“Azın azı dahi olsa dünyanın evveli üst makama erinceye kadar acıdır; şunu misâl verelim: İnce ve acı tabaka ile sarılı bala benzer. Bala ermek için acıyı tatmak asıldır; ancak bu halden sonra tada erilir ve asıl aranan budur.” Tefeül ettim burası çıktı…
“En yerinde ve insana yakışan iş, razı olma melekesine sahip olmak ve teslim haline ermektir.”
“O, kimseden bir şey istemeye ve rast gele dert yanmaya utanır. Ve daima huzurla: Beni benden daha iyi bilen var der ve günlerini böylece bitirir.”
Bunlar da sonraki tefeüller… Fütuhu’l-Gayb: Hikmet denizinden çıkarılmış hakikat incileriyle dolu bir eser… Abdülkadir Geylani: Kutb-u Azam, Gavs-ı Azam… Ferid makamına ermiş bir mürşit… Hay ismine mazhar, harika bir hakikat kahramanı… Tasarrufu kıyamete kadar devam eden bir veli…
Sözleri sürekliliğini koruyor ve bugün söylenmiş gibi: “Sabır meyvesi evvelâ acıdır, sonra tadlı olduğu anlaşılır. Bunun tadına insan acı çektikten sonra kavuşur. Acısına tadmayan ve onu tahammül etmeyen tad bulamaz. Belâ sabreden kimseye iyilikler kendiliğinden gelir. Ruhen, bedenen bitap düşüp, ayrıca bir sürü gönül darlığı çekip kuvvetten düştükten sonra ücretini alır.”
Tefeül tembelliği kıran ve tefekküre daldıran ilk âmil… Bütünden küçük fakat önemli kesitler… Bediüzzaman’ın Fütuhu’l-Gayb’dan tefeül ettiği gibi biz de Mesnevî-i Nuriye’den tefeül edelim:
“Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın söndü, ancak bir şûle kaldı. Ömrün geçti, şuurun söndü, bir lem’a kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı.”
“Zamanın geçti; kabirden başka mekânın var mı? Bîçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihâyetsizdir, ecelin yakındır. Evet, böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hâlî bir insanın ne olacak hali? Hazâin-i rahmet sahibi Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîme, böyle bir aczle itimad etmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaife cihet-i istimdat.”
Nasıl ameliyat olmaya razı ve hazır mıyız? Dayanabilecek miyiz okumaya? Hasta olduğunu bilen ameliyat masasına yatar, bilmeyene bekleyen sıhhat olmasa gerek… Kalbi karartan, ruhu daraltan, zihni keşmekeş eden mânevî hastalıklar; şükrü söndürür, ömrü öldürür, hayatı yeknesak bir çürümüşlük ve kokuşmuşluk haline sokar… Bu uyuşukluk hâl devam ederse, şok bir sarsıntı uyarılma ameliyesine gidilir, tabiî dayanabilecek bünye kalmışsa...
Cilalı yaşantı, sûrî sevinci terk edip, akıl kalp ittifakıyla ve tefekkür ve tezekkür haline erişinceye dek okumak… Çok değil, az da olsa devamlı ve anlam derinliğine erişerek, ihlâsa ve istikamete kavuşuncaya kadar okumak; Fütuhu’l-Gayb’ı, Risâle-i Nur’u, Kur’ân-ı Kerîm’i, kâinatı, hayatı, hadiseleri…
Belki o zaman iksir tesirini gösterir, ebede bakan lâtif latifeler, gönül bahçesinde çiçek açar, çevresine rayihalar saçar; hastalıklar şifa, dertler de deva bulur…
Son ve öz tefeül, Mesnevî fidanlığından: “Ey nefis! Eğer takva ve amel-i salih ile Halıkını razı ettiysen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur, o kâfidir.”
Tefeül sondajları hikmet emme başlangıcı olursa bir kıymeti var, yoksa bir müddet sonra yine kuraklık başlar… Ben bir başlangıç yaptım, Mesnevî-i Nuriye bahçesine “Mukaddime”yi okuyarak girdim; her fidanda meyveli ağaca çıkmanın izini süreceğim inşaallah… Ne dersiniz bahçeye birlikte girelim mi? Belki daha çok meyve toplarız.
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|