|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennetteki muhteşem karşılama merasimi |
|
Bir İlâhîde, “Sen Allah’ı seversen Allah seni sevmez mi?” denilir. Bir İslâm büyüğü de şöyle der: “Senin Allah katındaki değerin senin Allah’a verdiğin değer kadardır.” Biz Allah’ı sever ve bu sevgimizi emir ve yasaklarını tutarak ispatlarsak, hem Allah’a verdiğimiz değeri göstermiş oluruz, hem de Allah katında o kadar değer kazanmış oluruz. Allah da sevdiği, değer verdiği kulunu Cennetle mükâfatlandırır. İman, ibadet, güzel ahlâk ve güzel amelleri sebebiyle yüzleri parıl parıl parlayan yetmiş bin kişi, sorgusuz sualsiz Cennete gireceklerdir. İlk Cennete girecek grup, on dördündeki dolunay gibi parlarken, sonra gelenler en parlak yıldız gibi, sonrakiler de derecelerine göre ışık saçarlar.1
Artık mükâfat günü gelmiştir. Cennete girme vaktidir. Allah’tan korkup yasaklarından kaçınan bu insanlar topluca Cennete sevk edilirler. Kapılarından birisinin yanına geldikleri zaman orada, gövdesinin dibinde iki çeşme akan bir ağaç görürler. Kendilerine emir verilmiş gibi o iki çeşmeden birisine yönelip ondan içerler. O suyu içer içmez melek gibi tertemiz olurlar. Sonra da diğer çeşmenin suyuyla temizlenirler. O su da güzelleştirir, parlaklık kazandırır onlara. Bundan sonra derileri ve sûretleri değişmez. Saçları dağılıp tozlanmaz. Yağlanmış gibi parıl parıl parlar.
Sonra onları Cennet bekçileri karşılarlar. Bekçiler onları görür görmez, ‘Selâm size, temiz ve pak oldunuz. Ebedî olarak oraya giriniz’ diye müjdelerler.
Daha sonra dünyada iken genç hizmetkâr ve yakınlarının etraflarında dönüp onlara hizmet ettikleri gibi, genç delikanlılar onları karşılayıp hizmet için etraflarında fırıl fırıl döner, ‘Allah’ın sizin için hazırladığı ikramlarla sevinin’ derler.
Sonra delikanlılardan birisi o Cennetlik kişinin hûru’l-înden olan hanımlarından birisine giderek dünyada çağrılan ismiyle ‘Falan kişi geldi’ diye müjdeler. Hur’ul-în, “Sen onu gördün mü?” diye sorduğunda, delikanlı “Evet gördüm. İşte arkamda!” diye karşılık verir. O da sevinçle koşarak gelip kapının eşiğinde sevgi ve saygıyla ayakta karşılar.
Cennetteki köşkünü görünce gözleri kamaşır. Çünkü temeli incidendir. O temel üzerine kurulmuş; yeşil, sarı, kırmızı ve her türlü renk tonlarında bir köşk…Başını kaldırıp tavanına baktığında şimşek gibi parladığını görür... Şâyet Allah dayanma gücü vermeseydi parlaklığı gözünü alırdı. Sonra gözünü indirip eşlerine bakar görür ki: “Önlerine konmuş kâseler… Sıra sıra yastıklar… Döşenmiş nefis halılar var.”2
Nimetlere mestolur. Sonra yastıklara yaslanıp, ‘Bizi buraya eriştiren Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, doğru yolu bulamazdık’ der.
Sonra biri şöyle seslenir: “Artık sonsuza dek ölmeyecek, sürekli hayatta kalacaksınız. Ebediyyen göç etmeyecek şekilde yerleşeceksiniz. Hep sağlıklı kalıp aslâ hastalık görmeyeceksiniz.”3
Ne muhteşem bir karşılama töreni değil mi?
Dipnotlar:
1- et-Terğîb ve’t-Terhib, 4 : 499.
2- Gâşiye Sûresi: 14 - 16.
3- et-Terğîb ve’t-Terhib, 4 : 497.
08.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Konya’dan Ali Ramazan: “Mezar taşı hakkında bilgi verir misiniz? Dinimizde mezara taş dikme ve mezar yapma var mıdır? Yoksa sonradan mı ortaya çıktı? Varsa mezar yapma ölçütü ne olmalı?”
Mezarda yatanın kim olduğunu bilme, belirtme ve belli etme ölçüsünde bir yazıya ve yapıya mubah diyen dinimiz, bunun ötesinde abartılı yazı ve yapılara mekruh diyor.
***
İsimsiz bayan okuyucumuz: “Eşim kızgınlık anında bir kez ‘boş ol’ dedi. Sonra geçti. Tekrar bir araya gelirken nikâh gerekir mi? Evliliğe devam etmek doğru mu?”
“Boş ol!” demek kızgınlık geçirici bir küfür eylemi değildir. Beyler bunu böyle algılarlarsa eşlerine de, kendilerine de yazık etmiş, zulmetmiş olurlar. Nikâhlarını tehlikeye atmış olurlar.
“Boş ol!” demek gerçek sonuç doğuran bir ayrılık eyleminin adıdır. “Boş ol!” demekle üç talak hakkının biri gider. Fakat böyle bir boşamada eşlerin üç ay içinde karar vermeleri halinde, birbirine dönmeleri ve evliliklerini sürdürmeleri mümkündür. Bu ilk dönüş üç ay içinde olursa nikâha gerek yoktur. Üç ay geçtikten sonra olursa nikâh yapılır. Fakat her iki halde de üç talak hakkının biri gitmiş olur.
***
İzmit Körfez’den Ender Mermi: “Erkek öldüğü zaman hanımı cesedine bakabiliyor da, erkek ne diye bakamıyor? Hikmeti nedir? Açıklar mısınız?”
Sağ kadının, ölen erkeğine olan aidiyeti dört ay on gün devam ediyor. Çünkü kocası ölen kadının, iddeti dört ay on gün sürüyor. Kocası ölen kadın, dört ay on gün süresince başka birisiyle nikâh yapamıyor, evlenemiyor. Bunu hükme bağlayan âyet şudur: “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler.”1
Fakat erkek iddet beklemiyor. Karısı ölünce, karısı ile nikâh bağı da bitmiş oluyor.
***
Oya Görmüş: “Dileğim olursa iki rekât fazladan namaz kılacağım diye duâ etmiştim. Dileğim oldu. Fakat 2 rekât namazı her zaman kılamıyorum. Yerine ne yapmam lâzım?”
Allah yapamayacağımızı bize emretmezken, biz kendi kendimize ne kadar insafsızlık yapıyoruz ki, yapamayacağımız şeyi adak konusu yapıyoruz ve üzerimize vacip olmayan bir işi üzerimize vacip kılıyoruz. Adaklarımızı yapabileceğimiz ölçülerde yapmak ve yaptığımız adakları yerine getirmeye dikkat etmek imanımızın güzelliklerindendir.
Fazladan kılmayı adadığınız 2 rekât namazı ne kadar süre ile kılmayı adadığınızı belirtmemişsiniz. Eğer adağınızda da belirtmemişseniz, bir vakit namazın ardından bu niyetle fazladan iki rekât namaz kılarsınız. Ya da bir gün süreyle her vaktin ardından ikişer rekât namaz kılarsınız. Bu kifayet eder. Allah kabul etsin.
***
Sivas’tan Necati Bey: “İntihar edenin cenaze namazı kılınır mı?”
İntihar edenin cenaze namazı kılınır. Çünkü intihar etmek küfür değil, büyük günahlardandır. Büyük günah işleyen kişi dinden çıkmış olmaz; Müslüman kabul edilir ve ölürse Müslüman cenazesine yapılması gereken iş ve işlemler buna da uygulanır.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 234
08.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Uhuvveti, kardeşliği, dostluğu pekiştirmek |
|
İNSAN kevn/varlık âleminden soyutlanmadan, “varlık kardeşlerle” iç içe yaşar. Ve bedenindeki hücreler, yeryüzü ve bütün mevcudatın atomlarıyla birlikte namaz kılıp tekbir getirir ve Sonsuz Kudret’le kalbî bağ kurar. Değil mü’min mü’min ile, atomdan hücreye, uzuvlardan unsurlara, havadan suya, ateşten bitkilere, hayvanlardan yıldızlara kadar kardeşlik bağları kurar.
İşte böylesine muhkem bir kardeşlik bağları ile birbirine bağlanan mü’minler, o uhuvvetin, dostluğun ve sevginin gereği olan nezaket ve nezaheti göstermeye çalışır. Bediüzzaman, kâinat çapında olan bu uhuvveti, kardeşliği dostluğu, mü’minler arasında da pekiştirmenin esaslarını, meâllerini aktaracağımız şu âyetlere dayanarak tesbit eder:
“Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.”1
“Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.”2
Hiç şüphesiz, insanlar aynı tip, aynı kalıpta olamazlar. Yüzümüzdeki damga, parmak izlerimiz, saç tellerimiz, hatta seslerimiz birbirine benzemez. Aynen öyle de farklı karakter, huy ve yapıda varlıklarız. Mesleğimiz farklı olduğu gibi, meşrebimiz de farklıdır. Şu halde, bu farklılıklarımıza saygı duymalıyız. Aynı zamanda hoşgörülü olmalıyız. Bunun için de:
1- “Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, ‘Mesleğim haktır,’ yahut ‘Daha güzeldir’ diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden ‘Hak yalnız benim mesleğimdir’ veyahut ‘Güzel benim meşrebimdir’ diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek”3
“Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: ‘İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.’”4
2- Herkes hakkı, doğruyu söylemekle mükelleftir. Fakat her hakkı söyleme hakkı yoktur. Her söylenen doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Meselâ, “Selamünaleyküm kör kadı!” gibi. Evet, belki söylenen doğrudur, kadı kördür, ama, bu doğruyu demek doğru değildir…
3- “Adâvet (düşmanlık) etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref’ine (kaldırılmasına) çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene (bütün kötülükleri, olumsuzlukları isteyen nefis) ve hevâ-i nefsine (nefsin arzularına) adâvet et, ıslâhına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et.5
4- Hasmını mağlûp etmenin en kolay ve kestirme yolu, onun fenalığına karşı iyilikle karşılık vermektir. Zira, fenalığa fenalıkla karşılık vermek, fenalığın katlanarak çoğalması demektir. Görünüşte mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, düşmanlığı devam eder. Eğer iyilikle mukabele edilse, nedâmet eder, pişman ve sana dost olur.6
Uhuvveti zedeleyen bir durumla karşılaşılırsa nasıl bir tavır takınmalı? Mü’min kardeşinden gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm etmeden şöyle düşünmeli:
- Kaderin ondaki payını düşünmek. Yani kader, niye müsaade etti, bunda bir hikmet olmalı, demeli. Dolayısıyla kadere razı olmalı.
- Nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, fenalığın ortaya çıktığı kişiye, kardeşimize düşmanlık değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımalı ve pişman olacağını beklemeli.
- Kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
- Ve arta kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvv-ü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.7
Dipnot:
1- Kur’ân, Furkan, 72.
2- Age, Teğabün, 14.
3- Lem’alar, s. 155
4- Sözler, s. 660.
5- Mektûbât, s. 256
6- A.g.e.
7- A.g.e., s. 257
08.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Ergenekon adaleti ya da adaletsiz hukuk devleti |
|
Ergenekon soruşturmasında sonuna kadar gidilmesi, aydınlatılması Türkiye’ye özlediği hukuk devletini getirecek midir? İlişkilerin bu derece iç içe girdiği, işin bu derece sulandırıldığı, medyatik hale getirildiği, toplumsal kutuplaşmanın arttırıldığı; daha da önemlisi demokratik kültürün olmadığı bir ortamda ben bundan pek emin değilim.
Hukuk devleti olmak zordur. İnsan haklarını güvence altına almış, adalet üreten bir hukuk devletinden söz ediyorum. ‘Nasıl bir hukuk devleti istiyoruz?’ sorusu, Türk siyaset tarihinin önemli dönemeçlerinden birine şahitlik ettiğimiz bu günlerde bu yüzden önemlidir. Adaletsiz bir hukuk devleti mi, adil bir hukuk devleti mi?
Adaletsiz hukuk devleti; adalet üretemeyen, adaletini sahip olduğu iktidarın adalet anlayışına göre yorumlayan ve uygulayan hukuk devletidir. Adalet ise, insanlığın var olduğu sürece ısrarla aradığı, varlığına en çok ihtiyaç duyduğu, en güvenilir bir sığınaktır ve semavî kitapların da özellikle vurguladığı bir kavramdır. Bediüzzaman’ın “Birisinin hatası ile başkası cezalandırılamaz” şeklindeki ilâhî fermandan yola çıkarak yorumladığı “Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Bir fert, umumun selâmeti için dahi feda edilmez. Toplumun selâmeti için ferdin hayatı veya hakkı feda edilemez. Hem bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez” şeklindeki Kur’ânî yaklaşımı, insanı merkeze alan, insan haklarını önceleyen bir “hukuk devleti”nin nasıl olması gerektiği hususunda bize ipuçları sunmaktadır.
Bu bağlamda Ergenekon operasyonuna nasıl bakıyoruz? Bu operasyonda, gerçek bir hukuk devletinin normlarına uyulmakta mıdır? Yoksa hukuksuzluğu çağrıştıran keyfilik, ‘ben yaptım oldu’ anlayışı ya da konjonktürel refleks gösterme bu operasyon için de geçerli midir?
Ergenekon soruşturması kapsamında bir yıl önce gözaltına alınanlardan biri olan Kuddusi Okkır’ın hazin ölümü birçok vicdanı yaralarken birçok tartışmanın da kapısını açtı. Televizyonlara yansıyan görüntüsüyle, bir yıl önce sapasağlam evinden alınan bir kişinin bir yıl sonra tanınmayacak halde ve ölmek üzere iken tahliye edilmesi hukuk devleti anlayışının neresiyle bağdaşır?
Daha vahimi, suçlu da olsa, kişinin haklarına sahip çıkması gereken bir Adalet Bakanının adalet duygusunu zedeleyecek şekilde işi geçiştirmesi, hukuk devleti olma yolunda bize ne kazandıracaktır?
Elbette ki Ergenekon olayını çok önemsiyorum ve “kimse benim hayatımı dizayn etme hastalığına bir daha kapılmasın, kimse benim inançlarımın sınırlarını belirlemeye kalkmasın, kimse benim nasıl giyineceğime, nasıl ibadet edeceğime karışmasın, kimse hürriyetime göz dikmesin, darbeli demokrasilerden kurtulalım” diye bu tür işlerin üzerine cesaretle gidilmesini ve sonuçlandırılmasını istiyorum.
Ancak, hükümetin; darbe planlarının ‘Nokta Dergisi’nde yayımlanmasından çok daha önce bildiği halde harekete geçmeyişini, Şemdinli olayında olduğu gibi kendi savcısını harcamasını, orada öyle burada böyle davranmasını da kabullenemiyorum.
08.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Semahat Özdenses vefat etti |
|
Gönülden Dile
“Sanma şahım herkesi sen, sadıkane dost olur
Herkesi sen dost mu sandın, belki ol ağyâr olur
Sâdıkane belki ol âlemde serdar olur
Yâr olur, ağyâr olur, serdar olur, dildâr olur. ”
Yavuz Sultan Selim
İki hafta önceki köşemde Avni Anıl’ın vefat haberini yazmıştım. Bu hafta da Semahat Özdenses’in vefatını yazmak varmış. Türk Mûsıkîsinde oldukça az sayıdaki hanım bestekârlardan biri olan Semahat Hanım’ı özellikle “Her mevsim içimden gelip geçersin” şarkısıyla hatırlıyorum. Dost meclislerinde özellikle söylenen, sevilen bu eserinin yanı sıra “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” en sevilen, en bilinen şarkılarından biriydi. Semahat Özdenses, 1913 yılında Üsküdar Bağlarbaşı’nda doğmuş. Babası Çanakkale şehitlerinden Yüzbaşı İshak Efendidir. Lemi Adlı, Refik Fersan, Fahire Fersan’dan dersler almış, 1940’lardan itibaren beste yapmaya başlamıştır. Bazı san'atçıların kaderidir biraz da bu, zira ömrünün son demleri bir huzur evinde geçmiştir. Bir beyati şarkısında dediği gibi “ Zaman içinde ömür bir gün gibi çok kısa” imiş. Semahat Hanım 95 yıl da yaşasa, “bir gün gibi çok kısa ömrünü” 3 Temmuz günü tamamladı. Allah rahmet etsin.
Erdem Beyazıt’ı da kaybettik
Semahat Hanımın vefatı ile ilgili yazımı yazmaya başlamıştım ki Erdem Beyazıt’ı da kaybettiğimiz haberini okuyuverdim. Son zamanlarda edebiyat ve mûsıkî dünyasında ard arda gelen vefat haberleri elimizden kayıp giden değerleri hatırlamamıza ve bir o kadar da üzülmemize sebep oluyor. Kahramanmaraş’ta 1939’da doğan şair, çeşitli idarî görevlerde bulunduktan sonra bir dönem de milletvekilliği yapmıştı. Evli ve 4 çocuk babası olan Bayazıt’ın şiir ve yazıları Açı, Hamle, Çıkış, Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece Dergilerinde yayınlandı.
Cenâb-ı Hak’tan rahmet duâsıyla birlikte satırlarımıza onun bir şiiri ile son verelim.
Hicret Burcundan
Elveda Vatanım;
Doğduğum toprak
Bedenimin eczası;
Akan suyu biten meyvesi
Damarlarımda kan olan!
Acizlendiğimde gözyaşları dökerek
Üstünde umutlar yeşerttiğim;
Sokaklarını, bahçelerini, çeşmelerini
Ezbere bildiğim.
Anılarımın tarlası;
Kimliğimin mayası;
Çocuklarımı büyüttüğüm;
Kadınımla paylaştığım;
Anamı babamı emanet ettiğim toprak,
Elveda!
Cep telefonu mesajları üzerine bir hatırlatma
Malûm mübarek üç ayları idrak ediyoruz. Bu vesileyle öncelikle bütün okuyucularımızın ve âlem-i İslâmın mübarek üç aylarını tebrikle birlikte duâ ediyor, duâlarınızda olmayı ümit ediyoruz. Geçen hafta Perşembe gecesi ise Regaip Kandili idi. Önümüzde yine mübarek gece ve bayramlar var. Günlük koşuşturmalar telâşe arasında kandil veya bayram kutlaması için bütün eş, dost, arkadaşı aramak zaman yönünden mümkün olmayabileceği gibi maddî bir zorluk getireceği bir gerçek. Bu sebeple pek çoğumuz en pratik yol olarak cep telefonuyla olsun bir mesaj atma yolunu seçiyoruz. Ancak bazen önemli bir noktayı atlıyoruz sanıyorum. Meselâ kutlama mesajı geliyor. Ama heyhat, kimin gönderdiği meçhul. Belli ki dostlarımız telefon numarasının kayıtlı olduğunu ya da ezberimizde olduğunu düşünüyor olmalı. Gönderdiğimiz mesajların altına ismimizi de yazmayı alışkanlık haline getirelim derim dostlar. Üç aylar ve bayram münasebetiyle mademki daha çok mesajlaşacağız küçük bir hatırlatma yapayım istedim.
DUYURU
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ücretsiz mehter konserleri başladı. Temmuz ayı içinde her Cumartesi akşamı saat 19.00’da Sultanahmet Meydanında mehter takımının o coşkulu konserlerini izleyebilirsiniz. Geçen seneki yazımda da belirtmiştim. Özellikle yabancıların büyük bir ilgiyle izlediği bu konserler gerçekten muhteşem. Meselâ bu hafta sonu Cumartesi akşamı ailenizle, dostlarınızla bir Sultanahmet gezisi yapmaya ne dersiniz?
08.07.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yılların İzi, Mahir İz |
|
Muhtemelen “Yılların İzi, Mahir İz” başlığını gören bazı gençler, “Herhangi bir şiirin bir mısraı mı?” şeklinde düşünebilirler. Aynı şeyi düşünen ‘ihtiyarlar’ da olabilir. Tabiî ki ne gençleri, ne de ihtiyarları böyle düşündüler diye kınamamız gerekmiyor.
Hepimizin maruz kaldığı bir ‘hastalık’ var: Sahip olduğumuz ‘değer’lerin kıymetini bilmiyoruz ya da bize bildirilmiyor. Bu cümleden olarak geçen hafta vefat eden bir ‘değer’i de rahmetle hatırlamak lâzım: Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre. Merhum fani dünyadan göç etti, ama ‘duyarlı medya’da bile yeteri kadar ‘haber’ olamadı...
Gelelim “Yılların İzi Mahir İz” meselesine. Bugün gençlerin düştüğü duruma ben de gençliğimde düştüm. O bakımdan, gençleri anlayabilirim. Yıllar önce bir ağabeyimin kitaplığında kocaman bir kitap gördüm ve üzerinde “Yılların İzi, Mahir İz” yazısını okudum. Bir mânâ vermeye çalıştım ve “Demek ki bu kitap, bir hatıra kitabı ve yılların, insanlar üzerinde bıraktığı kalıcı izlerden bahsediyor” diye düşündüm. Yani “Mahir İz”in ‘ilmiye sınıfına ait’ bir ailede büyüyen çok kıymetli bir mütefekkir ve eğitimci olduğunu hiç düşünmedim. Peki, böyle düşünmek sadece benim suçum muydu? Değildi, çünkü her zaman ‘çok önemli konular’ın konuşulduğu, tartışıldığı Türkiye’de böyle bir isimden bahsedildiğini hiç duymamış, okumamıştım... “Yılların İzi”ni elime aldığımda hakikat anlaşılmıştı, ama böyle bir ‘hata’ya da düşmüştük.
“Yılların İzi” çok önemli bir ‘hâtırat’ kitabı. Merhum Mahir İz, bu hatıraların sahibi. M. Ertuğrul Düzdağ beyin yayına hazırladığı “Yılların İzi”, Kitabevi yayınlarınca (2003) neşredilmiş. Kitabın belki yeni baskıları da vardır, ama altını çizerek okuduğum bu hatıraları bütün gençlerin okumasını arzu ederim.
Yarın (9 Temmuz) merhum Mahir İz Hocanın 34. vefat yıl dönümü. Peki, rahmete vesile olması sebebiyle bir ‘anma toplantısı’ düzenlenip bu ve benzeri ‘vakıf insan’ların gençlere tanıtılması gerekmez mi? İlgililere duyurulur.
Bu anlamda, Mahir İz Hocanın; başta M. Uğur Derman olmak üzere, Osman Öztürk, M. Ertuğrul Düzdağ, İsmail Erünsal ve Mustafa Uzun gibi talebelerinin bir araya gelerek, bir “Armağan kitap” hazırlığı içinde olduğunu öğrendik. İnşallah bu niyet ve karar ‘söz’de kalmaz, fiiliyata geçer.
Roman boy ve 600 sayfa civarındaki “Yılların İzi”nde yakın tarihimizle ilgili pek çok konu ve kişiye ait bilgi, yorum ve değerlendirmeler var. Merhum Mahir İz Hoca, pek çok kişiyi tanımış, pek çok hadiseye de bizzat şahit olmuş. Babasının ‘kadı’ olması sebebiyle çeşitli yerlere tayininin çıkması, Mahir İz Hocanın da Türkiye’nin muhtelif illerini ‘gezmesi’ne sebep olmuş. Genç yaşlarında TBMM ‘Zabıt Kalemi’nde vazife yapmış olması da, onu kuruluş yıllarının şahitlerinden biri olmasına yol açmış.
“Yılların İzi” gerçekten de ‘iz’ bırakan hatıralarla dolu. Seksen yıla yaklaşan bir ömrün, (1895-1974) iz bırakan hatıralarından bilhassa gençlerin öğreneceği çok şey var. Bu hatıraları ‘ihtiyar’ların okumasında da fayda var.
11 Temmuz 1974’de Erenköy Sahrâ-yı Cedîd Mezarlığında defnedilen merhum Mahir İz Hocayı ve onun gibi ‘vakıf insanlar’ı bir defa daha rahmetle yad ediyoruz... Allah rahmet eylesin. Amin.
08.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Tezatlarla dolu analizler (2) |
|
Ali Bulaç röportajındaki “cemaat-devlet münâsebetleri”ndeki ifâdeleri de kendi içinde ciddî bir tezat teşkil ediyor. Bulaç’ın da belirttiği gibi elbette “devletin uzantısı olmamak”, “devlete karşı olmak” anlamına gelmez. Ama “devlete rağmen bir şey yapmamak” ne demek? Bulaç bunun izâhını yapmıyor. “Devlete rağmen bir şey yapmamak” ve “kritik noktaları devlete sormak”la “gönüllülük esası”na dayalı olma tezadını nasıl telif ettiğini de açıklamıyor.
İddiasının aksine, “Türkiye’nin küreselleşme sürecine dahlini sağlayan tek kurum” dediği “Türk okulları”nın, “Türk devletinden bağımsız. Onaylamamasına rağmen kurullan okullar değil. Devletin içinden de destek görüyorlar” tavzihi, bir nevi “devlet desteği”nin ikrarı. Bulaç buna, Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Türk okullarının desteklenmesi için genelge yayınlamasını ve “Hoca’nın sık sık ‘Türk devletinin izni ve bilgisi dışında bir şey yapmıyorum’ demesini” misal veriyor…
İlginçtir; Bulaç’ın bir cümlesiyle “hükûmet dışı”, diğer cümlesiyle “devletin onayladığı ve destek verdiği okullar” nitelemesinden tezadın ötesinde ortaya bir garâbet çıkıyor. “Bağımsız’ ama ‘devletten izinli”, “devlet dışı’ ama ‘devletin desteğiyle ve devlete devlete rağmen bir şey yapmayan!” çelişkisi…
“CEMAAT” ÜZERİNDEN “SİVİL TOPLUM” SAPMASI
“Röportaj”daki “Gülen’in yaptıklarının uzak mesâfede Türkiye’nin politik ve stratejik çıkarlarıyla örtüştüğü” iddiası bir yana. “Devlet” perdesinde çoğu zaman devlete sızmış iç ve dış mihrakların “politik ve stratejik çıkarları”nın devrede olduğu vakıası, doğrusu düşündürüyor…
Bunun yanısıra Bulaç’ın “cemaatleri” “Türkiye’nin kendi iç sivil toplum kuruluşu” yakıştırması da bir başka sosyolojik derin yanılgıyı ortaya koyuyor. Kendisinin de belirttiği gibi, sivil toplum kuruluşlarının “kurumsallaşma” kalıbına göre bazı kriterleri, tüzüğü, senedi vardır. “Devletten izinli” birer yarı resmî kurumlardır. Ama cemaatlerde bu yoktur. Cemaatler tamamen mânevî ve gönüllülük esasına dayalıdır, hiyerarşik resmî kurumlar değillerdir…
Gerçek şu ki “sivil toplumun cemaat üzerine bina edilmesi”, bir diğer ifâdeyle “cemaatin sivil toplum kuruluşu haline gelmesi”, cemaatleri Bulaç’ın da sakındırdığı “sipariş üzerine hareket eden “devletin uzantısı” kıskacına alır. Bu durumda artık “cemaat” değil, istikamet ve irâdesinin gücüne göre “devletle iş görür”, “ortak çalışır” veya “çalışmak durumunda kalır.” Bulaç’ın da belirttiği gibi “devlete rağmen bir şey yapmaz” ya da “devletin izni ve bilgisi dışında bir şey yapmaz.” O zaman da “dinî cemaat” olma vasfını kaybeder…
Daha açık ifâdeyle “cemaat” değil, devlete iliştirilmiş bir “sivil toplum örgütü” olur, “cemaat” olma mânâsını yitirir. “Meşruiyet” artık “devletin izni” ve “onaylaması”dır. Bu açıdan “müstakil” olamaz; belki birer STK bile kalamaz; bir bakıma Bulaç’ın da dediği, birer “SDK”ya, yani “sivil devlet kuruluşu”na dönüşür. “Sadakatleri de devletedir.”
En vâhimi, demokratik direnç ve sivil irâde zâfiyetiyle devletle, devlete doğrudan ve dolaylı etki eden dahilî ve haricî mihraklarla ilişkilerinde ister istemez etkiye açık, yönlendirilebilen, zaaflarından yararlanılan kaygan bir satıhta kayar…
“CEMİYET VE KOMİTE DEĞİLLER VE
OLAMAZLAR”
Bediüzzaman’ın tespitiyle, artık “müteharrik-i bizzat” değil, “müteharrik-i bi’l gayr (başkasının tahrikiyle hareket eden)” durumuna düşer. “Bütün harekâtı hâriç hesabına geçen bir âlet-i lâya’kıl (akılsız bir âlet) olur” ya da istimal edilen “bir âlet-i lâyeş’ur (şuursuz bir âlet) edilir. Çünkü irâdesi hükümsüzdür.” (Sünûhat, 64-65)
Bu bakımdan Bulaç’ın “sivil toplum cemaatler üzerinden yükselecektir” sapmasından hareketle “Nur cemaatleri”ni de “sivil toplum”la nitelemesi, geçmişten günümüze devletle, hükûmetlerle, siyasî partilerle işbirliği iddiası, doğru bir analiz değil. Zira Nur talebelerinde Rıza-i İlâhî esastır; “devletin rızâsı”, iç ve dış mahfillerin “onayı” hiç değil…
Bediüzzaman’ın ikazları ortada. Nur talebeleri, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur’da yazılan iman ve Kur’ân hizmetini hiçbir şeye âlet etmeme düsturuna tabidirler. Bediüzzaman’ın “hakâki-i imâniye ve esâsât-ı Kur’âniye, dünya muâmelatı sûretine sokulmaz” prensibine bağlıdırlar. (Mektûbat, 72)
Risalelerdeki “Nur talebeleri, cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar” hakikati budur. Bundandır ki Bediüzzaman, “Nur talebelerinin cemiyet olmadığını ve olamayacakları”nı izâhla iktifa etmez, bu “cemiyet” ve “cemiyetçilik” bühtanının arkasındaki oyunu deşifre eder. (Hizmet Rehberi, 119; Şuâlar, 446-447)
Ve Nur talebelerinin tâvizsiz, istikametli ve isâbetli imanî ve içtimaî hizmetleri hep böyle olmuştur…
08.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Modern Platonik devlet |
|
Bilindiği gibi, Eflatun ve Farabi’nin devletle alâkalı olarak ilginç görüşleri var. Onlar filozof kraldan bahsederler. Onlara göre, hakim, hekim (filozof) olmalıdır. Oysa ki tarihte buna dair fazla örnek göremiyoruz. Tarihte okuyan ve entelektüel yöneticiler olsa bile hayatını felsefeye hasreden krallar veya sultanlar görememekteyiz. Bu da Eflatun’un fildişi kulesinde yaşadığını ve sözkonusu teorisinin de fildişi teorisi olduğunu gösterir. Tarihte böyle bir devlet veya anlayış olmasa bile modern tarihte böyle bir anlayış meydana gelmiştir. Bu anlayışı günümüzde biraz farklı da olsa, veliyi fakih anlayışı temsil etmektedir. Bu fikrin çağdaş teorisyeni Ayetullah Ali Muntezari yani Ayetullah Humeyni’nin azledilen eski veliahtıdır. Bu fikrin çıkış noktası Sünni dünya ile buluşmayı sağlaması ihtimali ve umududur. Bununla birlikte, yaşanılan tecrübeler göstermiştir ki, elma ağacı armut vermemiş veya furu usule tabi olmuştur. Eşyanın tabiatını değiştirmek kolay değildir. Sünnilerle yakınlaşma sağlayacağı yerde modern bir Platonik devleti doğurmuştur. Bu, akla Bernard Shaw’ın bir nüktesini akla getirmektedir. Güzel bir lady, Shaw’la görüşür ve evlenme teklifinde bulunur. Gerekçesini şöyle açıklar. Sen zeki, ben ise güzelim, iki sıfat bir araya gelirse harika çocuklar dünyaya gelir. Öteki ihtimali akla getirmeyen kadına Shaw şöyle hitap eder: “Ya güzelliği bana zekâsı sana benzerse!”
Paul Bremer’in danışmanlarından The Fall And Rise of The Islamic State kitabının yazarı Noah Feldman, İran rejimini veya tecrübesini başarısız buluyor ve bunu şuna bağlıyor: “Velayeti fakih doktrini nedeniyle İran anayasasında güçler dengesi sağlanamamıştır. İran’da fakih veli bütün erkleri elinde toplamakta ve her şey bir işaretine bağlıdır. İran anayasasında dengeden değil tahakkümden bahsetmek mümkündür. Bu da sistemi sarkık ve çarpık hale getirmektedir…”
***
Baktığımız zaman gerçekten ed Ahmedinejad gibiler maniheist görünmektedirler. Bütün hayrı kendilerinde cem etmekte ve bütün şerri de düşmanlarına mal etmektedirler. Bu anlayışa maniheist anlayış denmektedir. Halbuki hayır ve şerri mutlak ayrı ellerde toplamak hem gerçekçi hem de fıtri değildir. Aksine, muhasebeyi ve şüpheyi ötelediğinden dolayı büyük bir yanlış zihniyet üretmektedir. Bush’un temel sapmalarından birisi de bu musab olduğu meniheist siyasi anlayıştır. ‘Ya yanımdasın ya karşımdasın’ anlayışı bu zihniyetin bir ürünüdür. Bu itibarla, Bush ile Nejad ideolojileri farklı ama yöntemleri aynı zıt kardeşlerdir.
İran tecrübesinin en önemli tıkanma noktalarından birisi de Şiilik nedeniyle dikomotik bir özelliği sahip olmasıdır. Büyüdükçe İslâm dünyasında gerilim ve çatallaşma da büyümektedir. Öyleyse siyasi olarak İran tecrübesi İslâm dünyasının çıkmazıdır. Ürettiği dikotomik ve çatal yapı nedeniyle bu deneyim ve tecrübe sonuçta çıkmaz bir sokaktır. Sokağın uzaması sadece çıkmazın uzaması anlamındadır ve dolayısıyla süreç ve yol uzadıkça İslâm dünyasının ödeyeceği bedel de artacak ve ağırlaşacaktır.
***
Bununla birlikte, manipülatif yapısı ve popülist özellikleri ve jeopolitiğini ideolojik kalıplara dökme becerisi nedeniyle tehlike büyüyor fakat kimse farkında değil. Şia’nın dikotomi boyutunu en iyi fark edenlerden ve görenlerden birisi 'İslâmın Serüveni' kitabının yazarı Hudson olmuştur. İslâm dünyasında küresel güçlerin daima Sünni havzalarından çıktığını zira küresel özelliklere haiz olan anlayışın Sünnilik olduğunu görmüştür. Ama Hudson’ın gördüğünü maalesef Sünni dünyanın düşünürleri bile görmekten acizdir. Yine İslâm dünyasının dominant anlayışının Sünnilik olduğunu gören ve bilen Kissinger İslâm dünyasına karşı yürütülen soğuk savaş’ta İran karşısında 1971 yılından itibaren uyguladıkları Çin modelinin uygulanması gerektiğini savunmuştur. Bu yanına çekme siyasetidir. İşgalden sonra Irak’ta bu model uygulanmıştır. Bundan dolayı iktidar Şiilere bırakılmıştır. Bu, İngilizlerin yapmadığı bir durumdu. Seyyid Hüseyin Nasr’ın oğlu Veli Nasr’ın Şii Uyanışı kitabı da bunun ispatı gibidir.
Maalesef veliyyu fakih modeli acube bir iktidar modeli üretmiştir. Buna Platonik teokrasi de denebilir. Bununla birlikte, tek tesellimiz Arapların şu darb-ı meselidir: La yasihhu illa’s sahih. Bu Ali Şeriati’nin Fatıma, Fatıma’dır sözü gibidir. Doğrunun alternatifi yoktur. Onun alternatifi başka bir doğru değil ifrat ve tefrittir. Doğrunun alternatifi yoktur ve söyledikleri gibi iki yanlış da bir doğru etmez…Sonuçta, yanlış hesap Bağdat’tan döner…
08.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|