Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Kalbiniz yumuşadığında duâ etmeyi fırsat bilin. Çünkü bu hal rahmettir.

Câmiü's-Sağîr, No: 699

14.04.2008


Nurların filizlendiği yer: Barla

Emirdağ ve Bolvadin’i gördükten sonra Barla’yı görmek iştiyakı biraz daha artmıştı. Sabırsızlık göstermeye başladık. Barla’ya ne kadar mesafemiz kalmıştı? Otobüslerimiz kıvrımlı ve dar yollardan geçiyordu. Köyleri birer birer geçtik. Senirkent levhasını gördük. Said Nursî’nin özel duâsına mazhar olmuş Demokrat Parti Milletvekili Dr. Tahsin Tola’yı rahmetle andık. Senirkent’i görmek bir başka güne kalacaktı.

Yüksek dağlardan küçük bir ovaya indik. Ovanın devamında bir göl uzanıyordu. Burası, Bediüzzaman’ın tabiriyle “Barla Denizi” denilen Eğirdir Gölü idi. Gölün kenarında namaz ve yemek molası verdik. Kolları ve paçaları sıvayıp Çamdağı’ndan Eğirdir Gölü’ne gürül gürül akan suya girdik. Abdest alıncaya kadar ayaklarımız dondu desem mübalâğa olmaz. Mevsim yaz olmasına rağmen su buz gibi soğuktu.

“Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber” deyip göl kıyısında çayırlar üzerinde öğle namazını cemaatle edâ ettik. Tesbihat ve namaz dersi yaptık. O namazın ve dersin huzur ve huşusunu nasıl anlatsam? “Yaşamak lâzım” derler ya! Öyle bir şeydi.

Ankara’dan erken saatlerde çıkmıştık. Epeyce de yolculuk yapmıştık. Acıktığımızı hatırladık. Bagajlardan çıkardığımız nevalelerle öğle yemeğini yedik. Barla’ya az kaldığı söylendi. Tekrar otobüslere bindik. Bir süre daha Çamdağı’nın eteklerinde kıvrımlı ve dar yollardan geçtik. Barla göründü, ama o da ne? Otobüsler yol kenarına çekildi. Kısa süreli “göle girme” molası dendi. Bu habersiz ve program dışıydı. Dünya nimetlerinden faydalanmak gerekiyordu. Gün boyu terlemiştik ve yorulmuştuk. Göle dalış yaptık. İyi de oldu.

Gölden çıkanlar otobüslere binince biz de acele edip yerimizi aldık. Eğirdir Gölünü arkamıza alıp Barla’ya yöneldik. Yılların özlemi sona eriyordu. Üstadın yıllar önce sürgün edildiği yere biz isteyerek ve sevinçle giriyorduk. O, bir kış günü kara yolu olmadığı için jandarmaların refakatinde kayıkla getirilmişti. Kayık içinde namaz kılışı askerlerin dikkatini çekmişti.

Barla, ehl-i îmanın manevî imdadına gönderilen Risâle-i Nur Külliyatının telif edilmeye başlandığı ilk merkezdi.

Barla, İslâm milletinin, özellikle Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân’dan gelen bir hidayet nûrunun, bir saadet güneşinin doğduğu belde idi.

Barla, rahmet-i İlâhiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lûtf-u Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm milletinin çocukları ve İslâm âlemi hakkında, hayat ve ölümlerinin, ebedî saadetlerinin medarı olan eserlerin parladığı bahtiyar yerdi.

Bediüzzaman Said Nursî, Barla nahiyesinde sürekli ve çok şiddetli bir istibdat, zulüm ve tarassud altında bulunduruldu. Barla’ya sürgün sebebi ise, kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp, böyle ücra bir köye atarak, ruhunda mevcut hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine manî olmak, onu konuşturmamak, söyletmemek, İslâmî, îmanî eserler yazdırmamak, tenbel bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücahededen ve Kur’ân’a hizmetten menetmek idi.

Bediüzzaman ise, bu planın tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu. Bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’ân ve îman hakîkatlerini ders veren Risâle-i Nur eserlerini telif ederek, perde altında neşrini temin etti. Bu muvaffakıyet ve bu muzafferiyet ise, çok muazzam bir galibiyet idi.1

Dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştu. Bu yeni doğan güneş, bin dört yüz yıl önce insanlık âlemine doğmuş olan güneşin bir yansımasıydı. O mânevî güneşin her asırda parlayan lem’alarından birisiydi ve beklenilen son mânevî mu’cizesiydi.

Biz Bediüzzaman’nın hatıralarını yerinde görmeye, dinlemeye ve bir nebze anlamaya gelmiştik. Barla’nın her tarafı, taşı-toprağı, erkeği-kadını nur hizmetine şahitti. Zaman az, gezilecek yer çoktu. Nereden başlayacaktık?

Said Nursî’nin yıllarını geçirdiği Nur dershanelerinden başladık gezmeye. İlk dershanesi, iki odalı küçük bir mekândı. Önünde büyük bir çınar ağacı yükseliyordu. Üstadın tefekkür ettiği, evrad ve ezkârını okuduğu bu ağaç da öksüz kalmıştı. Dalları arasındaki kulübecik tahrip edilmiş, bazı dalları kesilmişti. Altında gürül gürül akan bir çeşmesi vardı. Ama o mekân nur hizmetlerinin kalbi gibi görev yapmıştı. İkindi namazımızı dershanede ve yanındaki camide eda ettik.

Cennet bahçesine uzandık. Bahçeyi gezdik. Cennet konusunun yazıldığı yıllara hayalen gittik. Cennet bahsinden teberrüken bir parça okuduk: “Cennet, bütün lezâiz-i mâneviyeye medâr olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismâniyeye de medârdır. Bu dere bahçesi gibi, (sekiz sene kemâl-i sadâkatle bu fakire hizmet eden Süleyman’ın bahçesidir ki, bir veya iki saat zarfında şu söz orada yazıldı) şu Barla bağ ve bahçelerinin her birinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdâsı itibâriyle ancak bir avuç yeme mâlik olan her bir kuş, her bir serçe, her bir arı, ‘Bütün Barla’nın bağ ve bostanları benim nüzhetgâhım ve seyrangâhımdır’ diyebilir. Barla’yı zapt edip daire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştiraki onun bu hükmünü bozmaz. Hem, insan olan bir insan diyebilir ki, ‘Benim Hàlıkım, bu dünyayı bana hane yapmış; güneş benim bir lâmbamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir; yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir’ der, Allah’a şükreder. Sâir mahlûkatın iştirâki, onun bu hükmünü nakz etmez. Bilâkis, mahlûkat onun hânesini tezyin eder; hanenin müzeyyenâtı hükmünde kalırlar. Acaba, bu daracık dünyada, insan, insaniyet itibâriyle—hattâ bir kuş dahi—böyle bir daire-i azîmede bir nevî tasarruf dâvâ etse, cesîm bir ni’mete mazhar olsa, geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette ona beş yüz senelik bir mesafede bir mülk ihsan etmek, nasıl istib’âd edilebilir?”2

Barla’ya gidip Merhum Hilmi Doğan Ağabeyin mısralarını terennüm etmemek elde değildi:

Seherde açan güllerin,

Çeşmindeki bülbüllerin,

Cennet yurdumda güllerin,

En güzel suyu Barla’da.

Zaman ne çabuk geçmişti! Saatler bitiverdi. Barla’ya doyamamıştık. Tekrar buluşmak arzusuyla ayrılıyorduk Barla’dan. Akşam olmadan Isparta’nın yolunu tuttuk.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat,s. 160

2- Sözler, s.462

AHMET ÖZDEMİR

14.04.2008


İslâmiyet, adalet ve hürriyeti câmîdir

Dördüncü hakikat: Şeriat-ı Garrâ kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Zira şecere-i meylü’l-istikmâl-i âlemin dalı olan insandaki meylü’t-terakkinin mahsul ve semeresi olan istidadın telâhuk-u efkârla hasıl olan netâicinin teşerrub ve tegaddî ile büyümesi nispetinde, Şeriat-ı Garrâ aynen maddî zihayat gibi tevessü ve intibak edeceğinden, ezelden gelip ebede gideceğine burhan-ı bâhirdir. Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatı, bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, Şeriat-ı Garrâ müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (ra), İmam-ı Ali (ra) ve Salâhaddin-i Eyyubî â’sârı bu müddeâya delil-i alenîdir. Buna binaen, kat’iyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyetimiz ve tedenniyatımız, su-i ahvalimiz dört sebepten gelmiş:

1. Şeriat-ı Garrânın adem-i mürâât-ı ahkâmından,

2. Bazı müdâhinlerin keyfemâyeşâ su-i tefsirinden,

3. Zâhirperest âlim-i câhilin veyahut câhil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden,

4. Su-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil olan Avrupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub ve mesâvî-i medeniyeti tuti gibi taklittendir ki, bu netice-i seyyie zuhur ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini ifa etse, memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa’y etse, sefahete vakit bulamayacaktır. Bu iki kısmın herhangisinde bir fert, sefahete inhimak gösterdiyse, bu, heyet-i içtimaiye içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.

Beşinci hakikat: Zaman-ı sabıkta revâbıt-ı içtimâ ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşaub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikate misal, eski hükûmet-i müstebide, yeni hükûmet-i meşrutadır.

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 84, Y.A.N.

şecere-i meylü’l-istikmâl-i âlem: Kâinatın gelişmeye meyilli ağacı.

meylü’t-terakki: Gelişme, ilerleme meyli.

telâhuk-u efkâr: Fikirlerin birbirine eklenerek birikimi.

teşerrub: İçmek.

tevessü: Genişleme.

burhan-ı bâhir: Açık ve kesin delil.

sadr-ı evvel: İslâmın ilk zamanları, başlangıcı.

müsavat: Eşitlik.

cemî: Hepsi, bütünü, toplam.

revabıt: Rabıtalar, bağlar.

câmi: İçine alan, toplayan.

tedenniyat: Gerilemeler.

su-i ahval: Kötü haller.

adem-i mürâât-ı ahkâm: Hükümlere riayet etmeme, uymama.

müdâhin: Dalkavuk.

taassubat-ı nâ-bemahal: Yerinde olmayan taassublar.

zünub: Zenbler, günahlar.

mesâvî-i medeniyet: Medeniyetin kötü halleri.

tuti: Dudu kuşu, papağan.

inhimak: 1- Bir şeye fazla düşkün olma.

2- Kapılma.

levazım-ı taayyüş: Yaşamanın gereklilikleri.

fevaid-i medeniyet: Medeniyetin faydaları.

tekessür: Çoğalmak.

teşaub: Kısımlara ayrılmak, şubelenmek.

tefennün: 1- Değişme. 2- Türlü türlü olmak. 3- Bir fende ihtisaslaşma.

su-i tefsir: Kötü yorumlama.

14.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri