|
|
Robert MİRANDA |
Çok teşekkürler |
|
Son birkaç haftadan beridir değişik konularda görüşlerimi bu sütunlarda sizlere iletmeye çalışıyorum. Yeni Asya’nın Genel Yayın Yönetmeni Sayın Kâzım Güleçyüz’ün nazik dâvetleriyle, fikirlerimi ve düşüncelerimi sizlere ulaştırmak benim için büyük bir onur ve mutluluk oldu.
Dünyanın dört bir tarafındaki Yeni Asya okuyucularından bir çok e-mail mesajı aldım. Bu mesajlar genel olarak, yazı yazmaya başlamamdan dolayı duyulan memnuniyet, tebrik ve devamlılık temennileri ile doluydu.
Sayın Kâzım Güleçyüz’e ve Yeni Asya ekibine bana bu gazete için yazı yazma fırsatı verdikleri için en derin ve yürekten minnettarlığımı sunmak isterim. Gerçekten de, bu hayatım boyunca eriştiğim en onur verici payelerden biriydi. Burada özellikle Umut Yavuz’a özel teşekkürlerimi sunmak isterim. Umut, makalelerimi İngilizce’den Türkçe’ye tercüme ediyor ve gerçekten de iyi iş çıkarıyor.
Ve siz sayın Yeni Asya okuyucuları, beni hayatınıza kabul ettiğiniz için hepinize tek tek teşekkür ederim. Türkiye insanına yakışır şekilde gösterdiğiniz misafirperverliğiniz ve nezaketiniz dolayısıyla onurlandım. Gerçekten de Bediüzzaman Said Nursî’nin bu ülkeyi ve insanlarını neden çok sevdiğini anlamak çok güç değil.
O, hayatı süresince, Osmanlı’nın son günlerine ve modern Türkiye cumhuriyetinin ortaya çıkışına şahit olmuştu. Said Nursî, Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkıp, yükselirken, İslâmiyeti Türkiye’nin hayatının vazgeçilmez bir parçası olarak tutmak adına büyük ve önemli katkılarda bulundu. Hakikaten, Said Nursî, yazdığı etkili kitaplarla, milyonlarca Türk insanının hayatını derinden etkilemiş ve hâlâ Türkiye’nin saygın şahsiyetlerinden biri olmaya devam etmektedir. Risâle-i Nur artık dünyanın farklı dillerinde kolaylıkla ulaşılabilmektedir. Amerika’da, birkaç seneden beridir, bu müthiş âlimle ilgili bilincin arttırılması adına risâlelerini yayınlamaktayız. Onun eserleri Amerika’da, İslâmî meselelerin izahı ve ilmi çalışmalar adına, bizlere muhteşem bir kaynaklık etmektedir. Nursî’nin etkisi Türkiye ötesine yayılmaya devam edecektir, biz ise bunu gerçekleştirmek adına üzerimize düşeni Amerika’da yapmaya çalışmaktayız.
Şunu söylemem gerekiyor ki; Yeni Asya’da görüşlerimi dile getiriyor olmaktan dolayı çok mutluyum, çünkü yazılarımı okumak için vakit ayıran okuyucularım tarafından yapılan yorumların ışığında, iletişimin ve diyalogun dünyamızın geleceği için ne kadar mühim bir şey olduğuna şahitlik ediyorum.
Türkiye’yi ziyaret etme fırsatı bulmuştum, ancak her seferinde tekrar bu güzel ülkeye gelmek adına yeni sebepler ve fırsatlar arıyorum. Türkiye’yi çok seviyorum.
Türkler gerçekten çok talihliler, çünkü dünyanın en kusursuz dinini, yani İslâmı doğru yaşama imtiyazına sahipler ve bunun yanında, başka hiçbir millete nasip olmayan bir tarihe ve sağlıklı bir gelecek vizyonuna sahipler. Bu toprakların kadim harikulâdeliği Anadolu insanının asaletiyle paralellik gösteriyor.
Dünya üzerinde başka onlarca şehir ve ülkede bulunma fırsatı yakaladım, ancak hiçbiri beni Boğaz’ın incisi İstanbul kadar büyüleyip, cezbetmedi.
Tarihi M.S 330’lara uzanan, Bizans surları ve kiliseleri, Osmanlı camileri ve sarayları İstanbul’un, New York, Paris, Londra, Tokyo gibi şehirlerine denk, modern dünya standardında bir şehir olduğunu dünyaya ispat etmektedir. İslâmiyet ise bu toprakların dini olması özelliği ile deneyiminize ruhanî ve manevî bir boyut katıyor.
Türkiye bugün modern bir cumhuriyet. Aynı zamanda medeniyetlerin beşiği ve harikulâde kültürlerin izlerini ve miraslarını bıraktığı bir ülke. Hattuşaşlardan Hititlere, Friglerden Urartulara, Likyalılardan Lidyalılara, İyonlardan Perslilere, Makedonlardan Romalılara, Bizanslardan Selçuklulara ve Osmanlılara kadar, bütün bu milletler, Türkiye’nin tarihinde ve insanlarının kültüründe olduğu kadar bütün dünyanın tarihinde de çok önemli bir yer tutmaktadır.
Türkiye’deki bütün dostlara selâm ve şükranlarımı iletirim.
Tercüme: Umut Yavuz
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Evlilik ve bereket |
|
Hazret-i Âdem’den (as) beri sürüp gelen evlilik geleneği, “Evleniniz, çoğalınız. Ben, Mahşer günü sizin çokluğunuz ile iftihar edeceğim” buyuran Sevgili Peygamberimizin (asm) hadis-i şerifleriyle sünnet-i seniyyeden olmuştur.
Hazret-i Ebû Hureyre'den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifte “Kendisine okuma yazma öğretilmesi, güzel isim konması ve bülûğ çağına erişince evlendirilmesi, çocuğun babası üzerindeki haklarındandır” buyrulmuştur. Çocuğun dünyaya gelmesine vesile olan baba için onu evlendirmek külfet değil, bilâkis bir hizmet ve fıtrî bir vazifedir. Yine, Hazret-i Ebû Hureyre'nin naklettiği bir hadise göre “Allah’ın haram kıldığı şeyden korunmak için evlenen kimseye yardım etmek, Allah üzerine bir haktır.”
Bu ve benzeri hadislere dayanılarak Anadolu’da bilinen bir tâbir vardır: “Allah, ev yapan ile evlenene yardım eder.” Gerçekten büyük külfet zannederek düğün yapmaktan çekinen ve hep tehir eden kimseler, düğün için yola çıktıklarında işlerin nasıl kolaylaştığını ve bereketlendiğini görmenin şaşkınlığını yaşarlar. İbn-i Abbas’dan (ra) rivayet edilen bir hadis bu hakikati teyit eder: “Evlenerek rızık arayınız.” Evet, evlenmek mutlak sûrette rızıkta bereket vesilesidir.
Evlilik öncesi dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Hazret-i Câbir’den (ra) rivayetle “Kadınlarla dört hasleti için evlenilir: 1- Malı için. 2- Asâlet ve soyu için. 3- Güzelliği için. 4- Dindarlığı için. Sen dindar olanını tercih et ki, mesut olasın.” Bu dört haslet bir arada olursa, nur üstüne nur. İllâ ki, dindar olan tercih edilmelidir. Yoksa, sadece fizikî güzelliği için evlenilen asrî kızlar veya gayr-i ahlâkî hayat yaşayan yakışıklı hevâî delikanlılar, âkıbette tam bir pişmanlık vesilesi olabilir. Haddinden fazla çoğalan boşanma dâvâları, bunun en açık göstergesidir. Halbuki, Allah’ın en hoşlanmadığı helâl, boşanmadır. Hadis-i şerife göre, boşanma işinde Arş-ı Âlâ titrer.
Erkek ile kız arasında aranan denklik, öncelikle dindarlık noktasında olmalıdır. Bununla birlikte, fikren uyuşmak da önemlidir. Aksi takdirde, cicim aylarından sonraki sürtüşmeler, çoğu zaman acı sonla bitmektedir. Bazen sadece çocukların uyuşması da yeterli değildir. Ailelerin duruşu da önemlidir. Çünkü, iki gencin evlenmesi bir son değil, bilâkis yeni ve sürekli bir başlangıçtır. Fikren farklı olan aileler, çocukları etkilemektedir. Bundan dolayı, aynı cemaat içinde fikren bir ve beraber olan gençler ve aileler arası akrabalık bağlarının kurulmasına yardım edilmeli ve bununla ilgilenen heyetler her mahalde olmalıdır. Hayırlı işlerde bilerek ve şuurlu bir tarzda aracı olmak, her ne kadar riskli olsa da, büyük hayır ve sevaba vesiledir. Fıtratları buna müsait olanlar bu hayr-ı azîmden uzak durmamalıdır.
Bediüzzaman Hazretlerine göre, aile hayatının âhengini sağlayan üç ana unsur vardır: 1- Kocanın karısına sevgi ve merhameti. 2- Kadının kocasına hürmet ve itaati. 3- Karşılıklı itimat ve güven duygusunun olması. Bu üç unsurun gerçek anlamda olmasını sağlayan ise kuvvetli bir imandır. Âhiret inancıyla eşini cennette de ebedî bir hayat arkadaşı olarak gören karı ve kocalar, birbirlerini samimî bir muhabbetle sever ve birbirlerine hürmet ederler. İhtiyarlandıkça bu muhabbet ve hürmet daha da ziyadeleşir ve birbirlerine daha çok sahip çıkarlar. Bunun için her şeyin başı tahkikî bir imandır.
İbn-i Ömer’den (ra) rivayet edilen bir hadiste “Sizden biriniz düğün yemeğine dâvet edildiğinde gitsin” buyrulmuştur. Düğünler iki gencin evlendiğini ilân etmektir. Dâvete icâbet sünnettendir. Mâzereti olmayan mümkün oldukça mü'min kardeşinin dâvetine icâbet etmelidir. Cemaat olma şuuru bunu gerektirir.
Bu makaleyi yazma sebebi, geçtiğimiz Pazar günü oğlum Mehmet Said’in düğün merasimi olmasıydı. Fevkalâdenin üstünde cemaat fertlerinin katılımı vardı. Gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular Ağabeyin nikâh şahitliği için gelmesi ve Pursaklar ilçesi Belediye Başkanı sayın Selçuk Çetin’in ricamızı kırmayarak gelip nikâhı kıyması ve Ali Vapurlu'nun kısa ve özlü konuşması düğünü daha bir anlamlı yaptı. Muhteşem bir kalabalık ve kusursuz bir program akışı, örnek bir düğün merasiminin ortaya çıkmasına vesile oldu. Âfitap Düğün Salonu da rengârenk ışıklandırmasıyla düğünü daha da renklendirdi.
Bu vesileyle, bizzat gelerek her türlü katkılarıyla bize güç ve kuvvet veren, telefon ve telgraflarıyla tebriklerini ileten bütün gönül dostlarımıza şükranlarımızı sunuyor ve Allah razı olsun diyoruz.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünyanın dirlik ve düzenliği için |
|
Sevgili Ayhan,
Dirlik ve düzenlik içinde yaşamayı, iki yakamızı bir araya getirmeyi, arzu ve emellerimize kavuşarak mutlu bir hayat sürmeyi ne kadar isteriz.
İsteriz ki, el âleme muhtaç olmadan karnımızı doyurabilelim, evimizi geçindirebilelim, çoluk ve çocuğumuzu barındırabilelim.
Bunun yolu ise hiç şüphesiz çalışmaktan geçer.
Ama hayat yolu bu! Ne kadar didinsek, çırpınsak da her zaman her istediğimize, her idealimize bütünüyle kavuşamayabiliriz.
Peki, ne yapacağız o zaman? “Niçin şunlar şunlar olmuyor? Niye şu noktaya ulaşamadım?” diye kendimizi yiyip bitirmemiz gerekmiyor.
Bu akıllılık değil. “Kadere iman eden kederden emin olur” buyurulmuş. Allah kısmetimizi takdir etmiş. Bazan çok verir, ama başa belâ olur o nimet. Bazan az verir, ama bereketli olur, huzurlu bir hayat süreriz. Onun için isterken hakkımızda hayırlısını istemeliyiz.
İşte Allah Resûlü'nün (asm) sunduğu mutluluk reçetelerinden birisi:
Buyuruyorlar ki: “Dünya işlerinde kendinizden aşağıda olanlara bakınız. Ahiret işlerinde de kendinizden yukarıda olanlara bakınız. Elinizdeki nimeti hor görmemenize en yarayışlı olan budur.”1
Eğer çalışıp kazandıklarımıza kanaat edemiyorsak, gözümüz hep yukarılarda ise mutlu olmamız mümkün değil. Çünkü her zaman kendimizden yukarıda olanları buluruz. Ama kendimizden aşağıda olanlara bakıp da hâlimize şükretmesini biliyorsak bizden mutlu kimse olmaz.
“Nasılsın?” diye hal hatır soran Hz. İsa’ya (as), bir hastanın verdiği cevap ne kadar düşündürücü değil mi? Hasta felçli, cüzzamlı, alaca hastalığından muzdarip, hem de âmâ. Şöyle cevap veriyor: “Hamd olsun Allah’a. Rabbim beni birçok kimsenin maruz kaldığı dertlerden kurtardı.” Şüphesiz kendinden dertli olanlar da var. “Nedir bu dertler?” diye soruyor Hz. İsa (as). Adam, “Neler olacak! Allah’ı tanımamak, O'na inanmamak! Rabbime sonsuz hamd ü senalar olsun ki beni Kendini tanımama bilgisizliğinden kurtardı, bana marifet kaftanını giydirdi.”
Demek Allah’ı tanımamak en büyük dert! Dertlerin başı! O'nu tanımadıktan sonra isterse insan bütün dünyanın sultanı olsun kaç para eder? O'nu tanıdıktan sonra ise zindanlar saray olur, O'nun emir ve izniyle her şey yoluna girer.
Demek huzur ve mutluluk, Allah ve Resûlünün koyduğu kurallara uymakla mümkün.
Dipnotlar:
1- Müslim, Fiten: 18.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Selâmın enerji ve sinerjisi |
|
Yüzlerce olumlu ve olumsuz duygularla bezenmiş, sosyal varlıklarız. Hemcinslerimiz ve diğer varlıklarla en çok ve en kolay iletişim kurabilir bir özellikte yaratılmışız. Hikmet/sebepler açısından bakıldığında; bütün varlıkların özelliklerinin ruh ve bedenimizde özetlenmiş olduğunu anlarız.
Nesneler, yoğunluk derecesine göre bir enerji harmanıdır. Dolayısıyla her nesne bir enerji yayar. Biz, kâinatın minyatürü olduğumuza göre, bütün enerji boyutları bedenimizde özetlenmiştir. Şu halde biz de bir enerji yayarız.
Yaydığımız bu enerji olumlu veya olumsuz olabilir. Eğer, ihlâs, samimiyet, sadakat ve benzeri olumlu duygularla yoğrulursak, yaydığımız enerji pozitiftir.
Selâmlaşma da sesli olarak yaydığımız bir enerji boyutudur. Öte yandan hemcinslerimizle iletişim kurmanın anahtarı, düğmesi ve ilk adımıdır. Selâm, aynı zamanda, olumlu duygu alışverişinin kanalıdır. Selâm, bir dostluk, sevgi ve hayırseverlik işaretidir. Selâmlaşan şu mesajı da verir:
Hepimiz insanız, aynı Yaratıcının kullarıyız. Birbirimize sevgi ve saygı duymalıyız. Ben senden eminim. Sen de benden emin olabilir, güven duyabilirsin. Allah’ın rahmet ve bereketi üzerine olsun...
Selâmı alan da, bilmukabele ile, aynı hisleri sinerjik olarak muhatabına iade eder. Böylece karşılıklı sevgi, saygı ve dostluk köprüleri kurulur. Bu köprüden sayısız olumlu duygu alışverişleri yaşanır. Çünkü, selâm aynı zamanda bir enerji aktarımıdır. Çünkü, biz duygu, düşünce ve sözlerimizle de bir enerji yayarız. Selâmın enerjisi, hiç şüphesiz pozitif ve ulvîdir. Böylece müthiş bir duygu buluşması ve güven ortamı oluşur. Diğer bir ifadeyle, selâm ile sinerji ve empati; yani karşılıklı duygu alışverişi, dostluk ve güven ortamı hasıl olur.
Bir hadîs-i serîfte bu hakikat, “Siz iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de imân etmiş olmazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şeye delâlet edeyim mi? Aranızda selâmı yayınız” diye nazara verilir. Hatta, Kur’ân, olumsuzluklar karşısında da “selâm sinerjisinin” kullanılmasını tavsiye eder:
“Rahman’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında ‘Selâm!’ derler”1 âyetinde de, “Artık sağcılardan selâm sana!” diye önemi tekrar vurgulanır. Selâm vermek sünnet, almak ise farz.
Resûlullah’a (asm) “İslâmın hangi ameli daha hayırlıdır?’ diye sorulmuştu. O da, “Yemek yedirmen, tanıdığına tanımadığına selâm vermendir”2 diye cevaplandırmıştı.
Verilen selâmı almanın farz olduğunu bildiren âyetin meâli ise şöyle: "Size bir selâm verildiği vakit ondan daha iyisiyle selâm verin veya aynıyla mukabele edin.”3
Selâm verenin, Müslüman olduğuna dâir delillerden birisi de, “Size selâm verene mü’min değilsin demeyin...”4 meâlindeki âyet-i kerîme gösterilir.
Selâmlaşmak, aynı zamanda İslâmın güzel âdetlerindendir. Sosyal hayatı da en güzel bir şekilde tanzim eden yüce dinimiz, selâmlaşmayı da, içtimâî kaynaşmanın esaslarından sayarak, üzerinde hassasiyetle durulmasını emreder. Hattâ, selâmlaşmanın, bir müessese olarak ihyâ edilmesini ister.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Furkan, 63.; 2- Ebû Davud, Edep, 5194.; 3- A.g.e., Kur’ân, Nisa, 86.; 4- A.g.e., Nisa, 94.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Hayat mertebeleri |
|
Abdullah Bey: “Birinci Mektub'da bahsi geçen hayat mertebelerini açıklar mısınız? Şehitlerin ölüm acısı tatmaması ne demektir?”
Risâle-i Nur’dan Birinci Mektub, hayat mertebelerini beyan eder. Bu mertebeleri kısaca arz edelim:
1- Hayat mertebelerinden birincisi, bizim şu an içinde bulunduğumuz hayat mertebesidir. Yani dünya hayatıdır. Bu hayat mertebesinde varlığımızı sürdürebilmemiz için yemek, içmek, uyumak... vs. zorundayız. Zorunluluklarla, beşeriyet kayıtlarıyla çerçevelenmiş bir hayat mertebemiz var.
2- Hazret-i İlyas ile Hazret-i Hızır Aleyhimesselâmın içinde bulundukları hayat mertebesidir. Bize göre serbest bir hayatları vardır. Meselâ bir anda birçok yerde bulunabiliyorlar. Beşeriyet kayıtlarıyla hareket kabiliyetleri sürekli kısıtlanmıyor. İsterlerse yiyip içiyorlar. Fakat bizim gibi mecbur değiller.
3- Hazret-i İdris ile Hazret-i İsa Aleyhimesselâmın içinde bulundukları hayat mertebesidir. Bu iki Peygamber de gökte dünyevî vücutlarıyla birlikte bulundukları halde, melek hayatı gibi bir hayat yaşıyorlar. Beşeriyet kayıtlarından uzaktırlar. Vücutları yıldızımsı bir şeffaflık ve nuranî bir letâfet içindedir.
4- Şehitlerin hayatıdır. Şehitlerin ölmediklerini ve kabir hayatının üstünde bir hayat tabakasında yaşıyor olduklarını Kur’ân’dan öğreniyoruz. Kur’ân diyor ki: “Siz, Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridirler, yaşıyorlar; lâkin siz farkına varmazsınız!”1 Çünkü onlar, Allah’tan daha üstün bir hayat umarak, dünya hayatlarını hak yolda fedâ etmişlerdir. Şüphesiz bu fedâkârlığın Allah katındaki karşılığı büyüktür. Çünkü Cenâb-ı Hak Kerîm’dir, Şekûr’dür, Vehhâb’dır, Müşfik’tir, Latîf’tir, Rahîm’dir. Yani cömerttir, karşılık vericidir, severek verendir, şefkat sahibidir, lütfedendir, merhamet sahibidir.
Bundandır ki Cenâb-ı Hak şehitlere dünya hayatından hiç de geri kalmayan, dünya hayatını hiç de aratmayan, dünya hayatından daha yüksek, daha canlı, daha diri ve her zerresi hayat ve şuur dolu, kedersiz, acısız, dertsiz, zahmetsiz, capcanlı bir hayatı hemen bahşediyor. Öyle ansızın bahşediyor ki, şehit olan birisi âdeta neye uğradığını şaşırıyor. Birdenbire kendisini olağanüstü yüksek nitelikli bir hayat ortamında buluveriyor. Birdenbire hayat şartlarının değiştiğini, her şeyin birdenbire lehine döndüğünü görüyor. Az önceki çetin vuruşmalardan hiçbir eser, hiçbir üzüntü, hiçbir korku, hiçbir kaygı kalmamıştır artık. Düşman kurşunundan tamamen himaye altına alınmıştır.
Oysa diğer yandan, cesedi parçalanmış, kan revan içinde yerde yatıyor olabilmektedir. Fakat o, bir başka hayatın çiçeklerini çoktan koklamaya başlamıştır. Onu yerlerin ve göklerin nurlu ve faziletli sakinleri, âlem-i berzahın feyizli yetkilileri çoktan karşılamıştır. O çoktan kucaklarda dolaşmaya, tebrikler almaya, taltif görmeye başlamıştır. Öyle ki, düşmanların ne olduğunu düşünmeyecek, dostların nerede kaldığını bilmeyecek derecede yeni, olağanüstü, korumalı ve sıra dışı bir hayata girivermiştir. Öyle ki, “Bu dostlar da bir tuhaf oldu! Nereye gittiler? Nereye saklandılar?” diyecek derecede... Ya da, “Ben bu yeraltı sığınağını nasıl da bulup sığındım! Çatışmalar ne kadar da şiddetliydi! Neredeyse ölecektim!” dercesine bir hayata girmiştir.
Şehitler kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Ölümün ayrılık acılığını hissetmiyorlar. Bilâkis, az önce yanında yer alıp, şimdi olmayan dostlarının öldüğünü zannediyorlar.2
Şehitler kendi ayrılık ve ölüm acılarını hissetmezler; fakat dünyada kalan çok sevdiği dostlarından ayrıldıklarını bilirler. Bu ayrılığın tatlı ateşini hissederler. Demek, bu ayrılık ateşini onlar çekilmez bir acı olarak değil, tatlı bir şefkat ve rahmet içinde hissederler. Çünkü 1- İçinde bulundukları âlem acı çekmeye müsait değildir. 2- Allah’a yakın olduklarından, Allah’a yakın bildikleri salih dostlarını rahmet dolu bir ümit içinde merak ederler. 3- Bu ayrılık ateşinde, dünyevî acılarda olduğu gibi ümitsizlik ve isyan yoktur.
Çocuklar da bizim gibi hayatta iken birinci hayat mertebesindedirler. Üstad Hazretlerinin Eğridir gölündeki kayıkta çocuğa acıması, fırtınadan ve dalgadan korkmakta olan çocuğa şefkat duyduğu içindir. Yoksa aynı fırtınadan dolayı altı kişi ile birlikte çocuk da ölseydi, çocuk da Allah’ın rahmetine gark olacak ve şehid olacaktı.
5- Beşinci hayat mertebesi, kabir ehlinin ruhanî hayatlarıdır. Ölüm yokluk değil; hayatın cisim gömleğinden sıyrılıp ruhanî bir boyut kazanmasından ibarettir.3 Kabir ehlinin hayatları cisim boyutlu değil; ruhanî boyutludur.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 154; 2- Mektûbât, s. 12; 3- Mektûbât, s. 13
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Tavuk itlâfından kene istilâsına |
|
Uzmanlar, halkın sağlığını tehdit eden zehirli kene istilâsının sebep ve çareleri üzerinde kafa yormaya devam ediyor.
Bu hususla alâkalı olarak, hemen her gün üzücü yeni bir vukuatla karşılaşmak mümkün. Buna karşılık, uzmanlardan yeni açıklamalar ve resmî yetkililer tarafından da yeni yeni uyarılar yapılıyor: "Aman dikkat edin! Şöyle yapın, böyle yapmayın, vesâire..."
Söylenenleri, elbette dikkate almak ve ona göre ihtiyatlı davranmak lâzım.
Lâkin, vaktiyle yapılmış olan ciddî bazı uyarıların, hükümet ve devlet yetkilileri tarafından da dikkate alınması gerekmez miydi? Elbette gerekirdi. Ancak, öyle anlaşılıyor ki, yapılan uyarıların çoğu kulak ardı edilmiş, üzerinde yeterince ve gerektiği kadarıyla durulmamış, hatta es geçilmiş.
Meselâ "kuş gribi/tavuk vebâsı" gerekçesiyle uygulanan "tavuk itlâfı" hakkında yapılmış olan uyarılar gibi...
Bundan iki–üç sene evvel, öyle bir tavuk telefatına girişildi ki, hatıra geldikçe insanın vicdanı sızlıyor, tüyleri ürperiyor.
Biz, o tarihte yapılan bu korkunç tatbikatın hem insanlık dışı boyutunu tenkit ettik, hem de bunun yol açacağı muhtemel tehlikelere dikkat çektik.
İşte, bugün maalesef o tehlikelerden biriyle, "kene belâsı"yla karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Uzmanlar, özellikle köylerdeki tavuk itlâfının kene istilâsına yol açtığını—çekinerek de olsa—ifade ediyorlar.
Biz de, üzerimize düşen vazifeyi vaktiyle ifâ etmenin vicdanî rahatlığı içindeyiz. Bundan iki buçuk sene evvel, hem yapılan yanlışa şiddetle karşı çıktık, hem de dâvet edilen tehlikelere yana yakıla dikkat çektik.
İşte şu satırlar, 16 Ocak 2006'da yayınlanan "İtlâf fâciası" başlıklı yazımızda geçiyor:
"Sağlık gerekçesiyle yüz binlerce kanatlı hayvan itlâf ediliyor. Bu işte bir yanlışlık olmalı. Çünkü, kuş gribi felâketini önleyelim derken, bir başka fecaat sergileniyor. Felâketi katmerleştiren bir fecaat...
"Evet, ne yazık ki, Türkiye'de bir itlâf faciası yaşanıyor. Zira, insan sağlığına hizmet adına, insanlık dışı yollara, metotlara başvuruluyor. Hizmet adına, açıktan açığa vahşet tabloları sergileniyor. Kuş gribinin tesbit edildiği bölgelerde, şüphe üzerine veya `her ihtimale karşı` binlerce kanatlı hayvan yakalanıp vahşice telef ediliyor.
"Tavuk, horoz, hindi , ördek, kaz, güvercin, vesaire, yakalanan bütün kanatlılar, canlı canlı torbalara, çuvallara, hatta naylon poşetlere doldurulup götürülüyor. Torbaların içine alt alta, üst üste moloz yığını gibi atıldıkları andan itibaren, o hayvancıklar için azap ve eziyet dakikaları başlıyor. Yarı canlı hale getirilen bu hayvanlar torbaların içinde, torbalar da yine yığma vaziyette kamyonlar içinde ölüm yolculuğuna çıkartılıyor. İtlâf noktasına getirilene kadar, canlı kalanların cıyaklaması devam ediyor.
"Sonra çuvallar, torbalar içindeki o hayvancıklar ya bir çukura atılarak üzerleri toprakla kapatılıyor, ya da alevlerin içine fırlatılarak kömür ediliyor. Bu arada çuvalda gedik açarak kaçan, firar edenler oluyor. Ancak, onların da şansları yaver gitmiyor. Hemen yakalanıyor ve ne yazık ki yine canlı halde ölüm çukuruna, yahut azap ateşinin ortasına atılarak itlâf ediliyor.
"Acaba, bütün bu yapılanların doğru şeyler olduğunu kim savunabilir? Hayvan bile olsa, bu canlılara karşı sergilenen vahşetin medenilikle, çağdaşlıkla, insanlıkla ve dahi İslâmlıkla bir alâkasının olduğunu kim iddia edebilir? Kurban kesimine karşı, sözde insanlık damarı depreştiği için yıllardır yaygara koparanların, sayıları milyonları geçen kanatlı hayvan telefatı karşısında sus–pus olanların kulakları çınlasın...
Ve bozulan denge...
"Mevcut hayvanların itlâfı yoluna gitmek, ayrıca korunması gereken bazı dengeleri de bozuyor, alt üst ediyor. Meselâ, ekolojik denge bozulmaya yüz tutuyor. Zira, her hayvanın, hatta her canlının tabii/fıtri denge içinde bir yeri var, kendince bir boşluğu dolduruyor. O canlıyı yok ettiğinizde, hiç ummadığınız bir tehlike gelir ansızın kapınıza dayanır."
Tarihin yorumu = 18 Haziran 1936
Hükûmet de, devlet de CHP demektir
Tek parti döneminin en imtiyazlı Başbakanı İsmet Paşa, tarihte emsâli olmayan bir genelge yayınlayarak, bundan böyle parti işleriyle hükümet ve devlet işlerinin birlikte yürütüleceğini duyurdu.
Bu benzersiz genelgeye göre yeni sistem şöyle olacak: İçişleri Bakanı, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri, valiler de CHP İl Başkanı görevini üstlenmiş olacak.
Yapılan değişikliğin gerekçesi ise, şu şekilde açıklandı: Millet ve memleket için yapılan hizmetlerin daha rahat ve daha kolay olmasını sağlamak...
Bu tarih itibariyle, birleştirilen parti, hükümet ve devlet hiyerarşisinin ilk üç kademesi şu sıralamaya göre şekillendi:
1) M. Kemal: Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı.
2) İ. İnönü: Başbakan ve CHP Genelbaşkan Vekili.
3) Ş. Kaya: İçişleri Bakanı ve CHP Genel Sekreteri.
Aynı anda, il ve ilçelerde parti, hükümet ve devlet işlerinin uyum içinde yürütülüp yürütülmediğini denetlemek için kurulmuş bulunan "Parti Müfettişliği" de yine İşçileri Bakanlığına bağlandı.
Bu tarihten itibaren, Şükrü Kaya'nın çok önemli ve tesir gücü yüksek bir mevkiye getirilmiş olduğu görülüyor.
1927'den beri zaten İçiçleri Bakanı olan Şükrü Kaya, 18 Haziran 1936'dan sonra, aynı vazife ile birlikte parti ve müfettişlik işlerinin de en yetkili ve sorumlu kişisi oldu.
Şükrü Kaya'nın bu "üçüncü adam"lık saltanatı, M. Kemal'in ölümüne kadar sürdü. 11 Kasım 1938'de Cumhurbaşkanlığı makamına oturan ve aynı anda CHP Genel Başkanlığı vasfını da kazanan İsmet Paşa, Şükrü Kaya'nın Dahiliye Bakanlığından derhal istifa etmesini istedi.
Bu istifa ile birlikte, Şükrü Kaya'nın (1884–1959) siyasetteki yıldızı da sönmeye yüz tuttu. Bu tarihten sonra yıldızı parlayan ve daha üst makamlara getirilen şahıslar ise, şunlar oldu: Refik Saydam, Şükrü Saraçoğlu, Recep Peker ve Hilmi Uran.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Bu bir serenattır |
|
Yüzümde bir tokat izi, hâlâ ilk günkü kadar sızlıyor.
Bir kaç damla kan, dişlerimin arasında. Yutkundukça, yeniden deşiliyor yaram. Kızılcık şerbeti diyorlardı bu tadın adına, henüz öğreniyorum.
Suçlu arıyorum, bütün yaptıklarımı yükleyecek. “Sebebimsin” deyip bütün keşkelerimi heybesine dolduracak birini arıyorum geçmişimde.
Ben ararken, bir de bakıyorum, suç arkasını dönmüş gidiyor. Sahip aramaktan yorgun, bacakları titriyor. Kime yaklaştıysa, sırt dönmüş ona. Bu yüzden yorgun bir hâlde. O da kimden kaldığının, kime gideceğinin şaşkınlığı içinde.
Ona da kızamıyorum.
Acı; nefes nefese geldiğinden, hissedemiyorum henüz.
Gelip kurulmuş hemen, hayat yoluma. Ne “Yol ver, geçeyim.” diyebiliyorum. Ne “Kalk, yoluna git”… Ben de oturmuşum dizinin dibine, nefeslenmesini bekliyorum.
Ruhum şaşkın, “Ne yapsam?” diye, viran bir şehrin başında bekliyor.
Kalmak ve gitmek arasında sıkışığım.
Ne arkamda bırakabiliyorum “Benim” dediklerimi. Ne sahip çıkabiliyorum, ellerimden kaydıkça. Hiçbir şeyi tutmanın mümkün olmadığını, bir kez daha fark ediyorum; ömrümün içinden geçerken, yanıma aldıklarımı kaybederken tek tek.
Sahip olduklarımın, sadece emanet olduğunu anlıyorum. Sonra kızıp duruyorum, aynadaki çehreme… Neden sahip olmayınca bu kadar üzülüyorsun.
Sahip olduğunu sandıkların bile senin değilken.
Katil bir yüz beliriyor gölgelerden.
Birileri eşkalini çizmemi istiyor, gördüğüm suretin. Her çizdiğim şekil, benden biraz daha uzağa düşüyor.
Şizofrene çıkmış adım, üçüncü sayfada.
Oysa ben değildim anılarımı öldüren. “Unutkanlık” denilen hastalık düşünce bütün “unutamam” dediklerimin arasına, hangisini saklasaydım ki; hatırlayamıyorum… Yani yaşadıklarım bile benim olmuyor ve hiçbir şeye sahip çıkamıyorum, âcizim.
Kimse bilmiyor, tek suçlunun bu illet hastalığın olduğunu.
***
Gözlerinin iplerinde sallandırdın her sözümü. Bütün gerçek dediklerim, yalan çıktı ve içimin boşluğuna gelince, intihar etti bir bir.
İnanmadılar, hayatın içinde tek başımıza olduğumuza, sahiplikleriyle gururlananlar. Sustum.
Bilsen...
Kaç kere vazgeçtim, yaşayacaklarımdan. Ve “bir daha mı?” diye, tehdit ettim yarınlarımı.
Dinmedi, burnumu sızlatan yanık kokuları. Gidişime sürtüne sürtüne alev almış bütün bıraktıklarım. Külleri dağılmış caddelerime.
Şimdi ben, hangisini delil diye sunayım soranlara.
Bırak, dokunma...
Adım kalsın manşetlerde, şaşkın bir bakışla....
Söylesene: Bu kaçıncı idam mangası gönderdiğin ey geçmişim?
Serenat olsun sana... Aç pencereni! Ömrümü sallandıracağım.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Küresel ısınma ve Kyoto protokolü |
|
İnsanların faaliyetleri sonucunda dünyadaki birçok denge değiştiği gibi dünyanın ısısı da değişmiş ve ateşi artmıştır. Âyette “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesad çıkar”1 ifadesinin bir tezahürü.
İnsanoğlunun dünya çapındaki faaliyetleri sonucunda her yıl 24 milyar ton karbondioksit salımı yapılmaktadır. Sanayi devriminden sonra atmosferde 175 gigaton karbon birikmiştir. Türkiye’nin 1990 yılındaki emisyon miktarı yaklaşık olarak 170 milyon ton iken, bu 2004 yılında 296 milyon tona çıkmıştır.2
İklim uzmanı bir bilim adamının ifadesine göre eğer karbon salınımı için tedbir alınmazsa bu “gezegenimizin mezar taşının yazısı demektir.” 15 Ağustos 2007 günü Avustralya Melborn Üniversitesinde yapılan bir münâzarada bu konularda şu görüşlere yer verilmiştir: ABD hükümetinin önde gelen iklim bilimcisi James Hansen, küresel ısınmanın sanayi öncesi döneme göre 1.7 C artması halinde gezegenimizde çok büyük değişiklikler ortaya çıkar. 2-3 derece artışın Kuzey Kutbundaki buzları yok edeceğini, deniz seviyesinde felâket boyutlarında bir artışa sebep olacağı ve Batı Almanya, Güney Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’da süper kuraklığa yol açacağı görülmelidir.
İngiliz Çevre Bakanı David Millibond, “Bu gidişi durdurmak için, 2050 yılına kadar tarım dışındaki bütün faaliyet alanlarında karbon emisyonunun sıfıra çekilmesi gerektiğini söylüyor. Thomes Homer ‘Ters-Yüz’ adlı kitabında, “Emisyon korkunç hızla artıyor. Eğer ekonomi bir on yıl daha bugüne kadar olduğu gibi devam ederse sıcaklık artışını 2 C’de durdurabilmek için artık çok geç olacak. İnsanlık bugüne kadar sürdürdüğü kötü alışkanlıklarından artık vazgeçmeli. Yoksa hem kendisinin hem de diğer varlıkların sonunu getirecektir” demektedir. İnsanoğlu, aşırı tüketim ve israftan vazgeçmeli. Çünkü bu fiilini Cenâb-ı Allah yasaklamıştır.3 Hatta, bu fiili işlemeyi “şeytanın kardeşliği olarak”4 bildirmiştir.
Dünyadaki bu kötü gidişata dur demek için 1997 yılında Japonya’nın Kyoto şehrinde küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik uluslar arası bir sözleşme yapılıyor. Bu protokolü imzalayan ülkeler karbondioksit ve sera etkisine sebep olan gazları salımını azaltmaya söz vermişlerdir. 2005’de yürürlüğe giren bu protokolü Türkiye’de imzalamaya karar verdi. TBMM Çevre Komisyonunda Türkiye’nin Kyoto protokolüne katılımının uygun bulunduğuna dair yasa tasarı komisyonda kabul edildi. Çevre Bakanını Veysel Eroğlu’nun ifadesine göre Meclis tatile girmeden tasarı kanunlaşacak. Bu konuda hepimize görevler düşmektedir. ‘Ben bir kişiyim benden ne çıkar’ denmemeli. Bütün faaliyetlerimizi iktisat üzerine bina etmeliyiz ve bir çok alışkanlıklarımızdan artık vazgeçmeliyiz. Karbon sayacı diye bir sistemle herkes atmosfere ne kadar karbondioksit bıraktığını çok rahat öğrenebiliyor. Aylık olarak harcanan elektrik, doğal gaz, kömür, araç, kullanımı ve uçak seyahatinizi yazdığınızda yıllık olarak havayı ne kadar kirlettiğimiz ortaya çıkıyor, karşılığında da kaç ağaç dikmeniz gerektiği size bildiriliyor. Ben ailece harcamalarımı ölçtüm. Aylık 120 kilovat elektrik, 109 metre küp doğal gaz, 500 kilometrelik yol. Yıllık toplam 0.48 (ton) karbondioksit. Karşılığında dikmem gereken bir ağaç. Oranlara baktığımda en fazla karbon salınımı araçtan kaynaklandığını gördüm. O halde özellikle araç sahiplerinin çok dikkat etmesi gerekmektedir. ‘Param var, arabam var’ diye her canının istediği yere anahtarı çevirip gidilmemeli. Zaman zaman “sanki yedim” misali “sanki gittim” denmeli. Yalnızken toplu taşıtlar kullanılmalı. Ayrıca israfı teşvik eden, gururu okşayan tek kişilik araçlar, iki kişilik araçlar, yarış araçları bilmem kaç silindir araçlardan da artık insanlık vazgeçmeli. Yoksa İlâhî nizamı bozmanın cezası olarak dünyası başına yıkılacaktır.
Dipnot:
1- Kur’ân-ı Kerim, 30/41, 2- TBMM Çevre Komisyonu konuşmaları, 3- 7/31, 4- 17/27.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Adım adım ihlâl |
|
Anayasa Mahkemesi’nin 5 Haziran 2008 tarihli ‘iptal kararı’ çeşitli ‘uzman’larca eleştirildi. Aradan bunca zaman geçmesine rağmen eleştiriler artarak devam ediyor. Muhtemelen bu eleştiriler, önümüzdeki aylarda belki de yıllarda da devam edecek. Bir adım sonrası, belki de bu ve benzeri bazı kararlar, ‘yanlış karar’lara örnek olması bakımından dünya hukuk tarihine kaydedilecek.
Anayasa Mahkemesi’nin kararına ciddî eleştiriler getiren uzmanlardan biri de Prof. Dr. Zühtü Arslan oldu. Aynı zamanda anayasa hukukçusu olan Arslan, Mahkemenin ilgili kararını, “367 kararı’nı da aşan ve yargısal aktivizm kavramının bile açıklamakta aciz kaldığı bir karar” olarak yorumlamış. (Star, Açık Görüş eki, 15 Haziran 2008)
Prof. Dr. Arslan, şunlara da dikkat çekmiş: “Mahkemenin bu kararı, Anayasanın lâfzına, koruduğu temel değerlere ve amacına açıkça aykırıdır. (...) Mevcut Anayasayı hazırlayan Danışma Meclisi ve Anayasa Komisyonu tutanakları incelendiğinde, bu sınırlamanın Anayasa Mahkemesi’nin 1961 Anayasası döneminde anayasa değişikliklerini şekil denetimi görüntüsü altında esastan denetlemesine tepki olduğu görülecektir. Nitekim, 148. madde Danışma Meclisi’nde görüşülürken, Anayasanın değiştirilmesi teklif edilemez hükümlerine aykırı değişikliklerin Mahkeme tarafından denetlenmesini isteyen önergeler reddedilmiştir.
“İkincisi, bu kararla ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi ihlâl edilmiştir. (...) Bunun anlamı, Mahkemenin parlamentoya ait olan ‘tali kurucu iktidar’ yetkisini gasbetmesidir.
“Üçüncüsü, Anayasanın 2. maddesinde yer alan Cumhuriyetin ‘insan haklarına saygılı, demokratik hukuk devleti’ olduğu hükmü ihlâl edilmiştir. Başörtüsü, kim ne derse desin, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereğidir. Hiçbir demokratik ve laik ülkede rastlanmayan başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik bir düzenlemenin iptali, açıkça insan haklarının ihlâlidir. (...)
“Beşincisi, Mahkeme, Anayasanın bağlayıcılığını belirten 11. maddeyi ihlâl etmiştir. Bu maddeye göre Anayasa Mahkemesi’nin, hangi nedenle olursa olsun, ‘Anayasayı delme’ yetkisi yoktur. (...) Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, mahiyeti ve neticeleri itibariyle bir ‘yargı darbesi’dir. (...) Anayasa Mahkemesi’nin bu tür kararları, kendi yetki alanını sürekli genişleterek anayasal sistem içindeki kudretli konumunu pekiştirmekte, bu da sonuçta demokratik siyasetin alanını gitgide daraltmaktadır.”
Peki, yanlışlığı konusunda ihtilâf olmayan bu ve benzeri kararlarla Türkiye nereye gidebilir? Hali hazırda, Anayasa Mahkemesi’nin bir üst mahkemesi ve itiraz yolu olmadığına göre iş dönüp dolaşıp yine milletin temsilcileri olan TBMM’ye geliyor. Siyasî partiler, yanlışlık karşısında susmamalı, yanlış kararlarla ilgili ‘sıra’nın kendilerine de gelebileceğini düşünmeli.
Bugün iktidar partisini zor durumda bırakan yanlış kararlar, yarın muhalefet partilerinin başını yakabilir. O halde, kim olursa olsun yanlış yapana ‘dur’ demek lâzım. Hukuk içinde, adalet içinde ve hakkaniyet ölçüleriyle...
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Futbol iyi, ekonomi kötü |
|
Avrupa Futbol Şampiyonası görünen-görünmeyen iktidar mücadelesine yeni bir soluk getirdi. Eski Cumhurbaşkanları, onursal Yargıtay Başsavcıları, rektörler nasıl ki futbolu konuşuyorsa Meclis de konuşuyor.
Milli takımın Çek Cumhuriyeti’ni son 15 dakikalık oyunu ile skoru 2-0’dan 3-2’ye taşıması AKP’ye ilham kaynağı oldu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan AKP’nin bir nevi siyasetin Millî Takımı olduğunu ima etti.
Başarı için 90 dakikanın yeterli olamayabileceğine dikkat çeken Erdoğan, “son nefese kadar bu işi sürdürmek gerekiyor” diyerek kapatma davasında son ana kadar mücadele edeceklerini aynı zamanda da umutlu olduğu sinyalini verdi.
Kendisi de eski bir futbolcu olan Erdoğan’ın futbol üzerinden verdiği mesajın içinde en günceli, galibiyetin üç kıtada büyük bir sevinçle karşılandığını söylemesi oldu. Katar Emirinin eşinin Emine hanımı arayıp tebrik etmesi örneğini veren Erdoğan, hem içeriye hem de AB’ye mesaj gönderdi.
İçeriyi “Türkiye’yi içine kapayan kompleksli zihinler” olarak özetleyen Erdoğan, Türkiye’nin üyeliğinin futbol gibi üç kıtada beklendiğini anlatarak AB’ye hatırlatmada bulundu.
Bahçeli ve Baykal’ın da gündeminde futbol vardı ama bunu ekonomiyle birleştirdiler. Milli takımımızın galibiyetini tebrik eden Bahçeli ve Baykal, ardından ekonomiye dikkatleri çekti.
Baykal belki de uzun bir süreden sonra ilk defa doğru bir şey söyledi ve “enflasyonun arttığı dönemde faizlerin artışı kaygı verici bir gelişmedir” dedi.
Bahçeli de gıda ve kiradaki artışın, harcamaların neredeyse yüzde 90’ına ulaştığını, Başbakan Erdoğan’ın, “sadece şikâyet etmekte ve hükümet makamını yakınma kapısı haline getirdiğini” vurguladı.
Futbol büyük bir sevinç ve heyecan yaşattı muhakkak. Fakat ertesi gün çarşıya, pazara, manava, markete giden halk sevinç ve heyecanın geçici olduğunu da anladı.
Gerçekler gün gibi ortada. Futboldaki başarı ekonomide yok. Piyasalar daralmışlığın verdiği sıkıntıyla iç içe.
Enflasyonun yeniden hortladığı, fiyatların hemen her gün arttığı, faizlerin yükseldiği bir gerçekle karşı karşıyayız. Merkez Bankası bütün uyarılara rağmen faizleri yine arttırdı.
A Milli Takımımızın başarısı üzerine mesaj veren Erdoğan, ekonomideki kötü gidişattan da kendi adına bir mesaj alabilmeli.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Klonlanma” siyaseti… |
|
Kamuoyunun iktidar partisinin “kapatma davası” ve son “dinleme” ve “izleme” olaylarına odaklandığı süreçte Ankara’da alttan alta çeşitli senaryolardan söz ediliyor.
Başbakan’ın milletvekillerinin Başkentten ayrılmamaları tembihinin, “dava”yla bağlantılı “post AKP”ye dair sürpriz gelişmelerde daha kapatılmadan partisini “yeni parti”de toplamak ve şimdiden sinyal veren dağılmayı önlemek amacını taşıdığı söyleniyor.
Enteresandır; başta Başbakan olmak üzere hükûmet ve parti sözcüleri, Anayasa Mahke-mesinin son “iptal” kararı üzerine, âdeta demokratik mücadeleyi salt Meclis’e havale edip “kapatma davası” sonrasına odaklandılar. Bugünkü problemlere değil, siyasî geleceğe daldılar.
Bu bakımdan, daha kapatılmadan bir “yeni parti”de toplanmasından, “kapatılmama” durumunda bir bütün olarak kalıp izlenecek stratejiye kadar bir yığın “ihtimal” ve “alternatif” üzerinde konuşuluyor. Ve işin ilginç tarafı; Başbakan ve kurmayları büyük tepki gösterseler de bu hususta da MHP’nin “klonlama” önerisine geldikleri görülüyor…
AKP HALKA NE DİYECEK?
Aslında AKP son dönemde önemli kavşaklarda hep MHP’nin “desteği”yle yönünü tayin ediyor. Bundandır ki siyasî değerlendirmelerde “AKP’nin rotasını MHP çiziyor” yorumları yapılıyor.
Bilindiği gibi e-muhtıra ve “375 krizi”ni seçim meydanlarında istimal eden ve “dindar Cumhurbaşkanını seçtirmediler” söylemiyle seçmene mesaj verip oy toplayan Erdoğan, seçimden sonra “uzlaşma” arayışıyla kendisi aday olmadığı gibi “Kardeşim” dediği Gül’ün de aday olmaması beklentisine girmişti. Lâkin kimse Bahçeli’nin çıkıp “Gül aday olursa destekleriz” diyeceğini hesaplamıyordu. Tam bu esnada MHP devreye girdi ve “Köşk krizini çözdü!”
Keza tamamen kanunsuz ve keyfî olan başörtüsü yasağını “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla gündeme getiren Başbakan’ın peşinden “bir cümlelik Anayasa değişikliği” için Meclis’teki partilere çağrıda bulunması üzerine MHP’nin bunu fırsat bilerek beklenmedik bir şekilde “Değişikliğe varız” demesi, son sürece damgasını vurdu.
Neticede MHP’nin “desteği”yle girilen yasadışı yasağı yasayla değiştirme garâbeti, Anayasa Mahkemesi’nin zorlama “iptal” kararıyla daha da zora girdi. İnsan hak ve hürriyetlerinin başında gelen ve bir dinî vecîbe olan başörtüsüne tepeden dayatılan kanunsuz indî yasak daha da katmerleştirilerek yaygınlaştırıldı.
Daha önce kısmen de olsa müsâmaha gösteren bazı vakıf ve özel üniversitelerde bile yasak konuldu. Yasakçılık o denli azdırıldı ki, kampuslerin kapısında halk otobüslerinde bile başörtülüler indirildi…
Ancak AKP daha kapatılmadan kendini “klonlasa” da, parti kapatılıp yerine “yeni parti” kurulsa da, “iddianâme”de ismi geçen bazı isimlere “siyaset yasağı” getirilmesi ihtimal dahilinde. Hazine yardımının kesilmesiyle kalınıp kapatılmazsa da bundan sonra halka ne diyeceği merak konusu…
AKIBET ORTADA…
Aydın Menderes’in dediği gibi, “kapatılmazsa” ya da MHP lideri Bahçeli’nin önerdiği gibi “klonlansa” AKP milletin karşısına çıkıp ne diyecek? Önce yüzde 34 oyla anayasayı tek başına değiştirecek güçle gelip beş sene sonra, yüzde 47 oyla tek başına iktidara geldikten sonra, millete karşı hangi bahaneyi bulacak?
Dün Çankaya engellediği ve belki de dene-yimsiz olduğu için “yaptırmadılar”, lâkin üzerinden altı sene geçtikten ve üstelik seçim meydanlarında verilen vaadlerle Gül’ü Çankaya’ya çıkardıktan sonra yine yapamadılarsa, “bundan sonra nasıl yapacaksınız?” sorusuna ne cevap verilecek?..
Yüzde 47 oy alındı, Çankaya’ya da çıkıldı, karşısında ciddî bir muhalefet de yok; buna rağmen, özellikle inanç ve mânevî değerlere konulan özgürlüklerin genişletilmesinde bir şey yapılmadı; bundan böyle nasıl yapılacak?
Başta yasadışı başörtüsü yasağı olmak üzere, içinde imam hatiplerin de bulunduğu meslek okullarına getirilen üniversite sınavlarındaki katsayı haksızlığı, Diyanete bağlı cami ve Kur’ân kurslarındaki yaş yasağı, YAŞ kararlarıyla sorgusuz yargısız subay ve astsubayların mesleklerinden atılmasına bunca zamandır bir çözüm bulamayan siyasî iktidar; bundan sonra yüzde 60 da oy alsa bunu nasıl ve hangi demokratik irâde ile çözecek?
Görünen o ki bütün bu sorular cevapsız kalıyor. Akıbet ortada…
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Şuubiye aktörleri |
|
Tanzimat’la birlikte başımıza gelen musibetlerin büyüklerinden birisi (belki de en büyüğü) kadim şuubiye taunu ve belâsıdır. Bu belâ yüzünden imparatorluğu toprağa verdik. Onunla birlikte, Müslüman toplumları da yele verdik ve savurduk. Bu belâ bir virüs olduğu gibi bu virüse yakalanan kimi milliyetçi ve kavmiyetçi liderler ve aktörler de vardı. Osmanlı’nın yıkılmasının ardından her biri ayrı bir yana savruldu. İşte Aziz Ali el Masri Paşa bunlardan sadece birisidir. İttihatçı maarif vekillerinden Sati Husri de bunlardandır.
Kendisine ikinci İbni Haldun denmiştir. Osmanlı’dan sonra onun parçalarında da aynı menhus görevini icra etmiştir. Kâh Irak Kralı Faysal’ın, kâh Nasır’ın çevresinde ve sofrasında görmekteyiz onu. Nuri Said Paşa da bir başka Aziz Ali el Masri Paşa’dır. Geçenlerde 14 Haziran (2008) tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan ‘Arapsaçı Osmanlı’ya pahalıya patlamıştı’ haberi ve muhtevası bu unutulan yüzleri gündeme getirdi ve bana benzeri aktörleri hatırlattı.
Bunlardan birisi de Molla Mustafa Barzani’dir. Barzani çıkışı bütünleşmekte değil ikinci Babil devrini andıran Fransız Devriminden itibaren çözümü çözümsüzlükte ve parçalanmakta arayan rical arasındadır. Gerekçesi de muktezayı halin ve modanın böyle olmasıdır.
Onu 1947 yılında Mehabat Kürt Devleti’nin genelkurmayında görmekteyiz.
Ardından da kendisi ve oğulları bu projenin ölmesinden sonra benzerini Irak’ta; doğdukları topraklarda uygulamak istemişlerdir. Onda da hüsran üstüne hüsran yaşamışlardır. Lâkin Napolyon’un başlattığı meş’um çığırın izleyicilerinden olan Churchill ve onun da izleyicisi olan oğul Bush devrinde emellerinin bir kısmına nail olmuşlardır.
***
Türkiye’de tarihçilerin bile bilmedikleri Aziz Ali el Masri Paşa, Arap Türk ayrışmasında kritik roller oynamış bir adamdır. Kendisi Türk İttihatçılığına karşıdır ama yapa yapa onun bir taklidi olan Arap İttihatçılığını gerçekleştirmiştir. Bu Muhammed Haseneyn Heykel gibilerin tarih yorumlarıyla da sabittir. Modelleri aynıdır bundan dolayı zıt kardeşlerdir. Aynen Bush ile Ahmedinejad benzerliğinde olduğu gibi. Bu tozlu yaprakların arasında kalmış şuubiye ve aktörleri meselesini Hürriyet gazetesi sözkonusu haberiyle güncelleştirmiş oldu. Meseleyi oradan biraz takip ettikten sonra kendi hükmümüzü verelim: “Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, Arap Ekonomi Forumu’nda, konukların Arap olduğunu unutup, “İşler Arap saçına döndü” demesi, tarihten bir meseleyi de akıllara getirdi. Arap milliyetçilerin Birinci Dünya Savaşı’nda çıkardıkları isyanın gerekçelerinden biri, Osmanlılar’ın ‘Arapsaçı’ deyimiydi. Arap milliyetçilerin kanını beynine sıçratan Osmanlı deyimlerinden diğeri de, “Ne Arabın yüzü, ne Şam’ın şekeri”ydi. Bir Arap olan Aziz El Masri, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Ordusu’nda görevli bir subaydı. Masri’nin bir diğer özelliği de, Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na sokan Enver Paşa’nın Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı olmasıydı. Enver ve Talat Paşa’yla İttihat ve Terakki’nin en güçlü 3 adamından olan ve Birinci Dünya Savaşı’nda 4. Ordu Komutanı olan Cemal Paşa’nın Çağdaş Yayınları’ndan Nisan 1977’de çıkan “Hatıralar, İttihat ve Terakki, 1. Dünya Savaşı Anıları” adlı eserinde yazdığına göre, Aziz El Masri bir Arap milliyetçisiydi. Cemal Paşa, Aziz Bey’i, 1904’te stajyer yüzbaşı olduğu dönemden tanıyordu. Hareket Ordusu’nda da görev alan Aziz Bey’le bir gün rastlaşıp konuşurlarken, Cemal Paşa, Osmanlı birliği ve hilâfeti için Arap milliyetçilik akımının tehlikelerinden bahsediyordu.
KÖPEKLERE BİLE ARAP DEDİNİZ
Aziz Bey’in yüzü birden değişti. Soğuk bir tavırla: “Arapların, yerden göğe kadar hakları var. Siz Türkler, biz Araplar hakkında şimdiye kadar imhadan, tahkirden, tezyiften başka ne yaptınız ki, şimdi bizden dostça muamele bekliyorsunuz. Unutuyor musunuz ki, İstanbul’da köpekleri çağırmak için “Arap!.... Arap!... Arap!...” dersiniz. En muğlak meseleleri izah için “Arap saçı gibi” dersiniz, “Ne Arabın yüzü! Ne Şam’ın şekeri!” tabiri daima kullandığınız sözlerdendir. (...) Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Bağdat ve umumiyetle Irak bölgesinin yıkıcısı Hülagu’nun neslinden bir ahlâksız Tatarı, Şam Ordusu’na müşir (mareşal) tayin ettiniz. Arapların Tatarlar aleyhindeki hislerini ve kinini bilmez değilsiniz. Hâl böyle iken Osman Paşa’yı 5. Ordu Müdürlüğü’ne göndermek, Arapları aşağılamaktan başka bir amaç taşıyamaz”, dedi.
OSMANLI'DAN, İSYANCILARA GEÇTİ
Cemal Paşa, Aziz Bey’i dinledikten sonra Anadolu Türklerinin Araplar hakkındaki büyük hürmetinden bahsederek, her birisi kim bilir ne gibi hadiseler tesiriyle halk dilinde küçük düşürülmüş olmaktan başka bir mahiyete haiz olmayan bu sözleri dikkate almanın, İslâm âlemi için telâfisi imkânsız bir felâkete sebep olabileceğini söyledi. Aziz Bey, bir süre sonra patlayan Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Şerifi Hüseyin’in birliklerine karıştı. Aziz El Masri, Şerif Hüseyin’in isyanına yardım ettikten sonra, İbni Suud’un Hicaz Krallığı’nı yıkmasından sonra Mısır’a kaçtı. Mısır’da Arap milliyetçileri arasında saygın bir yer edindi. Mısır Ordusu’na girerek, ordunun modernleştirilmesine çalıştı. Mısır Ordusu’nda Genelkurmay Başkanlığı’na kadar yükseldi.”
***
Hürriyet kariyerini eksik bırakmış. En bariz sıfatı ve özelliği Hür Subaylar’ı yetiştirmiş olmasıdır. 1952 Hür Subaylar Darbesi onun mimarlığını yaptığı İttihatçı gelenek üzerine yapılmış bir darbedir. Bunu Enver Sedat gibiler de hatıratında itiraf etmişlerdir. Kimilerine göre (Muhammed Harp), Aziz Ali el Masri’nin kanında Şevki’nin kanında olduğu gibi Çerkezlik de vardır. Bu detay sabit olsa bile pek önemli değildir. Önemli olan Molla Barzani’den Aziz Ali E Masri’ye kadar bir sürü çağdaş liderin geçmişinde şuubiye gölgesinin ve kalıntısının bulunmasıdır.
18.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|
|