barışa, hatta dünya barışına kadar hizmet edecek bir projenin âcilen hazırlanmış olması gerekliydi.

Türkiye Diyaneti’nin, ilâhiyatçıların ve dinî cemaat temsilcilerinin “faiz” karşısında dik duramamaları, azıcık “Kemalizm diktatörlüğüne” bağlanabilir. Buna rağmen kıymetli araştırmacı ve hocalarımızdan, ehl-i mektep olan, Avrupalı, faiz karşıtı yazarlar kadar hamiyet beklemek hakkımız olsa gerek.

Artık Türkiye’de ve İslâm âleminde faizsiz müesseseleri “veri tabanı” esas alarak krize Kur’ânî ve Peygamberî açıdan yaklaşacak araştırmacılara ihtiyaç şiddetleniyor. Her meselesini zaman içinde “Avrupa felsefesine” kabul ettiren Kur’ân’ın bütün hüküm, tavsiye ve mesajları hak olduğuna göre, çekinmeye ve tedirgin olmaya hiç gerek kalmıyor.

Küresel krizin sebep olduğu ağır yüklerin altında fukara insanların daha fazla ezilmesine, insan olarak karşı çıkmak isteyenlere, Bediüzzaman Hazretleri reçeteyi yaklaşık bir asır önce takdim etmiş.

Artık ne doğunun, ne de batının bahanesi kalmıyor. Yeter ki, iğfallerle, dezenformasyon ve yalan sloganlarla ortalığı birbirine katmaya çalışan “modern Bolşeviklere” karşı uyanık olalım. Kur’ân’ı dinlediğimiz takdirde gerisi gelecektir.

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Çok mühim konuşmalar bunlar!



Türkiye’de Genelkurmay Başkanlarının basın toplantıları ve konuşmaları hep önemsenir ve mühimsenir (!). Malûm akredite-makredite ayırımından ötürü ince kriterlerden geçirilerek intihap (!) edilmiş medya mensupları daha toplantıdan bir kaç gün önce sürmanşetten veciz sözlerle (!) dolgu tekniği yaparak toplum mühendisliği ve sosyo-psişik vak’a örneklerini maharetle sergilerler: Genelkurmay başkanından önemli açıklamalar! Çok mühim konuşma... Çok önemli basın toplantısı.. Çok çok…

Türkiye’deki demokrasinin genlerine işlemiştir genelkurmay başkanlarının basın toplantısı yapmaları. Futboldan ticarete, enflasyondan dış politikaya, iç işlerden tarıma ve neredeyse süne ile mücadele gibi uzak yakın her meselede ikinci bir hükümet başkanı veya cumhurbaşkanı gibi karşılanmaları ve öyle algılatılmaları rutin hallerden sayılmaktadır. Bu güne kadar hiçbir apoletli otoritenin veya üst düzey yetkilinin önemsiz konuşma yaptığı görülmemiştir. Hepsi de son derece önemli ve mühim beyanatlarda bulunmuşlardır. Bu, ülkemizde gelenek haline gelmiş bir cumhuriyet kültüdür.

Basın toplantılarının yapılmasından hemen sonra kutsal bir metin gibi inceden inceye incelenir (!) Önce zahiri ve görünen göstergesel anlamları, göstergebilim açısından (semiotics) ele alınır. Sonra göndergesel işlev (referantial function) anlamlarına geçilir.

Sayın genelkurmay başkanının konuşmalarının sesbilimsel niteliklerine dair bir dizi tesbitler sunulur. Dilin durumuna göre ön ünlüler ve art ünlüler içinde kalın, geniş, dar türlerden hangilerinin a, e, i, o; ya da u, ü, ı ünlülerinin kaç defa yinelendiği üzerinde durulur. A, e, i, u, ü ünlülerinin çene açısının durumuna göre ne kadar, dudakların durumuna göre kaç kez telâffuz edildiği belirlenir! Dilimizdeki süreksiz ünsüzlerin b, c, d, g, k, p, t harflerinin p, ç, t, k olarak söylendiği yerler üzerinde özenle durulur. Böylece iyi bir dil bilim dersi çıkarılır.

Konuşmanın cümle yapıları hakkında tefsir ve tevil yapılır.Cümlelerin ne kadarı fiil cümlesidir, kaç tane geçmiş zamanda devamlılık, kaç tanesi di’li geçmiş zamanın hikâyesi kiplerindedir, konuşmanın hangi bölümünde şart cümlesi ve emir cümleleri ağırlıklı olarak yer almıştır hepsi tahlil edilir. Bitmez main clauss, ana cümle, yan cümleler de kamuoyunun dikkatlerine takdim edilir. Zarf tümleci ağırlıklı mı, sıfat tümleci ağırlıklı mı cümle kullanılmıştır? Soru cümlelerinde düz soru mu, yoksa, tazir, azar, fırça çekme anlamlı soru cümleleri mi tercih edilmiştir? Bunların hepsi, ama hepsi şiir ve hikâye tahlilleri, metin tahlilleri gibi bir bir, tek tek incelenir. Ayrıca konuşma üslûbunun sert mi, yumuşak mı yapıldığı, sert ise konuşurken kimlere sert ve ters ters baktığı konusunda uzun uzun yorumlar yapıldıktan sonra “Anlayana!” mesajı da eklenerek böylece kraldan fazla kralcılık yapılarak idrak ve tefhim alanında ne kadar zekâvet ve fetanet sahibi oldukları da çaktırmadan konuşmacı da “Çağırdığımıza değecek bir adammış” imajı uyandırılır ve vefa borcu böylece ödenmiş olur. Gerisi seçilmiş vekillerin, hükümet üyelerinin meselesidir, bizi ilgilendirmez. Bu kısımda da bir anlambilim malûmatı (semantics) sergilenir.

Bundan sonrası “her derse deva” ve “bundan iyisi, camda kayısı” gibi atasözlerinin kompozisyon titizliğinde ele alınmış giriş, gelişme sonuç sürecinin son uç bölümü çalışmalarıdır.

Bakınız şu elimde görmüş olduğunuz ayna-tarak çok tehlikesiz ve gayet derecede sıhhî malzemeden yapılmıştır. Keller dikkat etsinler, ama korkmasınlar. Neticede ayna/tarak’tır bunlar. Bu tarak kazara elimden fırlayacak olursa sağa-sola, ileriye-geriye doğru yatarak tehlike geçiştirebilir. (Not: Burada gülünecek. Gülmekten emir Gül! olur.) Yanlış anlamayın canım. Üzerinize almayın. Hemen korkmayın yine. Bu bir emir değil ricadır. Çok esprili ve anlamlı ifadelerdir bunlar. Çok güzel mesajlar vermişlerdirler. Çok önemli konuşmalardırlar bunlar. Efendim bir sonraki konuşmanız ne zaman acaba? Stratejik ve konjonktürel açıdan bir sakıncası yoksa tarihini lütfeder misiniz acaba? Yani ben ve arkadaşlar merak ettiği için onlar adına sordum. Ellerimin titremesine bakmayın yani.

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Korkmayın!



Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un “İletişim-2” toplantısında söylediği açıklamalar tartışılıyor. Bu ay içindeki ikinci toplantısını 14 Nisan’daki birinci toplantıdan ayıran özellik toplantıya katılan akrediteli 100’ü aşkın gazetecinin katıldığı ve bu gazetecilerin sorularına verdiği cevaplar oldu. Terör, Ergenekon soruşturması, gömülü silâhlar, GATA, bedelli askerlik, AB, Irak, Ermenistan ve darbe planları gibi konulara, ya gelen sorular üzerine, ya da sorular gelmese de kendisi sordu, kendisi cevap verdi.

Başbuğ’un toplantıya iyi hazırlandığı görülüyordu. Gelebilecek bütün sorulara karşı bir dosya oluşturulmuştu. Sorular soruldukça hemen bu dosyaya bakıp “TSK’nın görüşleri”ni açıkladı.

Başbuğ’un toplantısına saatler kala Diyarbakır’daki mayınlı saldırıda 9 askerimizin şehit olması güne damgasını vurdu. Başbuğ da toplantıya bu saldırı ile bilgi vermekle başladı. 90 dakika olarak planlanan toplantı 2.5 saati aştı. Toplantıda söylediği açıklamalar gazetemizde dün geniş bir şekilde yer aldığı için dikkatimi çeken birkaç husus konusunda görüşlerimi yazmak istiyorum.

Sorulara geçmeden önce silâhla, mühimmat arasındaki farkı anlatarak başladı. Silâhların defalarca; lav, el bombası gibi mühimmatın ise bir defa kullanılabildiğini anlattı. Eline “lav”ı alarak izahlarda bulunan Başbuğ’un lavı tanıtırken, “Korkmayın bu boş lav” diyerek espri yapması gülüşmelere yol açsa da, sadece boş lavlardan bahsetmesi tatmin edici olmadı. Çünkü bu toplantıdan bir saat önce Poyrazköy’de yapılan kazılarda ele geçirilen silâh ve mühimmat İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bağlı terörle mücadele biriminde basına gösterilmişti. Burada bulunan 21 lavdan 15’i doluydu. Her silâhta stok numarası olmasına karşılık mühimmatlarda kafile numarası (bazen binlerce mühimmata bir kafile numarası) bulunduğunu söyledi. “Bizim için çok önemli” dediği konu ise soruşturma kapsamında bulunan silâh ve mühimmatın TSK envanterinde olmadığı açıklamasıydı. “Silâh ordunun namusudur” dedi.

Başbuğ’un söylediği bir konu da dikkatimizi çekti. 1986 yılına kadar özel kuvvetlerin gömülü silâhları olduğunu, bu tarihten sonra gömülü silâhların çıkarılıp depolara alındığını söylemesi oldu. Asıl dikkat çekici olan ise MKE’den çıkan mühimmatın tamamının TSK’ya verilmediğini, emniyete giden mühimmatın da olduğunu açıklarken 1988 yılını örnek vermesiydi. Bu tarihte 3 bin 300 “kafile numaralı” el bombasından 3 binin emniyete gittiğini söylerken yanlış anlaşılabileceğini düşünmüş olmalı ki, “Burada sakın yanlış bir yorum yapılmasın” deme gereğini duydu. (Emniyet Genel Müdürlüğü buna cevap vermeli mi, vermemeli? Bunu biz bilemeyiz tabiî…)

Konuşmasının büyük bir bölümünü isim verilmemesi gerektiğini söylediği Ergenekon soruşturmasını ayırdı. Demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne bağlı olduklarını üstüne basa basa birkaç kez tekrarladı. Aslında şu cümlesi tarihe not düşmek adına yazmak gerekiyor. “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin bünyesinde mevcut demokratik rejime aykırı faaliyette bulunan kimse bulunamaz, barınamaz. Türk Silâhlı Kuvvetleri olarak biz demokrasiye, demokratik rejime, hukuk devletine bağlıyız ve saygılıyız. Dolayısıyla Türk Silâhlı Kuvvetlerinin bünyesinde farklı düşüncede olan kimse barınamaz…”

“Darbe iddiaları” ile ilgili de, TSK bünyesinde böyle bir sorun olmadığını, bu soruna yönelik herhangi bir araştırma ve inceleme ihtiyacının da bulunmadığını söyledi. Oysa sarıkız, ayışığı gibi darbe planlarının yapıldığı yıllardır söyleniyor. Mahkemelere, soruşturmalara, eski bir genelkurmay başkanın bu konuda şahit olarak 8 saat ifade vermesine rağmen Başbuğ “Elimizde bu konuya ilişkin belge yok” diyor…

Sesini yükselttiği kısım ise GATA eleştirileri oldu. “Çirkin, yalan, iftira, ahlâksız” dedi.

Uzun süren “iletişim toplantısı”nda belki fırsat olmadı, ama daha pek çok soru aydınlatılmayı bekliyor. Belki de bir gazetecinin sorusuna karşılıklı diyaloglar geçmesindendir, bazı sorular sorulmadı, ya da sorulamadı. Bazı gazetelere uygulanan akreditasyon konusunu Başbuğ kendisi sordu, kendisi açıkladı. TSK’nın akreditasyon olayını koz, sopa ve araç olarak kullanma düşüncesinin olmadığını açıkladı, fakat bazı gazetelere uygulanan bu uygulamanın niye devam ettirildiğini tam olarak açıklamadı. Geçen Pazar günü yazdığımız bir yazıda bir takım sorulara cevaplar arandığını söylemiştik. En azından akreditasyon konusu tam olarak izah edilmese de konuşuldu. Fakat YAŞ kararları, yemin törenlerine alınmayan başörtülü eş, anne ve yakınları gibi konular cevapsız kaldı.

Özetle, Genelkurmay Başkanı Başbuğ bundan önceki seleflerden farklı olarak Genelkurmay karargâhında “darbe” gibi konulara uzun uzun cevaplar verdi. Demokrasiye bağlılıklarından bahsetti. Bu toplantıdan akıllarda kalan bir diğer şey de eline aldığı boş lav silâhını göstererek “Korkmayın, bu boş lav” demesiydi…

01.05.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Türkiye ile Azerbaycan aynı dili konuşmuyor mu?



Türkiye ile Azerbaycan arasında son günlerde tuhaf şeyler oluyor. Türkiye’nin bütün düzeylerdeki yetkilileri tarafından ısrarla, “Azerbaycan’la tam mutabakat içindeyiz”, “Dağlık Karabağ sorunu çözülmeden nihaî çözüm olmaz” açıklamaları yapılıyor. Ama Azeriler açıkça kırgınlıkları ve kızgınlıklarını dile getiriyorlar. Önce doğal gaz fiyatına zam konusunu gündeme getirdiler. Sonra Bakü’de “Türk Camii” olarak da bilinen Bakü Şehitler camiini, hem de iki yıl önce onarılmışken, onarım gerekçesiyle kapattılar. Aliyev gidip Ruslarla stratejik ortak olduklarını açıkladı.

Cumhurbaşkanı Aliyev, son olarak Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile yaptığı görüşme esnasında açıkça tavır koydu: “Politikamızı bölgedeki yeni gerçeklere göre uyarlama hakkımız var ve bu hakkı kullanacağız”. İlginç bir ipucu da Aliyev’in “bazı kaynaklardan yol haritası üzerinde herhangi bir önşart olmaksızın anlaşıldığını, bazılarından ise anlaşmanın önşartsız olmadığını duyuyoruz. Dünya, bölge ve Azeri halkı ne olduğunu bilmek istiyor. Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşmada Dağlık Karabağ sorununun çözümünü yeri var mı, yok mu?”

Bu sözlerin anlamı açık değil mi? Hani tam mutabakat ve görüş alış verişi içindeydik. Yol haritası gibi Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkilerin geleceğini belirleyen bir belge konusunda Azeriler tam olarak bilgilendirilmemiş olabilir mi? Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin geçmişini bilen herkes, Türk dışişlerinin böyle bir hatayı yapmayacağını bilir. Hatta basında yer alan haberlere göre Azerbaycan Ankara’ya bir heyet göndererek sınırın açılması için şartlar ileri koştular. Bu şartlar arasında Akdam, Fizuli, Cebrail, Zangelan ve Kubatlı’dan Ermeni birliklerinin çekilmesi ve Laçin’in güneyinden Türkiye ile Azerbaycan arasında kara yolu bağlantısı sağlayacak bir koridor açılması var. Türkiye’nin de bu şartlar konusunda Azerilerin görüşlerine katıldığı biliniyor. Öyleyse Cumhurbaşkanı Aliyev’in bu sözlerinin anlamı ne? İç kamuoyuna mesaj verme kaygısı mı?

Aynı Aliyev 7 Mayıs’ta Prag’ta Serj Sarkisyan ile bir araya gelecek. Haziranda da görüşme ihtimalleri var. Son bir yıl içinde zaten St. Petersburg ve Moskova’da iki kez görüştüler. Ermenilerin ebedî hamisi olan Rusya zaten iki ülke arasındaki sorunların çözümü için aktif olarak devrede. Ne gariptir ki, bu sorunların —özellikle de Dağlık Karabağ’ın işgalinin—ana destekçisi olan Rusya, şimdi de ‘gelin sizi barıştırayım’ politikası izliyor. Cumhurbaşkanı Aliyev, Medvedev’in her davetini kabul edip, Ermenistan’la ilişkiler konusundaki tavsiyelerini aynen uygularken, Türkiye’nin bütün iyi niyetiyle ‘sizsiz asla olmaz’ sözlerine güven- miyor.

Evet, Azerilerin Dağlık Karabağ konusundaki hassasiyetine biz de aynen katılıyoruz. Ama bu sorunun çözümünde bir adım atılmasını sağlayacak çabalar da sürdürülmeli. Temennimiz Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün veya Başbakanın yapacağı bir Azerbaycan ziyaretinin bütün soru işaretleri ve güvensizlikleri ortadan kaldırması. Bu ziyaret gecikmemeli.

01.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis