Gurbetzede gurbetin sürekliliğini düşünemeden sıladan ayrılır. Kısa bir süre sonra vatana döneceğini düşünerek… Altı aylık bir niyetin çeyrek asırlara ve hatta hayatın tümüne dönüşeceğini düşünemeden… İnsanların gurbetini çok okumuşunuzdur da, dillerin gurbetini belki fazla değil… Hele Türkçenin gurbetini… Lozan Antlaşmasıyla birlikte Türkçenin coğrafyasından ayrılan milyonlarca insanın, bugün hâlâ dilini anlayıp konuşabildiklerini hiç merak ettiniz mi? Meselâ Şam’da, Halep’te, Yemen ve Beyrut’ta cenubî bir aksanla konuşulan Türkçeyi… Türkçeyi Yunanistan’da, İsrail’de ve hatta Paris’te mutlaka daha değişik ton ve renklerde duyarsınız… Yukarıda saydıklarımız elbette gurbete düşmüş Türkçelerdi… Hem de sıla ümidini kaybetmişlerin… Bazen Arapçanın, bazen İbranice ve Rumcanın iklimine kapılmış “gurbet Türkçesinin”, Avrupa dillerince yutulduğuna da şahit olmuşsunuzdur. Türkiye’nin büyük şehirlerinden, başta Amerika olmak üzere Avrupa’nın büyük şehirlerine göçmüş Anadolu Elitinin hâlâ Türkçe konuşabileceğini iddia edenler fazla değil. Hakim kültürleri seslendiren meşhur Batı dilleri, Osmanlı Elitinin çocuklarının ana dillerini de asimile etmişlerdir. Örnekler o kadar mebzul ki… Sıla hastalığıyla ma’lul ve vuslat ümidini kaybetmiş Türkçeyi bir başka zamana bırakarak, Garp gurbetine ihtiyarıyla düşmüş Türkçe üzerinde durmaya çalışacağız.
Hangi Türkçe’den bahsettiğimizi elbette anladınız… “Altı aya varmaz gelirim… Gideyim bir bakayım oralara…” diyerek Sirkeci Garından Batıya yönelenlerin Türkçesi sizi de elbette ilgilendirir. Gurbeti en uzun düşünenler bile iki seneden fazla hesaplamamışlardı… Nihayet bir kaç bin lira olan ihtiyaçlarını hemencecik giderip döneceklerdi…
Türkiye’den gurbete işçi olarak en son çıkan Avrupa’daki inanımızın torunları onbeş yaşının üzerinde… Yani dillerini ve dillerine yüklü öz kültürlerini temelden öğrenme yaşları geçti, geçiyor. Kırık dökük de olsa milyonların üzerinde Avrupa ve Avustralya’da Türkçe konuşmaya çalışan insanlarımız var… Dört elle sarıldıkları dillerini bulundukları ülkelerin hakim kültürlerine kaptırmamaya çalışan insanlarımızdan bahsetmek istiyoruz… Batı dillerinin dilbilgisi kaideleriyle Türkçe cümleler kurmaya çalışan çocuklarımızdan… Anadolu’dan gelmiş bu garip insanların; kültür, inanç ve zevklerine sırtını dönmüş Frankfurt Türkçe Medyasının da bu gurbete çok da faydalı olduğu söylenemez. Kan uyuşmazlığından olacak ki, buradaki insanlarımız Frankfurt Türk gazetelerinin yalnızca renkli resimlerine ve manşet haberlerine bakıyorlar. Bir gazetenin okuma süresi ise on ile on beş dakika arasında değişiyor.
Çocukluğumuzda, “gurbetçi mektubu” denildiğinde, Avrupa’daki insanlarımızın mektupları hatıra gelirdi… Sıla hasretlerinin göz yaşlarıyla ıslattıkları mektuplardı, bunlar… Bazıları buram buram vatan kokarken, diğerleri hasretin binbir bestesiyle yüklüydü… Değerlendirilseydi belki de edebiyatımızın nadide eserleri arasına gireceklerdi… Hasbî, samimî ve yalın yazılardı, onlar… Sonra gurbet uzadı… Aileler teker teker gurbete düştüler. Gurbet bir iken iki oldu ve sonra dört beş… Yani Aile fertleri kadar. Bu günlerde de Türkçenin derdi büyük değildir…
Yeni neslin başı Avrupa hastahanelerinde yere düştüğünde, Türkçe de, bu gurbetteki garipliğini altı boyutuyla duymaya başladı… Zaman Türkçenin gurbetini şiddetlendirdi… Ne gurbet bitti bu diyarda, ne de Türkçe…
Bu garib girizgâhtan sonra Gurbetteki Türkçe’den sılaya müjdeler duymak istemez misiniz? Müjdeden önce, Risâle-i Nur’a talebe olmuş Milaslı Halil İbrahim’in Üstadına yazdığı mektuptan bir iktibas: “…şu devrede Türk lisanının sadmeler geçirmesine bakılırsa, Risâle-i Nur, Türkçe’de, lisan üzerinde de imam olacağına, yani “yarın halis Türkçe olan Risâle-i Nur’un kesb-i imtiyaz edip, diğerlerini terk edeceklerine dair işareti Kur’âniyedendir” demiş olsam, hata etmemiş olurum zannederim.” (Emirdağ Lâhikası S 87)
Şimdi Avrupa’nın binlerce şehir ve kasabalarında ellerinde Risâle-i Nur’dan kitaplar, vecizeler ve sözler bulunan çocuklarımız hem Kur’ân’larını ve hem de anadillerini öğrenmekte olduklarını söylememizi mübalâğa kabul edenler, Avrupa Nur Merkezlerini dolaşabilirler. Beş yaşındaki Said ve Nurların Türkçede Risâle-i Nur’dan ezberledikleri vecizeleri, ağabey ve ablalarının defterlerine yazdıkları Nurdan parçaları gördüklerinde; Kur’ân’ın yeni bir mucizesiyle karşılaştıklarını anlayacaklardır. Risâle-i Nur´la dilleri, dimağları ve özkültürlerine dünyaları açılan bu çocukların ilâhîler ve vatan türküleriyle Türk mûsikisinde de mesafe katettiklerini görecekler. Daha önce Avrupa şehirlerinde asimile olmuş Türk elitinin çocuklarına bedel, bu Anadolulu gariplerinin çocuklarını topal aksak da olsa kısmen kurtarmalarının sırrını arayanlar, yine Avrupa´nın çeşitli şehir ve kasabalarında açılmış binlerce camide bulabilirler. Burada en fazla dikkatimizi çeken husus ise, öz kültürümüzü ve güzel Türkçemizin bayrağını elinde tutan Risâle-i Nur olduğunu, önemine binaen tekrar vurgulamak istiyoruz.
Arapça’nın Kur’ân sayesinde, sair lisanları hem kelime zenginliğinde ve hem de yapı sağlamlığında geride bıraktığını ifade eden dil tarihçileri, Farsça’nın da Mevlânâ’nın Mesnevî-i Kebîriyle ortaçağda altın dönemini yaşadığını belirtiyorlar. Osmanlı sarayında Farsça konuşan şehzadeleri ırkçılık saikasıyla tenkid edenler, Mevlânâ Hazretlerinin şark kültürü üzerindeki muhteşem gölgesini göremeyenlerdir. Türkçe’nin Risâle-i Nur´la Farsça’yı geride bırakarak en çok merak edilen ve öğrenilen diller arasına girdiğini haber veren araştırmacılar, dünyanın bir çok coğrafyalarından örnekler getiriyorlar. Delmenhorst Medresesinde Anadolu kökenli Müslümanlarla diz dize oturmuş onlarca Alman ve Arap gencini görenler, onların Türkiye’yi anlayamadıklarını zannediyorlardı. Risâle-i Nur’dan okuyan kardeşimizin sesine takılmış bu çocukların gurbet Türkçeleriyle konuşabildiklerine biz de sonradan şahit olduk. Hadiseler öyle gösteriyor ki, gurbetteki Türkçemiz de Anadolu Türkçesi gibi Risâle-i Nurla orjinal varlığını muhafaza edecek ve hergün halkasını yeni bir coğrafyada açarak Kur´ân´a şayeste bir lisan olduğunu isbat edecek… İnşallah…
14.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|