"Gerçekten" haber verir 28 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Normandiya kıyılarında



Normandiya’nın, “NORDMANN”dan geldiğine önceleri dikkat etmemiştim. Nordman, yani kuzeyli anlamına gelen Wikinglerin, kıtanın kuzeyinden İngiltere´ye geçmek için yerleştikleri bu kıyıların diğer mânâsıyla “WİKİNGLER DİYARI” mânâsına da geldiğini bu seyahatimde öğrendim.

Gel-git´lerin en açık şekilde seyredildiği bu sahillerden İngiltere´ye geçen kuzeylilerin asırlarca adada kaldıklarını biliyoruz. England´dan İspanya´ya, Sicilya´ya ve hatta İstanbul´a giden Wikinglerin; İslam medeniyetiyle bu dönemlerde tanıştıklarını, Avrupa´ya teknoloji, medeniyet, hürriyet ve demokrasi getirdiklerini ders kitaplarında hâlâ net bir şekilde okuyamıyoruz. Dinsiz şebekelerin tarihi karartma hareketleri, Avrupa´nın hâlâ yer yer devam eden taassubu ve Hıristiyanların insanî tehlikeleri tam keşfedememesi; hem Normandiya´nın, hem kuzeylilerin, hem İngiltere, İspanya ve Sicilya´nın tarihlerini karanlıklar içinde bırakmaya devam ediyor.

Batı medeniyetinin, vokallerini ukalaca telaffuza çalıştığı İngilizcenin, dünkü Wikinglerin ve Germanların dillerinin bozulmuş şekli olduğunu belki de çoğu insanlar bilmiyorlardır. Fakat İngiltere´yi “Anglo Sakson” kelimeleriyle de anan insanlar “sakson” kelimesinin coğrafî bir terimi ifade ettiğini ve Almanya´nın kuzey bölgelerini kastettiğini öğrenebilirler.

Maksadımız Normandiya´nın sahillerindeki med-cezirleri seyretmek değildi. Fransa´daki arkadaşlarla, modern köy evlerinde Risale-i Nur´un manevî iklimlerine dalarak oradaki med-cezirleri yaşamaktı niyetimiz. Fecirle birlikte kuşların teşkil ettikleri Kadirî halkalara dahil olup, bülbüllerin heyecan-helecanını yaşarken, yer yer “gukuk”ların hasret ve teessüratını duymaktı. Üç-beş saatlik uykularla iktifa edip, Nurların bahrine dalıp inci-mercan toplamaktı. Bu güzel niyet sahipleriyle arkadaş olduğum için Fecamp´ta Allah´a şükrettim.

Tsunami korkusunu uzaktan da olsa yaşayan insanlarımız, med-cezirlerden de irkilir olmuş. Denizin üç buçuk metre yükseldiği ve çekildiği sahillerde Allah´ın Kudreti karşısında ürpermemek elde değil ki…

Fransa´nın kuzeyindeki Manş denizini Cemal aynasında seyretmek, çoğu kez mümkün olmaz. Berrak havalarda bile “sübhanallah” dedirdiyor. Sakin denizin yüzeyi güneş kesilse de. Celâl tecellilerini çevrede bıraktığı işaretlerden öğrenmek zor değildi. Dalgaların vura vura mağaraya döndürdüğü kayalıklar, dev dalgaların şehrin üzerine çıkmaması için inşa edilen setler ve açık denizi ile büyük duvarlarla ilişkisi kestirilen limancıklar hep bu kuzey denizinin Celal zikirlerini ele veriyor.

“Açık deniz” sözü size de Yahya Kemal´in meşhur şiirini tedaî ettirmiş olabilir. Önündeki setleri aşarak ovalara akmak isteyen, kıtaları işgal eğiliminde olan bu denizlerin önüne büyük-küçük dağlar çıkınca; kızan, köpüren ve coşan ordular, durmak zorunda kalmış. Osmanlının batıya akışını bu şiiriyle sembolleştiren, med-cezirleri de hesaba katmış olmalıydı. Her uzamanın bir kısalması, her yükselmenin bir gerileyişi vardır. Daha doğrusu her doğum ve yükselmenin, bir iniş ve ölümü olacaktı… Biz Normandiya sahillerini bazen okşayan ve bazen döven Manş denizini ikindi sonrasındaki güneşin altında ziyaret ettik. Biz sahili terk ederken manzara Cemal´den Celal´e dönüyordu. Normandiya´nın tarihe şehadetleri de hep celalli olmuştu. Avrupa´da yaklaşık elli milyon insanın ölümüne yol açacak Müttefiklerin üç ay boyunca aşmaya çalıştığı sahiller ve tepelerdi bu coğrafya… Dessas İngilize kanarak Avrupa´yı tar u mar eden kuvvetler, hâlâ cinayetlerinin karşısında ürperiyor ve tarihî hatalarını yükleyecekleri birilerini arıyorlar. Fakat nafile… Ebabil kuşları gibi kıtanın üzerinden uçan bu sürüler kimsecikleri sağ bırakmamışlardı. İşte Normandiya sahilleri de bu tarihî cinayetlere mani olmak için aylarca didinmişse de, üç ay sonra kadere boyun eğmek zorunda kalmıştı.

Risale-i Nur´u okumak, Kur´ân´ın manâsını okumak değil mi? Risale-i Nur´un Kur´ân-ı Azîmüşşân´ın yeryüzündeki coğrafyasına tam mânâsıyla yayılmaya başladığını öğrenmek için ille de Normandiya sahillerine gitmeye gerek olmamalı. Bundan yaklaşık on-on iki sene önce Avustralya´nın Ballarat yaylasında, Kosovalı Şaban Amca´nın çiftliğinde, Güney Afrika´nın Kapstadt´ında, Yakutistan ve Tataristan´da ve Güney Avrupa Nur Cemaatinin gelenekselleştirdiği Alplerdeki okuma programları, Risale-i Nur´un Kur´ân-ı Kerîm´i dünya coğrafyasında takip etmekte olduğunu gösteriyor. Anadolu´nun da şu mevsimde serapa bir medreseye dönüştüğünü, yaylaların ve mesiregâhların kırmızı kitaplarla süslendiğini hatırlatmak, belki malumu i´lam olur. Yalnızca, şu mevsimin “atalet” mânâsını işmam eden bir tatile giriş olmadığını, kâinat kitabını okumamızı kolaylaştıracak dersleri ihtiva eden “Risale-i Nur´dan Kur´ân´ın mânâsını okuma mevsimi” olduğunu hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Sen ne büyüksün Ya Rabbim!



Ben küçüldükçe Senin büyüklüğünü daha iyi anlıyorum ey Sultanlar Sultanı... Ben üzüldükçe rahmetinin şuâları imdadıma yetişiyor. Ben dara düştükçe Seni düşünmekle feraha kavuşuyorum. Anladım ki bütün dertlerimin ilâcı Sendedir ey bütün varlıkların Hâlık-ı Kerimi...

Bütün ikramlar, bütün ihsanlar senin sonsuz hazine-i rahmetinden fışkırıyor etrafa... Zerreden şemslere kadar her varlığın imdadına Sen yetişiyorsun. Kapkara karıncaları kararmış gecelerde bile görüyor, besliyorsun.

Yer altındaki mahlûklar, denizin dibindeki küçük balıklar, havada tayeran eden kuşlar hep Senin san’atının harikaları... Yarattığın hiçbir şeyde düzensizlik bulunmamakta, nizam ve intizam âleme mânâ kazandırmaktadır. Hiçbir şeyi boşu boşuna yaratmadın ey Hakim-i Hâkim...

Sana yönelince insan olduğumu ve ne için bu sıkıntılarla dolu dünyaya gönderildiğimi anlıyorum. Senden uzaklaştıkça kendimi kaybediyorum. Sana yakınlaştıkça kendimi buluyor, muhabbet deryasına dalıyorum. Beni gerçek bir insan eden Sana olan imanımdır. Bana hayat veren, hayatıma mânâ katan Senin kudretindir ey Âlemlerin Yaratıcısı...

Bana hidayet veren, beni özüme döndüren Senin kâinata bile sığmayan sonsuz merhametindir. Sapkınlığımın, nankörlüğümün, asiliğimin sonucunu bile tahayyül etmek istemiyorum. Sana kul olmadan yaşamayı korkunç bir alçalış, rezil edici bir zül olarak görüyorum.

Seni ve esmanı düşününce hayat buluyorum. Sana yönelince, dergâhında eğilince güç kazanıyorum. Duâya sarılıp, secdelere varınca yüceliyorum. Saymaktan aciz olduğum bütün güzellikler Seninle ancak mânâ kazanabilir ey Rabb-i Rahimim...

Hüzünlerim Seninle güzelleşiyor, dertlerim Seninle derman buluyor, dünyamdaki karanlıklar Senin nurunla dağılıyor ey Kâinat Sultanı... Senin için olsa, ağlamaklar, hüzünler bile huzur veriyor. Senin için olsa, her şey güzel, her şey tatlı, her şey aydınlık oluyor...

Karanlıklar Senden uzaklaştıkça artıyor. Seni düşünmedikçe belâlar artıyor, hayat yaşanmaz hale geliyor. Sıkıntılar Sen olmayınca son bulmuyor ey Kalplerin Sahibi. Senin rahmetin olmasaydı bu dünya yaşanmazdı. Senin re’fetin olmasaydı hayatlar devam etmezdi.

Bana ve dergâhına yüz süren kullarına merhamet et, bizlere güç ver, bizleri bu dünya hanında perişan ettirme, bizleri düşmanlarına karşı muzaffer kıl... Ey Rabbim, bizi Habibin olan Muhammed’e (asm) ümmet eyle, Sünnet-i Seniyyesini kendine rehber edinen makbul kullarından eyle...

Sensiz dünya hayatının yükünü taşımaktan acizim ey Rabb-i Rahimim. Acizliğim sonsuz, nihayetsiz kudretine muhtacım, fakirliğimin sınırı yok, rahmet hazinene ihtiyacım bulunmaktadır. Beni kendime bırakma, nefsimi bana hâkim kılma, gururu bana rehber kılma, beni şeytanların tasallutundan koru Ey Rabbim...

Ahirzaman fitnelerinden Ashab-ı Güzin bile korkmuş, bunun için de Sana sığınmış... Biz de Sana sığınıyoruz, bizleri zamanın cazibedar fitnelerinden muhafaza eyle Ey Allah’ım... Sen istersen her şey olur. “Ol” dedin mi, her şey oluverir, dağlar bile parçalanır. Yıldızlar bu emrini yerine getirmek için sıraya girer, vazifede ihmalkâr olmamak için sabırsızlanır.

Sana kulluk etmek ne güzeldir? Sana sığınmak ne büyük güvencedir? Sana iltica etmek, insanlara boyun eğmemek ne harikadır?... Acizim ey Rabbü’l-âlemin. Sana karşı mahcubum ey Hâlık-ı Kerimim. İyi bir kul olamadım, iyi bir şakir, iyi bir hamid olamadım.

Nefsimle baş edemedim, şeytanları yeterince etrafımdan kovamadım. Dünyalıklara koştuğum gibi rahmetinden pay almak için çaba gösteremedim. Nefsimin arzularını yerine getirmek için uğraştığım kadar rızanı elde etmek için gayret gösteremedim.

Bana lütfunla muamele et, yarım yamalak amellerime güvenemiyorum, Ey Merhametlilerin En Merhametlisi... Dergâhına, sığındım bu aciz kulunu boş çevirme, ey benim Rabbim ve bütün âlemlerin Rabbi!..

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Ticaret ve doğruluk



Geçenlerde ticaret hayatı içindeki iki dostumun serzenişi bir an dehşet verici sonuçları hatırıma getirdi. Sıkıntı yaşadıkları konu ticaret hayatında yer alan iman ehli arasında güven duygusunun kaybolması idi. Yerine getirilmeyen sözler, ödenmeyen borçlar, hileli mallar ve ticaret hayatında emniyetin ortadan kalktığı pek çok hal.

Bu; camilerin her geçen gün arttığı, insanların dalga dalga İslâm dairesine girmeye başladığı şu nurlu günlerde tablonun tüyler ürperten arka planının dile getirilmesi idi. Bu tablo karşısında Âlemlere Rahmet Olan Zat’ın (a.s.m.) ‘Bizi aldatan bizden değildir’ nidası sanki bütün İslâm âlemini kuşatırcasına işitilmesi ve titrenmesi gereken noktaya gelmişti. Sebepçi bakışla paranın ve maddî imkânın her şeyi çözebileceğini zımnen kabul etmiş nazarlar bu nebevî tekdiri işitmenin manevî azabını hangi maddî imkân ile çözebilirler?

Oysa içinde yaşadığımız felâket ve helâket asrında en çok lâzım olan sıdktır, doğruluktur, yalan söylememektir. Bu asırda ila-yı kelimetullah silâhla ve maddî imkânlarla değil, İslâmın hayata yansıyan şekli olan güzel ahlâkı ve en başında doğruluğu yaşamakla olacaktır. Bu milyar dolarların ve nükleer silâhların yapamayacağı güçte ve derinlikte bir hizmettir. Bu günün mü’minleri ‘Yahudi ile ticaret yap, ama Müslüman ile yapma’ hükmünü ortaya koyduran sosyal tablonun hesabını ruz-u mahşerde nasıl verebileceklerdir?

Üç kuruş daha fazla kazanayım diye Rabbi’nin huzurunda Hazret-i Peygamber’i (a.s.m.) üzmüş hale getirmekten dolayı utanmayacaklar mı? Bu tablo hangi milyar dolarlar ile telâfi edilecek? Üstelik bu dostların, Risâle-i Nur okuyanların yani sefine-i Rabbaniye’de hademeliğe namzet olanların da bu durumda olduğundan bahsetmesi tablonun dehşetini içimizdeki ve arka plandaki yangının boyutlarını gözler önüne seriyor. Bu saçları ağartacak bir tablo. Bu durum için ‘acil eylem planları’ yapılması ve titreyip kendimize gelmek zamanıdır. Yangının içinde olanlarımız pek yakınımızda ve hakikî bir felâket ve helâket tablosunun ortasındayız. Bu manevî boyutta şiddeti ölçülemeyecek derecede büyük bir deprem.

Hayata geçirmekte en çok zorlandığımız ihlâs prensibi, amellerimizde rıza-yı İlâhî olmasıdır. ‘Eğer o razı olsa bütün halk reddetse ehemmiyeti yok’ diyebilmekte çok zorlanıyoruz. Yardımı Allah’tan beklerken çoğunlukla razı etmeye çalıştıklarımız hep başkaları oluyor. Başkalarını razı ederek hele de Rabb-ı Kerim’in emirleri aksine telkinde bulunanları razı etmek ondan sonra da dönüp Âlemlerin Rabbi’nden yardım talep etmek tavrı içinde bir samimiyet yok. Son yıllarda Müslüman ülke idarelerinde bu çok ciddî bir problem olarak ortaya çıkıyor. Bir taraftan Müslüman kimliği ile ortaya çıkan idareci ve tüccarlar, diğer taraftan piyasa ya da siyaset şartlarını yerine getirmek adı altında batılı bir pragmatizm anlayışı ile kimle işi varsa onu razı etmeye çalışıyor. Korku ya da elindekileri kaybetmek endişesi ile hep faydacı ve menfaatini her şeyin üstünde tutan yaklaşım sergiliyor. Bu şartlar içinde bazen Rabbi’nin emirlerini unuttuğu ve aklına dahi getirmediği oluyor. Garip bir şekilde Müslüman coğrafyanın nerdeyse tamamında bu hal hakim farklı yerlerden medet uman bir arayış var. Bu tablo içinde merhamet bekledikleri nazarlardan, medet umdukları güçlerden ve kaynaklardan yedikleri tokatlarla perişan bir tablo izlenmektedir. Samimî bir rıza-yı İlâhiye arayışı olmadıkça da bu sefillik devam edecek gibidir. Kimin rızasının peşinden koşuyorsanız ondan medet ummalısınız. Ancak bilmelisiniz ki âlemlerin ve kalplerin Rabbi ancak Allah’tır.

Batı, kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması beşerde var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümleri kendinden uzak bilmesi, takva ve ‘emrolunduğu gibi dosdoğru ol’ma haline ciddî darbeler vurmaktadır. Benliğin tanımı ve varlığın tanımı karşılıklı iki ayna gibidir. Birbirine ışık tutar, birbirini yansıtır ve ruhta anlam boyutunu genişletirler. Varlığı anlamlandırmak için öncelikle bir sağlam duruş ve pozisyonu iyi belirlemiş olmak şarttır. Bu benlik tanımının ilk ve belki de en önemli basamağıdır. Kimlik oluşturmak ve bu kimliği sağlam esaslar üzerine oturtmak her alanda dalgalanmaların ve fırtınaların sahnesi olan dünyada fert için bir tutamak, ayakta tutacak bir dayanak olacaktır.

Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok, göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında özellikle inanan insanlar ve hizmet ehli risk altındadır. Dâvâmıza gönül vermiş olanlar aynen Üstad gibi karşılarında büyük bir yangın var içinde arkadaşları kalmışcasına imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler. Şu zamanda birbirimize en büyük telkinimiz en başta davranışlarımız ile doğruluk olmalıdır. Unutmayalım ki Rehberimiz olan Zat’ın (a..s.m.) saçlarını ağartan bu noktadaki imtihanımızdır.

Son zamanların en büyük ihtiyacı ihlâs, samimiyet ve emrolunduğu gibi dosdoğru yaşayabilmektir. Hayat doğru algılanmalı, eşya doğru tanımlanmalı bütün tavırlar bu zeminde gelişmelidir. Ferdî hayatta ve sosyal hayatta bu gerçekten çok önemlidir. Siyasî kararların, şahsî kararların zemininde bu temel yaklaşım olmadıkça varlığın ezici ve benlik ile şekillenmiş çarkları arasında ezilmeyi hiçbir bedeni, maddî ya da siyasî güç engelleyemez. Şimdiye kadar da engelleyememiştir. Milyarlarca yıllık insanlık ömrü bu dersi açıkça vermesine rağmen bu konu hâlâ insan ve kul olma imtihanının en merkezi noktasında yer almaktadır.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Doğrusu biraz kırılmadın değil



Geçen gün basın bayramıydı. Kimse arayıp sormadı. Kimse “Bir damla umut serpilsin yüreğine. Bir tatlı mutluluk dolsun gözlerine. Bin bir hayallerin gerçekleri bulsun. Sansürler ilelebet kalksın. Basın bayramın kutlu olsun” diye mesaj atmadı.

Oysa mendillere sarılmış şeker ve çikolatalar hazırlamıştım, basın bayramında gelip elimi öpecekler için.

Ziyarete gelmek, mesaj atmak bir yana, yolda görüp, “Yahu sansürünüz kalkalı yüz yıl olmuş, yeni duydum, gözünüz aydın. İşlerim çok yoğundu gelemedim kusura bakmayın” diyen de çıkmadı.

Zaten bu sansür meselesiyle eskiden beri ilgilenmezlerdi. Öyle olsa her gördüklerinde, “Noldu, sansür kalktı mı?” diye sorar, ben “Daha kalkmadı. Bekliyoruz bakalım. 23 Temmuzda kalkacak diyorlar ama bilemiyorum” dememe rağmen, ertesi gün yine aynı soruyla karşıma çıkarlardı.

Ama kimseyi suçlayamam tabi. Bu sansürün kalkışından benim bile haberim olmadı. Sadece benim değil, cumhuriyet savcılarının da haberinin olduğunu sanmıyorum. Sansürün kalktığı bir ülkede basına bu kadar dâvâ açıyorlarsa, sansür otururken başlarını kaşıyacak vakti nasıl bulurlardı bilmiyorum.

Doğum günümü unutmayan Turkcell, basın bayramını hatırlayamamış, “Takipçiyim, yapıştığım işe pitbul gibi yapışırım” diyerek bu işi takip etmemişti.

Kredi kartları da bugün beni unutmuş, “Basın savcılığına giderken yapacağınız harcamalarda yüzde 10 bonus, isterseniz hapisten çıktığınız aya kadar ekstre erteleme” gibi bir mesaj çekmemişlerdi.

Sağolsunlar “yetkililer” unutmamıştı beni, birer mesaj yayınlamışlardı. Ama onların hiçbiri, “Bir gün güneş doğmayı, ay batmayı unutursa ben de seni unutacağım” gibi değildi.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yedinci dalga; Yeşil dalga



Ergenekon meselesi dallanıp budaklanıyor. Ve sonunda ulusalcı İslâmcılar adıyla bilinen kesimlere kadar ulaştı. Sabah gazetesi bunu: Ergenekon’da Yeşil Dalga diye duyurdu. Bunların Ergenekon’la bağlantıları kadar ve belki daha da öncelikli olarak ulusalcılıkla ilişkilerinin analiz edilmesi ve fikri bağlantılarının ortaya çıkarılması gerekir. İslâmî kesimlerin ve düşüncenin sağlığı açısından bu çok önemli. Belki ikinci kademede ortaya çıkarılması gereken husus, liberal İslâmcı düşüncenin de kare köklerinin ortaya çıkarılmasıdır. Her iki düşünce sistematiği de İslâm’a yabancı olduğu oranda onu kendilerine benzetmeye ve yozlaştırmaya çalışıyor. Her iki düşünce de İslâm nokta-i nazarından reformisttir. Aslında sonuç itibarıyla ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Kendi aralarında kavga etseler bile sonuç bir. Ulusalcılık İslâmî düşüncede bir sapma hareketidir. Çok bariz ve açık bir misâl vermek gerekirse eskiden ulusalcı kesimler İslâmî kesimleri ümmetçilikle suçlarlardı. İslâmî kesimleri ümmetçi olarak yaftalarlardı. Bugün baktığımız zaman ulusalcı İslâmcı kesimler aynen onlar gibi ümmet-hilâfet eksenli düşünceleri ‘fitne’ olarak takdim etmekteler. Kendilerini Ulusalcı-Kemalist olarak konumlandırmakta ve tanımlamaktadırlar. Özellikle İslâmî kesimlerde ve onun ötesinde genel olarak ulusalcılık 12 Eylül ve bilhassa 28 Şubat sürecinde oluşmuştur. Darbe ortamlarının bir ürünüdür. Ve bu akımların ortak özelliği zikzaklı ilişkileri ve çizgileridir. Düşünce itibarıyla da sofistike olmayıp suçlamaya meyyal kalıpçı, slogancı ve sığdırlar. Meselâ bunlardan birisine (A.A.) atfedilen “Ya ulusalcısınız ya da hainsiniz’ kolaycılığı gibi. Bu aslında tarihte Haricilerin günümüzde de Bush’un anlayışının bizdeki izdüşümlerindendir. Bilindiği gibi, Bush’un yaklaşımı şuydu: “Take it or leave it/Ya sev ya terk et” Bu düşünce ekseni hem ülkemiz hem de dinî değerlerimiz açısından yozlaştırıcıdır.

***

Ahmet Akgül’ün fikrî çizgisine baktığımız zaman; hâlâ kendisini Millî Görüş çizgisiyle izah etmeye kalkışsa bile onunkisi Millî Görüş’e rağmen Millî Görüşçülüktür. Hazreti Ali ile gulat-ı Aleviler asındaki ilişki gibi. Hazreti Ali’nin reddettiği bu ilişki türünü ötekiler ispata yelteniyorlardı. Elaziz merkezli düşüncede de Erbakan, Mehdi olarak tanımlanmaktadır. Halbuki Ebu’l Hasan en Nedevi’nin İmam-ı Rabbanî kitabında beyan ettiği gibi Mehdiyetçilik batiniliğin bir şubesidir. Ve günümüzde en Kemalist ve ulusalcı çizgideki dinî cereyanların fikir merkezinde Mehdicilik anlayışı yatmaktadır. Anılan kliğin Kemalizmle ilişkilerine gelince Posta gazetesinin hakkındaki bir habere göre, Mustafa Kemal’e hakaretten bir yıl hapis yatmış bir kimsedir. Ardından da yıllar sonra hacimli ve tuğla kalınlığında ‘Bizim Atatürk’ adlı bir kitap kaleme almıştır. Yine Posta gazetesinin aynı haberinde Konya bürolarının önünde aslan heykelleri görünmektedir. Yine tasavvufi alan onların çelişkili oldukları bir alandır. A. Akgül, Libya’nın dâvetiyle çeşitli tasavvufî cereyan mensupları ve tarikat temsilcileriyle birlikte bu ülkeye gitmişti. Ama Cumhuriyet gazetesinden konuyu takip eden Mehmet Faraç’ın haberinde bambaşka bir Ahmet Akgül portresiyle karşılaşıyoruz ve şöyle yazıyor: “Erbakan yanlısı, tarikat karşıtı ve Atatürk’e yönelik ılımlı çizgisiyle dikkat çeken derginin yayın politikası ve muhalif duruşu akla çeşitli sorular getirdi.” Faraç’ın aklına birçok soru üşüşebilir bizim aklımıza da ondan fazla sorular üşüşüyor ve bu tutarsızlıklar geliyor. Kimi gazeteler bu grubun Millî Görüş ve SP yanlıları tarafından ihbar edildiğini yazıyor. Mladiç’in Karadziç’i ihbarı gibi. Ben ihtimal veriyorum sadece Konya’da yaşanan bir arbededen sonra fikrî yapılarından ziyade güvenlikle alâkalı bir konudan dolayı emniyete haklarında bir şikâyet intikal etmiş olabilir. O kadar. Bununla birlikte Millî Görüş çizgisiyle inişli çıkışlı ilişkilere sahip olagelmiştir. Onun ötesinde Recai Kutan’ın danışmanı olan Oğuzhan Asiltürk, Ahmet Akgül’ün hiçbir zaman Millî Görüşçü olmadığını fakat dışarıya kimliğini bu şekilde izhar ettiğini ve yansıttığını söylemiştir. A. Akgül baştan beri sorunlu bir kişiliğe sahip ve zamanla imale edilmiş ve fikren ele geçirilmiş olabilir. Bunun nedeni de; ya donanımda bir eksiklik ya da pürüzlü bir kişiliğe haiz olmasıdır.

***

İşçi Partililerle birlikte aynı anda operasyona maruz kalmaları onlar açısından talihsizlik olmuştur. Bilindiği gibi Perinçek grubu tarihi boyunca sistematik olarak dinle diyanetle uğraşmış ve özellikle de İslâmiyete olan olumsuz ilgisi sürekli olarak gündemde kalmıştır. Turan Dursun’a sahip çıktığını hatırlatmak bile kâfi gelir sanırım. Aziz Nesin’in konumu onun ve çevresinin yaptıkları karşısında çok hafif kalır. Bundan dolayı Hüsnü Aktaş geçmişte benzerleri için ‘topal tağut’ sıfatını kullanmıştır. Zaman zaman ABD’ye veya politikalarına karşı tepki noktasında ortak reflekse sahip olmak mümkünse de; bundan ötesi beyhude. Din konusunda Doğu Perinçek’in durduğu yer gizlenemeyecek kadar açıktır. Dolayısıya onun kurumlarında dinî programlar yapmak eşyanın tabiatına zıttır. Dinî, jeopolitiğe kurban etmektir. Dine bakış açısından ulusalcılarla liberaller arasında pek bir fark olmadığını söylemiştim. Birisi mutlak hürriyetle ve bunun tabiî sonucu olan ibahiye ile kurutuyor diğeri de hürriyetsizlikle boğuyor. Son sıralarda liberal İslâmcılarla, ulusal İslâmcılar mantar gibi bittiler ve ülkenin ufkunu kararttılar. Diyalog gibi meseleleri aralarında kimlik kavgası meselesi haline getirdiler. Dindarları ve ülkeyi kutuplaştırdılar. Ulusalcı İslâmî cemaatların veya teşekküllerin genel vasfı batiniliğe meyyal oluşlarıdır. Batiniliğe kaydıkları oranda ulusalcılarla ortak noktaya ve zemine ulaşmış oluyorlar. Batiniliğe kaydıkça ulusalcılığın çekim alanına giriyorlar. İslâmî teşekküller batiniliğe yaklaştıkları oranda ulusalcılığa ve derin devlete yaklaşıyor; derin devlette İslâmî cemiyet veya cemaatlara nüfuz ve hulûl ediyor. Bunu anlamak için ulusalcı İslâmî anlayışların kimyasına ve tabiatına bakmak yeterlidir.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hz. Nuh'un gemisinde görev yapmak



HZ. NUH'UN gemisi tufanda inananların içerisine girip sahil-i selâmete ulaştığı bir gemiydi. Her devirde peygamberlerin gemilerine binen, yani onların yolundan gidenler kurtulagelmişlerdir. Bunun dışındaki yollar tehlikeli ve felâketlerle dolu yollardır.

Asrımızda da kurtuluş için Hz. Nuh’un gemisine binmek, yani hayatımızı iman ve Kur’ân çerçevesinde şekillendirmek gerekiyor.

Hz. Nuh’un gemisinde görev yapan tayfalara da büyük görevler düşüyor. Onlar yolculardan farklı olmak zorundadırlar. Uymaları gereken bir kısım kurallar vardır. Yolcular gibi rahatlarını düşünemezler.

Talebelerinin insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâları ve ebedî saadeti netice veren bir fabrikanın çarkları hükmünde ve ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) sahil-i selâmet olan Dârü’s-Selâma çıkaran Rabbanî bir gemide çalışan hademeler olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri uyulması gereken bu vazgeçilmez kuralları nazara verirken birlik, bütünlük ve dayanışma içerisinde olmak gerektiğinin üstüne basar, bunu örneklerle anlatır. Dört fertten bin yüz on bir kuvve-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmak ile tesanüd ve hakikî ittihada muhtaç olduklarını söyler ve şöyle der: “Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedâkâr kardeşlerin kıymet ve kuvve-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuât-ı tarihiye şehadet ediyor.”1

Kardeşler arasında birlik ve beraberlik bu kadar önemlidir. Bu kaybolduğunda mânevî hayatın da sona ereceğini belirten Bediüzzaman Hazretleri, “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider”2 âyetinde de işaret edildiği gibi tesanüd bozulduğunda cemaatin de tadının kaçacağını söyler ve yukardaki mânâyı teyid eder tarzda üç elif örneğini verir. Üç elif ayrı ayrı yazılsa, üç kıymetindedir. Yan yana gelip omuz omuza verdiklerinde ise yüz on bir kıymetinde olurlar. Bunun gibi Hakka hizmeti esas alan üç dört kişi işbölümü yapmaksızın ayrı ayrı hareket etseler üç dört adam kıymet ve kuvvetinde olurlar. Eğer hakikî bir kardeşlikle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olacak derecede tefânî sırrıyla hareket etseler, o dört adam dört yüz adam kıymet ve kuvvetini kazanırlar.3

Demek tesanüd içinde olmak bir kısım fedakârlıkları da gerektiriyor.

DİPNOTLAR:

1. Lem’alar, s. 165.

2. Enfal Sûresi, 46.

3. Barla Lâhikası, s. 88.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Avrupa’daki Müslüman azınlıkların problemleri



Almancıların, Avrupa’ya çalışmak için giden ilk nesli dönmek üzere gitmiş. Onun için bütün yatırımlarını Türkiye’ye yapmış. İkinci, üçüncü nesil artık, dönmemek üzere Avrupa’ya yerleşmiş, yatırımlarını oraya yapıyor.

Bu akılcı bir davranıştır. Buradan hareketle dünya - ahiret meselesine bir gönderme yapalım:

Ahirete döneceğimiz yüzde yüz, yüzde yüz bin iken, acaba yatırımlarımızı dünyaya yapmamız akılcı bir davranış mı?

Aslında ahirete yatırım, elindekini bütün bütün elinden çıkarmak değil. Sadece ihsan edilen nimetleri, değerleri, Allah hesabına, meşrû dairede kullanmak ve dünyanın ahiretin tarlası olduğunu düşünerek çalışmaktır.

Britanya İslâm Derneği Kurucu Başkanı Prof. Dr. Kemal Helbawy, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin (ESAM) Ankara Ticaret Odası Konferans Salonu’nda düzenlediği ‘’İslâmın Batı’ya Vaadettikleri ve Batı’nın İslâm Algısı’’ konulu konferansta Batı’da yaklaşık 40 milyon Müslüman’ın yaşadığını ve İslâm’ın Batının gerçeği olduğunu söyledi. İngiltere’de 2 milyona yakın Müslüman bulunduğunu belirten Helbawy, Müslümanların 60 yıl boyunca İngiltere’de farklı alanlarda faaliyetlerde bulunduklarını kaydetti. Helbawy, Müslümanların aslında Batı toplumunun tam da içine giremediklerini, yayılamadıklarını ifade etti.

Müslümanlar için ‘’şeriat yasalarının uygulanması gerektiğini’’ söyleyen Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Rowan Williams’ın İngiltere’de çok eleştirildiğini hatırlatan Helbawy, ancak ‘’Şeytan’ın Ayetleri’’ kitabının yazarı Salman Rüşdi’nin özel koruma altında olduğunu ve pek çok programa katılmasının sağlandığını belirtti. Helbawy, Rüşdi’nin ifade özgürlüğü adına pek çok yerde konuşturulduğunu, ancak Williams’ın söylediklerine ifade özgürlüğü olarak bakılmadığını söyleyerek, ‘’buna çifte standart denir’’ dedi.

Amerika’yı da eleştiren Helbawy, Amerika’nın petrol kaynakları bulunan ve stratejik öneme sahip her yeri elde etmeye çalıştığını iddia etti. Helbawy, ‘’Şu an askerî üslere bakın. Hemen her Müslüman ülke Amerika ile ilişkilerini iyi tutmak istiyorsa bir üsse izin vermeli’’ diye konuştu. Guantanamo’da ve Ebu Garib cezaevinde yaşananlara da değinen Helbawy, ‘’Ben Firavun tarihini de okudum. Ama şu an Bush’un Guantanamo’da, Ebu Garib cezaevinde yaptıkları tarihte bile yaşanmamıştır’’ dedi.

Batıda çalışan Müslümanların temel problemlerinden birisi, daha doğrusu en az vakit ayırdıkları şey ise, ne yazık ki okumak! Kendilerince bunun birkaç meşrû sebebi var:

Öncelikle, zamanları az. Çalışıyorlar ve gerçekten yoruluyorlar. Her zaman istedikleri kitapları bulamıyorlar. Kitap bulsalar, vakit bulmaları zor.

Dinî bilgilerini geliştirmek istiyorlar. Hıristiyan kültürünün hakim olduğu bir ülkede, maneviyattan uzaklaşmış, maddeperest ve ateist bir cemiyet içinde, İslâm eğitimi ve terbiyesi almak, oldukça büyük bir fedâkârlık; azamî gayret istiyor, özel bir çaba ve hamiyet gerektiriyor.

28.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (1)



Yüz binlerce Emirdağ'lı Avrupa'da yaşıyor

Daha evvelki yıllarda Türkiye'de bulunan Nur Menzillerinin hemen tamamını gidip görmüş, bir kısmını ise defalarca ziyaret etme şansını bulmuştuk: Nurs, Barla, Tillo, Van, Hizan, Eğirdir, Isparta, İslâmköy, Kastamonu, İnebolu, Eskişehir, Afyon, Denizli, vesaire...

Fakat, ne hikmetse yolumuzu Emirdağ'a bir türlü düşürememiştik. Buna ise, hayli içerleniyor, hayıflanıyor, hüzün duyuyorduk.

Zira, Üstad Bediüzzaman'ın şu veya bu vesile ile gidip kaldığı yerler arasında Emirdağ bir istisna teşkil ediyordu. 1944–1960 yılları arasında maddî ve mânevî havasının nihayet derecede ağır geldiği bu beldede, Hz. Üstad her yerden daha fazla kalmıştı. Üstelik, burada resmî iskânı sağlanmış ve Emirdağ nüfus kütüğüne kaydı yapılmıştı.

Biz ise, çok arzu etmemize rağmen buraya gidememiş, şahitlerle görüşüp hatıralarını kendi ağızlarından dinleyememiştik.

Nihayet, vakt–i merhûn geldi ve bu nurlu beldeye gitmeye de kuvvetli bir vesile çıktı. Geçen hafta Emirdağ'da idik. Hem ilçe merkezini gezip gördük, hem de bazı köylerini dolaşma imkânını bulduk.

Ayrıca, Hz. Bediüzzaman'ın iki yıl şoförlüğünü yapan ve bütün ömrünü Nur hizmetine adayan Çalışkanlar hanedanından muhterem Mahmud Çalışkan ile yine Hz. Üstad'ın en yakın hizmetkârlarından olan Ahmed Urfalı Ağabeyleri evlerinde ziyaret ettik. Bir grup Emirdağ'lı kardeşlerle birlikte gidip sohbetlerini dinledik.

Keza, onlara Lâhika mektuplarıyla bağlantılı bazı suâller sorarak, hadiselerin arka planlarını öğrenmeye çalıştık. Öyle şeyler anlatıp naklettiler ki, emin olun zaman zaman ürperdik, dehşete kapıldık.

Meğerse, orada Hazret–i Bediüzzaman'a ne kadar sıkıntılar verilmiş, ne eziyetler çektirilmiş, ne taarruzlarda bulunulmuş ve ne tür imha ve ihanet planları devreye sokulmuş da, bundan bizler hakkıyla haberdar olamamışız.

Bütün bu tesbit ve değerlendirmeleri, inşaallah önümüzdeki günlerde sizlere sunmak arzusundayız.

EMİRDAĞ'IN BAZI HUSUSİYETLERİ

Afyon'a bağlı bir ilçe olan Emirdağ, Eskişehir–Konya karayolu güzergâhında yer alıyor. İlçe merkezine bağlı beş belde ile altmış civarında köyü bulunuyor.

Emirdağ ilçe merkezinin nüfusu 20 bin civarında iken, köylerinin toplam nüfusu ise, bu rakamın biraz üzerinde olduğu tahmin ediliyor.

Tahmin diyoruz, zira Emirdağ toplam nüfusunun en az beş katı gurbette yaşıyor. 1961'de başlayan bu göç dalgası halen devam ediyor. Şu an itibariyle, çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan Emirdağ'lıların 200 bin nüfusa yaklaştığı ifade ediliyor.

Bu durum bir istisnadır ve Türkiye'de sadece Emirdağ'a mahsustur.

Özellikle yaz aylarında gurbetçilerin çoğu köylerine, memleketlerine gelirler. Bazı yerlerde nüfusun bir anda ona, hatta yirmiye katlandığı görülür.

Salı günleri, ilçe merkezinin açık pazar günüdür. Haziran–Ağustos aylarında pazar yeri öylesine kalabalıklaşır ki, ne adım atacak yer kalır, ne de arabayı park edecek yer. Son model arabalarla gelen gurbetçiler, yüklü alış verişlerde bulunarak yeniden gurbetin yolunu tutarlar.

İşte, üç aylığına da olsa, sayısı yüz binleri bulan bu nüfusa, maddî ve ticarî hizmetin yanı sıra, ayrıca bir mânevî hizmetin sunulması gerekiyor. Hz. Bediüzzaman ile saff–ı evveli teşkil eden talebelerinin altmış sene önce icraya başladıkları bu nuranî hizmeti, günümüz şartlarını da nazara alarak yeniden canlandırmak lâzım.

Evet, Nur hizmeti uğrunda vaktiyle çok büyük meşakkatlerin çekildiği, çok ağır bedellerin ödendiği Emirdağ, şimdi eskisinden daha fazla Nur kahramanlarını bekliyor. Yüz binlerce gurbetçiye sunulacak hizmetler, inanıyoruz ki, Belçika ve Hollanda başta olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde büyük fütûhata vesile olacak, sebebiyet verecek.

(Devamı var)

Tarihin yorumu / 28 Temmuz 1808

Saltanata kan bulaştı

Sultan III. Selim'in katledilmesi ve peşpeşe yaşanan hâdiseler zinciri şu şekilde gelişti: Silistre Valisi ve Tuna Seraskeri Alemdar Mustafa Paşa, Kabakçı isyanı neticesi tahttan indirilen Sultan III. Selim'i yeniden saltanat makamına çıkartmak maksadıyla, 15.000 kadar askerî bir kuvvetle İstanbul'a girdi. Sadrazamlık mührünü ele geçiren Alemdar, III. Selim'in ölüsüyle karşılaştı. Öldürülmek üzere olan II. Mahmud'u kurtarıp tahta çıkardı; isyancıların saltanata getirdiği IV. Mustafa'yı da has odaya kapattı. Alemdar Mustafa Paşa, II. Mahmud tarafından sadrazamlık makamına getirildi. İstanbul'un genel siyasetini bilmeyen Alemdar, Yeniçerilerin baskınına uğradığı 15 Kasım akşamı taraftarlarından yardım göremeyince, bulunduğu yerdeki cephaneliğin barut fıçılarını ateşledi; kendisiyle birlikte konağın çatısından içeri girmek isteyen 300 kadar yeniçeri askerinin de ölümüne sebep oldu. Enkaz altından çıkarılan Alemdar Paşanın cesedi yeniçeri zorbaları tarafından Sultanahmet'te bir ağaca asılarak teşhir edildi. Üç gün sonra Yedikule'deki bir kuyuya atılan Alemdar'ın kemikleri, yıllar sonra Yeniçeri Ocağının kapatılmasıyla (1826) çıkartıldı. 1908'e kadar Yedikule surları yanında gömülü olan Alemdar Mustafa Paşanın naaşı, II. Meşrûtiyetin ilânından sonra Gülhane parkı karşısındaki Zeynep Sultan Camii bahçesine nakledildi.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Darbenin merkez üssünden bildiriyorum!



Burası darbelerin, muhtıraların, entrikaların merkez üssü...

Önce koordinatları veriyorum:

“27 Mayıs 1960 darbesi 300 metre ilerimizdeki bir binada tertiplendi. 12 Mart 1971 muhtırası burada yazıldı. 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece bütün ışıkları yanan bina hemen yanıbaşımızda.

28 Şubat’ın startı burada verildi. Batı Çalışma Grubu buradan 10 dakika uzaklıktaydı. Cumhuriyet Çalışma Grubu da çok uzakta değil.

27 Nisan e-muhtırasının yayımlandığı internet sitesinin merkezi burası. 367 kararı da birkaç kilometre ileride alındı. Partileri kapatan başsavcıların tamamı etrafımızda görebileceğimiz evlerde yaşıyor. Meclis’e karşı muhtıra yayınlayan Yargıtay ve Danıştay bu yolun üzerinde bulunuyor.

Sayıları binleri aşan faili meçhul cinayetlerin kararları tek tek bu şehirdeki binalarda alındı. Diyarbakır hapishanesinde yapılacak işkencelerin dozu yine bu binaların loş odalarında ayarlandı.”

***

Ergenekon terör örgütü soruşturması ile şok yaşayan üs, iddianamenin mahkeme tarafından kabul edilmesiyle “demokrasi ölçeği”ne göre büyük bir artçı sarsıntıya sahne oldu. Yetkililer, yıllardır kısmî sallantıları bir şekilde atlatan merkezin bugüne kadar gördüğü en büyük artçı sarsıntılardan biri olduğunda birleşti.

Adını vermek istemeyen “üst düzey” bir uzman, dünyanın oluşumundan beri, fitne-fücur yönünden aktif bulunan bölgelerde darbelerin ardışıklı olarak oluştuğu ve sonucunda milyonlarca insanın hayatının olumsuz etkilendiğini vurguladı.

Az öncekinin “bir kat daha üst düzeyinde” bulunan diğer bir uzman ise, ülkemizin dünyanın en etkin darbe kuşaklarından birinin üzerinde bulunduğunu hatırlatarak, “Geçmişte yurdumuzda birçok yıkıcı darbe, muhtıra ve müdahaleler oldu. Darbenin gerek hazırlık aşamasında gerek sonrasında büyük can kaybına uğradık. Ancak zaman içinde vatandaşlar hak ve özgürlüklerini savunma bilincine kavuştu. Gençler, özellikle de sivilleri kolay kolay kül yutmuyor. Maşallah hepsinin karnı içi boş nutuklara, arkası gelmeyen hikâyelere tok” dedi.

***

Darbenin merkez üssünde bir araya gelen binlerce kişi, Sıhhiye Köprüsü üzerinden başlayarak Kolej’e kadar darbecileri, millet iradesini çalan hırsızları, hürriyet hortumcularını protesto etti.

“Darbelere dur de”, “öz, öz özgürlük”, “darbelere karşı omuz omuza”, “köhnemiş efendilere, küflenmiş tabulara son” sloganları eşliğinde yürüyen kalabalık “eşkiya dünyaya hükümdar olmaz” türküsü ve “darbeye bir daha asla” yemini ile bir sonraki programda buluşmak üzere ayrıldı.

Darbelerin merkez üssü Ankara’dan aktaracaklarım şimdilik bu kadar. Bizi izlemeye devam edin!

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Van mevlidi



Yazarımız Halil Uslu’nun geçen yıl 10-15 Aralık günlerinde gazetemizde yayınlanan “İttihad-ı İslâm ve Güneydoğu” başlıklı yazı dizisinin bir bölümünde hatırlattığı gibi, Van ilimizde 12 Eylül’e kadar devam eden çok güzel ve anlamlı bir gelenek vardı:

Bediüzzaman mevlidi.

Yıllarca süren bu mevlid, hem Peygamberimiz (a.s.m.) diğer peygamberler, gelmiş geçmiş maneviyat büyükleri, İslâm âlimleri, evliyalar ve şehitlerle birlikte Bediüzzaman Hazretleri için duâ vesilesi oluyor, hem de Türkiye’nin dört bir yanından Nur talebelerini buluşturuyordu.

Van, Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden önce Üstadın göl kıyısında Medresetüz-Zehra projesinin temelini attığı ve Horhor medresesinde talebelerine ilim öğrettiği; cumhuriyet sonrasında da, batıya sürgün edilinceye kadar Erek dağında uzlet hayatı yaşadığı, kıymetli hatıralarını barındıran çok özel bir belde.

Dolayısıyla, Bediüzzaman mevlidi için en uygun ve lâyık mahallerden biri.

Bu düşünceyle talebeleri bu mevlidi organize edip yıllarca devam ettirdiler. Ve o dönemin ulaşım zorluklarına rağmen mevlid her yıl çok sayıda Nur gönüllüsünü Van’a cezb etti.

Van mevlidlerinin güzel neticelerinden biri de, Halil Uslu’nun vurguladığı gibi, Müslümanlar arasındaki iman ve İslâm kardeşliğini canlı tutarak birlik beraberlik mânâsının tahakkukuna vesile olması ve bu sayede insanlarımızı bölüp parçalamayı hedefleyen fitne ve tezgâhların bozulmasına katkıda bulunmasıydı.

Ama birçok güzel ve hayırlı faaliyet gibi bu anlamlı etkinlik de ne yazık ki, mâlûm zihniyetin gadrine kurban gitti. En son mevlidde, katılanlar, sanki bir suç örgütü mensuplarıymış gibi baskına uğradı; gözaltına alınanlar oldu.

Sonra da bir daha mevlid yapılmadı.

Aradan geçen zaman zarfında Şanlıurfa’da her Ramazan ayının 25. gecesinde yapılagelen mevlidler istikrarlı bir şekilde devam etti.

1990’dan itibaren ise Ankara Kocatepe Camiindeki mevlidler başlatıldı. Gazetemizin organizatörlüğünde tertiplenen Bediüzzaman mevlidlerinin ilki, mâlûm cenahın kopardığı yaygara sonucu yine gözaltıları, soruşturmaları ve dâvâları beraberinde getirdi.

Aralarında, yakın zaman önce rahmet-i Rahman’a kavuşmuş olan Cemal Gündoğdu Hoca ile “Çamdağından esen yeller” şairi ve eski Yönetim Kurulu üyelerimizden Hilmi Doğan’ın da bulunduğu Yeni Asya mensupları, DGM’nin unutulmaz savcılarından Nusret Demiral’ın marifetiyle 15 gün nezarette tutuldu ve kanunî sürenin bitiminde mahkemece bırakıldı.

Ardından savcının 163’ten açtığı dâvâ ise, bu maddenin o günlerde Meclis tarafından kaldırılması neticesinde düştü.

Daha sonra Kocatepe mevlidleri istikrarlı bir şekilde devam etti. 17 Ağustos depreminin sonrasına tevafuk eden 1999 mevlidinde de yine bir gürültü koparıldı. Bu defaki sebep, gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın, gazetecilerin sorularını cevaplarken 28 Şubat’ı eleştirip depremi ilâhî ikaz olarak nitelemesiydi.

Ve bu defa resmî gazap tam bir hışımla geldi.

Kutlular, 28 Şubat’ta eski 163’ün yerine ikame edilen 312. maddeden yargılanıp mahkûm edildi, 276 gün hapis yattı, aynı mesajı veren yazılarından dolayı Yeni Asya yazarlarının neredeyse tamamı yargılandı, maddede bilâhare yapılan değişiklikler sebebiyle infaz edilmese de ceza alanlar oldu. Ve sonuncusu 2000 yılında yapılan Kocatepe mevlidlerine bir daha izin verilmedi.

Buna karşılık, Şanlıurfa’da devam eden geleneksel mevlidlere ilâveten, son birkaç yıldır Ağrı Bediüzzaman mevlidleri yapmaya başladı.

Bütün bu serencamın ardından sözü getirmek istediğimiz yer şurası: Efsanevî Van mevlidleri, önümüzdeki 3 Ağustos Pazar günü Yukarı Nurşin Camiinde öğle namazını müteakiben okutulacak mevlidle tekrar başlıyor.

Bu gelişmenin, 12 Eylül tünelinden çıkışın da müjdesi olması dileğiyle, emeği geçen organizatörleri kutluyor, “Darısı 28 Şubat mağduru Kocatepe mevlidine” diyoruz.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Adalet yerini bulsun



Beklenen gün geldi ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Cuma günü Ergenekon dâvâsı ile ilgili iddianameyi kabul ettiğini açıkladı. Böylece uzun süre gündemi meşgul eden operasyon ve tutuklamalarda yeni bir merhaleye girilmiş oldu. Bugüne kadar yapılan tutuklamalara itiraz edenler, iddianamenin geç kaldığını ileri sürüyorlardı. Hatta, iddianamenin hazırlanamayacağını, tutuklamaların da kanunsuz olduğunu iddia ediliyordu. Nihayet, çok uzun bir iddianame ve yüzlerce klâsörden oluşan ‘delil dosyaları’ mahkemece işleme konulmuş oldu.

Başlangıçta operasyon ve tutuklamaları ciddiye almamakta direnen bazı ‘büyük gazete’ler, son yayınlarına bakılırsa ‘ikna olmuş’ gibi görünüyorlar. Bazı köşe yazılarında itiraz sesleri yükselse de, Cumartesi günkü gazetelerin neredeyse yarısı ‘Engenekon iddianamesi’ne ayrılmıştı.

Elbette, ortaya konulan iddianameyi ciddiye almamakta direnenler de var. Onlar da iddianamenin kendilerince ‘en zayıf’ noktasını keşfetmeye çalışıyorlar. “Av tüfeğiyle darbe olur mu” türü manşetler bu yaklaşımlara örnek kabul edilebilir. (Cumhuriyet, 26 Temmuz 2008)

Dâvânın ilk duruşması 20 Ekim’de Silivri’de başlayacak. Hem konusu hem de tutukluların özelliği sebebiyle bu mahkeme bir anlamda ‘özel’ sayılabilir. Dâvâ uzamasın diye mahkemenin başka hiçbir konuya bakmayacağının açıklanması da bu ‘özel’liğinden kaynaklanıyor olabilir.

“Gazeteler iddianameye neredeyse sayfalarının yarısını ayırdılar” dedik, ama bu bile iddiaları özetlemeye yetmiyor. Bu bakımdan, önümüzdeki günlerde daha ayrıntılı yorumlar ve değerlendirmeler yapılabilir. Neticenin nasıl tecelli edeceğini bugünden bilmek mümkün değil, ama sanıklara isnad edilen suçlamaların çok ağır ve tüyler ürpertici olduğu ortada. Öyle iddia ve isnatlar var ki, halk tabiriyle ‘kavgada dahi söylenmez.’

Sanıklar savunmalarını yapacak, kararı da mahkeme verecek. Yalnız, iddianamede sıralanan bazı hadiseler hakkında zaten millet ekseriyetinin başlangıcından beri şüpheleri vardı. Meselâ, bazı ‘aydın’ların öldürülmesi, Gazi Mahallesindeki kargaşa, bir gazetenin bombalanması, bir hukukçunun katledilmesi vs. Bu hadiseler sonrası yapılan ‘resmî’ açıklamalar milletçe şüpheyle karşılanmıştı. Çünkü ayrıntılı bir araştırma ve inceleme yapılmadan suç, ‘irticaî örgütler’e havale edilmişti. İddianamede, ‘irticaî örgüt’ diye bilinen yapılanmaların da ‘sanık’larla irtibatlı oldukları ifade ediliyor.

Yine, Sabancı suikastıyla ilgili olarak yapılan tesbit de dikkat çekici. Zaten Türkiye, Sabancı suikastını ve sonrasındaki gelişmeleri, resmî açıklamaları bir türlü anlayamamıştı. ‘Katil’in nasıl olup da özel korunan bir mekâna girebildiği, ‘suçlanan’ların nasıl olup da yurt dışına kaçabildiği, yakalanan ‘suçlu’nun nasıl olup da yattığı cezaevinde öldürüldüğü hep karanlıkta kalan noktalardı.

Umalım ve dileyelim ki, adalet yerini bulsun. Türkiye; hak, hukuk ve medeniyet yolunda ilerlesin. Yapanın yanına kâr kalmasın.

28.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır