Mevlânâ vahdet dükkânının dellalı (tellal) bir gönül kelâmcısıdır. O istidlalci veya mütekellim değildir o hafi bir dille ve gönül kelamıyla konuşan bir hakiymdir.
Onun sözleri ne akılcıların vesveselerinin ürettiği bir vehim ne de kimi sufilerin kalp ihtilaçlarının kıyıya savurduğu bir hatarattır. İstidlalin makarrı ve mahalli zihin, sunuhatın mahalli ise kalptir. O sunuhatın ve gönlün çocuğudur. Ancak bu mertebeye cehdsiz veya şükürsüz değil aksine aklın bütün makamlarını atlayarak ve aşk denizlerinde yanarak hamlık makamından olgunluk posbtuna geçerek ulaşmıştır. Sırlar şehri Halep’te Kemaleddin İbnü’l Adim’in Halaviyye Medresesinde ve akabinde veli şehir Şam’da Makdisiyye Medresinde yedi yıl ikmal-i ilim eyleyerek ve dirsek çürüterek ve bütün akli makamları aştıktan sonra vasıl olmuştur.
Bütün içinden çıkılmaz aklî meseleleri ve midalatı akranlarına fark atarak çözmüştür. Ve sonra ondaki bu akli kelâm mesleği seyrü sülüküyle ve seferiyle birlikte gönül kelamına dönüşmüştür. Bundan dolayı diriliş ırmaklarından birisi olmuştur ve hâlâ da onun duru ve berrak ırmağı kurumamıştır. Ömür bir akarsu gibi daima yenilenme halindedir. Sufiler buna teceddüdü emsal demektedirler. Mevlânâ bu hayat nehrini çoşturan ve revnaktar kılan damarlardan veya ırmaklardan birisidir. Mevlânâ’nın kelâm mesleğinin gönül kelamcılığı olduğu üzerine iki uzman ittifak etmiştir. Bunlardan birisi Ramazan Altıntaş’dır ve ‘Mevlânâ’da gönül kelamı’ adlı çalışmasını tamamen buna hasretmiştir. Kitabında Mevlânâ’nın kelam anlayışını ve iklimini nazara vermiştir. Gerçekten de kitabın da ispat ettiği gibi Mevlânâ kuru bir akıl kelamcısı değildir. Gönlü mekanik ve ifadeleri de metalik olmaktan uzaktır. O ruh ikliminin kelamını terennüm etmiştir. Gönül kelamı bahsinde Hindistan’lı allame merhum Ebu’l Hasan en Nedevi de Ramazan Altıntaş ile hemfikirdir. Bu hususta Nedevi akıl kelâmcıları ile gönül kelâmcıları arasındaki berzahı şöyle izah eder: “Eş’ari kelâmcıları, genel hayatta her ne kadar Mutezile ve felsefecilere üstün gelmiş idiyseler de ve kelâmî meselelerde onları ifham etmiş ve susturmuş olsalar da, Mutezile (itizal) ruhu ve azgınlığı onlara da bulaşmış ve bizzat kendi galiplerini de mağlup etmiştir. Eş’arilerin kelam ilmine Mutezile’nin akılcılık ruhu sirayet etmiş bu da onu kabızlık ve kısırlığa sevketmiştir. Sonunda Eşariler de Allah’ın zatı ve sıfatlarının, ince ve akıl ötesi (aklı aşan ama akla zıt olmayan) meselelerinde aklın mahdut ve sınırlı vadilerinde ömür tükettiler. Akıl aklı yenmiş (Eş’ari aklı Mutezile aklını) ama kendisi de kendisine yenilmişti. Bu bir kumara benzetilebilir. Kumarda kazansanız da netice itibarıyla yöntem olarak kayıptasınız demektir. Eş’ariler de daldıkları bu vadilerden kendilerini kurtaramadılar ve asla rucu edemediler. Aklın tortularını aşamadılar. Onlar da dış görüntüleri ve duyuları, büyük ölçüde kesin sonuca götüren bilgi kaynakları kabul etmişlerdi. Dinî meseleleri ispat etmeyi ve eşyanın hakikaten var oluşunu kabul etmeyi, istidlale ve delil toplamaya ve delil getirmeye (istikra ve istidlal mesleği) ve akli kıyaslamalara dayandırmışlardı ve hasretmişlerdi...” (Hazreti Mevlânâ, Nedevi, S.15, Kayıhan)
***
Nedevi bu güzel tespitlerini şöyle sürdürmektedir: “İşte bunun sonucu olarak bütün İslâm aleminde bir, söze (kelâma) ve delile dayanma modası husule geldi ve bu iklim hakim paradigma oldu. Kelâm ilmi, ondan ona nakletmeken (şu şöyle dedi bu böyle dedi demekten) ibaret kalmış ve tahkik mesleğinin uzağına düşmüştü. Menkulat incelenmediği gibi doğru veya yanlış olup olmadıkları da tartışılmadan kabul ve tekrar ediliyordu. Ve bunlara bir de kudsiyet halesi yükleniyordu. Bu yüzden bir süredir ilm-i kelamda herhangi bir yenilik, bir gelişme görülmüyordu. O zümre içinde uzun zamandan beri Ebu’l Hasan el Eş’ari veya İmam Gazali gibi müctehid, zeki ve derin kavrayışlı biri ortaya çıkmamıştır. Kıyas ve delil getirmede ve göstermedeki ifrat kafanın ve karihanın çalışmasını, beynin faaliyet gücünü artırmıştı artırmasına ama gönüllerin sıcaklığını, kalbin faaliyetini dumura uğratmış ve imanın mahali olan kalbe zarar vermiştir. Kelâm âlimlerinin istidlal yöntemi ve önerme ve bunları cevaplamadaki yetenekleriyle göz kamaştırmışlardı ve muhaliflerini de ilzam ve ifham etmişlerdi lakin kalplerde de huzur, itminan, sukun bırakmamışlardı. İmana yönlendirmede, şüpheci ve tereddüt içinde olanlara kat’i bir inanç kazandırma ve kavrayış vermede başarısız olmuşlardı. Onların bu delile dayandırma ve ispatlama metodları, kalp ve kafalarda ilm-i kelamın çözmeye gücünün yetmeyeceği yüzlerce kördüğüm meydana getirdi. Güya problem çözerken yeni problemler ürettiler. İlm-i kelâmın sürekli ilgisizliğinden, değer vermemesinden hatta küçümsemesinden dolayı kesin inancın ve bilginin ana kaynağı olan vicdan, tamamen işlevsiz, hükümsüz hale gelmiş ve sukut etmişti. Vicdanı ve estetik ve sezgisel deliller bir kenara atılmıştı. Dışta görünen beş duyunun dışında bir de iç duyunun (sezgi) varlığı kabul edilmez oldu. Bu bakımdan iç duyu (sezgi) olmadan duyulamayan, bilinemeyen, algılanmayan meseleler ve gerçekler reddediliyor ve medar-ı itiraz yapılıyordu. Onları inkâr etme ve varlığını kabul etmeme eğilimi ortaya çıkıyordu. Kısacası bütün dünya bir kelam buhranına (çıkmazına) tutulmuştu. Hepsinde akla ve duyulara dayanan bir anlayış hakim olmuştu...”
İşte Mevlânâ cihana bu akıl ve kelâm buhranını aşmaya gelmişti. Bundan dolayı ‘akıl düşünürken aşk (gönül) yol alır’ buyurmuştur. Günümüzde aşkın yerini alan akılcılık (bunun bir başka boyutu olan çıkarcılık ve bencillik) aile düzenini de cemiyet düzenini de tarumar etti. Aşksızlıktan doğan ahlak-ı zemime vucudun kimyasını bozarak dilimizi acılaştırı ve buruk hale getirdi. Hayatın tadı tuzu kalmadı ve çekilmez hale geldi.
***
O bu anlamda gönül kelâmıyla kelâm ilmini yeniledi. O bir yeni kelâmcıdır. Kelâmı asli kıblesine; gönül kıblesine döndürmüştür. Oysaki, kelâmcıların aklı aşkı söndürmüştü. Yeni bir meşale gerekiyordu ki yeniden aşk ocağı alevlensin ve tütsün. Felsefe konuları ile ilm-i kelamın demir gibi soğuk metodu ve bunun aracılığıyla kendi aralarında münazara ve münakaşaları, çatışmaları, İslâm dünyasını, içinde kil-u kalin çok olduğu, ama hayatın, sevginin, marifetin ve basiretin olmadığı kuru bir okula ve çorak bir iklime çevirmişti. Elbette gönül ehli kimseleri toplandığı maneviyat adalarında aşk huzuru ve kesin iman nuru bulunuyordu. Bunun dışında her taraf kelime tılsımlarına tutulmuş, dışta görünenlere ve duyulara perestiş etmişti. Gönül ikliminin güneşi aklın araya girmesi ve gölge etmesiyle tutulmuştu. İşte Mevlânâ bu engeli ve hali bertaraf etti.
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|