Mevlânâ sadece kelamcıları yermemiş aynı zamanda çeşitli vesilelerle ve çeşitli makamlarda felsefenin de sefaletini ortaya koymuştur. Bunu yine nüktelerle ve ince meseller ve temsillerle yapmıştır. Gazali’nin felsefeye taarruzu sistematiktir. Mevlânâ’nınki ise sistematik olmaktan uzaktır ve hikemiyatla bezeli değiniler tarzındadır. Fakat hiçbir zaman basit değildir. Mevlânâ adeta göklerin lisanıyla veya melekût lisanıyla konuşmuştur. Özellikle de Mevlânâ’dan ağzının payını alan felsefe ekolleri arasında pozitivizmi zikretmek yerinde olur. O dönemde pozitivizm elbetteki bugünkü gibi ‘vaz’iyye’ şeklinde ifade edilmiyordu. Tabiatperestlik veya esbapperestlik veya naturalizm namı altında tedavülde idi.
Zımnî olarak Mevlânâ’nın eleştirilerinden payını alanlar arasında sekülaristler, liberalller vesaire de vardır. Bunlara yönelik cevapları Mevlânâ’nın kelamlarında doğrudan bulamazsanız bile muhakkak dolaylı ve mefhum-u muhalifiyle karşılaşırsınız. Mesela pergel metaforu ve su metaforu gibi metaforlar camidir veya camiiyyet denilen kapsayıcılık makamındadır. Sözgelimi pergel metaforunda kendiliğinden ve zımnî bir şekilde liberalizmin bir reddi vardır. Zira pergelin bir ucu açık diğer ucu kapalıdır. Bir ucu afakta, semavatta ve enfüs dairesinde gezerken, seyrederken diğer ucu şer-i şerife sabitlenmiştir. Bu boşlukta veya afakta seyeran ve deveran eden pergelin bir ucu değişimi dolayısıyla dinamizmi temin ederken diğer ucu da sebatı ve istikrarı temin etmektedir. Birisi merkez diğeri de merkezkaç unsurdur. İkisinin içtimaıyla hakikat tecelli etmektedir. Birinde zamanın dinamizmi diğerinde zamansızlığın sükûnet ve istikrarı vardır. Pergelin bir ucu açıktır, afakı tarassut eder. Ve onu sabit nokta ile buluşturur. Dolayısıyla pergel metaforu merd-i mümini merd-i liberalden ayrırır. Bu itibarla, merd-i mümin rölativist ve ona bağlı olan liberalden ayrılır. Bu ayrıştırmama dairesi pergelin diğer ucu olan ittiba dairesidir. Mutlak liberalin dairesi ise hevaiyat dairesidir. Mümin ittiba boyutuyla liberalden ayrılırken diğer uçta birleşir. Es seyrül afaki/afakta dolanım boyutuyla onunla bazı ortak paydaları paylaşsa bile sebatı temsil eden şeri şerif boyutunda farklılaşır. Mümin hem sebati hem de devranidir. Liberal ise tek kanatlıdır ve sadece devrani bir boyuta haizdir. Bunun için sadece dünyaya bakar ve dünyayı görür.
***
Geçmiş dönemlerde rölativistler sofistler olarak da anılmaktaydılar. Akaid-i Nesefi’nin muhtasarında zikredilen istisnai birkaç felsefe ekolünden birisi sofistlerdir. Sofistler cerbeze ehlidirler ve şekciliğin veya “la edriyye”nin başka bir kolu sayılabilirler. Bazı ayrıntılarda farklılıklar olsa dahi... Müncer oldukları mecra aynıdır. Pergeli bir nevi akıl ile nakile de benzetebiliriz. Sofistler kadim Yunan hükemasından beri tarih içinde her devirde olagelmişlerdir. Din felsefesi bağlamında deistler de bu anlayışın farklı bir basamağını veya kolunu temsil ediyorlar. Rölativistler veya sofistler Ebu Hanife döneminde de varlarmış. Sultanu’l ulema Bahaeddin Maarif adlı eserinde Ebu Hanife ile bu taife arasında geçen bir münazarayı anlatır. Çok ilginçtir. Maarif’in naklettiği bu konuşma daha sonraki Mevlana’nın üslup ve tarzının da prototipidir.
Hikâye şöyledir: “Sofinin (sufistaiyye) biri gerçeğin tabiatını tartışmak için Ebu Hanife’ye gelir. Devesini caminin önüne bağlar ve içeri girip Ebu Hanife’ye doğru yürürken konuşmaya başlar, bu sırada Ebu Hanife de talebelerinden birisine işaret eder ve gizlice devesini saklarlar. Sofiye (sofist) göre gerçek diye bir şey yoktur. İzafiyattır. Herşey seraptan ve aldatmacadan ibarettir. Saatler süren safsata ve akim tartışmadan sonra sofist kapıya yönelir ve devesini aramaya koyulur. Fakat heyhat ki heyhat! Devenin yerinde yeller esmektedir. Deve izafileşip buhar olup uçmuştur. Mevlânâ’nın deyimiyle zeban-ı hâlle (lisan-ı hâl) deve sahibine iyi bir ders verilir. Deve olduğunu düşündüğü şey neden bir köpek veya kuş olmasın!
Başka bir seferinde de Ebu Hanife eşeğinin sırtında hacca giden bir sofi ile karşılaşır. Adamın inmesini emreder. Cemaattakiler eşeğin üzerinden yükü indirirler ve sofinin sırtına yüklerler. Adam sorar: ‘Bunu neden yapıyorsunuz?’. ‘Mutlak bir hakikat olmadığına göre’ diye cevaplar Ebu Hanife. “Senin eşşek, bu hayvanın da sen olmadığını nereden bilebiliriz? Dolayasıyla bu ihtimali göz önünde bulundurduğumuz için yerlerinizi sırayla değiştiriyoruz?” der. Böylece saatlarce heder edilen akim konuşmanın yerine ikame edilen temsili ve canlı bir hikâye sofiyi ve benzeri sofileri ilzam eder. Bu da Ebu Hanife’nin pratik zekâsının bir ürünüdür.
Bu tarz, felsefenin bitmeyen takidat-ı kelamiyyesinden evlâdır. Grameri ve lisanı bitiren takidat-ı lafziyye denilen gramer ve söz oyunları olmuştur. Kelamı bitiren de takidat-ı kelamiyye denilen kelam oyunları olmuştur. Hikmeti sofizme ve abesiyete irca etmiştir.
02.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|