"Gerçekten" haber verir 07 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Kırık notlarla dolu karne



vrupa Birliği Komisyonu, 91 sayfalık “İlerleme Raporu”nu yayınladı. Rapor, tahmin edildiği gibi Türkiye’nin AB yolunun haritasını çıkartarak; bu güne kadar yapılması gereken ama yapılmayan işleri sıralamış.

AB’nin hemen her raporda dikkat çektiği konulardan biri de ‘ifade özgürlüğü’ konusudur. Son raporda da bu konuya dikkat çekilmiş ve “Türkiye’de ifade özgürlüğüne tam saygı gösterilmesi için çabalar geliştirilmeli ve güçlendirilmeli” denilmiş.

AB ile ilgili hemen her toplantıda dile getirilen başka bir konu da, hâlâ ihtilâl anayasası ile yönetiliyor olmamız. Sivil, demokrat ve özgürlükleri öne alan bir anayasa yapılması gerektiği uzun süreden beri tartışılıyor, ama bu tartışmalar bir neticeye varmış değil. Daha doğrusu büyük ekseriyet, mevcut ihtilâl anayasasının değişmesi noktasında ittifak halinde. Ancak sayıca az da olsa ‘etkili çevre’ler bir şekilde bu çalışmaları engelliyor.

Raporda, devam eden başörtüsü yasağına da vurgu yapılmış. Aynı raporda, ana muhalefet partisi CHP’nin AB ‘aleyhindeki’ tutumu da ‘not’ edilmiş. Yargının tarafsızlığı, işkence, dinî özgürlükler konusunda yaşanan sıkıntılar, medya özgürlüğü ve yolsuzlukla mücadele konularından da bahis var. Raporun tamamı dikkate alındığında; AB yolundaki ilerlemenin ‘durmaya yakın bir yavaşlama’ ile devam ettiği ifade edilebilir.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan da raporu dengeli bulduklarını ifade etmiş. (Star, 6 Kasım 2008) Babacan, yaptığı başka bir açıklama ile de Anayasa değişmeden reformların yapılamayacağını belirtmiş. (AA, 6 Kasım 2008) Tesbit olarak çok doğru. Fakat anayasa durup dururken değişmeyeceğine göre, bu konuda adım atması gereken hükûmet cenahının sadece ‘tesbit’lerde bulunması yetmiyor.

Vatandaş olarak sormak hakkımız: Reformların yapılması için mevcut ihtilâl anayasası değişmeliyse, bunu kim yapacak? Anayasayı değiştirmek milletvekillerinin ve dolayısı ile hükûmetin ise niçin bu görev yerine getirilmiyor? “Anayasayı değiştiremedik, o halde reformlar da ertelensin” demek; “tek başına iş başına” gelen hükümete yakışır mı?

Bundan önceki raporlar uyandırmadıysa bile, açıklanan son “AB İlerleme Raporu” Türkiye’yi uyandırmalıdır. Sebepler tahtında sıkıntılardan çıkışın şimdilik başka bir yolu görülmüyor. Madem ekseriyetin de tasdikiyle bir an önce mevcut anayasanın değişmesi gerekiyor, o halde bu işe bir ucundan başlanmalı. Mümkün olduğu kadar geniş bir mutabakat ile; sözde değil özde bir sivil anayasa hazırlanmalı, devamında da mutlak surette diğer reformlar bu çalışmayı takip etmelidir.

Milletimiz, ‘çok güzel tesbitler’i dile getirmekle işlerin hallolmadığını görüyor. Bir söze karşılık, on icraat yapılması gereken günlerdeyiz. Marifet, kırık notlarla dolu bu karneyi, ‘pekiyi’lerle dolu karneye çevirebilmekte.

07.11.2008

E-Posta: [email protected]





Şükrü BULUT

Doğu Avrupa komünizmden kurtuldu mu?



Bazılarına göre evet. Gorbaçov’un Rusya adına kabullendiği mağlûbiyetten sonra, fizikî tahditler yavaş yavaş kalkmaya başlamıştı. Papa’nın ülkesi Polonya, fizikî hürriyetlere daha önce kavuşmuştu. Varşova merkezli “Doğu Bloku”nun çözülmesini komünizm veya Bolşevizmin sonu olarak nitelendirenlerin, ondan sonraki süreci biraz daha dikkatlice okumaları lâzımdır kanaatindeyiz.

Bu zamanda üslûp değiştirmek o kadar kolay ki… Hayatı yaşama belli prensiplere bağlanmamışsa, herkesten farklı şekilde hayatı idrak etme ve fiilî olarak ortaya koyma diye bir husus söz konusu değilse, toplumda ekseriyete uymak her insanın arzusu olur. Hadiseye Doğu Avrupa’daki insanların adesesinden bakmak istiyoruz. Şeklî hürriyetten önce hür Avrupa ve Amerika’daki Bolşeviklerin, ismini koymadıkları sosyalizm, komünizm ve Bolşevizmi sosyal enstitülerinde hazır tuttuklarını kamuoyu henüz yeni yeni öğreniyor. Avrupa ve Amerika’daki “zındıka enstitüleri” çözülüşten sonraki Doğu Avrupa’ya yerleştirmek üzere “zakkumları” çoktan hazırlamışlardı. Komünist Partisinin ileri gelenlerinin çoğu, hürriyetçi, demokrat ve hatta Hıristiyan partilerinden idareye geçince anladık ki, hayat tarzları ve biçimleri aynı olduğundan Bolşevik ile Hıristiyan farkı fazla ortaya çıkmadı.

İnisiyatifi kaybetmiş ve cemiyete yeni bir mesajı olmayan kilise de “dinsiz hayata ve ahlâksızlığa” fazla itiraz edemedi. Hatta denilebilir ki, hür dünyada organize olmuş ve maddeten kuvvetlenmiş Bolşevikler, Doğudaki yoldaşlarının ellerinden tutarak, onları ülkelerinin en önemli noktalarına getirdiler.

Cemiyet aynı hayatı yaşamasaydı, Bolşevikler gizlenmiş kimliklerle cemiyete hakim olamazlardı. Hayatı yaşama tarzındaki farklılık, insanî temel değerlere düşman Bolşevikleri deşifre ederdi. Modern Bolşeviklerle Kemalistlerin kamusal alana müdahalesinin arkasında bu hakikat var: İnsaniyet düşmanlarının deşifresi… Gerek Hıristiyanlığın ve gerekse İslâmiyetin toplum hayatına aksetmemesi için verilen büyük mücadelenin arkasında, ahirzaman dinsizliğini gizlice cemiyete hakim kılma düşüncesi var.

Avrupa’daki Hıristiyan din dersi düşmanlığı, dinî sembollerin kamuya ait müesseselerden dışlanmaya ve nikâhın kaldırılmaya çalışılması, neoliberallerin yardımıyla ailenin zayıflatılması gibi çalışmaların hedefi komünizm değil mi? Şehirlere yerleştirilen “kadın-erkek çıplak yüzme havuzları” Troçki ile Lenin’in projeleri değil miydi?

Yetmiş senelik bir zindan… Ne dil kalır, ne de din! İnsanî değerlerin yerini Freud ve sonrasının psikolojik değerleri almış… Ticaret düşüncesi ölmüş… Serbest teşebbüsün eksiyi bulduğu bir zamanda duvarlar yıkıldı… Doğu Blokunun zavallı insanları henüz seyahat hürriyetinin sarhoşluğunu üzerlerinden atmadan, modern Bolşevikler bu mûsibetzede ülkelere yerleştiler. Bu değişimin bizi şaşırtan önemli bir ciheti vardı: Komünizmi bu ülkeye işçi ve köylü sloganlarıyla getiren eski Bolşeviklere bedel, modern Bolşevikler dinsiz zalim kapitalistlerden oluşuyordu.

Bu perişan coğrafyaları maddeten sömürürken o insanların orada kalan namus ve izzetlerini tahribe devam ettiler. Yani komünizm yeni elbiselerle, cazip renk ve iğfal edici motiflerle daha münafıkane ve derince Bulgaristan’a, Romanya’ya, Macaristan, Polonya, Ukrayna, Moldova ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetlerine geri döndü. Hürriyet şelâlesini tutuşturan Papa çoktan vurulmuş, mütecaviz dinsizliğin Avrupa’daki çalışmalarıyla NATO ülkeleri ahlâken sıkıntıya düşmüşlerdi.

Servet sahibi olmayı hayatının gayesi edinmiş milletin yardımıyla, hem hür Avrupa ve hem de Doğu Bloku, çekirge afetine maruz kalmışlardı. Batıdaki fabrikaları satın alan bu milletin çocukları, Doğu Blokunun ucuz işgücüne göz diktiler. Sovyet komünizminin köle olarak çalıştırdığı insanlar, yeni Bolşeviklerin esaretine girmiş oldular. Meşhur bankalar, ülke ekonomilerini habis mengenelerine aldılar. Sefalet, sefahat, meskenet ve mezellet Doğu Blokunda devam ediyor. Avrupa Birliğindeki ileri Avrupa’nın gücü, bu bedbaht süreci değiştirmeye tek başına yetmiyor. Zira modern Bolşevikler, New York’tan tâ Almaata’ya kadar organize olmuşlar. İsevîler ise yalnız… Bu halden kurtuluş veya çözüm için söyleyeceklerimiz bir başka güne kaldı.

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Arının çalışma hızı ve biz



Kâinat bir eczahane-i kübrâ. Bu muhteşem ve büyük eczahanenin çalışanları içinde, hayrette kaldığımız ve dikkatle izlediğimiz vazifelilerden birisi “arı”dır. Arı, aslında ve hakikatte isimsiz bir kahraman. İnsanlık olarak onlara gereken alâkayı gösteriyor muyuz? Yoksa sırf menfaatimiz için mi kullanıyoruz? Onlar millet olarak müthiş bir âhenk ve mûsikinin nağmeleri gibi çalışıyorlar. Arı âlemini, bir insan olarak araştırmalı ve kendimizi okuduğumuz (eğer okuyorsak) gibi onları da okumalı ve ibret dolu dersler, konular çıkarmalıdır. Cenâb-ı Allah “O arıların karınlarından renkleri muhtelif bal çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Doğrusu bunda da düşünecek bir topluluk için bir alâmet vardır” 1 buyurmuştur.

Arı kitabının bir iki satırını birlikte ve tefekkür ile incelediğimizde bakınız karşımıza nasıl bir muhteşem inanç, ibret dolu bir tevhid tablosu çıkmaktadır. Arıların en son teknoloji ürünü bilgisayarlardan bile 625 kat daha hızlı çalıştığı erbâbınca belirlendi. En son teknoloji ürünü bilgisayarların bile saniyede 16 milyar aritmetik işlem yaptığı günümüzde arıların bu sürede daha az enerji harcayarak 10 trilyonluk işlem yaptığı tesbit edildi.

1 kilogram bal üretmek için dünyanın çevresini 6 kez dolaşacak kadar uçan arıların bunun için 7 milyon 500 bin defa çiçeğe konduğunu, ayrıca arıların 28 gramlık bal için kovanla çiçek arasında 1600 geliş gidiş yaptığını kaydeden zoologlar, 2 arının çiçekler için gerektiğinde 45 bin arının bulunduğu kovandan 6 kilometreye kadar uzaklaştığını ve bir günde 225 bin çiçeğe konduğunu belirtmektedir. Yumurta döneminde arı sütü ile beslenen kraliçe arının kendi ağırlığının 80 katı arı sütü tükettiğini ifade eden uzmanlar, kendi vücut ağırlığının 330 katı yük çekme kapasitesine sahip olan arıların inşâ ettikleri petek gözünün ise en az balmumu harcayarak maksimum ölçüde bal depolamaya en uygun şekil olduğunu kaydetti.

Bu bilgilerin her birisinde ayrı işlemler ve ayrı kıyaslar yaptığımızda ayrı ayrı kitapların dolacağını hissettim. Bir kaç misâlle açmak istiyorum, şöyle ki: Airbus (EADS) markalı bir kargo uçağının ağırlığı 70 ton. Taşıdığı kapasite azamî 130 ton. Onun dışında taşırsa yere çakılır ve kalkamaz. 70 kilo ağırlığındaki bir insan—haltercileri de göz önüne alırsak—kendi ağırlığının ancak iki veya üç mislini kaldırabiliyor. Fakat arı kendi mislinin 330 katını taşıyacak vasıfta yaratılmıştır. Kudret-i İlâhiyenin yanında aczimiz görülmektedir.

Yine düşündürücü tarafı; 7 milyarlık dünya ailesinin üçte biri okuyor, yani 2 milyarı okuyor. Türkiye’nin de üçte biri okuyor. 70 bin lise ve ilköğretim okulları ve 92 üniversitede takriben 20 milyon genç... Şahsen bu gençleri hep çiçeklere benzetiyorum. O güzel arı 1 kilogram bal için 7 milyon 500 bin defa çiçeğe konuyor; acaba biz bu insan çiçeklerinin, insanlık âlemine ve vatanımıza yararlı olmaları için ne gibi çalışmalar ve konmalar yapıyoruz? Ve kaç defa yokluyoruz? Ve neler veriyoruz? Onların gerçek gıdası ve vitamini ne? O vitamini verebiliyor muyuz? Hızımız ne?

Şükür bâbında ise şükründen aciziz. Biz balın fiyatına bakıyoruz... Ya Arı Efendi günlük ve aylık ücretini isteseydi, ücret yeter miydi ve ne kadar olurdu? Ve hangi arı hangi ücreti isteyecekti? Onun için çağın Mevlânâsı Hz. Bediüzzaman diyor ki: “Evet, Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intâc edecek bir sûrette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.” 3

Dipnotlar:

1- Nahl, 69. âyet.

2- Zoolog: Hayvanların anatomik ve fizyolojik özelliklerini inceleyen kişi.

3- B. S. Nursî, Mektubat, 28. Mektub, 5. Mesele.

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Türkiye ve Obama



Bush’un sekiz senelik başkanlığının altı yılında Türkiye’de iktidar AKP’deydi. Hattâ 3 Kasım 2002 seçimine yargı engeli sebebiyle sokulmadığı için milletvekili dahi olamayan Erdoğan’a ilk davet Bush’tan gelmiş ve AKP lideri, soluğu derhal Beyaz Saray’da almıştı.

Ondan sonra da anayasa değişikliği ve Siirt’te seçimi yenileme formülüyle Meclise girip başbakanlık koltuğuna oturmasının yolu açılmıştı.

Aradan geçen altı yıl zarfında Bush ve Erdoğan defalarca görüştü. Bunların çoğu Beyaz Saray’da veya uluslararası toplantılarda, biri de ABD Başkanının Türkiye gezisinde gerçekleşti.

Yakınlıkları o derecedeydi ki, fiyaskoyla biten BOP projesiyle ilgili bir toplantıda Bush sırtını sıvazladığı Erdoğan’a “Büyük adamsın dostum” diye iltifat ediyor; Başbakanın Dünya Bankasında çalışan oğlunun ahvalini soruyor ve Emine Hanım dört sene önceki başkanlık seçimleri için “Bush kazanacak” tahmininde bulunuyordu.

Ama bu şahsî ve ailevî yakınlığın, ABD’nin Türkiye ile ilgili politikalarına olumlu bir etkisi olmadı. Meselâ Irak örneğinde savaş tezkeresinin Mecliste reddi üzerine Beyaz Saray’ın kabaran öfkesi, daha sonra aynı tezkerenin apar topar parlamentodan geçirilmesine ve Türkiye’nin Irak işgali için lojistik destek üssü haline getirilmesine rağmen bir türlü teskin edilemedi.

Keza, Erdoğan’ın zaman zaman Irak’taki ABD ve Filistin’deki İsrail vahşetine karşı söylem düzeyinde yaptığı, ama gereğini fiiliyata yansıtmadığı tepkiler ABD’yi hop oturtup hop kaldırdı.

Türkiye’nin çok başını ağrıtan sorunlardan biri olan PKK terörü konusunda da AKP iktidarı, taleplerini Bush yönetimine birinci ağızdan defaatle iletmesine rağmen bir sonuç alamadı.

TSK’nın Kuzey Irak operasyonlarına bile geçen seneye kadar ABD hep karşı çıktı. Nihayet meş'um Dağlıca saldırısından sonra sınırlı bir harekâta yeşil ışık yakar gibi oldu, ama bunu takiben yapılan operasyonlar da sorunu çözmedi.

Terör örgütü, Irak işgaliyle birlikte ABD’nin kontrolüne giren bölgede varlığını, faaliyetlerini ve Türkiye’ye saldırılarını hâlâ sürdürebiliyor.

Durum bu olmasına rağmen, Bush yönetimi ve onu yönlendiren neocon çeteler, “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” mantığıyla, Türkiye’de ABD düşmanlığının arttığından şikâyetçi oldular ve AKP’ye bunu önlemesi için baskı yaptılar.

Yani, Bush ve AKP döneminde ABD-Türkiye ilişkileri inişli çıkışlı, çelişkili bir seyir takip etti.

Ve AKP, başlangıçta önünü açan Amerikan yönetimini, iktidardaki uygulamalarıyla bir türlü memnun edemedi. İşin asıl sıkıntılı tarafı da, bu yüzden, Türkiye-ABD ilişkileri olması gereken gerçekçi ve dengeli zemine oturtulamadı.

Şimdi başkanlık seçimini kazanan Obama, bu ilişkilere de yeni bir şekil vermek durumunda.

Ve bunun işareti, seçimden önce açıklanan parti seçim bildirgesinde yer almış; Obama, yardımcısı Biden’la birlikte, Bush döneminde hasar gören ABD-Türkiye stratejik ortaklığını restore edeceği ve yine Bush’un işgalci Irak politikalarının azdırdığı PKK terörüyle çok ciddî şekilde mücadele edeceği taahhüdünde bulunmuştu.

“Stratejik ortaklık” lâfı Bush döneminde de zaman zaman telâffuz edildi; ama nihayetinde Türkiye’yi “BOP’un taşeronu” olarak kullanma tezgâhı bağlamında gündeme geldiği ve neocon çetelerin kontrolündeki Cumhuriyetçi Parti politikaları dünyada ve bölgede demokrasiden çok hegemonya hesaplarına dayandığı, hattâ “demokrasi getirme” iddiası bile işgal ve savaş yöntemiyle uygulamaya konulduğu için, yeni dönemde “Demokrat farkı”nın gösterilmesi lâzım.

Obama’yı başkan yapan Amerikan demokrasisinin, aynı başarıyı, ABD’nin dünya ile ilişkilerine de yansıtması gerekiyor ki, Bush ve neocon politikalarının yol açtığı tahribat giderilsin.

Buna paralel olarak, ABD-Türkiye ilişkileri de demokrasiyi, hukuku, hak ve özgürlükleri öne çıkaran bir yaklaşımla yeniden dizayn edilsin.

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AB raporu ve çarpıtmalar…



Amerikan seçimlerinin hayhuyu ortasında Avrupa Birliği Komisyonu’nun “Türkiye İlerleme Raporu” yeterince tartışılamadı. Oysa raporda Ankara’ya iletilen noksanlıklar, Türkiye’nin demokratikleşmesi için oldukça önemli.

Ne var ki Ankara, hâlâ raporda dikkat çekilen başta yeni anayasa, yargı reformu, ifâde özgürlüğünün AİHM ictihatları çerçevesinde genişletilmesi, siyasetin demokratikleşmesi ve temel hakların uluslar arası standartlara uyumlu getirilmesi başlıklarını siyasî bir çarpıtmayla âdeta geçiştiriyor.

Dışişleri Bakanı Babacan’ın, raporu genelde “olumlu” bulup “noksanlıkları” saymaması, her sene tekrarlanan bu kısırdöngünün tezâhürü.

Bunun içindir ki AKP hükümetinin, halktan güçlü şekilde aldığı yetkiye rağmen siyasî reformlar konusunda tutarlı ve kapsamlı bir program ortaya koyamadığı eleştirisine vereceği doğru dürüst bir cevabı yok.

İktidar partisinin, ihtilal ürünü 82 anayasasından başlayarak, Türkiye’de temel hakları AB demokrasi normlarıyla uyumlu hale getirecek çalışmaları bir tarafa bıraktığını hatırlatan raporda, buna rağmen bugüne kadar hiçbir bir taslak ve çalışmanın Meclis’e ve kamuoyuna sunulmadığının belirtilmesi, siyasî iktidarın “terör” ve “ekonomik kriz” bahanesiyle üstünü örttüğü ciddî bir demokratik irâde zâfiyetini açığa çıkarıyor…

DEMOKRASİ VE

ÖZGÜRLÜKLERDE KIRIKLIKLAR…

Gerçek şu ki Türkiye’nin son bir yılının değerlendirildiği raporda da belirtildiği gibi siyasî iktidar, âlâ-yı vâlâ ile ortaya attığı “yeni sivil anayasa”yı rafa kaldırmakla kalmadı; bir tartışma takvimi dahi belirlemedi. İfade özgürlüğünde hiçbir iyileştirme ve ilerleme sağlanamadı.

Meselâ raporda da yer verildiği gibi, bazı gazeteci ve medya kuruluşlarının resepsiyonlara ve brifinglere katılmasına hâlâ izin verilmiyor. Başta 301. madde olmak üzere hâlâ ifade özgürlüğünün önünde vâhim engeller bulunuyor. Hâlâ düşünceyi ifâde “suç” sayılıp yargılanıyor. Hâlâ sırf deprem gibi umumî bir mûsîbetlere inancı gereği mânevî yorum getirenlere hapis cezaları veriliyor.

Ve ne yazık ki siyasî iktidar, bu konuda da “iyileştirme” çabası bir yana, gerilmeye gidiyor. Dahası, “terörle mücadele” bahanesiyle “gözaltı sürelerini uzatılmasını” ve jandarmanın şehirlerde kolluk görevi yapmasını, sorgulama ve aramalarda hak ve hürriyetleri kısıtlayıcı kayıtları geri getirmeye çalışıyor.

AKP siyasî iktidarının siyasî partiler ve seçim kanunlarında ciddî bir değişikliğe gitmemesi de raporda atıfta bulunulan önemli eksikliklerden. AB siyasî kriterlerinin başında olmasına ve her yıl hatırlatılmasına rağmen, altı yıldır partilerin kayıtlı üyelerine dayalı, hakim nezaretinde ön seçimi ve istediği adayı esas alan tercih sistemine hâlâ el atılmış değil; sürekli savsaklanıyor; gündeme dahi getirilmiyor…

İktidar partisinin bir grup akademisyeni görevlendirip anayasayı ve temel hakları uluslar arası standartlarla uyumlu hale getirme teşebbüsünün akamete uğramasına atıfta bulunulan ve “Türkiye’de ifade özgürlüğüne tam saygı gösterilmesi için çabalar geliştirilmeli ve güçlendirilmeli” denilen raporda, ne yazık ki bazı hususlar da çarpıtılmış.

“301’de siyasî etki”nin olumsuzluğuna dikkat çekilip, halen onlarca gazeteci ve yazarların yargılandığı ve ceza aldığı Türk Ceza Kanununun 216. maddesinin atlanması bunlardan biri.

Yine Meclisin Şubat 2008’de üniversite öğrencilerine başörtüsü yasağını kaldırmak amacıyla anayasada yaptığı değişikliklerin Anayasa Mahkemesince iptalinin nazara verilmesinin yanı sıra “akreditasyon”, “internete sansür”, “örgütlenme hakkı”nın korunması, raporun öne çıkan eleştirilerinden. Basın ve elektronik medyaya yönelik süre giden baskıların sonlandırılması için basın özgürlüğüne tam olarak saygı gösterilmesine ihtiyaç duyulduğunun belirtilmesi, doğrusu Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler önündeki bariyerleri ortaya koyuyor.

“DİN DERSİ” ÇARPITMASI…

Ancak raporda gazeteci ve medya kuruluşların durumuna, salt “Roj Tv’nin kapatılmaması”nın misal verilmesi ve özellikle “inanç özgürlüğü”nün yine bir çarpıtma olan “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorunlu din dersleriyle ilgili kararı”yla açıklanması, çarpıtmalar zincirinin bir başka yönü.

Belli ki Ankara’dan bildirilen yanlış ve yetersiz bilgilerle, İslâmiyet Hıristiyanlığa kıyas edilmiş; Alevilik Müslümanlıktan ayrı bir mezhep ve hatta “din” olarak görülmüş. “Alevî çocukların din derslerinden muaf tutulması”nın istenmesi, bunun göstergesi…

Ne var ki bütün bunlar da AKP siyasî iktidarının ABD eksenli politikalara dalıp AB’yi umursamaması ve söz konusu çarpıtmaları düzeltmemesinden ileri geliyor.

“İnanç özgürlüğü” denilince AB’nin, dinî bir vecîbe olan ve yegâne anayasal kuruluş olan Diyanet’in kararlarıyla “Allah’ın emri” olduğu belirlenen başörtüsü yasağını değil, “Alevilik öğretisi”ni nazara vermesi, hükümetin AB ile ilişkilerindeki özensizliğinden kaynaklanıyor…

“Leyla Şahin dâvâsı”nda hükümetin Strasbourg’a bildirdiği, başörtüsünü “siyasî simge”, “gerginlik sebebi” ve “laikliğe aykırı” sayan, kanunsuz yasağı “yasal” gören ve hiçbir “dinî gerek”ten bahsedilmeyen “başörtüsü çarpıtması” bunun açık belgesi…

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Haydi sandık başına…



Bugün 1982 anayasasının (7 Kasım 1982 Pazar günü) yapılan referandumla kabul edilmesinin yıl dönümü.

Kabul edildiği tarihten bu yana sürekli tartışma konusu olan ve ihtilâl sonrası hazırlandığı için ”ihtilâl anayasası” diye isimlendirilen 1982 Anayasası 26 yıl içinde onlarca defa değişikliğe uğradı. Yarıdan çok maddesi değiştirildi ama bir türlü üzerindeki bu “ruh” silinmedi. Çünkü, 1982 Anayasası, millete karşı devleti güçlendirme ve korumayı hedeflemiştir. Çünkü askerî izler taşıyor. Geçici 15. madde sayesinde 1980 ihtilâli sonrasında kurulan Millî Güvenlik Konseyi’nin, Konsey döneminde kurulmuş hükümetlerin ve Danışma Meclisi’nin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluklarının iddia edilemeyeceğini ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” hükmünü kapsıyor. Hak ve hürriyetler kâmil mânâda geniş değil. Daha birçok eksiklik sıralanabilir.

* * *

Son genel seçimlerden sonra Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyet “sivil anayasa” taslağı hazırlığı yapmış, bunu AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat başkanlığındaki 11 üyeli “AKP Anayasa Hazırlık Komisyonu”na iletmişti. AKP heyeti çalışmalarını tamamlamış ve son aşamasına gelinmişti. Tam son şekli verileceği duyurulmuştu ki, rafa kaldırıldı. Geçen yılın sonlarında Başbakan Tayyip Erdoğan “anayasa çalışmaları rölantiye alınmadı. 2008 yılında hız kazanacak” demesine rağmen 2008 yılı da bitmek üzere ancak hâlâ ses yok.

Hükümetten ses çıkmayınca bazı sivil toplum kuruluşları konuyu gündemde tutmak için değişik faaliyetlerde bulunuyorlar. Samsun, Bursa ve Malatya’da miting yaptıktan sonra ses çıkmayan “ortak akıl hareketi”nin kurucuları mitinglerin yapılması gerektiğini söylüyorlar.

Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu yayınladıkları “sivil anayasa” kapaklı Kamuda Sosyal Politika dergisinde Türkiye’nin öncelikli sorununun anayasa değişikliği olduğunu dile getiriyor. Ve şu tavsiyede bulunuyor: “İnsanımız, demokratik niteliklere haiz bir sistemle idare edilmeyi hak etmektedir. Toplumun bütün kesimleri bunun gerçekleşmesi için taşın altına elini koymalıdır.”

* * *

Halkın sesini yetkililere iletmekle yükümlü olan sivil toplum kuruluşları “sivil anayasa” taleplerini yüksek sesle dile getirirlerse, Meclis’teki milletvekilleri de harekete geçmek zorunda kalacaktır.

İşte bu “seslerden” birisi de 82 anayasasının yıl dönümü olan bugünde örnek olacak bir girişimde bulunuyor. Yaptığı eylemlerle adından söz ettiren Genç Siviller, “Bu anayasa bir yama daha kaldırmaz. Değiştirmekle olmaz. Yenisini yapmak lâzım. Bu anayasa ile bir dakika bile kaybedecek zamanımız kalmadı. Bu defa göstere göstere HAYIR! 7 Kasım’da sandık başına” diyerek bir kampanya başlatmıştı. Kampanya bir süredir internette devam ediyor. (www.darbedevamediyor.com)

Kampanya ile şu mesaj veriliyor: “Bir askerî darbe sonucunda değil, halkın iradesiyle başlayan ve geniş katılımlı hazırlık sürecinin sonunda, insan hakları ve özgürlükler konusunda ulaşılmış en yeni, en taze içeriğe sahip, her bir vatandaşın kendisini aslî unsur olarak görebileceği kadar kapsayıcı bir anayasa yapmanın tam zamanı. Kimseyi beklemeden kendimiz daha sonra değil şimdi…”

Bugün 40’a yakın şehir meydanında “gerçek sandıklar”, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerin dışında, Diyarbakır’dan Konya’ya, Zonguldak’tan Manisa’ya, Mersin’den Trabzon’a kadar pek çok ilde kurulacak ve büyük bir anket sonucu ortaya çıkacak.

Genç Sivillerin bu kampanya çerçevesinde yaptığı diğer bir çalışma da anayasa tamir atölyeleri. Buradaki amaç ise, 26 yıl önce yürürlüğe konan 82 Anayasasının pek çok kez değiştirilmesine rağmen tamir edilmeyeceğini göstermek.

Şüphesiz yeni anayasa yapmak Meclis’in görevi. Ancak yeni anayasa hazırlanmasından sivil toplumun rolü de, kamuoyu oluşturmak açısından son derece önemli. Bu girişim Meclis’in dikkatini çekmek için yapılıyor. Meclis’in de bu seslere kulak vermesi, referandum neticesinde çıkacak sonuçları dikkatle incelemesi gerekiyor. Ki, hürriyetleri genişleten, demokrasinin kurallarının sağlıklı işleyeceği, gerçekten “sivil” olacak yeni bir anayasa hazırlasınlar. Son kararlarda görüldü ki, devleti değil, milleti esas alan bir sivil anayasaya ihtiyaç var. Artık zamanı geldi…

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Bir isim de siz bulun!



Kardeşlik. Hayatın içinden ve hayatta mematta kardeşlik. Nesebî kardeşlik. Aile içerisinde kardeşlik. Yaşadığımız çevre içinde kardeşlik. Ahiret kardeşliği. Ve Allah için kardeşlik...

İyi ve güzel günlerde tatlı kardeşlik. Zor ve sıkıntılı günlerde acılı da olsa kardeşlik. Faydaların ve değerlerin paylaşıldığı kardeşlik. Mesuliyetlerin ve sorumlulukların omuzlandığı kardeşlik. Güç işlerde ellerin taşın altına konduğu kardeşlik…

Birbirine güven veren kardeşlerin kardeşliği. Toplu bireylerin yekdiğerine emniyet dağıttığı kardeşlik. Şüphenin, zannın aralık bile bulamadığı kardeşlik. Cemiyet içinde birbirlerine yakın olanların vehim ve şüphe tuzaklarını kendi nefisleri gibi başkalarına yakıştırmadığı, Allah korkusundan dolayı yakıştıramadığı bir kardeşlik.

Kıskanmanın kıskanıldığı kardeşlik. Çekememezliğin çekindiği kardeşlik. Kinin ve kötü nazarın kaybolduğu hiç görülmediği kardeşlik. Akla gelebilecek en iyi, en güzel şeylerin evvelâ kardeşler için istendiği kardeşlik…

Düşmanların korktuğu kardeşlik. Dostların sevindiği, öğündüğü, alkışladığı kardeşlik. Ölümün bile yol bulup da araya giremediği ahiret kardeşliği. Uğrunda malların canların değerinin olmadığı kardeşlik…

Varlık âlemindeki kardeşlikten ders alan bir kardeşlik. Nahnünün kazanında sevgi macunu olmuş bir kardeşlik.. Şahs-ı manevînin şemsiyesi altında parıl parıl parlayan, etrafına muhabbet halkalarını ışık ışık saçan bir kardeşlik.

Âdem babamızı hatırlayarak, Yaratandan ötürü yaratılan her şeyi kuşatan, saran sarmalayan bir kardeşlik.

Takdir eden, teşekkür eden ve bağrına içtenlikle hizmet ehlini basabilen bir kardeşlik. Göründüğü gibi kabul edilen ve kendisinden kudsî hizmetler beklenen bir kardeşlik..

Seven, sevilen, sevdiğini ve sevildiğini bilen insanla

rın ebedî kardeşliği…

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa...



Cemal Bey: “Tabiat Risâlesinde geçen, ‘İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmâm eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimâl ediyorlar’ cümlesine göre; gayr-i ihtiyârî, ânında veya biraz sonra pişman olacağımız, aslında razı da olmadığımız sözlerden mes’ûl müyüz?”

Bedîüzzaman Hazretleri Tabiat Risâlesi’nde kâinatın oluşumunda ve yaratılışında sebeplerin, kendi kendine oluşun ve tabiatın asla makam ve yetki sahibi olmadığını, her şeyin doğrudan Allah’ın kudreti ile yaratıldığını ispat ediyor. Bu risâlenin başlangıç kısmında ehl-i imanın da, farkında olmadan kendisi aleyhine sonuçlanabilecek dehşetli bir takım sözleri söylediğine vurgu yapılıyor. Ehl-i imanın kullandığı bu kelime ve söz hatalarından üç tanesi zikrediliyor ve şirke çok yakın olduğu için muhakkak sakınılması isteniyor. Meselâ konuşmalarda doğrudan Allah’ın kudretine değil, sebeplere de pay verir kelimeler kullanmak veya kendi kendine oluşu telâffuz eder cümleler sarf etmek; ya da varlıkları tabiatın iktizası gibi gören konuşmalarda bulunmak yahut Allah’ın vahdaniyetine uygun düşmeyen kelime veya cümleleri telâffuz etmek bu cümleden hatalı sözler olarak sayılabilir.

Hiç şüphesiz sözlerimizden ve konuşmalarımızdan mes’ûlüz. Atalarımız, “Bin düşün; bir söyle!” veya “Söz gümüşse, sükût altındır!” diye sanırım bu ağır mes’ûliyete işâret etmişlerdir. Ağzımızdan çıkan kelime veya cümlelere dikkat etmeli, pişman olacağımız veya bizi mahcup edecek kelimeleri mümkünse kullanmamalıyız. İsabetsiz veya yanlış sözlerimizle eğer insanları kırmış isek, özür dilememiz; eğer Allah’a karşı hatalı konuşmuş isek de hemen tevbe etmemiz daha uygun olur. Her hatanın, günahın ve kusurun “tevbe ve istiğfar” ile dönüşü vardır. Ancak daha sonra aynı kelimeleri dilimize almamaya, aynı hataları yapmamaya özen göstermemiz gerekir.

***

Almanya’dan okuyucumuz: “Hazret-i İsa’nın (as) Âl-i İmran Sûresi 55. ve Mâide Sûresi 117. âyetine göre vefat etmiş olduğu anlaşılıyor. Öldürülmeyip hayatta olduğuna dair delil var mıdır?”

Âl-i İmrân Sûresinin 55. âyetinde şöyle buyuruluyor: “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni ecelin geldiğinde vefat ettirecek olan benim, seni nezdime yükseltecek olan benim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak.”1

Mâide Sûresi 117. âyetinde ise şöyle buyuruluyor:

“(Hazret-i İsa der ki:) Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni içlerinden alınca artık onlar üzerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin. Eğer kendilerine azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Eğer onları bağışlarsan şüphesiz sen izzet ve hikmet sahibisin” 2

Bu âyetlerin birincisinde Hazret-i İsa’nın (as) o an için Yahudilerin arasından alındığını ve semâya yükseltildiğini, eceli geldiği zaman ise diğer insanlar gibi onun da öleceğini anlıyoruz. Bu mânâyı ikinci âyet de teyid ediyor.

Hazret-i İsa’nın (as) öldürülmediği hakkında şu âyetler daha açık, net ve kesin ifadeler içerir:

“Ve ‘Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri kimse) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendi katına yükseltmiştir. Allah izzet ve hikmet sahibidir. Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de o, onlara şahit olacaktır.” 3

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân Sûresi: 55

2- Mâide Sûresi: 117

3- Nisâ Sûresi: 157, 158, 159

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennetin şeffaf dairelerini biliyor musunuz?



İNSANLAR güzel, göz kamaştırıcı köşklere bayılırlar. Ama böyle köşkleri çoğu insan ancak hayal dünyasında edinebilir. Gerçekte elde edenler de şu fanî dünyada çok kısa bir süre yararlanıp kursağında kalıp sonra da bırakıp giderler.

Tabiî ki insan hangi nimet olursa olsun geçici olmasını istemez, sürekli olsun, hiç bitmesin ister. Bu ise bu dünyada mümkün değildir.

Cennette dışarıdan içerisi, içeriden dışarısı gözüken şeffaf köşkler, daireler bulunduğunu, dünyanın en kaliteli parlak mermerlerinin onların yanında çok sönük kaldığını biliyor muydunuz? Kim böyle harika, şeffaf dairelerde oturmak istemez?

Tabiî ki bunun bir bedeli var.

Birgün Peygamberimiz (asm) bu dairelerden bahsetmiş Ashabına. Bunların bir kısım güzel işleri işleyenlere verileceğini bildirmiş.

Peki, kimdir bu şeffaf dairelere sahip olacak kimseler? Bunu Kâinatın Efendisi (asm) şöyle anlatıyor:

“Cennette öyle daireler vardır ki, içinden dışarısı, dışardan da içerisi görünür” buyurduğunda hemen Sahabe bunlara kimlerin kavuşacağını sormuş, Allah Resûlü de (asm), “Tatlı konuşan, yemek yediren, oruca devam eden ve insanlar uyurken geceleri namaz kılanlara aittir” 1 buyurmuşlardır.

Dikkat edilirse hadis-i şerifte bu nimete kavuşan dört kişiden birisinin de tatlı dilli insanlar olduğu bildirilmektedır. Dile sahip olmanın faydasını insan sadece dünyada değil, ahirette de böylesine harika bir daireye sahip olarak görüyor. Herkes bilir ki güler yüzlü, tatlı ve yumuşak dilli böyle insanlar gönüllerde taht kurmasını başarmış insanlardır. Toplumda daima seçkin yerlere sahiptirler. Saygı görür, başlar üstünde tutulur, meclislerin baş köşesine oturtulurlar.

İnsanlar böylelerine değer verir de Allah hiç değer vermez mi? Resûl-i Ekrem (asm) mü’mini anlatırken başkalarının kusurlarını yüze kakan, lânet eden, kaba, çirkin söz ve davranışlarda bulunan, edebe aykırı konuşan kimse olmadığına dikkat çeker. 2

Mü’mine yaraşan yumuşak huylu olmaktır. Allah’ın yumuşak davranmayı sevdiğini, sert ve kaba davranışlar için vermediği lütuf ve iyiliği yumuşak söz ve davranış için verdiğini 3 belirten Allah Resûlü (asm), tatlı dilli, yumuşak sözlü olmanın büyük hayırlar getirdiğini de şöyle anlatır: “Yumuşak huylu ve yumuşak sözlü olma nimetine mazhar olan kimse, büyük bir hayra mazhar olmuş; bundan mahrum olan kimse de büyük bir hayırdan mahrum olmuştur.”4 Her konuda en güzel model olan Resûl-i Ekrem’i (asm) örnek alan olgun mü’min tatlı dilli, yumuşak sözlü olmayı esas alır. Kaba ve kırıcı olmayı kendine yakıştıramaz. Bizzat Allah Resûlü’nün (asm) lisânında, çirkin ve kaba konuşmak münafıklığın alâmetleri arasında sayılmıştır. 5

Şuurlu mü’mine ancak güler yüzlü, tatlı sözlü olmak yakışır. Bu uyarı ve öğütlere uymayı imanının gereği olarak bilir.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Birr: 53.

2- Buharî, Edeb: 35; Müslim, Birr: 77; Ebû Davud, Edeb: 10; Tirmizî, İsti’zan: 12; İbni Mace, Edeb: 9.

3- Tirmizî, Birr: 48.

4- Tirmizî, birr: 67; Müsned, 6:159.

5- Tirmizî, Birr: 78.

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Ekilen nur tohumları meyve veriyor



1995 yılının Eylül ayında o zamanki yönetim kurulu ağabey ve arkadaşlarımızın tensipleriyle, gazetemiz Yeni Asya’nın Ege Bölge Temsilcisi unvânı ve vazifesiyle bu bölgede bulunan on bir ilimizi kapsayan bir vazifeyle tavzif edilmiştik. Bu görevimiz resmen ve fiilen on bir yılı aşkın bir süre devam etti. Bu süre şahsî hayatımda; kırk yıla yaklaşan Risâle-i Nur hizmet serüvenimde çok önemli, unutulmaz, etkili bir dönemin adıdır ve özel arşivimde derin izlerle hafızama nakşedilen tarihî ve unutulmaz hatıralarla doludur.

Bu on bir yıllık güzel zaman diliminde, Türkiye’nin olduğu kadar dünyanın da çok önemli bir bölgesi olan “Ege Bölgesinde” Nur hizmetleri için değerli dostlarla çok güzel hizmet ve hatıralara birlikte imza attık. Daha önceleri gazetemiz adına üç ayda bir yapılan bölge toplantılarında nadiren bir araya gelebildiğimiz çok değerli ağabey, kardeş ve dostları bu geziler vesilesiyle daha yakından tanıma imkânım oldu. Dostluk ve kardeşlik duygularımız ve bağlarımız arttı ve bana bütün yurt sathında, hatta hizmet vesilesiyle bulunduğum on beşe yakın çeşitli dış ülkedeki dost, ağabey ve kardeşlerden lâyık olmadığım olağanüstü teveccühlere de mazhar oldum.

Tarihin hızlı akışı içerisinde geriye dönüp baktığım zaman Allah’ıma binlerce şükür olsun ki Nurun hadimliği nâmına yapmış olduğum bu tür gezilerde ve hizmetlerde gönül ve kalp dünyamda bana ıztırap verecek menfî en ufak bir tortu ve iz hafızamda yoktur. Bunun aksine hep güzel tablolar, tatlı hatıralar, unutulmaz hatıralar hâlâ aşk ve şevk dünyama katkıda bulunmaya devam ediyor, sonsuz şükürler olsun Rabbime.

Bu önemli zaman diliminin büyük bir çoğunluğunu gazetemiz aracılığıyla kendimize özel ayrılan “Hasbihal” köşesinde çok değerli dostlarım olan sizlerle paylaştım. Paylaşmakta zorlandığım kısımlar çok daha fazla vardır. Bunun da tek sebebi benim o mevcut halleri ifadedeki acizliğim ve yetersizliğimdir. Çoğunu da sohbet ortamlarında dile getirmeye çalışmışımdır.

Geçen hafta sonu Denizli’nin faal, cesur, fedakâr ve medenî ve ticarî cesaretli iş adamlarından değerli dostumuz Ramazan Kılıçoğlu’nun kendisi gibi genç, dinamik ve müteşebbis iş adamlarından sevgili oğulları Said ve İbrahim’in düğün merasimleri dolayısıyla nazik dâvetlerine iştirak etmek üzere Denizli’ye gittim. Cuma günü Denizli’de, buradaki ehl-i himmet ve ehl-i hizmetin gayretleriyle inşâ edilen çok amaçlı, çok yönlü ve çok modern hizmet merkezinde değerli dostlarımızla “Risâle-i Nur Mesleği ve Talebeliğinin Önemi” konusunda kaynağından hakikatleri paylaşıp müzakere etmeye çalıştık.

Ertesi gün de, son yıllarda hizmette—eskiye nazaran—büyük hamle yapan Muğla ilindeki dostlarımızın dâveti üzerine oradaki sohbete katıldık. Şehrin en merkezî yerinde yeni açılan hizmet merkezindeki gençlerin samimiyetleri, halisiyetleri, dâvâya olan bağlılık ve sadakatleri gelecek mânevî hayatımız açısından çok önemliydi. Bu hazzı ve kararlılığı gördüm.

Esnaf ve diğer dostların hamiyet ve gayretleriyle kısa zamanda büyük merhaleler kat edildiğini görmekten büyük haz duydum. Risâle-i Nur hizmetinde büyük emeği geçen, aziz ve muhterem Üstadımızın çok büyük övgüsüne mazhar olan Halil İbrahim Çöllüoğlu vesilesiyle aziz Üstadın bu mekânlara duâ etmesi neticesinde burada bir canlılığın olduğunu düşünüp hissettim. Halil İbrahim Çöllüoğlu Ağabeyin mezarının bu civarda hangi mekânda olduğunu—bunca araştırmama rağmen—bu güne kadar öğrenememiştim. Bu defa kendisi gibi üç nur saff-ı evveli ile birlikte Milâs Mezarlığı’nda olduğunu oradaki bir dostumuzdan öğrendim. İnşaallah ileriki zamanlarda onların bu mezarları ve hizmetleriyle ilgili görüntülü hatıraları da sizlerle paylaşmayı ümit ediyorum.

Başta Marmaris ve Ortaca ilçeleri olmak üzere çevre mahallerden o geceki sohbete katılanlarla gecenin geç vakitlerine kadar ders, hatıra ve hizmet plânlarını birlikte paylaştık. Bunca fedakâr talebe, esnaf ve ilim adamlarının bulunduğu bu güzel ve on üç sene önce hayal bile edemeyeceğimiz tablo ve ortamda hayalim bir anda 1995 yılının Ekim ayına gitti. O tarihlerde, o bölge çapında başladığım ilk “hizmet gezilerim” sırasında Aydınlı değerli üç ağabeyimle bir Pazar günü 256 km yol kat etmemizin sonucunda hem de sarhoş birisinden Muğla’da bize dost, kırtasiyecilik yapan ve gazetemizi bir iki adet de olsa dükkânına getirten bir değerli hocamızın ev telefonunu öğrenebilmiştik. Bu zahmet o gün için çok mübarek bu üç Aydınlı ehl-i hizmet ağabey için yorucu ve beyhude bir yolculuk gibi gelmişti. Hatta bana biraz da çıkışarak: “Bizim bir günümüzü boşuna harcadın, bir şey yapamadık. Bu kadar yolu boşu boşuna kat ettik” demişlerdi. Ben ise: “Ne var ağabeyler işte nihayetinde bir telefon elde ettik. Bunun gerisini birlikte getiririz İnşallah!” demiştim.

Daha sonra gezilerimiz aralıksız devam etti. Bir sene sonra Marmaris’ten bir dostumuzla temas kurduk. Onun tanıdığı başka bir eskimeyen dostumuzu bulup ulaştık. Daha sonra orada ikinci bir aboneyi bulup devreye soktuk. Bu zincirler devam etti ve o bölgede bizim meslek ve meşrebimizde dâim olan pek bir kimse yok gibi gözükürken Elhamdülillâh bu günkü güzel tablolara ulaştık. Bunu hep birlikte “şahs-ı mânevînin” duâsı, samimiyeti, ihlâsı ve gayretlerine borçluyuz. Hatta sadece şu an yaşayanların değil, vefat edenlerin de mânevî iştirak ve paylaşımlarına muhtacız.

Ayrıca Muğla merkezinde birkaç arkadaşımız oldu. Onlarla yine adı geçen hocamıza ait çok küçük ve mütevazi yerde haftada bir defa dar çerçevede derslerimiz devam etti. Üniversite açılmıştı. Ama bizim orada pek hizmetimiz yoktu. Ev kiraları çok fâhişti. Orada bulunan birkaç arkadaşımızın takatlerinin üzerindeydi. Halisiyet, samimiyet, ciddiyet ve gayret olunca her şey oluyor. Bu durumu oradaki ve çevredeki değerli dostlarımızla defalarca müzakere ettik ve sonunda çözümü de birlikte Allah’ın inayet ve yardımıyla bulduk. Sonra Denizlilerin de büyük katkısı maddî ve manevî destekleriyle Muğla merkezinde de hem erkek hem de kızlara ait hizmet merkezlerimiz açıldı Elhamdülillâh.

Şu anda işte o “bir birler” onlara, yüzlere doğru gazete olarak da hizmet merkezleri olarak da artarak devam ediyor. Dershane olarak da şimdilik onları hedefleyen rakamlara doğru ilerliyor İnşallah.

Denizli’de en başta gençlerimiz ve esnaflarımız olmak üzere her sınıf ve kademeden değerli dostlarımızın gayretleri, himmetleri, sadakat ve istikametleri bize hem ümit, hem de aşk ve şevk veriyor.

Bize düşen ise; “bire, yarıma, ona, yüze, bine” bakmadan vazife şuuru ve Allah rızası için çalışmak ve gayret etmek ve bu kudsî hizmeti “hırz-ı cân” etmektir. Cenâb-ı Hak rızasından ve yolundan ayırmasın (Âmin).

NOT: Değerli dostum ve dâvâ arkadaşım, Denizli’nin müteşebbis iş adamlarından Ramazan Kılıçoğlu ailesinin değerli oğulları Said ve İbrahim’in muhtereme eşleriyle olan izdivaçlarını tebrik eder, her iki ailenin ömür boyu hak yolunda olmalarını ve iki dünya mutluluğuna ermelerini Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ederim.

07.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Korkutarak hizmetten alıkor, taraftar toplarlar



Kur’ân’a, imana cesaretle hizmet etmek Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebinin ana umdelerindendir. Zira, Risâle-i Nur’u tanımak bir nimettir. Hakikî şükrü, yalnız, sözlü hamd değil, ancak hizmetle edâ edilebilir. Ayrıca, cesaretin kaynağı imandır. İmana hizmet ise, elbette, başkalarından değil, yalnızca Allah’tan korkarak yapılmalı.

Bediüzzaman, dessas zalimlerin, ehl-i dünyanın ajanlarının ve propagandacılarının, korku damarını işleterek mü’minleri hizmetlerinden alıkoyduğuna ve çok fena işler yaptırabileceklerine dikkat çeker. 1 Tarih bunun fecî örnekleriyle dolu.

Aslında korku damarının verilmesinin sebebi, hayatı korumak ve yalnız O’ndan korkmaktır. Eğer bu duygu olmasaydı, bir saat yaşayamazdık. Korkunun sebebi üç dört ihtimalde bir olursa o korku meşrû olabilir. Aksi halde hayatı azaba çevirir. Evet, hayatın korunması için olmak şartıyla, bazı uhrevî işlere muvakkaten tercih edilmesine şer’î ruhsat, izin var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binâen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve basit dünyevî zarar yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder. Çağın gaddar ve sefih medeniyeti, israfı ve alışkanlıkları, bağımlılıkları öylesine şırınga etmiş ki, zarurî olmayan ihtiyaçları zarurî hale getirmiş. Basit bir ihtiyaç için dinî meseleleri terk ettiriyor veya rüşvet verdiriyor. 2 Halbuki, yalnız hayatî tehlike ve ağır işkence sözkonusu olduğunda ruhsatla amel edilebilir.

Aslında korku damarı, Şedidü’l-İkab, Kahhar, Cebbar olan kâinatın Yaratıcısından korkmak için verilmiştir. Eğer korku duygusu, yerli yerinde kullanılmazsa hayatı azaba çevirir, insanın sonsuz hayatını da tehlikeye atar.

Korku duygusu niçin verilmiştir? Korku, ya halka veya Hâlık’a yönelik olacak. Halbuki halktan korkmak, elîm bir mûsîbettir. Zira, korktuklarımız, ya merhamet etmez veya yalvarmalarımızı, özürlerimizi kabul etmez. Öyle birisinden korkmalıyız ki, değsin ve lezzete dönüşsün. O da ancak, aynı zamanda sonsuz Rahman (her şeyi, herkesi yaratıp besleyen, yaşatan), Rahîm (acıyan, seven, yardım eden) Kahhar-ı Zülcelâl olmalı.

Kur’ân, kimden korkup-korkmayacağımızı şöyle ferman eder: “Şu halde, eğer imân etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. Sakın onlardan korkmayın! Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız.” 4

Celâl Sahibi’nden korkmak, O'nun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Korku, bir kamçıdır; O'nun rahmetinin kucağına atar. Tıpkı, bir annenin yavrusunu korkutup sînesine celb etmesi gibi. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Bütün annelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir damlasıdır. Demek, Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. 5

Evet, dessas zalimler, yalnız kendi çıkarını düşünen egoistler; halkın ve özellikle ulemânın bu damarından çok istifâde ederler. Korkuturlar, evhamlarını tahrik ederler; korkakları gemlendirip hizmetten alıkor veya kendilerine taraftar yaparlar.

Yapılan araştırmalara göre; köpek, insanın yaydığı “korku kokusunu” alıyormuş ve korkakların üzerine üzerine gidiyormuş. Cesaretle tersleyenlerden ise, korkup çekiniyormuş. Zira, insanın korku duygusunun çıkardığı bir koku veya bir dalga varmış, bunu köpekler alıyor, hissediyor ve ona göre davranıyormuş. İki ayaklı “tekepküp” etmiş “ekpek”ler de korkak olanları hissediyor ve ona göre korkakların üzerine gidiyor ve gemlendiriyor! Özellikle, bu konularda ihtisâs sahibi olmuş ve “alıcısı” kuvvetli olan dessas zâlim iseler...

Şu halde, cesaretin, ihlâsın, samimiyetin, sevginin de yaydığı bir koku ve dalgaboyu olması gerekir. Onun derecesine göre, muhataplar etkileniyor! Şüphesiz ki, onlar da alıcılarının derecesine göre etkilerler.

Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 403. 2- Kastamonu Lâhikası, s. 74. 3- Âl-i İmrân: 175, Bakara: 150. 4- Sözler, s. 322. 5- Mektûbât, s. 403.

07.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır