Tiryaki!
Cama düşen iri iri yağmur damlaları, sileceklerin ara sıra çalışmasıyla süpürülüyordu…
Anlaşılıyor ki, bir süre güneş yüzü göremeyeceğiz. Varsın olsun. Allah’ın rahmeti bu. Varsın yağsın…
Otobüsümüz İstanbul’dan hareket edeli henüz birkaç dakika oldu.
Yanımda, sağ tarafımda oturan genç yol arkadaşıma:
“Hayırlı yolculuklar” dedim. O da, yanaklarını yusyuvarlak eden bir tebessümle:
“Size de” diyerek karşılık verdi.
Kısa bir diyalog!
Günübirlik geldiğim İstanbul şehrinin güzelliklerine şöyle bir nazar etme fırsatı bulamadan, iştirak ettiğim iş toplantısını müteakiben Ankara’ya dönüyorum.
Yorgunum.
Arkama yaslanıp başımı koltuğa koysam, uyuyacağım; gündüz filan demeden.
Şoför, otobüsün bir sağa bir sola yatıp kalkan koca koca silecekleriyle, hızını arttıran yağmuru mütemadiyen camdan süpürürken; görevli delikanlı da ikram servisini başlatıyordu:
“Ne alırsınız? Ne içersiniz?” soruları arasında uzanan eller, dudaklara yaklaştırılan bardaklar… Otobüsün içi kımıl kımıl.
Çoğu zaman, yağmur bana hüzün verir, kar yağışından da heyecan duyarım. Severim onları, Rahman’ın rahmeti diye.
Servis biter bitmez yol arkadaşım, çantasından çıkardığı kitabını servis masasının üstüne koydu ve kendi de onun üstüne kapandı.
Uyur uyanık bir hâlde devam eden yolculuğum süresince genç arkadaşımın başı önde ve gözleri kitabın satırları arasında dolaşıyordu hep.
Ancak namaz kılmaya fırsat bulabildiğim dinlenme molası dönüşünde de aynı hâl!
Tâ yolumuzun bitmesine elli altmış kilometre kalıncaya kadar.
Nihayet başını kaldırdı, sırtını koltuğuna yasladı. Ona:
“Seni tebrik ederim” dedim. “Bu, düpedüz bir kitap tiryakiliği.” Bunu söylerken, “Sim Yayınları” arasında neşredilen “Kitap Tiryakiliği” adındaki kitabı hatırladım.
Hafifçe güldü.
“Kitabı bitirmiş olmalısın. Konu çok çekici galiba” diye devam ettim.
Eline alıp görmem için bana çevirdiği kitabın kapağından, konusunun Merhum Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit Han olduğunu anladım. Genç arkadaş:
“Bu kitabı okuyunca kendimi o kadar güçlü hissettim ki” dedi. “Ama olan bitene bakınca cesaretim sönüyor.”
Ankara’ya, ilk defa tayin olduğu görevine başlamak üzere gittiğini sonradan öğrendiğim genç, ruhları karartan terör ve benzeri oluşumları kast ediyordu bu sözüyle.
Medresetü’z-Zehrâ’yı çağrıştırdı bana.
Bediüzzaman’ın Doğuda, Van ilimizde yapılmasını arzu ettiği ve fen ilimleri ile din ilimlerinin birlikte okutulmasını düşündüğü üniversite projesiydi Medresetü’z-Zehrâ.
Onun, o günün şartları içinde, tâ Van’dan kalkıp İstanbul’a gelişini; Sultan Abdülhamid’in kapısına dayandıran idealini; bunun cesametini ve büyüklüğünü düşündüm.
O gün Bediüzzaman’ı anlasalardı, bugün, bu gencin yüreğini tırmalayan endişe yumağı olmayacak, ecdadından akseden mefkûreler silsilesi saracaktı ruhunu.
Terör belâsı taban bulamayacak, müreffeh bir ülke manzarası izlenecekti bugün.
Heyhât… Kaybolan yıllara yazık!
Yol arkadaşım düşüncesinde haksız da sayılmazdı.
Ama insanlar ümitle, idealle ayakta dururlar.
Sabredenler, müsbet hareket edenler kazanır sonunda.
Gençlerimiz gözlerini ufka yöneltmeliler, “ümitvâr” olmalılar, maratonu kazanmak için.
Ona:
“Sana güçlülük duygusunu veren ve seni, ‘kâinata meydan okuyacak’ kıvama getiren, göğüs kafesindeki imanın; inandığın doğrular. Abdülhamid’i de ‘Abdülhamid’ yapan enerji ise, dâvâsının büyüklüğüdür” dedim. Ve kendisine, Yeni Asya Gazetesinde neşredilen “Eğer dâvâ büyükse” başlıklı yazımızı özetledim.
Dikkatle dinledi.
Gönlündeki sevdâsı her hâlinden belliydi.
Bilmek için öğrenmek, öğrenmek için de okumak gerekir; “dün”e sağır, “yarın”a da kör olmamak için.
Henüz ısınmıştık ama bu arada yol bitti, menzilimize ulaşmıştık.
Tekrar görüşebilme duâsıyla el sıkıştık, ayrıldık.
Ama gönlüm takılmıştı o gence…
|