|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Farklı ruh halleri |
|
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Yâ Rab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.
Yahya Kemal’in Üsküdar’daki Atik Valide semtinde bir iftar vakti hissiyatını dile getiren bu unutulmaz dizeler, son devirdeki manevî fırtınaların oradan oraya savurduğu, ama herşeye rağmen özünden ve kökünden koparamadığı aydınlarımızın ortak duygularını yansıtıyor.
Ve aynı zamanda Bediüzzaman’ın “Bence bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez” (Münâzarat, s. 53) tesbitini teyid ve tasdik ediyor.
Ki, Yahya Kemal başta olmak üzere büyük bir ekseriyetin, inancını hayatına yansıtma noktasında sıkıntılar çekse dahi, akıl ve fikrinin de İslâmdan vazgeçmemesi, işin ayrı bir boyutu.
Aynı gerçek bugün de olanca ağırlığıyla geçerliliğini koruyor. Yoğun ve şiddetli taarruzlar sonucu hayli yara alsa da, kalblerdeki inanç yok edilebilmiş değil. Nitekim bunun şaşırtıcı tezahürlerini zaman zaman görüyoruz
“Dini yaşama” arzusu, yine büyük ekseriyetin içinde derin bir özlem olarak duruyor. “Keşke ben de yapabilsem...” sözü, bu hasretin ifadesi olarak çoğu kişinin ağzında.
Eğer bu fıtrî eğilimin, üzerine herhangi bir dayatma veya siyaset gölgesi düşürmeden kendi mecrasında akmasına imkân verilse, dindarlaşma olgusu çok sağlıklı bir zemine oturur.
Ve bugün yaşadığımız tartışmalar olmaz.
Burada, “oruçsuz ve neş’esiz” kalmanın, ruhuna bir “gurbet akşamı” yaşatmasından hareketle, hiç değilse böyle duygularının kalmasını da bir şükür vesilesi sayan psikoloji çok önemli.
Bunun dışında bir de, oruç tutmayan, bundan bir üzüntü duymayan, ama oruçsuzluğu sebebiyle toplumdan tepki göreceği korkusu içinde olan ve bunu “En iyi savunma saldırıdır” prensibiyle sağa sola sataşarak açığa vuran bir psikoloji var ki, örnekleri bugünlerde çoğaldı.
28 Şubat’ta perde gerisinde önemli roller üstlendiği söylenen, ama şimdilerde açıktan çalışan Freudcu psikanaliz profesörü ve “toplum mühendisi” Vamık Volkan’ın anlattığı olay gibi:
“Nişantaşı’nda yaşayan, entelektüel, akıllı, çalışan, oruç tutmayan bir hanım yolda yürürken bana döndü; ‘İçimde endişe var, sanki biri oruç tutmadığımı bilecek’ dedi.” (Vatan, 29.9.07)
Şu satırlar da bu ruh halinin başka bir ifadesi:
“Baskı denilen şey ille de tamimle yapılmaz. Önemli olan genel havadır. Ortam kendi koşullarını kendiliğinden dikte eder. ... Şimdi dindarlık moda.” (Zeynep Göğüş, Hürriyet, 29.9.07)
Birilerine bu psikolojiyi yaşatan ortamın oluşması mâlûm siyasî tablonun mu bir neticesi?
Payı olabilir, ama bu örneklerde daha farklı bir durum var gibi. Dindarlaşan bir toplumda dinden uzak kalmakta direnen bilinçli bir tercihin, giderek yalnızlaştığını görmenin de etkisiyle gittikçe hırçınlaşan bir ruh haline dönüşmesi!
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Tefeül sondajı |
|
“Azın azı dahi olsa dünyanın evveli üst makama erinceye kadar acıdır; şunu misâl verelim: İnce ve acı tabaka ile sarılı bala benzer. Bala ermek için acıyı tatmak asıldır; ancak bu halden sonra tada erilir ve asıl aranan budur.” Tefeül ettim burası çıktı…
“En yerinde ve insana yakışan iş, razı olma melekesine sahip olmak ve teslim haline ermektir.”
“O, kimseden bir şey istemeye ve rast gele dert yanmaya utanır. Ve daima huzurla: Beni benden daha iyi bilen var der ve günlerini böylece bitirir.”
Bunlar da sonraki tefeüller… Fütuhu’l-Gayb: Hikmet denizinden çıkarılmış hakikat incileriyle dolu bir eser… Abdülkadir Geylani: Kutb-u Azam, Gavs-ı Azam… Ferid makamına ermiş bir mürşit… Hay ismine mazhar, harika bir hakikat kahramanı… Tasarrufu kıyamete kadar devam eden bir veli…
Sözleri sürekliliğini koruyor ve bugün söylenmiş gibi: “Sabır meyvesi evvelâ acıdır, sonra tadlı olduğu anlaşılır. Bunun tadına insan acı çektikten sonra kavuşur. Acısına tadmayan ve onu tahammül etmeyen tad bulamaz. Belâ sabreden kimseye iyilikler kendiliğinden gelir. Ruhen, bedenen bitap düşüp, ayrıca bir sürü gönül darlığı çekip kuvvetten düştükten sonra ücretini alır.”
Tefeül tembelliği kıran ve tefekküre daldıran ilk âmil… Bütünden küçük fakat önemli kesitler… Bediüzzaman’ın Fütuhu’l-Gayb’dan tefeül ettiği gibi biz de Mesnevî-i Nuriye’den tefeül edelim:
“Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın söndü, ancak bir şûle kaldı. Ömrün geçti, şuurun söndü, bir lem’a kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı.”
“Zamanın geçti; kabirden başka mekânın var mı? Bîçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihâyetsizdir, ecelin yakındır. Evet, böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hâlî bir insanın ne olacak hali? Hazâin-i rahmet sahibi Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîme, böyle bir aczle itimad etmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaife cihet-i istimdat.”
Nasıl ameliyat olmaya razı ve hazır mıyız? Dayanabilecek miyiz okumaya? Hasta olduğunu bilen ameliyat masasına yatar, bilmeyene bekleyen sıhhat olmasa gerek… Kalbi karartan, ruhu daraltan, zihni keşmekeş eden mânevî hastalıklar; şükrü söndürür, ömrü öldürür, hayatı yeknesak bir çürümüşlük ve kokuşmuşluk haline sokar… Bu uyuşukluk hâl devam ederse, şok bir sarsıntı uyarılma ameliyesine gidilir, tabiî dayanabilecek bünye kalmışsa...
Cilalı yaşantı, sûrî sevinci terk edip, akıl kalp ittifakıyla ve tefekkür ve tezekkür haline erişinceye dek okumak… Çok değil, az da olsa devamlı ve anlam derinliğine erişerek, ihlâsa ve istikamete kavuşuncaya kadar okumak; Fütuhu’l-Gayb’ı, Risâle-i Nur’u, Kur’ân-ı Kerîm’i, kâinatı, hayatı, hadiseleri…
Belki o zaman iksir tesirini gösterir, ebede bakan lâtif latifeler, gönül bahçesinde çiçek açar, çevresine rayihalar saçar; hastalıklar şifa, dertler de deva bulur…
Son ve öz tefeül, Mesnevî fidanlığından: “Ey nefis! Eğer takva ve amel-i salih ile Halıkını razı ettiysen, halkın rızasını tahsile lüzum yoktur, o kâfidir.”
Tefeül sondajları hikmet emme başlangıcı olursa bir kıymeti var, yoksa bir müddet sonra yine kuraklık başlar… Ben bir başlangıç yaptım, Mesnevî-i Nuriye bahçesine “Mukaddime”yi okuyarak girdim; her fidanda meyveli ağaca çıkmanın izini süreceğim inşaallah… Ne dersiniz bahçeye birlikte girelim mi? Belki daha çok meyve toplarız.
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Geleceği garanti altına alabilmek |
|
Gelecekte başımıza gelmesi muhtemel hadiselerden dolayı büyük bir telâşa düşmekteyiz. Dünyanın gittikçe ısınmaya doğru gitmesi ve su kaynaklarının azalması günümüz insanlarını en çok endişelendiren bir durum olmuştur. Yıllar sonra su gibi değerli bir nimetten insanların mahrum kalması gerçekten korkunç bir şey olacaktır.
Diğer bir yandan biz insanlar her zaman yarınımızı düşünmekte, çoğumuz güya “geleceğimizi garanti altına alma” adına tasarruflarda bulunmaktayız. Emlaka yatırılan paralar, biriktirilen altınlar veya faiz müessesesi olan bankalara bir kısım insanların yatırdığı paralar hep gelecek endişesinden kaynaklanan tedbirler nevinden görülmektedir.
Belki geleceği de düşünmek meşrû olmakla birlikte, bu konuda aşırı gidilmesi ve adeta gelecekte uzun seneler yaşamayı garanti etmiş gibi bir halete bürünmesi insanların önemli yanılgılarındandır. Oysa Rezzak-ı Hakikî olan Rabbimiz biz insanların yaşayacak kadar rızkını taahhüt etmiştir. Ayrıca insanlar kendileri için Hâlık-ı Kerim tarafından belirlenen rızık dışında bir şey yeme imkânına sahip değillerdir.
O zaman biz insanların rızık endişesiyle geleceği garanti altına alma gibi, iddialı durumlara kendimizi sokmamamız gerekir. “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” şeklindeki İlâhî emri yerine getirdiğimiz takdirde, kanaat ve iktisat gibi iki zenginliğe sahip olduğumuz takdirde, boşu boşuna, gelecek endişesi ile kendimizi harap etmemize gerek kalmayacaktır.
Bir mü’min için gelecekte düşünülmesi gereken tek şey, ölüm ve ondan sonraki hayat olmalıdır. Evet ölümü sık sık düşünme tavsiyesi, bizzat Allah’ın Habibi Peygamber-i Zişan (asm) tarafından yapılmıştır. Bizlerden, ölümü düşünmek sûretiyle, insanlara gelecekte bir fayda sağlamayacak, aksine çok zararlara sebep olacak dünyevî zevk ve lezzetlerden uzak kalmamız istenmiştir.
“Bütün gelecekler yakındır” hükmü gereğince ölüm bizlere çok uzak değildir. Belki ve büyük ihtimalle şu ana kadar yaşadığımız süre kadar bu dünyada ömrümüz kalmamıştır. Ölüm ânı geldiğinde yeryüzünde onu geciktirecek veya engelleyecek hiçbir güç ve imkân bulunmamaktadır. O halde neden böyle önemli bir gerçekten gafil olalım? Neden ölüm sonrası için hazırlığa daha fazla önem vermeyelim?
Hiçbir kıymet-i harbiyesi olmayan dünya hayatının geleceğini garanti altına alma girişimi yerine, ölüm sonraki hayatı garanti altına alma çabası bizler için çok daha gerçekçi bir tavır olacaktır. Rabbimiz de bizden bunu istemektedir. Bize emanet olarak verdiği hayat ve vücut nimetini ölüm sonrası hazırlığı için kullanmamızı istemektedir.
Divane insanlar gibi davranmanın hiçbir meşrû mazereti olmayacaktır. Kalb, ruh, akıl gibi latifelerimizi güçlendirdiğimiz takdirde ve nefis ve hevamızın bu duygularımıza tahakkümünü engellediğimiz zaman, hiçbir yanıltıcı bizi doğru olan yoldan alıkoyamayacaktır.
Midemizi nefsin istekleri doğrultusunda doldurduğumuz ve mânevî duygularımızı ihmal ettiğimiz takdirde, şeytanlara rahat at koşturabilecekleri bir meydan açılmış olacaktır dünyamızda. İşte içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayının en önemli faydalarından bir tanesi, maddemizi değil manevî duygularımızı geliştirmeye çalışmasıdır. Oruç midemizi dinlendirirken, kalb ve ruh cenahımızda büyük mertebe yükselmeleri meydana gelmektedir.
Yine Ramazan ayının orucuyla, aslında fazla mideperest olmakla şeytanların işini kolaylaştırdığımızı anlamaktayız. Meğer, bizler iyi beslenelim, nefsimizin da hakkını verelim derken, hayatımızın manevî cephesinde, maddî cephe lehinde gedikler açmaktaymışız...
Hâsılı, ölüm ile insanın mânevî tekâmülü arasında çok önemli bir bağlantı bulunmaktadır. İkisi birbiriyle bağlantılıdır. Ölümü sık sık düşündüğümüz zaman manevî terakkimiz artacak, manevî terakkimiz arttıkça da daha fazla, mutlaka başımıza gelecek olan ölümle ünsiyet peyda etmiş olacağız. Bu mübarek aydaki manevî feyizlerden yılın diğer aylarında da istifade etmemiz için bir gayret içinde olursak, o korkunç gibi görünen ölümü sevmememiz için bir sebep kalmayacaktır.
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Mü'minler huzur halkaları gibi |
|
(Umre günlüğü- 8)
Cemaatin bir kısmı tesbihatını sessiz yapıp Kur’ân okurken, bir kısmı Ravzay-ı mutahharayı ziyarete yöneldi. Bu arada gidenler de var. Şu an saat 06:00. Sükunet ve hûşû devam ediyor.
Duâ ve zikirlerden yükselen, ses tanımına ve ifade berraklığına dönüşmeyen bir “hû” hâli, bir niyaz ortaklığının ortak sesi, bir kulak doygunluğu veren hâl var.
Cuma sabahının bu müstesna vaktinde, kâinatın en özel mekânında, cazibenin ve manevi tasarrufun merkezinde, hayata dair her şey çok farklı. Buranın insanın algı sistemi üzerindeki tesiri çok değişik. Her şeyi unutuyorsunuz. Farklı anlamlandırıyorsunuz. Ruhani ve rahmani bir nazarla okuyorsunuz.
Görevliler (06:05), muhtemelen cumaya hazırlık için şimdiden brandalardan bölmeler yapıyorlar. Bir anda sütunlar arasında kendimi ortada buldum. Nijeryalı olduğunu sonradan öğrendiğim siyahi kardeşim mahmur gözlerle önümüzde uzanmış.
Saat 06:10. Bab-ı Selâma tazimle yöneliyorum. Şimdi huzur-u saadetten çıktım. Tam karşımda Cennet-i Bâki… Üstünde tam dolulukta kapalı güneşin mukabelesi var. Titriyorum… Kabr-i şerifin yeşil örtüsü ve kısmen kaplı kırmızı örtüsü altındaki müzmer hakaiki ve hazineyi rabbaniyi… Aşikar delilini, bize şefaatini, ümmeti ümmeti deyişini… Kur’ân ahlakını, müjdeleyiciliğini, şefaatini… Hâla titriyorum…Güneş hoşamedice devam ediyor. Hâla titriyorum saat 06:23. Beynin boşaldığı, kendinden kaçtığı ve silkindiği sıfır noktası tam. Yani “reset”lendiğimiz, kendimizden koptuğumuz, hiçliğimizi, sıfır oluşumuzu anladığımız eşik. Nefes derinleşiyor. Mana kavileşiyor. Nefis bu beldeden, mekândan kaçmış. Hâla titreme… 06:26.
Müminler birbirine eklenmiş huzur hâlkaları gibi. Yek diğerini tamamlıyor, taşıyor ve kuvvetlendiriyor. 06:40. Güneşin iki mızrağı geçen yükselişi, Mescid-i Nebevi avlusunda uzun mekânın parlak mermerlerini de aynalaştırdı. Güneşin vuran ışığı, yakamozu andıran, üstündekileri ve minareleri resimleyen bir manzara oldu adeta. Avlunun parlak ve her an temizlenen mermerleri, güneşin yansıyan birer gölgesi gibi eşyayı ve görünenleri kendi zeminlerinde resimliyor.
Bâd-ı Sâbâ esintisinin şu an iklimin en asil anına ve makamın şanına layık bahar tadındaki kokusu ise ayrı bir lütuf. 06:44. Güneş takdir hissimi duyar gibi gizlendi. Gölgelendi. Şu an yazan kalemim de bitti. Sonradan yazılmak üzere o anın devamını hafızaya kodlamak gerekti. Tam bunu derken, gölgenin, bulutun bir ucundan önündeki karanlığı ve engeli delen güneş ışınları yine selam vermeye başladı.
Huzur’da gölgelenen güneş de mahçupkâr ve ışığına güvenmiyor. Faniliğinin farkında. Yed-i kudrete emanet ve emirlere uygun görevinin başında iken, bu mekâna yansıyan hâli ayrıca calib-i dikkat bir durum.
21 Eylül / 11:38. Şu an Mescid-i Nebevi avlusuna girdik. Mescidin girişinde bir yere “sığınmamız”, araya sıkışmamız bile 15 dakikadan fazla sürdü. Anlaşılan Mescid-i Nebevi cumaya tam bir buçuk saat varken dolmuş.
Kapı koridorlarına denk gelen kısımda ileriye doğru çok ağır bir gidiş var. Ancak mahşeri bir kalabalık içinde ilerlemek zorlaşmış. Herkes bu zorluğa talip. Mescid-i Nebevi kapalı alan itibariyle 300 bin kişilik bir cemaate hizmet edebildiğini, bir mimardan öğreniyorum. Sıkışık hâlde 500 bin mümkün. Cumalarda, hususi zamanlarda, avlu ve avlu kapılarına açılan caddelerle birlikte bu sayı bir milyonu geçiyor.
Saat 12:02 ezana 13 dakika var. Bal üreten arı uğultuları gibi, her mümin sevap hanesine, Peygamber Efendimizin (asm) nurani peteğinden ünsiyet alacak bir hummalı yönelişin ve yakarışın içinde. İçimizdeki yangını, yakıcı hâli, birlikte yakışı yakarışa vardırmak için buradayız. Her mümin imanını tahkim edecek ve salabet-i iman sahibi kılacak bir ızdırari talebin içinde.
Tanzim gayr-i kabil, kuralların yetmediği, iç düzenin kifayetsiz olduğu, sevaptar meşakkatin ve ibadet ruhunun sınır tanıması bir arzu, bir hamle ve hatta saf kapmak için birbirine yapıştığı, omuzladığı, dokunduğu, hafiften gerildiği bir hoş anlar huzur tabloları ve mümin profilleri ile dolu.
İki yıl önce Mescid-i Nebevi’de Cuma kılamamanın burukluğu ile ayrılmıştım. Şükür rabbime onun al ve ashabına bize bugünü nasip etti. Peygamber Efendimizin (asm) sancağı altında onun kubbesinin şümulu içinde görerek, hissederek ve titreyerek secde secde olacak bir mermer üzerinde kabul dairesine alınmak için duâ ediyorum.
Yarabbi; Senin müstesna ayının, müstesna gününün ve kuvvetle beklediğim müstesna vakt-i icabenin en mukaddes mekanında yalvarıyorum. Belki bu satırlar “ölüm dilimi susturduğu zaman, dilime bedel” diyen Zatın terbiyesi ışığında kabul görür.
“Allahu Ekber, Allahu Ekber…” Cuma ezanı. Saat 12:15 şimdi her anlamda susma saati. 12:22 Cuma sünnetini kıldık. Beklemedeyiz. “Esselamüaleyküm ve rahmetullah” ile cemaate seslenen sesi, müezzinin ezanı takip etti. “Allahu Ekber, Allahu Ekber…”
Bu kubbeler kardeşliğinde yankılanan davudi ses, Bilal-i Habeşi’yi hatırlatıyor.
Sesin kalitesi, ilahi mesajın mana bulduğu mekânda, Mescid-i Nebevi’de ve milyonlarca diz çökmüş cemaatin huzurunda, en yüksek sâdâ, en yüksek idrak ve iman… Ve “İnna hamde lillah” ile başlayıp “eyyühel müslimün” ile devam eden hutbe…
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Terörle mücadele |
|
Şırnak’ta 13 vatandaşın pusuya düşürülerek katledilmesinin, Başbakan’ın Nev York’ta “ABD’nin Irak’ın kuzeyindeki terör örgütünü dolaylı desteklediği” şikâyetinin akabinde olması, dikkat çekici... Daha önce, “Bush’la ortak kanaatimiz vardır; o da terör örgütünü yoketmektir” diyen Erdoğan, ‘’Eğer Afganistan’da varsak, terörle mücâdele için varız” demişti.
Dört yıldır Yahudi lobisi güdümündeki neo con’lardan oluşan Bush yönetimi; Bush’tan, Dışişleri Bakanı Rice’e ve Ankara Büyükelçisi Wilson’a kadar her kademede defalarca “PKK ile mücâdele” sözü verdi. Ne var ki Türkiye’nin Afganistan’dan sonra Irak’ı işgal eden sözde “stratejik müttefiki”, bunca zamandır bu hususta en ufak bir adım atmadı.
Ankara, “savaş ortağı” olma pahasına, “tezkere”yi telâfi edip başta İncirlik üssü olmak üzere onlarca liman ve hava alanını Amerikan askerlerine ve savaş mühimmatının nakil ve dağıtımına açtığı halde... Türkiye topraklarından havalanan Amerikan uçaklarının Irak kentleri ve köyleri üzerine binlerce sorti yapıp bombalamasına izin vermesine rağmen...
* * *
En son ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Nicholas Burns, “Bush’un “dostluk ve saygı mesajları”nı Erdoğan’a ilettikten sonra Türkiye’ye yönelik terörle işbirliği güvencesini tekrarladı. “PKK’nın Türkiye’ye karşı saldırıları durmalı” temennisiyle!
Amerikan Dışişleri’nin üç numaralı ismi, peşinden de İran’a karşı Türkiye’nin desteği için geldiğini açıkladı. Belli ki Burns, Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu ve Orta Asya’daki Müslüman ülkeleri İran’la savaşında ortak etmek peşinde...
New York’ta Dış Politika Konseyi’nde Türkiye Başbakanı’nın, “PKK kamplarında top, tank ve irili ufaklı Amerika’ya ait ağır silâhlar çıktığını” söyleyip Türkiye’deki infiâle varan tepkiyi dile getirmesi de pek etkili olmadı.
Erdoğan, her ne kadar “Bunu Amerikalı yetkililer sonunda kabul ettiler” dese de, ABD yine bildiğini okudu.
Çok sıkıştığı zaman da, sözkonusu silâhların, silâh tüccarları ve korsanlar aracılığıyla, yönetimden habersiz yolsuzluklarla çalınıp satıldığını ileri sürüyor. Onbinlerce silâhın nasıl yönetimden habersiz alıkonulduğu sorusuna cevap veremeden...
Üstelik Kara Kuvvetleri Komutanı’nın, “Irak’ın ABD’ye mâliyetini arttırırız” çıkışıyla, bunun kabul edilemez bir tehdit olduğunu açıkça ikaz ettiği bir sırada...
Neticede Erdoğan’ın, son ziyâretinde Amerika’nın hemen Irak’tan çekilmesini doğru bulmadığını söyleyip “müttefiklik ve stratejik ortaklığa” vurgu yapması da kâr etmedi. Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Tom Casey, Erdoğan’ın “Amerikan silâhları” ile ilgili sözlerine, yüksünmeden “Elimde bu açıklamayı doğrulayacak herhangi bir bilgi yok’’ diyerek kesip attı.
Peşinden de yine aynı maval okundu. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Türkiye ile Irak arasında terörle mücadele işbirliği anlaşması imzalanmasından cesâretlendik” şeklindeki işe yaramayan yuvarlak cümlelerle...
Aslında, terör örgütünün elindeki silâhların Amerika kaynaklı olduğunu, Irak’taki yerli işbirlikçileri de itirâf ediyor. Washington, “PKK’nın elindeki tank ve silâhlardan haberimiz yok” dese de, Irak’taki Amerikan silâhlarının dağıtımını yapan kurumun başında Amerikalıların olduğunu belirten Barzani, bunu açık açık söylüyor:
“Güvenlikten sorumlu bu kurumda çalışanların sayısı 90 bin. İçişleri Bakanı’na göre ise gerçek sayı 70 bin. Yani 70 bin kişi hem maaş alıyor hem de silâh alıp başka yerlerde atıyor ve Amerikalılar da bunu biliyor.” (Hüsnü Mahalli, Akşam, 13.9.2007)
* * *
Anlaşılan o ki, ABD bunca zamandır, en üst düzeyde, bizzat Bush’un ağzından defalarca söz verdiği “PKK ile mücâdele” vaadini yerine getirmeyecek, sürekli oyalayacak... Kerkük’ün yağmalanıp talan edilmesine, demografik yapısının değiştirilmesine göz yumdu. Terör örgütünün Kuzey Irak’tan tasfiyesi yerine, “koordinatör” atayarak “müttefiki” Türkiye’yi hep avuttu.
Ne taahhüd ettiği terör örgütü elebaşlarını teslim etti; ne Başkent Bağdat, Süleymaniye, Kerkük ve diğer şehirlerdeki “PKK merkezleri”ni kapattı; ne Kandil dağındaki terör yuvalarını dağıttı ve ne de Kuzey Irak’ta terörün besletilip eğitilmesini engelledi. Dahası hep himâye etti....
Ve bütün bunlara karşı, Başbakan hâlâ ABD’den, kendi icâdı olan ve uluslararası arenada koruyup azdırdığı terörle mücadeleyi bekliyor!
Ama sonuç ortada. Zira, “Kur’ân’a, İslâma yardım değil, belki kendine tabî ve âlet etmekle elini uzatan” ve “milyonlarca mâsumların kanıyla yoğrulmuş zâlimlerin kuvvet ve kılıçlarına dayanmak” bir fayda vermiyor. “Yardımcılıklarına tenezzül” hayır getirmiyor. Çünkü, onlardan fayda ve hayır gelmez... (Kastamonu Lâhikası, 160-161,; Lem’âlar, 155-156)
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Rölativizm ve Ebu Hanife |
|
Mevlânâ sadece kelamcıları yermemiş aynı zamanda çeşitli vesilelerle ve çeşitli makamlarda felsefenin de sefaletini ortaya koymuştur. Bunu yine nüktelerle ve ince meseller ve temsillerle yapmıştır. Gazali’nin felsefeye taarruzu sistematiktir. Mevlânâ’nınki ise sistematik olmaktan uzaktır ve hikemiyatla bezeli değiniler tarzındadır. Fakat hiçbir zaman basit değildir. Mevlânâ adeta göklerin lisanıyla veya melekût lisanıyla konuşmuştur. Özellikle de Mevlânâ’dan ağzının payını alan felsefe ekolleri arasında pozitivizmi zikretmek yerinde olur. O dönemde pozitivizm elbetteki bugünkü gibi ‘vaz’iyye’ şeklinde ifade edilmiyordu. Tabiatperestlik veya esbapperestlik veya naturalizm namı altında tedavülde idi.
Zımnî olarak Mevlânâ’nın eleştirilerinden payını alanlar arasında sekülaristler, liberalller vesaire de vardır. Bunlara yönelik cevapları Mevlânâ’nın kelamlarında doğrudan bulamazsanız bile muhakkak dolaylı ve mefhum-u muhalifiyle karşılaşırsınız. Mesela pergel metaforu ve su metaforu gibi metaforlar camidir veya camiiyyet denilen kapsayıcılık makamındadır. Sözgelimi pergel metaforunda kendiliğinden ve zımnî bir şekilde liberalizmin bir reddi vardır. Zira pergelin bir ucu açık diğer ucu kapalıdır. Bir ucu afakta, semavatta ve enfüs dairesinde gezerken, seyrederken diğer ucu şer-i şerife sabitlenmiştir. Bu boşlukta veya afakta seyeran ve deveran eden pergelin bir ucu değişimi dolayısıyla dinamizmi temin ederken diğer ucu da sebatı ve istikrarı temin etmektedir. Birisi merkez diğeri de merkezkaç unsurdur. İkisinin içtimaıyla hakikat tecelli etmektedir. Birinde zamanın dinamizmi diğerinde zamansızlığın sükûnet ve istikrarı vardır. Pergelin bir ucu açıktır, afakı tarassut eder. Ve onu sabit nokta ile buluşturur. Dolayısıyla pergel metaforu merd-i mümini merd-i liberalden ayrırır. Bu itibarla, merd-i mümin rölativist ve ona bağlı olan liberalden ayrılır. Bu ayrıştırmama dairesi pergelin diğer ucu olan ittiba dairesidir. Mutlak liberalin dairesi ise hevaiyat dairesidir. Mümin ittiba boyutuyla liberalden ayrılırken diğer uçta birleşir. Es seyrül afaki/afakta dolanım boyutuyla onunla bazı ortak paydaları paylaşsa bile sebatı temsil eden şeri şerif boyutunda farklılaşır. Mümin hem sebati hem de devranidir. Liberal ise tek kanatlıdır ve sadece devrani bir boyuta haizdir. Bunun için sadece dünyaya bakar ve dünyayı görür.
***
Geçmiş dönemlerde rölativistler sofistler olarak da anılmaktaydılar. Akaid-i Nesefi’nin muhtasarında zikredilen istisnai birkaç felsefe ekolünden birisi sofistlerdir. Sofistler cerbeze ehlidirler ve şekciliğin veya “la edriyye”nin başka bir kolu sayılabilirler. Bazı ayrıntılarda farklılıklar olsa dahi... Müncer oldukları mecra aynıdır. Pergeli bir nevi akıl ile nakile de benzetebiliriz. Sofistler kadim Yunan hükemasından beri tarih içinde her devirde olagelmişlerdir. Din felsefesi bağlamında deistler de bu anlayışın farklı bir basamağını veya kolunu temsil ediyorlar. Rölativistler veya sofistler Ebu Hanife döneminde de varlarmış. Sultanu’l ulema Bahaeddin Maarif adlı eserinde Ebu Hanife ile bu taife arasında geçen bir münazarayı anlatır. Çok ilginçtir. Maarif’in naklettiği bu konuşma daha sonraki Mevlana’nın üslup ve tarzının da prototipidir.
Hikâye şöyledir: “Sofinin (sufistaiyye) biri gerçeğin tabiatını tartışmak için Ebu Hanife’ye gelir. Devesini caminin önüne bağlar ve içeri girip Ebu Hanife’ye doğru yürürken konuşmaya başlar, bu sırada Ebu Hanife de talebelerinden birisine işaret eder ve gizlice devesini saklarlar. Sofiye (sofist) göre gerçek diye bir şey yoktur. İzafiyattır. Herşey seraptan ve aldatmacadan ibarettir. Saatler süren safsata ve akim tartışmadan sonra sofist kapıya yönelir ve devesini aramaya koyulur. Fakat heyhat ki heyhat! Devenin yerinde yeller esmektedir. Deve izafileşip buhar olup uçmuştur. Mevlânâ’nın deyimiyle zeban-ı hâlle (lisan-ı hâl) deve sahibine iyi bir ders verilir. Deve olduğunu düşündüğü şey neden bir köpek veya kuş olmasın!
Başka bir seferinde de Ebu Hanife eşeğinin sırtında hacca giden bir sofi ile karşılaşır. Adamın inmesini emreder. Cemaattakiler eşeğin üzerinden yükü indirirler ve sofinin sırtına yüklerler. Adam sorar: ‘Bunu neden yapıyorsunuz?’. ‘Mutlak bir hakikat olmadığına göre’ diye cevaplar Ebu Hanife. “Senin eşşek, bu hayvanın da sen olmadığını nereden bilebiliriz? Dolayasıyla bu ihtimali göz önünde bulundurduğumuz için yerlerinizi sırayla değiştiriyoruz?” der. Böylece saatlarce heder edilen akim konuşmanın yerine ikame edilen temsili ve canlı bir hikâye sofiyi ve benzeri sofileri ilzam eder. Bu da Ebu Hanife’nin pratik zekâsının bir ürünüdür.
Bu tarz, felsefenin bitmeyen takidat-ı kelamiyyesinden evlâdır. Grameri ve lisanı bitiren takidat-ı lafziyye denilen gramer ve söz oyunları olmuştur. Kelamı bitiren de takidat-ı kelamiyye denilen kelam oyunları olmuştur. Hikmeti sofizme ve abesiyete irca etmiştir.
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İtikâf günlerine yaklaşıyoruz |
|
İsim belirtmeyen okuyucumuz:
*“İtikâf nedir? Hükmü nedir? Şartları nelerdir? Bir kimse, kendi evinde itikâfa girebilir mi?”
Allah Resulü’nün (asm) içinde itikâfa girdiği mübarek günlerden geçiyoruz. Bire binlerce sevabın yazıldığı, yılın en hususî ibadet günlerini yaşıyoruz. Hayır, hasenat, ibadet ve salih amel adına attığımız en küçük bile olsa her adımımıza nazar eden Yüce Rabb’imiz, içinde bulunduğumuz bu günlerde, bizim bir adımımız için günahlarımızı bağışlıyor, bir yönelişimiz için bizi merhametine erdiriyor, bir teveccühümüz için bizi rızasına nail kılıyor.
Ramazanın son on günü geldiğinde, namaz kılınan bir mescitte ibadet için itikâf niyetiyle inzivaya çekilmek sünnet-i müekkededir. Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazanın son on gününde itikâfa çekilir, bütün geceyi ve gündüzleri ibadetle ihyâ ederdi. Resûl-i Ekrem’le (asm) birlikte mübarek hanımları da hâne-i saadetlerinin bir odasında itikâf yaparlardı. Hazret-i Âişe validemiz (ra) Ramazanın son on günü Peygamber Efendimiz’in (asm) itikâfa girdiğini, ibadetle meşgul olduğunu, ailesini namaz için uyandırdığını ve hanımlarından uzak kaldığını belirtir.
İtikâf lügatte bir şeye devam etmek demektir. Dinî bir terim olarak ise itikâf, ezan okunan ve kamet getirilen bir mescitte, bir camide veya ibadet yapılan bir mabette itikâf niyeti ile ikamet etmekten ibarettir. Ramazanın son on günü geldiğinde itikâfa girmenin hükmü, sünnet-i müekkededir.
İtikâf kifâî nitelikte bir sünnet-i müekkededir. Yani bir beldede itikâf sünnetini bir Müslüman yerine getirdiğinde diğer Müslüman’lardan bu mes’uliyet kalkar.
Büyüklerden meşhur Ata der ki: “İtikâfa giren kimse, büyük bir zatın kapısında oturup, ‘İhtiyacımı almadıkça buradan ayrılmam!’ diyen bir ihtiyaç sahibine benzer. Çünkü o da, Cenâb-ı Hakk’ın bir mabedine girmiş ve ‘Beni affetmedikçe buradan ayrılıp gitmem ya Rabbi!’ diyor.”
Cenâb-ı Hak, “Mescitlerde itikâfa girdiğiniz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onlara yaklaşmayın”1 âyetiyle, itikâfa girilecek yerin “mescit” veya mescit hükmünde bir mabet olması gerektiğini bildirmiştir. Kadınlar, evlerinin bir odasını mescit hâline getirerek, orada itikâfa girebilirler.
İtikâfın şart ve rükünleri; 1- Niyet yapılmalıdır. 2- Gündüzü oruçlu olmalıdır. 3- İtikâf bir mescitte yapılmalıdır. 4- İtikâfa niyet eden Müslüman olmalı ve dinî emirler hususunda mükellef bulunmalıdır.
Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf’a ve Malikîlere göre itikâfın en az süresi “bir gün”dür. İmam Muhammed ile Hanbelîlere göre itikâfın en az süresi, kişiye bağlı olarak “bir andır”. Şafiîlere göre ise itikâfın en az süresi “Sübhânallah” diyebilecek kadar bir zamandan biraz fazla olmalıdır.
Demek oluyor ki bir Müslüman, Ramazanın son on günü girdiğinde, itikâf niyetiyle, bir mescitte veya bir camide, “bir an” veya “Sübhânallah” demek süresinden daha fazlaca beklerse, bu sünneti îfâ etmiş olur. Bir diğer ifadeyle, bir Müslüman, Ramazanın son on günü içerisinde bir mescide vakit namazı kılmak için girerken aynı zamanda “vakit namazı kılma süresince” itikâfa niyet etse, namazı kılıp camiden çıkarken bu sünneti ihyâ etmiş olarak çıkar.
Sünnet-i Müekkede olan itikâfın en çok süresi ise, Ramazanın sonuna denk getirmek sûretiyle on gündür. Eğer aralıksız on gün itikâfta bulunmaya niyet edilmemiş ise, bu günlerde istenilen vakitlerde itikâf yapılabilir. Meselâ yalnız gündüzlerde veya bu günlerin belli vakitlerinde itikâfta bulunmaya niyet etmek sahihtir.
Aralıksız on gün süreyle itikâfta bulunmaya niyet eden birisi, bu süre içinde mecbur kalmadıkça itikâf yaptığı mescitten çıkmaz. Yalnız zarurî bir ihtiyacı için çıkar ve hemen geri döner. İtikâf süresince hanımına yaklaşmaz.
Ramazanın son on günü içerisinde itikâfın sünnet-i müekkede olmasının hikmeti, Kadir Gecesini ihyâ etmektir. Çünkü Kur’ân’ın beyan buyurduğu gibi, bin aydan daha hayırlı2 olması hasebiyle Kadir Gecesi, gecelerin en faziletlisidir. Kadir Gecesinin, Ramazanın son on günü içerisinde bulunduğu hususunda kuvvetli görüş birliği vardır. İtikâfın bu geceye rastlamasının feyiz ve sevabı hadsiz ve hesapsızdır. İtikâfta bulunan kişi, Kur’ân-ı Kerim, hadîs ve ilim okumak veya okutmakla meşgul olmalı, dînî ve îmânî eserler okumalı, zikir yapmalı, namaz kılmalı, tefekkür yapmalıdır. İtikâf süresince hayırdan başka bir şey konuşmamalıdır. Günah ihtivâ etmeyen sözleri ve kelimeleri konuşmasında bir beis yoktur. Dünya meşgalelerinden sıkılan ruhumuzun, hususî vakitlerde bütün zamanını ibadete ve tefekküre ayırması, önemli bir ruhî teneffüs ve istirahat olarak değerlendirilmelidir.
Kadir Gecesinin de Ramazanın son on gününde bulunduğunu hesaba katarsak itikâfa girmek hususunda mümkün olan fırsatları değerlendirmek ve bu ibadeti ifa için imkânlarımızı yoklamak, hiç şüphesiz mühim bir Sünnet-i Seniyyenin ihyâsına vesile olacaktır.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/187 2- Kadir Sûresi, 97/3
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Misyona göre sorumluluk |
|
Bazı ünlülerin günlükleri vardır. Saatine varıncaya kadar karşılaştıklarını, yaptıklarını, yapacaklarını kaydederler. Bunlardan bazıları—ciddî, önemli ve etkili bir konumda iseler—hatıra olmakla kalmaz, eğer suç unsurları taşıyorsa aleyhlerine döner.
Zerreden kürelere kadar herşey emrine verilen, yeryüzünün halifesi ve Yaratıcının muhatabı yapılan insanoğlunun misyonu da çok büyük ve önemli olduğu için söz ve davranışları İlâhî günlüklere geçer. Tâ ki zamanı gelince sevindirici hallerini zevkle seyretsin, suçları sebebiyle de sorgulansın.
Gün gelir, imtihan dünyası kapanır ve Mahkeme-i Kübrâ dediğimiz büyük bir mahkemede, kılı kırk yaran adalet karşısında yargılanır insan. Adam kayırma, torpil, şefaat ve rüşvet yoktur orada. İlâhî kameralar herşeyi a’dan z’ye kaydetmişlerdir. Zerre kadar iyilik de, kötülük de yazılmış, filme alınmıştır. Şahitler de bir değil, bir çoktur.
Kirâmen Kâtibîn denilen yazıcı melekler herşeyi yazmışlardır. Suçun işlendiği yer ve zamandan tut, suçu işleyen organlara varıncaya kadar herşey şahitlik eder o gün. Kur’ân buyurur ki: “O gün onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize anlatacak, ayakları kazanmış oldukları amellere şahitlik edecekler.”1
“Onlar derilerine şöyle derler: ‘Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz’ Derileri der: ‘Bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu.’”2 Hz. Enes’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre kul, “Benden olan bir şahitten başkasını kabul etmiyorum” dediğinde Cenâb-ı Hak, ‘Bugün hesabını görücü olarak nefsin ve şahit olarak Kiramen Kâtibîn melekleri yeter’ buyurur. Sonra kulun ağzına mühür vurulup organlarına, ‘Konuşun’ diye emredilir. Onlar da neler yaptığını bir bir anlatırlar. Daha sonra kendisine konuşma izni verilince, organlarına şöyle der: ‘Yazıklar olsun, mahv ve helâk size! Ben sizin için mücâdele verip müdafaada bulunuyordum.’”3
Zamanlarla mekânlar da şahitliğe katılırlar. Birgün “[Arz] o gün haberlerini anlatacaktır”4 âyetini okuyan Kâinatın Efendisi (asm), “Haberlerinin neler olduğunu biliyor musunuz?” diye sormuşlar, Sahabe de “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” diye cevap verince Resûlullah (asm) şöyle buyurmuş: “Onun haberleri, her erkek ve kadın kulun üzerinde işlediği amellerine şahitlik etmesidir. ‘Falan, falan günde şu şu işi işledi’ diyecek. İşte haberleri bunlardır.”5
Yine Allah Resûlünün (asm) bildirdiğine göre, gece ve gündüz hergün hergün insanoğluna şöyle seslenirlermiş: “Ey Âdemoğlu! Herbirimiz yeni birer mahlûkuz. Bizde yapacağın işlere şahitlik edeceğiz. Bugün hayırlı iş işle ki, yarın lehinde onu yaptığına dair şahitlik edelim. Biz elinden geçip gittikten sonra bir daha geri gelmeyeceğiz.”6
Yerlerin, göklerin, dağların yüklenmekten kaçındığı büyük emaneti omuzlayan insanoğlunun herşeyi ilgilendiren amelleri için bu kadar şahitler gerekli değil mi?
Dipnotlar: 1- Yasin Sûresi: 65. 2- Fussilet Sûresi: 21. 3- Terğib Terhib, 4:413. 4- Zilzal Sûresi: 5. 5- Tezkire, s. 106. 6- A.g.e.
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Dinî cemaatlar” esasta ittifak etmeli-1 |
|
Bediüzzaman, Müslümanların oluşturduğu büyük cemaatin içinde, daire daire halkalanan cemaatleri de sosyal hayatın tabiî bir sonucu kabul eder. Ve, “Birleşik kaplar gibi birbirinden istifadeleri, birliktelikleri”nin, esasta/temel meselelerde, maksatta, hedefte olduğunu söyler. Yoksa, metodda, üslupta ve meşnepte değil. Takip edelim:
“Maksadımız, ‘dinî cemaatler’ maksatta ittihad etmelidirler. Mesâlikte ve meşreplerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve ‘Neme lâzım, başkası düşünsün’ sözünü de söylettirir… Binaenaleyh, mânen asıl hakikat, ittihada intisap ile beraber sûreten onun nümunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisap ile teşerrüf edecek. Yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre, bahr-ı ummanı tezyid edemez.”1
Bediüzzaman, “İslâm cemaati!” derken, genel olarak tüm Müslümanları kast ederken, “dinî cemaatlar” tâbiriyle de alt dairelerdeki cemaatleri kast etmektedir. Şu ifadeleri de cemaatlerin daire daire olabileceği görüşünde olduğunu gösterir:
“* Kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
* Belki, daire-i İslâmiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,
* Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, "Mesleğim haktır," yahut "daha güzeldir" diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek,
* Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
* Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat sûretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek…”2
Fertler, bireyler, dahi de olsalar, cemaat karşısında güçleri hiçtir. (Bu, haklarının selbolacağı anlamında değildir…)
Risâle-i Nur’da, onlarca yerde geçen, “Demek, Nurcularda hakîki, hâlis, sırf rıza-yı İlâhî için ve müsbet ve uhrevî fedâiler var ki, mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve taşnak gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükümeti, adliyeyi aldatarak, lastikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşâallah bir halt edemezler. Belki Nur’un ve îmânın fedâilerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler”3 ifadeleri de, Nur cemaatinin, dinî cemaatler içinde bir daire olduğunun belgeleridir. Keza, “Evet, biz bir cemaatiz”4 sözü de aynı anlamı güçlendirir.
Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 105.; 2-Lem’alar, s. 155.; 3-Şûâlar, s. 447.; 4-Şûâlar, s. 305.
02.10.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kudüs'ün fethine doğru (1) |
|
Günün Tarihi 29 Eylül 1730
Selahaddin–i Eyyübî kumandasındaki İslâm ordusu, Taberiye'de (Suriye'nin sâhil şehri) karşıladığı Haçlı ordusunu darmadağın ederek ağır bir mağlubiyete uğrattı.
Eyyübî, bu muzafferiyetten sonra hiç zaman kaybetmeksizin, Kudüs'ü fethetmek üzere sefer hazırlıklarına başladı.
Kudüs'te kanlı işgal yılları
Kudüs, Hz. Ömer'in 638'deki Yermuk Zaferinden sonra önemli bir İslâm beldesi oldu.
Bu statü, asırlarca aynen devam ettirildi. Ne var ki, 460 sene sonra, yani 1099 yılında yaşanan I. Haçlı Seferi neticesinde, Kudüs Müslümanların hakimiyetinden çıktı, Hıristiyanların eline geçti.
Hemen bütün Avrupa devletlerinin mânen gözdesi haline gelen Kudüs'te bir Hıristiyan Krallığı kuruldu.
Kudüs'te 88 yıl süren bu krallık zamanında, Müslüman ahaliye yapılmayan baskı, zulüm, işkence kalmadı. Defalarca katliâm yapıldı. Bölgede bir tek Müslüman kişi bırakılmamacasına çok zalimane bir politika izlendi.
Bu feci durum, hemen bütün Müslüman yöneticileri rahatsız etti. Ancak, aradan on yıllar geçmesine rağmen, hiçbir ordu ve lider Kudüs üzerine gitmeyi ve burayı yeniden fethetmeyi göze alamıyordu.
Tâ ki, "Şark'ın en güzel sultanı" Selahaddin Eyyübî tarih sahnesine çıkıncaya kadar...
İman ve azmin zaferi
Selahaddin–i Eyyübî, Selçukluların Halep Atabeyi olan Nureddin Zengi'nin sıradan bir komutanıydı.
Ancak, kısa zaman içinde sergilemiş olduğu bir takım kahramanlıklar, onu en gözde bir komutan durumuna getirdi.
Henüz 31 yaşındayken, hem Suriye birliklerinin komutanlığına, hem de Melik ünvanıyla (1169) Mısır vezirliğine atandı.
Mısır'daki Şiî–Fatımî hakimiyetine son verdi ve bu büyük İslâm diyârının veziri oldu.
Nureddin Zengi, 1174'te vefat etti. Yerine geçen oğlu ise, henüz çocuk denecek bir yaştaydı.
Sultan Selahaddin, ilk etapta ona bağlılığını ilân etmeyi düşündü. Ancak, daha sonra bu fikrinden vazgeçerek istiklâliyetini duyurdu.
1174’ten 1186’ya kadar Suriye, Mezopotamya, Filistin ve Mısır’ı da içine alan büyük İslâm coğrafyasındaki hakimiyetini pekiştirdi.
Selahaddin, bu zaman zarfında, kendi şahsî hayatını da öylesine değiştirip disipline etti ki, onu yakından tanıyan hemen herkesi şaşkına çevirdi. Len Paul isimli bir yabancı düşünürün onun hakkındaki tesbitleri şöyledir:
"Artık Selahaddin kendi şahsı ile ilgili olan şeylerde bir düzenlemeye girdi. Hayat prensiplerini sertleştirdi. O her zaman muttakî ve haramdan sakınan biri idi, ama şimdi bunu daha da katılaştırdı. Dünya zevk ü sefasını, eğlenceleri ve rahat bir hayat yaşama arzularını tamamen terk etti. Kendi davranışlarına, hareketlerine daha katı kurallar koydu. Arkadaşlarına karşı iyi bir örnek oldu. Bütün çalışmalarını, güçlü bir devlet kurmaya yoğunlaştırdı. Nitekim bir yerde şöyle dedi: “Allah bana Mısır’ı verince anladım ki, Filistin’i (Kudüs’ün fethini) de vermeyi nasip etmiştir.
"O zamandan itibaren Selahaddin’in amacı, ölünceye kadar İslâm’a hizmet etmek, onu galip kılıp zafere eriştirmek oldu ve kâfirlere karşı cihad etmeye söz verdi.” (İslâm Önderleri Tarihi, Ebu’l-Hasan en-Nedvi, Kayhan Yayınları, c. 1, s. 342.)
Evet, iman ve azmin elinden bir şey kurtulmuyor.
Özellikle Mısır'ın hakimi olduktan sonra hayatına yeni bir çeki düzen veren Selahaddin, takvâ üzere yaşamayı, hakkâniyet ve adâlet üzere hükmetmeyi ve bütün kuvvetiyle İslâma hizmet etmeyi, hayatının en büyük ve değişmez gayesi haline getirdi.
Bu haliyle giriştiği hemen bütün mücadeleleri büyük bir muzafferiyetle kazanmaya muvaffak oldu.
İşte, Kudüs'un fethi de, bu büyük muvaffakiyetlerden biridir.
Kudüs'e doğru
Sadece Kudüs ve Filistin'de değil, Ortadoğu coğrafyasının birçok merkezinde (Trablus, Akka, Nasırıye, Taberiye, Beyrut...) yerleşmiş ve buralarda hakimiyet tesis etmiş olan Haçlılarla Müslümanlar arasında devam eden 88 yıllık sürtüşme ve çekişme, nihayet 1187 senesinde bitme noktasına geldi.
Bölgede güçlü bir İslâm devletini (Eyyübî Devleti) kurmaya muktedir olan Sultan Selahaddin, Haçlıların ihlâl etmiş oldukları ateşkes (mütareke) anlaşmaları sebebiyle, bunların tek tek hesabını sormaya yöneldi. Bu arada kazandığı ve kısmen kaybettiği bazı çarpışmalar oldu.
Suriye'nin Taberiye şehrindeki büyük karşılaşmada ise, birleşik Haçlı kuvvetleri Sultan Selahaddin'in karşısında dize geldi. Düşman orduları perişan bir vaziyette dağıldı.
Hiç vakit kaybetmeyen Sultan Selahaddin, vargücüyle Kudüs'e yüklendi.
İslâm ordusunun morali gayet yüksekti. Bu sebeple, kendilerinden kat be–kat kalabalık olan Haçlı ordusunu burada da kesin bir mağlubiyete uğrattı. Kudüs'ü fethetti ve 88 yıl aradan sonra burayı yeniden bir İslâm şehri haline getirdi. (Bu statü, 1917'ye, yani Birinci Dünya Savaşı sonlarına kadar aynen, 1947'deki İsrail işgaline kadar da kısmen korunabildi.)
Yarın:
Kudüs fethinin Avrupa'daki yankıları ve öfke dolu III. Haçlı Seferi
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Bari ‘torun’lar mağdur olmasın |
|
Nesiller boyu süren, ‘kanunsuz bir yasak’la karşı karşıyayız. Yasağı uygulayanların ‘böyle bir problem yokmuş gibi’ davranması, mevcut yasağı gündemden düşürmüyor. Belki yasağın unutulması, bir yönüyle aşılmasına da vesile olabilirdi; ama mağduriyetler devam ettiği ve her mesele bir şekilde o ‘başörtüsü tartışması’na sürüklendiği için unutulmuyor, gündemden düşmüyor.
Son günlerde hararetle ‘yeni anayasa’ tartışması yapılıyor. Bu tartışmada da iş dönüp dolaştı ve ‘Başörtüsü yasağı kalksın mı, kalsın mı?’ noktasına odaklandı. Millet ekseriyeti bu konuda kararını çoktan vermiş: Başörtüsüne uygulanan yasak kalksın! Bu kanaat, yapılan onlarca anketle de ortaya konuluyor.
Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan bu yasağa her kademeden tepkiler geliyor. Anlamlı bir tepki de Yargıtay eski Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk’tan geldi. İstanbul Bağcılar Belediyesinin düzenlediği bir toplantıda konuşan Selçuk, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ve Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü yasağı getirmediğini hatırlatıp, uygulanan yasağın ‘kanunsuz’ olduğunu ‘yetkili bir isim’ olarak ilân etmiş. Selçuk, “Bence çok yanlış bir uygulamanın içinde Türkiye. Üniversite hocalarının bu yanlışın içinde olmalarını şaşkınlıkla seyrediyorum. Neden? Çünkü, dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir mahkemenin kararının gerekçesi bağlayıcı değildir. Sadece hüküm fıkrası vardır. Orada var mı, yasak yok. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesinde türbandan bahsedilebilir. Ondan bundan bahsedilebilir. Sadece hüküm fıkrası bağlayıcıdır” demiş. (Milli Gazete ve Yeni Şafak, 30 Eylül 2007)
Selçuk sözlerine şöyle devam etmiş: “Uygulama yanlıştır. Başörtüsü yasağı diye bir şey yoktur. Anayasa Mahkemesi daha sonra ‘başörtüsünün serbestliği anlamına gelmez’ diye bir laf etti. Bu yanlıştır. O da gerekçedir, bağlamaz. Anayasa Mahkemesi’nin başkanlarından biri çıktı, ‘Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeleri de bağlayıcıdır’ dedi. Onun buna yetkisi yoktur. Bunu bilim söyler, sen söyleyemezsin. Hiçbir ülkede, ‘gerekçe bağlayıcıdır’ diye ve bilimsel kitaplarda da bir söz bulamazsınız. Tam tersini söyler. Yanlış yapıyorlar. YÖK de yanlış yapıyor, üniversiteler de yanlış yapıyor. Ben bundan dolayı şaşkınlık içindeyim. Bu üniversitelerde hukukçular var. Hadi ziraat mühendisi bilmeyebilir, tabip bilmeyebilir. Niye bu konuda hukukçuların sesi çıkmıyor?” (agg)
Selçuk’un değerlendirmelerinin gazetelerde yer aldığı aynı günde, “Yasak, dün anneyi mağdur etti, bugün kızını” başlıklı başka bir haber de yer aldı. Habere göre, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde okurken sömestr tatili dönüşünde okula giremeyen Ayşe Akbal, 24 sene sonra aynı şeyleri yeniden yaşıyor. Çünkü şimdi de kızı ‘başörtüsü yasağı sebebiyle mağdur edilmiş’ durumda. “Türkiye’de çeyrek asırda birçok şey değişti, düzeldi. Sadece bizim hayatımızı derinden etkileyen bu yasak değişmedi” diyor çifte mağdur edilmiş anne... (Zaman, 30 Eylül 2007)
Biz de Yagıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk gibi “Niye bu konuda hukukçuların sesi çıkmıyor?” diye soralım ve bir temennide bulunalım: Anneler ve kızları mağdur edildi, bari ‘torun’ları mağdur edilmesin!
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|