|
|
Şaban DÖĞEN |
Ömür boyu hicret |
|
RESÜL-Ü Ekrem (a.s.m.) ve Müslümanların 622’de Mekke’den Medine’ye göç edişlerine Hicret diyoruz.
Hicret her ne kadar yüzyıllar önce gerçekleştirilmiş bir olay ise de hâlâ yaşanan, birçok gerçeği birden hatırlatan canlı bir hakikat, bir ibret ve hikmet tablosu olarak önümüzde duruyor.
İslâmın hangi hakikatı vardır ki her asra, her kesime hitap etmesin.
Görünüşte bir kaçış gibidir Hicret. Eğer bu bir kaçıssa korku kaçışı değil, Allah’a kaçış, yani Allah’ın emrine uyma için uygun bir zemin arama, dini rahat bir atmosferde yaşama kaçışıdır. Bütün meselesi Allah’ın rızasını kazanma olan ve bu hususta güçlükler çeken Sahabenin yine Allah’ın rızasına kaçışının bir ifadesidir.
Evet, Hicret Allah’ın rızasını elde etmenin bir ifadesi olan dini korkusuz, tehlikesiz bir iklimde güven içinde, serbestçe yaşamak için münbit bir zemin, müsait bir iklim arayışından ibarettir. Bir kısım Müslümanlar Habeşistan’a da bu maksatla hicret etmemişler miydi?
Hicret günahtan kaçıştır. Nitekim Allah Resûlü (a.s.m.) “Muhacir günahları terk edendir” buyurarak bunun her dönemde gerçekleştirilebileceğini göstermiştir.
Hicret hakikat güneşinin, gözlerini alan insanlara farklı bir mevsimde, farklı bir ufuktan doğarak gösterme hadisesidir. Allah için yapılamayacak fedâkârlık olamazdı. Bir kısmı Allah için malını, mülkünü, her şeyini bırakıp yurdunu terk ederken bir kısmı da diğerlerine kucak açacak, her şeylerini paylaşacaklardı. Enfal Sûresinin 74. âyetinde belirtildiği gibi bu gerçek mü'minler günahları bağışlanan ve Cennette tükenmez rızıkları hak kazanan kimselerdi.
Mü’min güzelliklerin, mükemmelliklerin adamıdır. İnsanı insan yapan, üstelik sultan yapan bütün güzel hasletlere sahiptir. Bu manevî zenginlik hem dünya, hem de ahirette mutlu etmeye yeter insanı. Gerçek kurtuluş işte budur.
Ve yine mü’min bencil değil, diğergam insandır. Tattığı bu mutluluğu başkalarının da tatmasını, onların da kurtulmasını ister.
Bir anlamda Hicret insan kurtarmanın farklı bir versiyonu, adam kazanma, İslâma ısındırma hareketinin diğer bir şeklidir. Savaşta elindeki kılıçla düşmanı öldürecekken yüzüne tükürmesi üzerine kesmeyi bırakan Hz. Ali’nin, düşmanı bırakışında da—o kritik anda bile adam kurtarma— gerçeği yatmaz mı?
En şiddetli düşmanını bile yok etme değil, kurtarma anlayışı, şefkat ve merhameti vardır Hicrette. Aradan geçen hadiseler sonucunda peşin hükümlerden sıyrılıp kin, nefret ve düşmanlık duygularından arınan müşrikler zamanla İslâma insaf ve vicdanla bakmaya, bir bir teslim olmaya başlamışlardı. Mü’min gerektiğinde İslâmı tebliğde farklı bir iklim ve atmosfere girecektir.
Evet, Hicret bir türlü değerleri bilinemeyen; sevgi, şefkat, insanlık ve fazilet abidesi olan insanların herbiri birer cevher olan hasletlerinin, o cevherlerin insanlıktan yoksun vahşî, kaba nice insan tarafından fark edilip onlara koşmalarını sağlamak için bir hazırlıktı, farklı adımlar atmaktı; kurtulamayan insanları iman nurlarıyla kurtarma operasyonuydu.
Diğer bir ifadeyle Hicret insanlığa, barışa, huzura koşma, tek kelimeyle dünyanın Cennete döndürülmesi faaliyetidir. Sevgi, saygı, barış, dostluk, yardımlaşmanın hükmettiği bir dünya hiç Cennete dönmez mi?
Kısaca Asr-ı Saadet modelinin vücut bulmasında Hicret, başlangıcı biraz ıztırap, sonu rahmet dolu bir kesit olarak yer alacak, insanlığa ibret ve hikmetler yüklü hatıralar armağan edecekti.
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa Kısa |
|
Ersan Bey: “Kız ve erkek çocuklarımızın namaza ve tesettür hükümlerini uygulamaya başlamalarının belli bir yaş sınırı var mıdır?”
Öğrenme, çocuk zararı faydadan ayırmaya başladıktan sonra başlar. Güç yetirebildiğini öğrenir. Sünnette yedinci yaş, öğrenme yaşıdır. Peygamber Efendimiz (asm) kız ve erkek fark etmeksizin, çocuklarımıza namazı yedi yaşında öğretmeye başlamamızı emir buyurmuştur.12 Fakat mahşerdeki hesaba dönük sorumluluğun başladığı yaş, ergenlik yaşıdır.
Kur’ân, “Allah kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz.”13 buyurmuştur. Güç yetirme sınırı teklif yaşıdır, yani mükellef olma yaşıdır. Peygamber Efendimiz (asm) “güç yetirme” sınırını, yani mükellef olma yaşını şöyle bildirmiştir: “Kalem üç kişiden kaldırılmıştır: 1- Uyanıncaya kadar uyuyandan.
2- Delikanlı oluncaya kadar çocuktan. 3- Akıllanıncaya kadar deliden.”14
Demek, çocuk delikanlı olunca, eğer aklı da yerindeyse mükelleftir, yani teklif yaşına gelmiştir. Teklif yaşı kişinin akılbaliğ olduğu, yani ergenliğe ulaştığı yaştır. Buluğ, biyolojik ergenlik demektir ve kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkinler gurubuna katıldığı dönemin başlangıcıdır. Bu yaş iklim şartlarına ve çocuğun biyolojik ve psikolojik yapısına ve yaratılışına göre değişiklik arz edebilmektedir. Ergenlik çağı net olarak, erkek çocuklar için ilk ihtilâm olduğu yaşta; kız çocuklar için ise ilk âdet görmeye başladığı yaşta başlamış olmaktadır. Bunu yaş olarak rakamlara da döken İslâm Hukukçuları bu konuda bir alt sınır, bir de üst sınır belirlemişler; alt sınırın altındakileri ergen saymamışlar; üst sınırı geçenleri ise, ergen olmadıklarını iddia etseler bile ergen saymışlardır. Alt sınır kızlarda dokuz, erkek çocuklarda on ikidir. Üst sınır ise, İmamı Azam Ebû Hanife’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz; İmamı Malik’e göre her iki cins için on sekiz; Hanefî Fukahasından İmamı Ebû Yusuf ile İmamı Muhammed’e göre ise her iki cins için on beş yaştır.15 Buluğ çağını, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri de ortalama on beşinci yaş olarak bildirmiştir.16
Demek mahşerdeki sorguda esas alınacak yaş, yaklaşık on beş yaştır. Bu yaşa giren çocuklarımız dinin emir ve yasaklarıyla mükelleftirler. Çocuklarımıza sorumluluklarını Peygamber Efendimiz’in (asm), “Müjdeleyiniz. Nefret ettirmeyiniz. Kolaylaştırınız. Zorlaştırmayınız.”17 Emri çerçevesinde hatırlatalım. İhmal ettiklerinde şefkatle ve sabırla onları teşvik edelim.
***
Ankara'dan okuyucumuz: "Ahir zamanda hiç kimse nefsine hâkim olamaz!” hadisinin ışığında böylesi fetret derecesinde dehşetli bir zamanda yaşamamızın acaba bir kurtuluş tarafı var mıdır? Üzerimize sel gibi saldıran şiddetli günahlardan nasıl kurtulabiliriz?”
Bu sorunun cevabını Bedîüzzaman Hazretleri veriyor ve cevabında takva ile salih amel kavramlarını yeniden tanımlayarak gençlere önemli tavsiyelerde bulunuyor. Kısaca arz edelim:
Bediüzzaman’a göre takva, günahlardan sakınmak; salih amel ise emir dairesinde hareket etmek ve sevap kazanmak demektir. Günahlardan kaçınmak, sevap kazanmaya nispeten daha önemlidir. Yani takva, salih amelden daha evlâdır. Bilhassa bu tahribat, sefahat, cazibedar hevesât ve ahlâkî yıkım zamanında, günahlardan kaçınmak demek olan takva esas tutulmalı ve günahlardan muhakkak sakınmalı, kebâir (büyük günahlar) terk edilmelidir. Bu zamanda farzlarını yapan, büyük günahları işlemeyen kurtulur! Çünkü böyle her taraftan büyük günahların saldırısına maruz kalanların, salih amele ihlâs içinde muvaffak olmaları zordur. Bundandır ki, bu ağır şartlar altında az bir salih amel, çok hükmündedir.
Bediüzzaman’a göre, üstelik takva (günahlardan kaçınma duygusu) içinde bir nevi salih amel zaten vardır. Öyle ki, bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı vardır. Böyle ağır şartlar altında ve böyle yoldan ve sokaktan, gazete ve mecmualardan, tv ve İnternet’ten binler günahın hücumu ve saldırısı zamanında takva, yani Allah korkusu niyetiyle “bir tek sakınmak” ile yani az bir amelde bulunup yüzlerce günahı terk etmekle, yüzlerce vacip işlenmiş oluyor. İşte, takva niyetiyle ve günahlardan sakınmak kastıyla menfi ibadet denilen “Allah rızası için haramlardan uzak durma ibadeti” yapılmış, çok önemli bir salih amel böylece işlenmiş olmaktadır. Madem şimdiki hayat tarzında her dakikada yüzer günah insana karşı geliyor. Elbette Allah korkusu ile haramlardan sakınan bir genç, yüzer salih amel işlemiş gibi sevap kazanmış olmaktadır.18
Dipnotlar:
12. Ebû Dâvud, Salât, 25
13. Bakara Sûresi: 286
14. Tirmizî, Hudud, 1
15. F. Hindiye, 10/345
16. Sözler, 591
17. Câmiü’sSağîr, 4/ s.1374 (H. No: 3118)
18. Kastamonu Lâhikası, s. 110
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Biz de “Allah Allah!” diyerek dayandık, ama… |
|
Avusturya'ya okuma; Almanya / Ahlen’deki yıllık toplantı programına katılmak üzere altı aylık vize talebinde bulunduk. Ne hikmetse Alman konsolosluğu, altı günlük vize verdi. Bayram arefesi dolayısıyla uzatma teşebbüslerimiz akim kaldı.
Dâvet eden arkadaşlarımızla yaptığımız istişareler neticesinde tevekkeltüalellah deyip, eski adıyla Yeşilköy Havalimanı’na ulaştık.
Türkiye’deki 10 derecelik hava sıcaklığından “Allah Allah, İllellah!” diyerek hareketle, Avusturya / Viyana’nın eksi 5 derecelik soğuk yüzüyle karşılaştık! Güya tedbirimize rağmen, hava değişikliğinin ilk darbesini yedik. Bereket versin, ehl-i hizmet kardeşimizin Ömer’in sıcak ilgisi, sevecen tavırları bizi bir derece ısıttı!
Akşam namazını havaalanının soğuk betonunda “Allahuekber!” diyerek kıldıktan sonra metroya binerek gazetemizin eski muhabirlerinden Ahmet Soytürk’ü (mesleği aslında terzilik) ziyaret ettik. Kimi zaman yaya, yine aynı şartlarda ziyaretle hizmet ve muhabirlik dönemlerini yad ederek ruhumuzu daha da ısıttık. Yeni Asya’da yayınlanan 25 Mayıs 1979 tarihli haberinin başlığı şöyleydi:
n “Müslümanların sayısı artınca / Avusturya İslâmı resmî din olarak kabul etti”
30 Mayıs 1983 tarihli (Tasvir) haberi ise şöyle manşetleşmişti:
n “Avusturya basını / Türkler bu defa sevgi öncüsü olarak Viyana’ya girdi / 50 sene sonra burası Türklerindir.”
16 Haziran 1989’da yazı dizisinin başlığı da şöyle atılmıştı:
n “Avusturya’da Müslümanlar serbestçe İslâmı yaşıyor / İslâm hızla inkişaf ediyor”
Ertesi gün, “Allah Allah, Allah” diyerek Türklerin II. Viyana kuşatmasında dayandığı Grelfed mevkiine gittik. Ne yazık ki, hava sisli ve kar yağıyordu. Bir yer göremeden ve kısık bir sesle, “Allah Allah!” diyerek geri döndük!
Akşam üzeri ise, yasakçı laik kafaların icat ettiği ve hiçbir hukukî mesnedi olmayan başörtüsü yasağından ötürü ülkelerini terk edip Viyana’daki üniversitelerin çeşitli fakültelerinde okuyan bir grup başörtülü talebe ile saatlerce süren müzakere ve mütalâalarda bulunduk…
16.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
İlim meclisleri |
|
âinattaki varlıklar içinde müstesna bir yeri olan insan, sayısız istidat ve kabiliyetlerle donatılmıştır. Her şey onun emrine boyun eğdirilmiş ve ihtiyacı için hazır edilmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri “İnsan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mâhiyet ve istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûmu hakikiyenin esas ve madeni ve nûru ve rûhu, mârifetullahtır. Ve onun üssülesası da imanı billâhtır.” tesbitini yaparak, insanın yaratılış amacının en temel unsurunu ifâde etmiştir.
İlim o kadar değerli bir hakikattir ki, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) “Hikmet, mü'minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alır. İlim, Çin de bile olsa gidin alın.” buyurmuştur. Din ilimleri gibi fen bilgileri de insanı Allah’a yaklaştıran ve imanını parlattıran hakikatler manzumesidir. Dinin meselelerini fen ilimleri ispat etmekte, din de fen ilimlerini teyit etmektedir. Zira din, ilimlerin efendisi ve pederidir.
Bütün ilimlerin esası, rûhu, temeli, şâhı ve padişahı mârifetullah ve iman ilmidir. Allah’tan uzaklaştıran ve inkâra sebep olan ilim, ilim değil, cehâlettir. İman ilimleri hem dünya, hem de âhiret hayatındaki saadetin temel taşıdır. “Her kim ilim öğrenirse, geçmiş günahlarına kefâret olur. En üstün sadaka, bir Müslüman’ın ilim öğrenmesi ve sonra da öğrendiği ilmi Müslüman kardeşlerine öğretmesidir” gibi hadisi şerifler ilim öğrenip onu başkalarıyla paylaşmaya teşvik etmektedir “İlim öğreniniz. Çünkü, Allah için ilim öğrenmek, Allah’tan korkmayı netice verir. İlme çalışmak ibâdettir. Müzakeresi, mütalâası tesbihtir. İlmî araştırma yapmak ise, cihaddır.”hadisi ilim ile meşguliyeti ibâdetten saymıştır.
Abdullah ibn Amr’dan (r.a) rivayet edilen bir hadis şerifte şöyle haber verilmiştir: “Resulullah (a.s.m.) bir seferinde Mescidi Saadete girdi. Orada halka şeklinde oturmuş iki grup sahabe gördü. Bunlardan bir grubu Kur’ân okuyor ve Allah’a duâ ediyordu. Diğerleri de ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu “Bunların hepsi hayır üzerinedirler. Şunlar, Kur’ân okuyorlar ve Allah’a duâ ediyorlar. Eğer, Allah dilerse onların istediklerini verir, dilerse vermez. Bunlar da ilim öğreniyorlar. Ben de, ancak bir muallim ve yol gösterici olarak gönderildim” Resulullah (a.s.m.) bu sözlerinden sonra hemen ilim öğrenen grubun yanına oturdu.” (İbn Mâce, Mukaddime 17) Böylece tercihini, ilim meclisi ve ilim müzâkeresi cihetinde kullandığını ortaya koyduğu anlaşılıyor.
Yine, İbni Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste de “Cennet bahçesine uğradığınız zaman, orada oturunuz.” buyurdu. Sahabeler “Ya Resulullah, Cennet bahçesi nedir?” diye sordular. Resulullah (a.s.m.) şöyle cevap verdi “İlim meclisleridir.” Mârifetullah denilen, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla bilmek ve iman hakikatlerinde terakki etmek için bir araya gelen Nur Talebelerinin ders toplantıları, o ilim meclislerinin tâ kendisidir. Allah Resulünün (a.s.m.) Cennet bahçesi olarak tarif ettiği ilim meclislerinden geri kalmak, Nur Talebeleri için hem vicdanî bir azap, hem de büyük bir kayıptır. Derse iştirak edildiği zamanlar ile, gidilmediği zamanların sevap farkı mahşerde görüldüğünde çok keşkeler söylenecektir. Ancak o gün, keşke şöyle yapsaydım demenin kimseye bir faydası olmayacaktır.
“Kim ilim öğrenmek maksadıyla yola koyulursa, Allah o kimseye Cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler, ilim yolunda yürüyen kimsenin etrafında kanatlarını serer ve kuşatırlar. İlim meclisinde bulunanlara, meclis dağılıncaya kadar mağfiretle duâ eder ve bağışlanmasını dilerler.” gibi hadislerin müjdesinden insan hiç kendisini bilerek mahrum eder mi?
Semâvâtın sakinleri olan melâikelerin bile gıpta ettiği ilim meclisleri ve iman hakikatlerinin mütalâa edildiği Risâle-i Nur dersleri için Üstad şöyle diyor. “Hem de ilim iki kısımdır: Bir nev'î ilim var ki, bir defa bilinse ve bir iki defa düşünülse kâfidir. Diğer kısmı, ekmek gibi, su gibi her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûmu imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibariyle inşallah o cümledendir.” (Barla Lh. 419)
Zemin yüzünün süsü ve iman hakikatlerini dinlemekten zevk alan görmediğimiz sayısız şuurlu varlıkların bile katıldığı Nur derslerine katılmaktan hiçbir şey bizi geri bırakmamalı ve hiçbir mâzeret alıkoymamalıdır. Hem yeni insanların da istifadesine vesile olunmalıdır.
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Cevapsız sorular |
|
Biz kimdik?
Bir isimle çağrılırken dönüp bakacak kadar kısamıydı bizi anlatan cümle?
Adımızı söylediklerinde, cevap verdiklerimiz ne kadar bilirdi bizi? Bütün kelimeler bir şeyler çağrıştırmak için mi yan yana gelmişti?
Yoksa hasbelkader konulup, hatta bir kaç defa da değiştirilip, en sonunda birinden duyulup, kulağa hoş geldiği için mi bu isimle isimlendirilmiştik?
Ve kaçımız isimlerimizden memnuniyet duyup, keşkeli cümlelerini birde isimleri için kullanmamıştır?
“Ben” in içine ne kadar tanıdık kelime yerleştirebilirdik meselâ? Her “ben” kelimesi, hangi sayıdan sonra “bize” dönüşmüştü?
Her gün gördüğümüz yüzümüz, en yabancı olduğumuz yan iken, “ben” daha kendini tanımaktan yorgun iken… “Onu tanıyorum” diye cevap verenler, ne kadar tanımıştı bizi?
Sahi “tanımak” ne idi hatırladınız mı?
Ya da “Anlat kendini” türünden emir kipiyle kurulmuş bir cümleye, kaç kelimeyle cevap verebilirdik.
“Ne olmak istiyorsun?” sorusunun karşılığında kaç kelimeye sığdırırdık düşlerimizi?
“Siz” dediklerinde ismimizin yanına bırakılan iyi dileklerin kaçına sahip çıkacak cüreti gösterebilirdik?
Ya da eğilip bükülürken, ağzımızdan çıkan cümlelerin kaçta kaçı cümle kalıplarına uysun diye söylenirdi.
“Seni anlıyorum” diyenler gerçekten anlamış mıydı bizi?
“Anladım” demek tam olarak neyin karşılığıydı
Sözlüklerdeki kelimeler, bütün yaşanmışlıkları açıklamaya yeter miydi? Yazılanlar ve söylenenler “Bitti. Hepsi bu kadar” diyecek kadar bize ait miydi?
Ya da
Yazılan ve “Tam beni anlatmış.” dediğimiz bütün romanlar gerçekten bizi anlattıysa, neden her seferinde şaşıp kalıyorduk yaşadıklarımıza. Hiç yaşamamış gibi tepkiler verdiğimiz yaşanmışlıklarımız, daha önce okunanlara neden uyum göstermiyordu?
Hayat en son ne zaman bizimle şöyle içli içli konuşmuştu da, biz de “haklısın” deyip yargılamıştık bütün sahip çıktıklarımızı. Kendimizi oturtup dâvâlı sandalyesine, “Söyle” dedikçe indirmiştik en can alıcı soruları vicdanımıza.
Terk ederken bir gün, “terk edilebilirim.” acısını duyarak mı yapmıştık bu infazı. “Empati” denilen psikolojik vakıa, en son hangi infazımızda, kapımızı çaldığında bizi evde bulmuştu?
Yoksa canımız sıkılmış ve maziye mi dökmüştük bugünün hepsini.
”Ötekiler” dediklerimiz kim olduklarını anlamaya çalıştıklarımız mıydı? Yoksa bir ömür bu sıfatın altında kalıp, ezilecekler miydi?
“Bizim” dediğimiz hangi sınanmışlığın neticesinde almıştı bu unvanı da, geri istemeye yüzümüz yoktu.
Ve hayat arada zorlarken, biz hep gitmekle mi tehdit etmiştik onu, elimizde bir kaç parça acıyla...
Ya da “Ben damlalarla mücadele ediyorum. Ne yaptığım bana kalsın” diyerek arkamızı dönüp gitmiş miydik ilk defa...
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Eruygur, Tolon ve... |
|
Ergenekon soruşturmasının en önemli gündem maddesi haline gelmesinde, emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’un gözaltına alınıp tutuklanmalarının çok önemli bir rolü var. Beş sene öncesinden itibaren, bu iki isim başkalarıyla birlikte zaman zaman yazılarımıza konu olmuştu. Bazılarını beraberce hatırlamaya ne dersiniz?
***
Son salvolar (22.8.2003)
3 Kasım seçiminin getirdiği AKP iktidarını yeni ve daha şiddetli bir 28 Şubat’ın bahane ve gerekçesi olarak kullanmak isteyen odakların, geçen defa olduğu gibi bu defa da hesaplarını bina ettikleri en önemli dayanak, yine askerdi.
Ancak Genelkurmay Başkanının seçim sonuçlarını saygıyla karşıladığını belirten ilk açıklaması, bu cenahı zora soktu.
Org. Özkök’ün bilâhare, YAŞ’taki ihraç kararlarına düşülen şerh, başörtüsü, irtica ve 28 Şubat’la ilgili olarak yaptığı açıklamalar, bunları tekrar ümitlendirir gibi oldu.
Ama zamanın akışı içinde hükümetle Genelkurmay arasında bu konular etrafında bekledikleri türden bir gerilim ortaya çıkmayınca yine canları sıkılmaya ve sancıları tutmaya başladı.
Ve bu sıkıntı Milliyet’in manşet haberiyle açığa vuruldu. Habere göre, hükümetin bazı icraatlarının TSK alt kademelerinde meydana getirdiği huzursuzluk, beş orgeneral tarafından Org. Özkök’e iletiliyordu.
Bu generaller şu isimlerden oluşuyordu: Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman, Jandarma Genel Komutanı Org. Şener Eruygur, Ege Ordu Komutanı Org. Hurşit Tolon, 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan, MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç. (24 Mayıs 2003)
Bu listedeki isimlerden Doğan ve Kılınç, geçen Ağustos Şûrâsında emekli oldu. Ve ilginçtir; ikisi de Türk basınının askerle en iç içe gazetesi olarak bilinen Hürriyet’le takışarak askerliğe veda etti. (...) Doğan, şimdi kendisinin, orgeneralliğe terfi edemeyen korgeneraller için kullandığı “morgenerallik” rütbesine emeklilik yoluyla intikal etmiş bulunuyor. Hayırlı olsun...
***
Tortular (13.9.2003)
Devir-teslim mesajlarının ortaya koyduğu genel tablo, 28 Şubat ikliminden çok farklı ve sakin bir manzara ortaya çıkardı.
Dahası, Org. Özkök’ün, Irak’a asker gönderme konusundaki çıkışlarıyla tartışmaların odağına yerleşen Çetin Doğan’ı “Emekli olduktan sonra konuşsaydı daha iyi olurdu” diyerek eleştirmesi, daha değişik bir iklimin oluşmakta olduğunu gösteren işaretleri pekiştirdi.
Yeni oluşan bu iklimde eskinin gölgeleri maalesef hâlâ var. Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon’un “takiyye” suçlamaları, YAŞ toplantısında Çetin Doğan’a destek veren Yalman’ın, kamuoyunda pek öne çıkmama tavrını Gürüz ve ekibini “kabul” ederek delmesi ve Jandarma Genel Komutanı Eruygur’un MGK’ya getirdiği “irtica” fotoğrafları birkaç örnek.
Ancak bu tarz yaklaşımlar artık medyada eskisi gibi prim yapmıyor. Tam tersine 28 Şubat’ın perde arkasını ve bu süreçte kimlerin ne dolaplar çevirdiğini ifşa eden yayınlar çok daha fazla dikkat ve ilgi topluyor.
Yalman’ın asker kimliğiyle YÖK tartışmasına müdahil olması ve Eruygur’un hiçbir temel hukuk kriteriyle bağdaştırılması mümkün olmayan “Kılık kıyafetlerine bakın, ne yapmak istediklerini görürsünüz” suçlaması ise tartışma ve eleştirilere konu oluyor. (...) Baskın yaptığı insanları “suç aleti” kitaplar, bilgisayarlar, rahleler ve seccadelerle birlikte basının önünde teşhir ederken, sadece kılık kıyafetlerini dahi “suç delili” olarak yeterli saymak hukukla bağdaşır mı?
Türkiye bir geçiş döneminde. Yeni bir iklim oluşuyor, ama eski dönemden kalma alışkanlıkların tortuları da hâlâ sürüyor.
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Fare’ buysa, dağ ne olurdu? |
|
Uzun süreden beri ‘merakla’ beklenen ‘Ergenekon iddianamesi’ nihayet kısmen de olsa açıklandı. Daha doğrusu, iddianame mahkemeye sunuldu. Mahkeme, en fazla 15 gün süre ile bu iddianameyi inceleyecek, ‘kabul’ ya da ‘red’ edecek. İşte mahkememin bu iddianameyi kabul etmesi halinde iddianame resmen açıklanmış olacak.
2500 sayfa olduğu ifade edilen ve yüzlerce ‘ek’i bulunan bir iddianameyi kısaca özetlemek mümkün değil. Ancak, mahkemeye sunulan iddianamede ağır suçlamalar var. İşte savcının açıkladığı ve medyaya yansıyan 11 vahim iddia:
*Silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek. (10-15 yıl hapis) *Silahlı terör örgütüne üye olmak. (5-10 yıl hapis)
*Silahlı terör örgütüne yardım etmek. (5-10 yıl hapis) *Cebirle ve şiddetle hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs. (Ağırlaştırılmış müebbet) *TC hükümetine karşı halkı isyana tahrik. (20-25 yıl hapis)
*Danıştay saldırısı. (Ağırlaştırılmış müebbet) *Patlayıcı madde bulundurmak, atmak, bu suçlara azmettirmek. (1-12 yıl hapis) *Askeri itaatsizliğe teşvik. (1-3 yıl hapis) *Devletin güvenliğine ilişkin gizli belgeleri temin etmek. (3-8 yıl hapis) *Kişisel verilerin kaydedilmesi. (6 ay-3 yıl hapis) *Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik. (1-3 yıl hapis) (Bakınız: Radikal, 15 Temmuz 2008)
İddialar mahkemeye sunulduğuna göre, neticeyi beklemek gerekir. Günlerden beri, “Durun bakalım, hâlâ iddianame açıklanmadı. Böyle şey olur mu? Bu gidişle açıklanamayacak bile” diyenlerde bir suskunluk hakim. İddianame açıklandıktan sonra, iddianamede ‘olan’ iddialarla değil de, olmayan ‘iddialar’la ilgilenmeye başladılar. Neymiş, “Nasıl olur da iddianamede ‘darbe günlükleri’ olmaz”mış.
Belki bu itirazlarında haklıdırlar, ama onun cevabını verecek olan bir ‘yetkili’ de her halde vardır.
Başsavcının açıklamalarından sonra en dikkat çekici itiraz, CHP canibinden geldi. CHP temsilcisi, “Dağ fare doğurdu” demiş.
Suçlamalara, isnatlara itiraz edenler olabilir. Ama bu iddialar karşısında ‘dağ fare doğurdu’ denilebilir mi? Eğer bu iddialar ‘küçük’ ise, daha büyük iddialar ne olabilir ki?
CHP’nin, ta başından beri bu iddia ve soruşturmalar karşısındaki tavrı garipliklerle dolu. CHP Genel Başkanı, ‘kıyaslama’ adına dahi olsa kendisini ‘avukat’a benzetti. Elbette kişiler kanun önünde mahkum olmadıktan sonra ‘suçlu’ ilan edilemezler, ama dile getirilen iddiaları mahkeme kararı olmadan tamamen de ‘yok’ saymak, sürekli aksini savunmak da mümkün olmasa gerek.
Netice itibarıyla büyük iddialarla bir hukuk süreci başlamış görünüyor. Bu dâvânın ne zaman ve nasıl neticeleneceğini, nasıl yansımaları olacağını tahmin etmek zor. Ama soruşturma ve esnasında olduğu gibi bundan sonra da bazı ‘ilk’lerin yaşanacağı şimdiden söylenebilir.
En nihayet, mahkeme henüz başlamamış olsa da çıkacak olan kararın ‘dağ’ mesabesinde olmasını temenni edelim.
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Soruşturma… |
|
ürkiye’nin baş gündemi haline gelen “Ergenekon iddianâmesi” açıklandı. Diğer yandan iktidar partisini “kapatma davası”nda son viraja girildiği söyleniyor. Türkiye, önündeki bu iki ana gündemi daha çok tartışacak…
Ancak geçen hafta Türkiye’yi sarsan ve hâlen “soruşturması” devam eden Amerika’nın İstanbul Başkonsolosluğu binası önündeki saldırının üzerindeki sır perdesi de duruyor. Saldırganların “bağlantıları” ve “saldırı şekli” hakkında bir yığın istifham henüz açıklığa kavuşturulmuş değil.
Zira Amerikalıların saldırı sırasındaki tavırları, sıradan bir şaşkınlığın ötesinde ciddî bir vefâsızlığı sözkonusu ediyor. Ve AKP siyasî iktidarının beş buçuk yılı aşkın içte demokratikleşme ve özgürlükleri öteleyip AB’yi ihmal eden, gittikçe “ABD-İngiltere-İsrail ekseni”ne kayan dış politikasını gündeme getiriyor.
AFGANİSTAN VE IRAK
İŞGALİNE DESTEĞE RAĞMEN…
Gerçek şu ki Türkiye yarım asrı aşkındır NATO’nun güneydoğu kanadını korumuş; hür dünyanın yanında yer almış, “Kore savaşı”nda olduğu gibi hiçbir fedakârlıktan kaçınmamış. Özellikle 12 Eylül ihtilâlinin ardından Özallı yıllarla başlayan ve 28 Şubat “postmodern darbe” süreciyle azdırılıp AKP iktidarıyla devam eden dönemde ABD’nin bölge politikalarına her türlü desteği vermiş. Öncelikle Baba Bush’un “ricası”yla Irak’ın kuzeyinin Çekiç Güç’le otorite boşluğu içine itilmesine ve Türkiye’ye yönelik terörün yuvalanmasına “râzı” olmuş.Ardından bu Müslüman komşu ülkenin bölünüp parçalanması emr-i vakisine arka çıktı; bu konuda “savaş ortağı” bile oldu. Irak işgali öncesi 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasını esas alan “hükûmet tezkeresi”nin Meclis’te kabul edilmemesi üzerine, bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ifâdesiyle “tezkereyi telâfi için” Irak’ı bombalayan Amerikan savaş uçaklarının İncirlik’ten 3995 sorti yapması sağlandı.
Ayrıca “ABD’ye destek hamûlesi” çıkarılarak altı deniz ve yedi hava limanının Amerikan askerlerinin askerî personel, silâh, mühimmat ve savaş malzemesinin nakil ve dağıtımına açıldı. Afganistan’da NATO şemsiyesi altında Amerikan işgaline 750 kişilik askerî birlikle destek vermekte.
Kısacası bizzat Başbakan’ın ikrarıyla 11 Eylül’ün ardından “stratejik müttefik” olarak tamamen bir Amerikan hegemonya ve çıkar projesi olan “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”ne tam destek verdi; bizzat Başbakan tarafından “BOP’un eşbaşkanlığı” açıklandı…
Ne var ki Ankara, Washington’a verdiği desteğe karşılık “stratejik ortak”tan hep vefâsızlık gördü.
Vefâsızlığın en bâriz örneklerinden biri, terörist başı Öcalan’ın kardeşinin Amerikan Los Angeles Times’e ikrarıyla, ABD’nin; PKK’ya ve İran kolu olan PEJAK’a doğrudan para, ekonomik yardım, gıda, tıbbî malzeme ve silâh sağlıyor.
Yine ABD, bizzat Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Bush’a listesini verip iadesini istediği Irak’taki 150 kişilik terör örgütü elebaşından bir tekini dahi teslim etmedi, etmiyor. ABD’nin sözde “stratejik müttefik”i Türkiye’ye “vefâsızlığı” bununla da kalmıyor.
“Aslan payı”nı Amerikan ve İngiliz şirketlerinin aldığı ihâlelerde Japonya’dan Hollanda’ya, Danimarka’dan Güney Kore’ye kadar birçok ülkeye yer verildi; lâkin işgalden en fazla zarar gören ve Amerika’dan sonra en çok kayıp veren Türkiye’yi “petrol paylaşımı listesi”nin dışında tutuldu. Başbakan’ın son Bağdat ziyaretiyle daha yeni yeni TPAO’nun “petrol arayacağı” belirtiliyor…
TÜRKİYE ABD’NİN SİLÂH DEPOSU
Türkiye ABD’nin nükleer silâh deposu. ABD’nin Avrupa’da altı üste 240 nükleer silâhı var; ve İtalya’nın yanısıra İncirlik, 90 nükleer silâhla kıt’ada ABD’nin en çok nükleer silâhının bulunduğu üslerin başında geliyor.
Gelinen noktada bir tek ABD bir tek Kuzey Irak’ta “istihbarat paylaşımı”dan dem vuruluyor. Oldukça abartılan bu “istihbarat paylaşımı”nın terörle mücadelede ve terörist kamplarının imhasında ne kadar “yararlı” olduğu tartışmalı. Ancak ABD’nin başta Türkiye-İran ve Irak olmak üzere bölge ülkelerinin terörle mücadelede işbirliğini istemiyor. Sık sık Kandil’i bombalayıp terör örgütüne kayıplar verdiren İran’ın Türkiye ile birlikte operasyon önerisine soğuk bakıyor; bu çerçevede Ankara -Bağdat -Tahran -Şam yakınlaşmasını engelliyor. Dahası, Türkiye’yi diğer bir Müslüman komşusu olan İran’a yönelik yaptırım ve saldırısına ortak etmeye uğraşıyor…
Amerikalıların konsolosluk binası önündeki son saldırıda hayatlarını kendilerine siper eden polislere yardım etmemesi ve yaralı polisleri içeri almaması, bu bakımdan Türkiye’ye yönelik “vefâsızlığın” son bir örneği olmuştur. Termal kameraların yanısıra uydudan da görüntüledikleri saldırıda Amerikan konsolosluğu güvenlik biriminin kalın duvarlarının arkasına sığınarak polisleri açık hedef haline getirmelerinin sebebi de soruşturmalı...
Türkiye bu muameleyi hak etmedi; bunun da soruşturmasını yapmalı…
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
En klâsik terör örgütü |
|
Napolyon topçu birliğine sormuş: “Toplar niçin ateşlenmiyor?”
Komutanlardan birisi “Bunun 10 sebebi var, sayayım” demiş ve başlamış: “Bir. Barut yok. İkii…” Napolyon hemen susturmuş; “Tamam, gerisini saymaya gerek yok.”
Ergenekon soruşturmasını sulandırmak isteyenler tutuklamaların, operasyonların keyfiliğini ileri sürüyor, iddianameyi bekliyordu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, detayına girmeden üç Cumhuriyet Savcısının hazırladığı iddianameyle ilgili 11 başlığı açıkladı:
Bir. Silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek. İkii…
Diğer 10 maddeyi saymaya gerek var mı? Silah ve terör yan yana olunca arkasından nelerin geleceğini tahmin etmek için ciltlerle kitap okumaya, diploma sahibi olmaya ihtiyaç yok. Adı üstünde “terör örgütü.”
***
Buna karşılık Başsavcı Aykut Cengiz Engin, nedense Ergenekon’un “klasik bölücü veya ideolojik terör örgütü olmadığını” açıklama gereği duydu.
Ardından tanım getirdi: “Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek. Devletin iç ve dış güvenliğini ve kamu düzenini bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemler terör suçu olarak kabul edilmiştir.”
Bu tanıma göre Ergenekon terör örgütünün neresi klasik? 70 milyonluk Türkiye’nin her ferdi yaşına göre yıllardır bunları yaşamıyor mu? Eğer bu tanımla açıklanıyorsa, Türkiye’nin en eski, en klasik ve en sık başvurulan terör örgütüyle karşı karşıyayız.
***
İddianameden sızan bilgilerle birlikte geçmişte yaşanan karanlıklar bir yandan insanları dehşete düşürürken, diğer yandan gelecek adına da umutlandırdı.
Grup toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan da umutların arttığını görerek Ergenekonla birlikte “maskelerin deşifre” olduğunu açıkladı. Ancak hızını alamadı. Baykal’ın “Ergenekon’un avukatıyım” sözlerine “ben de savcıyım” cevabını verdi. Kapatma davasına karşılık rövanş eleştirilerine malzeme verecek yeni polemiklere kapı açtı.
Eline fırsat geçen Baykal da boş durmadı ve Başbakan Erdoğan’ın “savcıyım” sözlerindeki açığı yakaladı. “Savcının önünde Cumhuriyet yazar. Savcı Cumhuriyetin savcısıdır. Avukatlar milletin avukatıdır.”
***
Başbakan Erdoğan ile Baykal arasındaki atışmalar -teşbihte hata olmasın- bana hep Hacivat ile Karagöz’ü hatırlatmıştır. Siyaset sahnesinin birbirini besleyen iki siyasetçisi gün geçmiyorki yeni kavramlarla birbirlerine laf yetiştirmesin.
Siyasette buna da ihtiyaç var elbette. Yeter ki gerçek gündemin önüne geçmesin, gölge etmesin…
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Fetretten çıkış |
|
14 Temmuz tarihi Fransa’nın millî günüydü. Bu ve Ergenekon bağlamında Sabah gazetesinden Erdal Şafak 15 Temmuz’da (2008) ‘Demokrasi ve ötesi’ başlıklı bir makale kaleme aldı. Makale şu cümlelerle başlıyor ve devam ediyor: “ Ta baştan beri dikkat çekici bir zamanlama tekniğiyle yürütülen Ergenekon soruşturmasının iddianamesi de önemli bir yıl dönümüne denk geldi: Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik (Dayanışma) ilkeleriyle dünyada yepyeni bir çığır açan Fransız Devrimi’nin 219. yıl dönümüne. Devrim bu üç ilke üstüne kurulmuştu veya bu üç ilkeyle beslenmişti ama 14 Temmuz 1789’da Bastille Kalesini kuşatan halk bunlardan sadece biri için harekete geçmişti: Eşitlik. Yasalar önünde eşitlik....”
Yaklaşık bir yıl önce cereyan eden 22 Temmuz (2007) seçimleri de benzeri bir tarihe denk gelmişti. Biz de 22 Temmuz 2007 tarihi münasebetiyle bir yıl önce aynı gün şunları yazmışız: “Seçimlerin yapıldığı 22 Temmuz tarihinin bir gün öncesi yani 21 Temmuz tarihi de Türk demokrasisi açısından tarihî bir gündür. Tam 61 yıl önce 21 Temmuz 1946 tarihinde Türkiye ilk çok partili seçimlerle birlikte demokrasiye adım attı ve bu yolda emeklemeye başladı. 4 yıl sonra da Demokrat Parti iktidara geldi. Seçimlerin bir gün sonrası yani 23 ve 24 Temmuz tarihleri de Türk tarihi açısından çok önemli günler. İttihatçıların II. Abdülhamid’i meşrûtiyeti ikinci defa ilân etmesine zorladıkları tarihtir. Bu süreç içinde II. Abdülhamid Han: “Ben hatimussalatinim / ben son sultanım’ diye meşhur sözünü sarfetmiştir...”
***
Dolayısıyla Ergenekon iddianamesinin yayınlanması ile Fransız İhtilâl-i Kebir’i olarak da anılan Fransız Devriminin aynı güne denk gelmesi rastlantının ötesindedir ve Türkiye’nin kayıtlarını kırdığının ve düzlüğe çıkmaya başladığının işaretidir. Fetretin küresel ayaklarından birisi, 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ve ardından da 1991 yılında SSCB’nin tasfiye edilmesiyle ortadan kalkmıştı. İkinci ayağı ve İslâm dünyasına bakan yüzü de Türkiye üzerinden kırılmaya başlandı. Bunun simetrik tarihi 2008 ve 2009 yıllarıdır. Fetretin kırılması ve kalkmasıyla birlikte İslâm dünyasının iç düzeni Türkiye üzerinden yeniden şekillenecektir. İslâm dünyasının iç düzeni kurulurken Haçlılara bakan ikinci küresel ayak da Ortadoğu’dan ricat edecek ve geri çekilecektir. Bu ayak Napolyon’la başlayan Churchill ile zirve yapan ve baba ve oğul Bush’larla Moğol devrini ikmal eden bir süreçtir. Dolayısıyla Ergenekon iddianamesi ile Fransız Millî Günü veya Fransız Devriminin tarihlerinin çakışması hiç de tesadüf değildir. Birisinin kasıtlı planlaması olduğunu da zannetmiyorum. Olsa olsa kaderin bir remzi veya işareti olabilir.
***
Fransız devrimi sömürgecilik savaşlarını tetiklediği gibi aynı zamanda imparatorlukların tasfiyesi sürecini de başlatmıştır. Devrimin tarihî yansımalarından birisi olan Birinci Dünya Savaşı sırasında yaklaşık üç imparatorluk tarihe karışmıştır. Osmanlı, Hasburg ve Romanovlar hanedanlıkları. Sovyet Devrimi Fransız Devriminin tabiî bir devamı ve sonucudur. Pozitivist felsefenin tarihi materyalizmi doğurması gibi. Küresel fetretin başlangıcı 1789 Fransız Devrimidir. Bundan tam 9 yıl sonra da Napolyon Bonapart’ın Mısır üzerinden şark hamlesi başlamıştır. Devrimin Osmanlı duvarlarına vurması ve yalaması ise İkinci Mahmut’un cülüsüyle birlikte olmuştur (1808). 1989 yılında başlayan küresel fetret sürecinin bir diliminin kapanması 2000 yıl sonra Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyladır. Bu Bolşevizmin garp cephesinin ve kapısının yıkılmasıdır. Şark kapısı ise 2 yıl sonra yani 1991 yılında kırılmıştır. Aynı yıl Soğuk Savaş bitmiş ve Cengiz misali baba Bush İslâm dünyasına çöreklenmiştir. Bu devrede fetretin İslâm dünyası veya Churchill ayağı muakkaten zafer kazanmıştır. Bu arizi dilim ise 2001 yılında 11 Eylül’le devam etmiş ve ardından ABD’nin çöküntü ve büzüşme devresi başlamıştır. Dolayısıyla fetretin küresel ayağı 1989 ile 1991 yılları arasında kırılmıştır. Bu fetretin iki temsilcisi Stalin Churchill (Harry Truman) veya Bush ile Gorbaçov arasında çekişme olsa da netice itibarıyla bunlar fetretin ayaklarıdır. İslâm dünyası ayağı ise 1808’de İkini Mahmut’un culüsüyle başlamış ve 1826’da reformlarla zirveye tırmanmıştır. 1808 ve 1908 aralığında 2 asırlık fetretin 100 yıllık birinci dilimi Osmanlı içinde yaşanmıştır. İkinci dilimi de 1908 ve 1909’da başlamıştır. 100 yıllık post-Osmanlı dönemini kapsamıştır. Hareket Ordusunun zaferi, Fransız Devriminin Osmanlı içindeki bir zaferidir. İslâm dünyası içindeki fetretin aktörleri ise Selanik’te kümelenmişlerdir. Selanik, dönmeleriyle ve dahi İttihatçılara merkezlik yapmlasıyla anılmıştır. Selanik merkezkaç bir şehirdir ve daha sonra ruh göçüne uğramıştır. 1908 ve 1909’da İstanbul’a uğramış ve ardından Ankara’ya taşınmıştır.
200 yıllık fetretin küresel ayağı Berlin’de ve akabinde Moskova’da yıkılırken İslâm dünyası içindeki ayağı da 1808 ve 1908 ve 1909 aralığından geçerek 2008e uğramıştır. Ve burada iki düğümün çözümü çıkışın yolunu da belirleyecektir. Birincisi Ergenekon soruşturması ikincisi de AKP’nin kapatılması dâvâsıdır. Bu bağlamda, Ergenekon iddianamesinin tarihçesinin kareköküne uzanması manidardır. Ergenekon, referansı Fransız Devrimi olan Hareket Ordusu zihniyetine dayanmaktadır. Şimdi çözülme menziline girmiştir.
16.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|