Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Yâ Rab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.
Yahya Kemal’in Üsküdar’daki Atik Valide semtinde bir iftar vakti hissiyatını dile getiren bu unutulmaz dizeler, son devirdeki manevî fırtınaların oradan oraya savurduğu, ama herşeye rağmen özünden ve kökünden koparamadığı aydınlarımızın ortak duygularını yansıtıyor.
Ve aynı zamanda Bediüzzaman’ın “Bence bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez” (Münâzarat, s. 53) tesbitini teyid ve tasdik ediyor.
Ki, Yahya Kemal başta olmak üzere büyük bir ekseriyetin, inancını hayatına yansıtma noktasında sıkıntılar çekse dahi, akıl ve fikrinin de İslâmdan vazgeçmemesi, işin ayrı bir boyutu.
Aynı gerçek bugün de olanca ağırlığıyla geçerliliğini koruyor. Yoğun ve şiddetli taarruzlar sonucu hayli yara alsa da, kalblerdeki inanç yok edilebilmiş değil. Nitekim bunun şaşırtıcı tezahürlerini zaman zaman görüyoruz
“Dini yaşama” arzusu, yine büyük ekseriyetin içinde derin bir özlem olarak duruyor. “Keşke ben de yapabilsem...” sözü, bu hasretin ifadesi olarak çoğu kişinin ağzında.
Eğer bu fıtrî eğilimin, üzerine herhangi bir dayatma veya siyaset gölgesi düşürmeden kendi mecrasında akmasına imkân verilse, dindarlaşma olgusu çok sağlıklı bir zemine oturur.
Ve bugün yaşadığımız tartışmalar olmaz.
Burada, “oruçsuz ve neş’esiz” kalmanın, ruhuna bir “gurbet akşamı” yaşatmasından hareketle, hiç değilse böyle duygularının kalmasını da bir şükür vesilesi sayan psikoloji çok önemli.
Bunun dışında bir de, oruç tutmayan, bundan bir üzüntü duymayan, ama oruçsuzluğu sebebiyle toplumdan tepki göreceği korkusu içinde olan ve bunu “En iyi savunma saldırıdır” prensibiyle sağa sola sataşarak açığa vuran bir psikoloji var ki, örnekleri bugünlerde çoğaldı.
28 Şubat’ta perde gerisinde önemli roller üstlendiği söylenen, ama şimdilerde açıktan çalışan Freudcu psikanaliz profesörü ve “toplum mühendisi” Vamık Volkan’ın anlattığı olay gibi:
“Nişantaşı’nda yaşayan, entelektüel, akıllı, çalışan, oruç tutmayan bir hanım yolda yürürken bana döndü; ‘İçimde endişe var, sanki biri oruç tutmadığımı bilecek’ dedi.” (Vatan, 29.9.07)
Şu satırlar da bu ruh halinin başka bir ifadesi:
“Baskı denilen şey ille de tamimle yapılmaz. Önemli olan genel havadır. Ortam kendi koşullarını kendiliğinden dikte eder. ... Şimdi dindarlık moda.” (Zeynep Göğüş, Hürriyet, 29.9.07)
Birilerine bu psikolojiyi yaşatan ortamın oluşması mâlûm siyasî tablonun mu bir neticesi?
Payı olabilir, ama bu örneklerde daha farklı bir durum var gibi. Dindarlaşan bir toplumda dinden uzak kalmakta direnen bilinçli bir tercihin, giderek yalnızlaştığını görmenin de etkisiyle gittikçe hırçınlaşan bir ruh haline dönüşmesi!
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|