|
|
S. Bahattin YAŞAR |
“Siz, kimlerdensiniz?” |
|
Duruş, açık bir ifadedir
Bir akşamüstü, yaşlı bir teyze, kocaman bir parkta, yalnız başına oturuyor. Başı avuçları içerisinde. Portre, ciddî bir üzüntü içeriyor. Teyzenin oruçlu olduğu anlaşılıyor. İftara da az kaldı.
İnsanın içinden gelen ses, “Bu teyze, iftar saatinde parkta neden oturuyor? Şu an onun evde iftar yemekleri heyecanı içerisinde olması gerekmiyor mu? Belki de torunlarıyla neşe içerisinde iftar hazırlığı yapıyor olması gerekmiyor mu?” diyor. Ama durum farklı, hatta dahası var, teyze ağlıyor. Hem de ağladığını hiç kimselere göstermek istemez bir tutum içerisinde ağlıyor.
Durumun oldukça ciddî olduğu anlaşılıyor. Bu duruş çok öyle sıradan değil.
Her şey kontrolde; olaylar ‘öylesine’ değil
İftara doğru, vakit geçirmek için eşimle birlikte park yürüyüşü yapıyoruz. Böyle bir görüntü nazarımıza ilişince oradan geçip gitmek olmaz.
Eşime, ‘Yeni bir operasyon başlıyor’ dedim. Gerçekten nazarımıza dokunan görüntü, çok öyle geçip gidecek cinsten değildi. Eşim, teyzeden müsaade alıp, bankın boş yerine, onun yanı başına oturdu. Ben de şöyle bir kenara çömeldim.
Tabiî teyze böyle bir yanına oturma isteği ile karşılaşınca, biraz toparlandı. Elindeki bezle gözlerindeki yaşı sildi. Ve derken çok da kolay olmayan sohbet başladı.
Özet itibariyle, teyzenin, 36 yaşlarında yeni uzman doktor olmuş oğlu, yakalanmış olduğu hastalık sebebiyle vefat etmiş. Tabii böyle bir ölüm anneyi adeta yıkmış. Anne de bu durumu taşınmaz bir yük olarak kabul edip, neredeyse hayata küsmüş. İfade ettiğine göre, her gün bu saatlerde bu parka gelip, saatlerce burada oturuyormuş.
Eşimle birlikte teyzeyle paylaştığımız cümlelerin ona adeta ilaç gibi geldiği anlaşılıyordu. Bu kanaatimizi besleyecek yeterince onda tavır değişikliği olmuştu.
Teyzenin vefat eden oğlunun inançlı ve ibadetli olduğunu öğrendiğimizde sevindik. Bu çerçevede konuştuklarımız şöylece özetlenebilir: “Her şey kontrolde teyzeciğim. Olup biten şeyler öylesine, kendiliğinden olmuyor. Her meydana gelen olay, Yaratıcının iradesiyle oluyor. Dünyaya gelmek elimizde olmadığı gibi, dünyadan gitmek de elimizde değil. Biz, bize verilenler ile, emredildiğimiz şekilde yaşamakla mükellefiz. Bunun dışındakilerde insanların bir müdahalesi yok. Allah (c.c) şu an yeryüzünde ne kadar canlı varsa, her birisiyle birebir ilgili. Olup biten bütün işler tamamen O’nun kontrolündedir. Ölüm bir ayrılık, ama inanıyoruz ki bir de tekrar görüşmek var. Tekrar görüşmek varsa, ayrılmak da güzeldir. Oğlun şu an yüce Peygamberimizin (a.s.m) yanında, belki (inşaallah) birlikte iftar edilen yerleri geziyorlardır. Hatta iftar saatinde, o sizin sofranıza geliyordur. Senin şu an parkta üzüntü içerisinde olman onun ruhuna sıkıntı verir. Sen dualarla, zikirlerle onu karşıla. O zaman sen de sevinirsin, o da sevinir. Üzülürsen onu da üzersin.”
Teyzeyle konuşurken adeta günlük dersimizi tazeliyorduk.
Ölüm anı, Allah’ın kuluna rahmet anıdır
Bir de, teyzeye, ‘Allah’ın kuluna merhametinin en yüksek olduğu anın ölüm anı’ olduğundan bahsettiğimizde, gözleri açıldı ve ‘Nasıl?’ dedi.
“Yeryüzündeki bütün annelerin şefkatleri toplansa Allah’ın şefkat ve merhameti yanında sadece bir lemacık kalır. Onun için Allah, kulunu anneden, babadan, sevdiklerinden daha çok sever. Sevdiği için de, onun en hayırlı ölüm anının ne zaman olacağına, O karar verir.”
Teyze, oğlunun inançlı, namazlı birisi olduğundan bahsettiğinde, gerçekten rahatlamıştık. Tam o sırada teyzeye, ‘Teyzeciğim, sevin sen. Allah onu yanına almış. Önemli olan az ya da çok yaşamak değil. Yaşadığın süreyi imanlı, inançlı yaşamaktır.” dediğimizde, teyzenin dudaklarından dualar dökülüyordu.
Teyzeye, “Allah korusun, oğlun, çok yaşasaydı, ama inançsız olsaydı, böyle bir şey ister miydiniz? Çok yaşasaydı, ama küfür içinde olsaydı; çok yaşasaydı, ama ahlaksız olsaydı; çok yaşasaydı, ama anne, babasına, insanlara saygısız, hak hukuk tanımayan birisi olsaydı... diye epeyce örnekler verdik.”
Hangisini isterdiniz diye kendisine sorulduğunda teyze, rahatlamış bir pozisyon içerisinde biraz toparlandı ve ‘Elbet, Yaratanın bir bildiği vardır.’ diye mırıldandı.
Tam o sırada başını kaldırdı ve bizimle gözlerimize bakarak konuşmaya başladı.
‘Kimlerdensiniz?’e karşı; ‘Müslüman kardeşlerinizdeniz.’
İftar iyice yaklaşmıştı. Teyze, ‘Birlikte iftar edelim.’ davetimize, “Siz kimlerdensiniz? diye cevap verdi. Biz de, ‘Başka şehirliyiz, ama elhamdülillah, Müslümanız. Sizlerin kardeşiyiz. Mü’minler kardeştir.’ dedik. Teyze, bolca duasıyla bizi evimize uğurlamıştı.
Teyzenin davranışlarındaki değişme görülmeye değerdi. Bu da dinimizin insan duygularını ne kadar tamir ettiğinin apaçık bir örneği idi.
Bir şeyler bizi parkta yürümeye çekmişti. Yaşadıklarımızdan sonra anladık ki, bu bir sevk-i İlahi imiş. Hiçbir şeyde ‘öylesine’ bir tasarruf olmadığı gibi, gün içindeki hareketlerimizde, sözlerimizde, bir yerlere gidip gelişlerimizde de yine bir ‘öylesine’ tasarruf yok. Bunun da farkında olmalı insan. Nereye gidiyor? Nereden geliyor? Kiminle konuşuyor? Kiminle oturuyor?
Eve dönerken, eşimle birbirimize; ‘Hayatta tesadüf yok. Her şey birbiriyle alakalı. Okuyabilen için her hal, bir hikmetli mektup. Operasyon tamam.’ diyerek, sevinç içerisinde, başka bir sevinç haline doğru, iftara doğru ilerliyorduk.
Cümle bana biraz değişik gelmişti. ‘Siz kimlerdensiniz?’
“Müslümanız...” çok şeyler taşıyordu içerisinde. Çok yakın akrabalıklar gibi.
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Gönül kelâmcısı |
|
Mevlânâ vahdet dükkânının dellalı (tellal) bir gönül kelâmcısıdır. O istidlalci veya mütekellim değildir o hafi bir dille ve gönül kelamıyla konuşan bir hakiymdir.
Onun sözleri ne akılcıların vesveselerinin ürettiği bir vehim ne de kimi sufilerin kalp ihtilaçlarının kıyıya savurduğu bir hatarattır. İstidlalin makarrı ve mahalli zihin, sunuhatın mahalli ise kalptir. O sunuhatın ve gönlün çocuğudur. Ancak bu mertebeye cehdsiz veya şükürsüz değil aksine aklın bütün makamlarını atlayarak ve aşk denizlerinde yanarak hamlık makamından olgunluk posbtuna geçerek ulaşmıştır. Sırlar şehri Halep’te Kemaleddin İbnü’l Adim’in Halaviyye Medresesinde ve akabinde veli şehir Şam’da Makdisiyye Medresinde yedi yıl ikmal-i ilim eyleyerek ve dirsek çürüterek ve bütün akli makamları aştıktan sonra vasıl olmuştur.
Bütün içinden çıkılmaz aklî meseleleri ve midalatı akranlarına fark atarak çözmüştür. Ve sonra ondaki bu akli kelâm mesleği seyrü sülüküyle ve seferiyle birlikte gönül kelamına dönüşmüştür. Bundan dolayı diriliş ırmaklarından birisi olmuştur ve hâlâ da onun duru ve berrak ırmağı kurumamıştır. Ömür bir akarsu gibi daima yenilenme halindedir. Sufiler buna teceddüdü emsal demektedirler. Mevlânâ bu hayat nehrini çoşturan ve revnaktar kılan damarlardan veya ırmaklardan birisidir. Mevlânâ’nın kelâm mesleğinin gönül kelamcılığı olduğu üzerine iki uzman ittifak etmiştir. Bunlardan birisi Ramazan Altıntaş’dır ve ‘Mevlânâ’da gönül kelamı’ adlı çalışmasını tamamen buna hasretmiştir. Kitabında Mevlânâ’nın kelam anlayışını ve iklimini nazara vermiştir. Gerçekten de kitabın da ispat ettiği gibi Mevlânâ kuru bir akıl kelamcısı değildir. Gönlü mekanik ve ifadeleri de metalik olmaktan uzaktır. O ruh ikliminin kelamını terennüm etmiştir. Gönül kelamı bahsinde Hindistan’lı allame merhum Ebu’l Hasan en Nedevi de Ramazan Altıntaş ile hemfikirdir. Bu hususta Nedevi akıl kelâmcıları ile gönül kelâmcıları arasındaki berzahı şöyle izah eder: “Eş’ari kelâmcıları, genel hayatta her ne kadar Mutezile ve felsefecilere üstün gelmiş idiyseler de ve kelâmî meselelerde onları ifham etmiş ve susturmuş olsalar da, Mutezile (itizal) ruhu ve azgınlığı onlara da bulaşmış ve bizzat kendi galiplerini de mağlup etmiştir. Eş’arilerin kelam ilmine Mutezile’nin akılcılık ruhu sirayet etmiş bu da onu kabızlık ve kısırlığa sevketmiştir. Sonunda Eşariler de Allah’ın zatı ve sıfatlarının, ince ve akıl ötesi (aklı aşan ama akla zıt olmayan) meselelerinde aklın mahdut ve sınırlı vadilerinde ömür tükettiler. Akıl aklı yenmiş (Eş’ari aklı Mutezile aklını) ama kendisi de kendisine yenilmişti. Bu bir kumara benzetilebilir. Kumarda kazansanız da netice itibarıyla yöntem olarak kayıptasınız demektir. Eş’ariler de daldıkları bu vadilerden kendilerini kurtaramadılar ve asla rucu edemediler. Aklın tortularını aşamadılar. Onlar da dış görüntüleri ve duyuları, büyük ölçüde kesin sonuca götüren bilgi kaynakları kabul etmişlerdi. Dinî meseleleri ispat etmeyi ve eşyanın hakikaten var oluşunu kabul etmeyi, istidlale ve delil toplamaya ve delil getirmeye (istikra ve istidlal mesleği) ve akli kıyaslamalara dayandırmışlardı ve hasretmişlerdi...” (Hazreti Mevlânâ, Nedevi, S.15, Kayıhan)
***
Nedevi bu güzel tespitlerini şöyle sürdürmektedir: “İşte bunun sonucu olarak bütün İslâm aleminde bir, söze (kelâma) ve delile dayanma modası husule geldi ve bu iklim hakim paradigma oldu. Kelâm ilmi, ondan ona nakletmeken (şu şöyle dedi bu böyle dedi demekten) ibaret kalmış ve tahkik mesleğinin uzağına düşmüştü. Menkulat incelenmediği gibi doğru veya yanlış olup olmadıkları da tartışılmadan kabul ve tekrar ediliyordu. Ve bunlara bir de kudsiyet halesi yükleniyordu. Bu yüzden bir süredir ilm-i kelamda herhangi bir yenilik, bir gelişme görülmüyordu. O zümre içinde uzun zamandan beri Ebu’l Hasan el Eş’ari veya İmam Gazali gibi müctehid, zeki ve derin kavrayışlı biri ortaya çıkmamıştır. Kıyas ve delil getirmede ve göstermedeki ifrat kafanın ve karihanın çalışmasını, beynin faaliyet gücünü artırmıştı artırmasına ama gönüllerin sıcaklığını, kalbin faaliyetini dumura uğratmış ve imanın mahali olan kalbe zarar vermiştir. Kelâm âlimlerinin istidlal yöntemi ve önerme ve bunları cevaplamadaki yetenekleriyle göz kamaştırmışlardı ve muhaliflerini de ilzam ve ifham etmişlerdi lakin kalplerde de huzur, itminan, sukun bırakmamışlardı. İmana yönlendirmede, şüpheci ve tereddüt içinde olanlara kat’i bir inanç kazandırma ve kavrayış vermede başarısız olmuşlardı. Onların bu delile dayandırma ve ispatlama metodları, kalp ve kafalarda ilm-i kelamın çözmeye gücünün yetmeyeceği yüzlerce kördüğüm meydana getirdi. Güya problem çözerken yeni problemler ürettiler. İlm-i kelâmın sürekli ilgisizliğinden, değer vermemesinden hatta küçümsemesinden dolayı kesin inancın ve bilginin ana kaynağı olan vicdan, tamamen işlevsiz, hükümsüz hale gelmiş ve sukut etmişti. Vicdanı ve estetik ve sezgisel deliller bir kenara atılmıştı. Dışta görünen beş duyunun dışında bir de iç duyunun (sezgi) varlığı kabul edilmez oldu. Bu bakımdan iç duyu (sezgi) olmadan duyulamayan, bilinemeyen, algılanmayan meseleler ve gerçekler reddediliyor ve medar-ı itiraz yapılıyordu. Onları inkâr etme ve varlığını kabul etmeme eğilimi ortaya çıkıyordu. Kısacası bütün dünya bir kelam buhranına (çıkmazına) tutulmuştu. Hepsinde akla ve duyulara dayanan bir anlayış hakim olmuştu...”
İşte Mevlânâ cihana bu akıl ve kelâm buhranını aşmaya gelmişti. Bundan dolayı ‘akıl düşünürken aşk (gönül) yol alır’ buyurmuştur. Günümüzde aşkın yerini alan akılcılık (bunun bir başka boyutu olan çıkarcılık ve bencillik) aile düzenini de cemiyet düzenini de tarumar etti. Aşksızlıktan doğan ahlak-ı zemime vucudun kimyasını bozarak dilimizi acılaştırı ve buruk hale getirdi. Hayatın tadı tuzu kalmadı ve çekilmez hale geldi.
***
O bu anlamda gönül kelâmıyla kelâm ilmini yeniledi. O bir yeni kelâmcıdır. Kelâmı asli kıblesine; gönül kıblesine döndürmüştür. Oysaki, kelâmcıların aklı aşkı söndürmüştü. Yeni bir meşale gerekiyordu ki yeniden aşk ocağı alevlensin ve tütsün. Felsefe konuları ile ilm-i kelamın demir gibi soğuk metodu ve bunun aracılığıyla kendi aralarında münazara ve münakaşaları, çatışmaları, İslâm dünyasını, içinde kil-u kalin çok olduğu, ama hayatın, sevginin, marifetin ve basiretin olmadığı kuru bir okula ve çorak bir iklime çevirmişti. Elbette gönül ehli kimseleri toplandığı maneviyat adalarında aşk huzuru ve kesin iman nuru bulunuyordu. Bunun dışında her taraf kelime tılsımlarına tutulmuş, dışta görünenlere ve duyulara perestiş etmişti. Gönül ikliminin güneşi aklın araya girmesi ve gölge etmesiyle tutulmuştu. İşte Mevlânâ bu engeli ve hali bertaraf etti.
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
Duman avcısı Mahmut |
|
Kardeşim Faruk’un evine gittiğim bir gün, oğlu Mahmut Cemal’in; elinde bir dergiyi karıştırarak bir yandan da salonda oturan herkese dergideki resimleri göstermek suretiyle sigaranın zararlarını anlatmaya çalıştığına şahit oldum. Beş yaşında, daha okuma yazma bilmeyen bir çocuk. Sigaranın zararları aklına öylesine yerleşmiş . Herkese dergideki resimleri göstererek sigaranın organlara verdiği zararları güzel bir şekilde anlatması çok anlamlıydı.
Bir başka gün tekrar evlerine gittiğimde yine ilk sözü “Amca, sigara içme ölürsün” dediğinde; ben de sigara içen amcasını kasdederek “Amcana söyle” dedim. “Amcam içtiği şeye sigara demiyor, ‘benimki dumandır’ diyor” dedi. Yine; onuncu defa sigarayı bırakıp fakat tekrar başlayan yetmiş yaşlarındaki bir akrabamız köyümüzdeki evimizin önünde sigara içmeye karar verdiğinde Mahmut Cemal herkesin gözü önünde ona iyi bir ders verdi. O akrabamıza hitaben “Sakın sigara içme ölürsün” dedi ve sigaranın üzerindeki yazıyı okumasını söyledi. Sigara içecek olan kişi de “Benim gözlüğüm yok, okuyamam” diye karşılık verdi. Mahmut Cemal da “Dur ben sana gözlük getireyim” dedi ve evden babaannesinin gözlüğünü getirdi. Sonunda sigaranın yarıya kadar içilip atılması şartıyla işi tatlıya bağladılar.
Bahsettiğim, “Duman Avcıları” adlı dergi Bahçelievler Belediyesinin yayınladığı bir dergi. Gerçekten çok güzel hazırlanmış, sigaranın insana verdiği zararlar resimlerle bir bir anlatılmış. Ayrıca belediyenin bu noktada yaptığı çalışmalardan bahsediliyor. Bu faaliyetler kapsamında okullarda ‘duman avcıları’ kulüpleri oluşturulacağı ve “duman avcıları” adlı tiyatronun okullarda sergileneceği haberi var. Evet güzel bir çalışma.
Sigaraya başlama yaşının 9’a düşmüş olması bu işin vehametini göstermektedir. Özellikle okullarda arkadaş vasıtasıyla bu ve buna benzer kötü alışkanlıklar çok daha rahat bir şekilde yaygınlaşmaktadır. Öyleyse okullarda acilen böyle bir seferberlik başlatılmalıdır. Yeğenim Mahmut Cemal örneğinde olduğu gibi, daha küçük yaşta zararlı alışkanlıkların yıkıcılığı iyice anlatılmalı ki çocuklar bu alışkanlıklara kapılmasınlar. Okullarda beden eğitimi derslerinin bir kısmı sadece bu konulara ayrılabilir. Bir koruyucu hekimlik gibi ön tedbir olarak kötü alışkanlıkların zararları iyice anlatılmalı. Ki genç dimağlar o tuzaklarda boğulmasınlar. Bu büyük bir seferberlik olmalı. Çünkü sigara daha sonra uyuşturucu ve içki gibi kötü alışkanlıkların da bir nevi basamağı olmaktadır. İstanbul’u örnek aldığımızda sokaklarına gül dikmektense gönüllerdeki kirlilikleri temizlemeye çalışmak çok daha iyi olur. Güllü sokaklarda yürürken, yoldan geçen otobüsün gürültüsü eğer kafamın tasını patlatıyorsa böyle bir ortamdaki gülü istemem. Otobüste tavandan asılmış ve sırılsıklam olmuşken, caddelerdeki gülden de zevk alamam. Yine gülle süslenmiş sokakta yürürken bir tinerciye çarpılmaktan korktuğum bir ortamı da istemem.
Evet güvenliğimiz ve rahatımız için bütün bu boya ve badana işlerine ayrılan paralar çocuklarımızın eğitimine ayrılmalıdır. Ben ve ailem ve bütün hemşehrilerim eğer rahat bir şekilde güvenle sokaklarda yürüyebileceksek, varsın sokaklarımızda gül, kaldırımlarımızda mermer olmasın.
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Cemaati ayakta tutan unsurlar |
|
Cemaat; elle tutulan, gözle görülen somut bir varlık değil, bir şahs-ı mânevîdir. Dolayısıyla, ona “kamuoyu hâkim olduğundan,”1 müntesipleri nasıl ise, yapılanması da öyle olacaktır. Cemaatin ekseriyetinin fikri ne ise, zikri de odur. Himmetleri ne kadarsa, tümünün ortak muhassalı, gücü ve mahsulü de da odur.
Cemaati ayakta tutan, geliştiren bazı temel unsurlar vardır. Said Nursî’nin, henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce, “cumhûrî, millî” devlet tartışmalarının yoğun bir şekilde tartışıldığı 1900’lerde, Selânik Hürriyet Meydanında, “ittihad-ı kulûb (gönül birliği), muhabbet-i millî (millet sevgisi), maârif (bilgi, bilim), terk-i sefâhet (gayrimeşrû zevkleri terk), sa’y-i insânî (çalışma, emek)2 şeklinde sıraladığı devletin devamını sağlayan hususları; devletin bir minyatürü, küçük bir örneği olan cemaate de uyarlayabiliriz.
1- İttihad-ı kulûb (gönül birliği): Cemaatin bütünlüğünün korunması, gönül birliğine bağlı. “Tevâif-i mülûk temelleri hükmünde olan anasır-ı muhtelife (etnik gruplar) kulüplerinin ittihadı3 gibi, cemaat içindeki grupların çekişme değil, dayanışma içinde olmaları son derece önemli.
2- Muhabbet-i millî: Fertleri ve grupları bir arada tutan unsurların başında millet sevgisi gelir. Cemaate uyarladığımızda bunu, “cemaat, meslek, meşrep muhabbeti” şeklinde anlayabiliriz.
Sevginin sebepleri, imân, İslâmiyet, cinsiyet ve insâniyet gibi nûrânî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Ayrıca sevgi, İslâmiyetin mizâcıdır/karakteridir/huyudur.4 Bu unsurlar, cemaat fertleri tarafından benipsenip özümsendiği nisbette kaynaşma, dayanışma ve dolayısıyla üretim artar.
3- Maârif (ilim, bilgi): Bediüzzaman’ın öngördüğü devlet modelinin ana direklerinden birisi ilimdir, bilgidir. Güçlü bir devlet, sağlıklı bir sistem, gerek ferd, gerekse âile ve cemiyetin, isabetli bir eğitim sistemine, geniş bir kültüre, gelişmiş, çağdaş bilgiye sahip olmasıyla ayakta durur.
Osmanlı devletini yıkan sebeplerin başında, gelişim ve değişime ayak uyduramamak ve dolayısıyla “din ilimleri ile fen ilimlerinin” birbirinden ayrılmış veya okutulmamış olmasıdır.
Cumhuriyetle birlikte bu tamamen resmiyet kazanmış. Bu sefer din ilimleri tamamen eğitim sisteminden çıkarılmıştır. Böyle bir eğitimin temel esprisi de şudur: Vicdânın ziyası din ilimleridir, aklın nûru medeniyetin fenleridir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. Ayrıldıklarında birisinden hile ve şüphe, diğerinden taassup doğar.5
Milletimizin yeni fen ilimlerine nihayet derecede şiddetle muhtaç,6 ve yeni gelişmeleri takip etmek mecburiyetinde olduğu da bir vakıadır. Zira, bir sistemde eğer bilgi ve ilim hâkim olmazsa, o takdirde, “kuvvet” ve istibdat/baskı hükümran olacaktır. “Hükûmetin (siyasi) istibdâdı, küçük istibdatların pederi”7 olduğundan, her türlü istibdat doğacaktır. Bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.8
İstibdat, yâni diktatörlük hem İslâmiyetin inkişâfına,9 hem ittihadına engel olur, hem milleti geri bırakır.10 Üstelik ilmî gelişmelere set çeker. Bu maddeyi de, cemaate uyguladığımızda aynı sonuçlarla karşılaşılır.
4- Terk-i sefâhet: Devletlerin çökmesi, batması ve yıkılmasının sebeplerinden birisi “adâlet ve emniyeti”n sağlanamamasının yanında, “sefaheti” önlememeleri veya teşvik etmeleridir. Tarih, pek çok devletin, sefahet yüzünden battığını gösteriyor.
İşte, bundan hareketle, cemaatlerin ilerleyememesi veya yerinde saymasının sebeplerinden birisi de, dünyevîleşmektir, diyebiliriz. Zerratı olan fertler, maneviyattan ziyade maddiyâtı, ahiretten ziyade dünyayı, öne çıkarır; hizmetten ziyade himmetini nefsine hasrederse duraklama veya gerileme kaçınılmazdır.
5- Sa’y-i insânî: İnsan hareket ve heyecan üzerine yaratılmıştır. Bu da çalışmayı gerektirir. Sıkıntıların kökeni, tembellik, işsizliktir, çalışmamaktır.
Toplumun düzeni, refahı ancak fertlerin iş bulup çalışmaları, emniyet ve sosyal güvenceye kavuşturulmalarıyla sağlanabilir. Emeğinin karşılığı verilen ve normal hayat standardına sahip olanlar, teröre, anarşiye bulaşmazlar. Münferit vakalar olsa da, kitle halinde veya bir zihniyet olarak terörün ağına düşmezler. İnsanlarının iş bulduğu bir devletin, ekonomisi de normal seyrinde yürüyor demektir.
İşte, cemaat fertlerinin her birisi, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket edip; marifetle donanmalı, çağın gerektirdiği bilgiyle cihazlanmalı ve çalışmalıdır. Çünkü, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır!” âyeti, çalışmanın tabiat kanunu gibi, başarı için sosyal bir kanun olduğunu ortaya koyar.
Dipnotlar: 1- Said Nursî, İçtimâî Reçeteler-2, s. 272.; 2- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 56.; 3- Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 89.; 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 46.; 5- Münâzârât, s. 127.; 6- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 38.; 7- age, s. 33.; 8- Münâzârât, s. 28.; 9- Muhakemât, esk., s. 8.; 10- Münâzârât, s. 114.
29.09.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Lâle devrine tellak darbesi (2) |
|
Günün Tarihi 29 Eylül 1730
İhtilâlin diğer bazı sebepleri
Lâle Devrinde, devleti sarsan ve halkın belini büken çok büyük musibetler de yaşandı.
25 Mayıs 1719'da İzmit ve Karamürsel'i de içine alan büyük İstanbul depremi yaşandı. Depremin, yaklaşık üç dakika kadar sürdüğü ifade ediliyor.
Ayrıca, deprem yıkıcı ve büyük hasara yol açan yangınlar vuku buldu. Aynı sene içinde (21 Temmuz) koca Gedikpaşa semti küle döndü.
27 Temmuz 1929'daki büyük yangın ise, İstanbul'un sekizde birini kül etti.
İşte, bütün bu belâ ve musibetler de, mevcut iktidarın günah listesine ekleniyor ve belâların celbine onların sebebiyet verdiği propagandası yapılıyordu.
Halkın bir kesimi zenginleşirken, bir diğer kesimi ise alabildiğine fakirleşiyordu.
Ama, çok gariptir ki, "Fakir halk, zahire bulamıyor" diye de propaganda yapan isyancılar, ayaklanma sürecinde bir taraftan da zahire ambarlarını yaktırıyor ve kıtlığın daha fazla hissedilmesini temine çalışıyorlardı. Böylelikle, âlemin nazarında gerekçelerini kuvvetlendirmiş oluyorlardı. (Bu taktik, hemen bütün ihtilâlciler tarafından kullanılıyor. 12 Eylül Darbesini yapanların "ihtilâli olgunlaştırma"ya dair itiraflarını hatırlayın.)
Gelişmelerin seyri
Patrona Halil isyanı, Sultan III. Ahmed'in "İran seferi bahanesi"yle neredeyse iki aydır gidip kaldığı "Üsküdar askerî karargâhı"nda bulunduğu esnada başladı.
İsyan dalgasının bütün İstanbul'u etkisi altına aldığını gören padişah, gece karanlığında maiyetiyle birlikte gizlice Topkapı Sarayına döndü ve duruma vaziyet etmeye koyuldu.
Ancak, iş işten çıkmış ve öfkeli isyancıların önüne geçilmez bir hal almıştı.
Padişah, kendi sonunun da yaklaştığının farkındaydı. Fakat, o son bir ümitle, isyancılar tarafından kellesi istenenleri harcamayı düşündü.
Kellesi koparılmak istenenler listesinde tam tamına 37 isim vardı. Liste başında ise Sadrâzam Damat İbrahim Paşanın ismi yer alıyordu. Listenin içinde, ayrıca Kapdan–ı Derya ile Dahiliye Nazırı olan zatların isimleri de vardı.
Padişah, zorbalara boyun eğdi. Kellesi istenen zatları önce idam ettirdi, ardından da inandırmak için cesetlerini isyancıların toplandıkları Et Meydanına gönderdi.
Ne var ki, âsiler bununla da iktifa etmedi. Onlar, padişahın da tahttan çekilmesini istiyordu.
Bu maksatla, öküz arabasıyla kendilerine gönderilen Sadrâzam'ın cesedini bir beygir kuyruğuna bağlayarak Saray'a geri gönderdiler ve hemen ardından şu yaygarayı kopardılar: "Bu, katiyen Damat İbrahim Paşanın cesedi değildir. Padişah bizi kandırdı. Böyle yalancılık yapan, halkını aldatan birinin sultanlığı da, halifeliği de kabul edilemez. Derhal çekilsin, gitsin. İstemezüüük!..."
III. Ahmed, dizginlerin elinden çıktığını, tavizin tavizi celbettiğini her nasılsa anladı ve isyancılarla şöyle bir anlaşmanın yolunu tuttu: "Benim ve aile efradımın hayatına dokunulmaması şartıyla, tahttan ferâgat edebilirim" dedi.
Âsiler bu şartı kabul etti. III. Ahmed de, saltanatı kuzeni olan Şehzade I. Mahmud'a devrettiğini açıkladı.
Patrona'ya tuzak
Sultan III. Ahmed ile Damat İbrahim Paşanın devre dışı edilmesiyle, Lâle Devri de son bulmuş oldu.
İlk günlerde, kısmî bir sükûnet sağlanmış gibi göründü.
Bu arada, Partona Halil de Beylerbeyi makamına oturdu.
Ne var ki, bu şahıs yerinde rahat oturan biri değildi.
Liyakatı olmadığı halde, bir yüksek makamı işgal etmiş, aynı zamanda devletin, hükümenin her işine karışır bir vaziyet almıştı.
Kılık kıyafeti de pejmürde olan bu şahsın afra–tafrası, gün geldi artık çekilmez bir hal aldı. Vezir ile Sultan dahi ondan usanmaya başladı.
Baktılar ki, olacak gibi değil. Bir gece (15 Kasım 1730) ona ve has adamlarına tuzak kuruldu. Padişahın önemli bir hususta onlara danışmak istediği haberi gönderildi.
Adamlarıyla birlikte Topkapı Sarayına gelen Patrona, Revan Köşkü civarında ansızın derdest edilip topluca imha edildi.
Böylelikle, Lâle Devrinden bir–iki ay kadar sonra Patrona Halil İhtilâli de tarihe karışmış oldu.
Gündeme dair
Faşizm
Yeni açılan üniversitelerde, "baskı faşizmi" olanca
şiddetiyle devam ediyor.
Ortalık
Henüz tam metni dahi ortaya çıkmayan yeni anayasa üzerindeki tartışmalar
ortalığı toz–duman etti.
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cenaze için neler yapılır? |
|
Tuğba Hanım:
*“Ölmüş olan Müslüman için neler yapılır? Teçhiz ve tekfin ne demektir?”
Bir Müslüman cenazesi, o mahaldeki Müslümanların ellerinde, kendileri açısından mükerrem bir yolcu, Yaratıcı açısından Allah’ın bir emaneti hükmündedir. Müslümanlar onu güzel ağırlayabildikleri ölçüde, topluca Allah’ın rızasını ve rahmetini üzerlerine çekmiş olurlar. Bir cenazenin yıkanmasından kabre konulmasına kadar yapılması lâzım gelen şeylere ve bunları tedarik etmeye teçhiz, cenazeyi kefenlemeye tekfin denir.
Ölen bir Müslüman’a yapılması sünnet olan vazifeler şunlardır:
1- Bir Müslüman’ın öldüğü görüldüğünde veya işitildiğinde, “İnnâ Lillâh Ve İnnâ İleyhi Râciûn” (Biz Allah için varız ve biz Allah’a döneceğiz) denir. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Kendisine bir musibet dokunan kul, ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn’1 der ve ‘Allah’ım! Musibetimde bana sevap ihsan et! Ve musibetime mukabil bana daha hayırlısını bedel kıl!’ derse, Allah musibet hususunda muhakkak ona sevap ihsan eder ve kendisine ondan daha hayırlısını verir.”2
2- Ruhu çıkan insanın gözleri kapatılır, çenesi kapatılarak temiz bir bezle sarılır ve ölü için duâ edilir.
Ümmü Seleme Validemiz (ra) anlatıyor: “Peygamber Efendimiz (asm), Ebû Seleme’nin ölümünden hemen sonra yanına girdi. Onun gözü açıktı. Hazret-i Peygamber (asm) onun gözlerini kapattıktan sonra şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki ruh kabz edildiği vakit, göz onu arkasından takip eder.”
Bazıları feryatla ağladılar. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz (asm):
“Kendi nefislerinize hayırdan başka şey duâ etmeyiniz. Çünkü melekler söyleyeceğiniz sözlere ‘âmin’ derler” buyurdu ve sonra şöyle duâ etti:
“Allah’ım! Ebû Seleme’ye mağfiret et! Onun derecesini hidayete erenlerin içinde yükselt! Onun arkasından ailesinin bâkî kalanları arasında ona halef ol! Onun işlerini üzerine al! Ey âlemlerin Rabb’i! Bizim ve onun günahlarını affeyle! Kabrinde ona genişlik ver ve orada kendisini nurlandır.”3
3- Ölünün kolları ve bacakları hareket ettirilir ve azaları normal şekle getirilir.
4- Karnı şişmesin diye üzerine bıçak gibi bir demir parçası konur. Bedeni üzerine hafif ve temiz bir örtü örtülür.
5- Cenazenin elbiseleri çıkarılır. Cenaze tahta gibi bir şeyin üzerine konulur. Yüzü kıbleye çevrilir.
6- Ölü için sessizce gözyaşları dökülebilir; fakat sesli olarak ağıt yakılmaz.
Ümmü Seleme (ra) anlatıyor: “Ebû Seleme öldüğü zaman, ‘Gurbet elinde iken ölen bir garip! Vallahi ona dillere destan yapılacak bir ağıt ve ağlayışla ağlayacağım!’ diye ona ağlamak için hazırlanmıştım. Bu sırada Medine köylerinden bir kadın çıka geldi. Ağlamada bana yardım etmek istiyordu. Kendisini Resûlullah (asm) karşıladı. İki kere: ‘Allah’ın şeytanı çıkarmış olduğu bir eve şeytan mı sokmak istiyorsun?’ buyurdu. Bunun üzerine ben ağlamaktan vazgeçtim ve artık ağlamadım.”4
7- Ölüyü öpmekte bir sakınca yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) Osman bin Maz’un’u (ra), Hazret-i Ebû Bekir de (ra) Peygamber Efendimiz’i (asm) öpmüştür.5
Ölen bir Müslüman’a yapılması farz olan vazifeler de şunlardır:
1- Cenazeyi yıkamak.
2- Cenazeyi kefenlemek.
3- Cenaze namazı kılmak.
4- Cenazeyi defnetmek.
Bir beldede bu vazifeleri hiç kimse yerine getirmezse, o beldedeki bütün Müslümanlar sorumludurlar.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 156
2- Müslim, Cenâiz, 2/4
3- Müslim, Cenâiz, 4
4- Müslim, Cenâiz, 6
5- Tirmizî, Cenâze, 13; Nesâî, Cenâze, 11
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Org. Başbuğ ne diyor? |
|
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ Harbiye’nin yeni eğitim-öğretim yılının açılışında verdiği ilk derste farklı konulara değindi.
Geçen sene aynı günlerde verdiği ders, medyada daha ziyade “irtica”ya ilişkin bölümleri öne çıkarılarak kamuoyuna intikal ettirilmişti.
Ama bu defa, anayasa, başörtüsü, din dersi, Malezya tartışmaları da gündemin ilk sırasına oturduğu halde, Başbuğ’un konuşmasında yer alan irtica ile ilgili bölümler geri planda kaldı.
Onun yerine, komutanın Kuzey Irak bağlamında ABD’ye yaptığı uyarılar öne çıkarıldı.
Konuşmasının o bölümünde Başbuğ, PKK için artık söz değil, eylem zamanı olduğunun ABD tarafından anlaşılması gerektiğini söyledi.
“Türkiye’nin tek başına Irak’taki gelişmelere yön verebilecek güce sahip olmadığı söylenebilir, ama Türkiye’nin gelişmeleri engelleyebilecek, maliyetleri arttırabilecek bir güce sahip olmadığı da söylenemez” diyerek, ne anlama geldiği pek anlaşılamayan bir mesaj verirken, sınırötesi operasyonu telâffuz etmemesi ilginçti.
Bunun dışında terörle mücadele bahsinde özeleştiri bağlamında değerlendirmeler yapan Başbuğ, DTP’lilere uyarılar yaptı. Ulus-devlet ve Atatürk milliyetçiliği kavramlarını savundu.
Laiklik bahsinde de bilinen görüşleri seslendirdi. Laikliğe yönelik tehdidin kaygı verici boyutlara ulaştığını öne sürdü. Cemaatleşme yapılanmasının gittikçe arttığını söyledi.
Ancak geçen yılki konuşmayla karşılaştırıldığında, gerek tariflerde, gerekse vurgu ve tonlamalarda dikkat çekici farklar bulunduğu gözleniyor.
Org. Başbuğ geçen yıl irticayı “Türk devrimine direniş hareketi” olarak tanımlarken, tarikatlarla cemaatlar için “devrime karşı hareketlerin odağı” ifadesini kullanmış ve biz de bu yaklaşımı eleştirmiştik.
(27-28.9.06 tarihlerinde çıkan “Cemaatler ve TSK” ve “Devrimler” başlıklı yazılarımız.)
Komutanın bu yılki konuşmasında cemaatler hakkında bu tarz keskin, suçlayıcı ifadeler yok.
Buna karşılık, cemaatleşme yapılanmasının gittikçe arttığı ve bu durumun din ağırlıklı yeni bir kültürel kimlik oluşturduğu tesbiti var. Gerçi Başbuğ bu tesbiti de ulus-devlete yönelik tehdit bağlamına yerleştiriyor, ama farklı bir tonla.
“Tehditle mücadele” bahsinde de dikkat çeken bir değişiklik var. Geçen yılki konuşmada “Türk devrimine karşı” yürütülen girişimlere karşı mücadelenin öncelikle kültür, eğitim, öğretim alanlarında verilmesi gerektiğini belirten Başbuğ, bu defa söz konusu girişimlerle “hukuk içinde” topyekûn mücadele çağrısı yapıyor.
Bu çağrıdan kim ne anlayacak, herhalde önümüzdeki günlerde görürüz. Ve umarız, “hukuk içinde” ifadesi, yargı cenahında yeni bir “durumdan vazife çıkarma” seferberliği şeklinde algılanmaz ve 28 Şubat’taki hukuk katliamlarının yeni örnekleriyle karşı karşıya kalmayız.
Bu arada, Başbuğ’un bu çağrısının medyada pek yankı bulmaması dikkat çekici. Bu mesafeli duruş, laiklik kavgasına bu kez askeri karıştırmama niyetinin bir yansıması olabilir mi?
Kimbilir, belki Ramazan ayının bu çeşit tartışmalar için hiç uygun bir zaman olmadığının fark edilmesi de bu durumda etkili olmuştur.
Başbuğ’un kendisi de aydınlara “Toplumun gerçek yapısını öğrenin” çağrısı yaptığına göre...
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İki fotoğraf arasındaki farkı bulun! |
|
“Türkiye’nin AB yolu, Diyarbakır’dan geçer” sözü bir dönem çok tartışılmıştı. Bu tesbit farklı yorumlara sebep olmuş olsa da, işin özünde, Türkiye’nin her ilinin AB standartlarına ulaşması gerektiği anlatılmaya çalışıyordu. Nitekim, daha sonra yapılan çeşitli değerlendirmelerde, “Türkiye’nin yolu Ankara’dan geçer, İstanbul’dan geçer, ekonomiden geçer v.s...” gibi tesbitler de yapıldı.
Bu anlamdaki bir başka değrelendirme de, Türkiye’nin AB üyeliği için ‘şart’ koşulan “Kopenhag Kriterleri” için yapılmıştı. AB üyeliği noktasında bu kriterlerin ‘şart’ olduğu hatırlatıldıkça, Türkiye’yi idare edenler; “Gerekirse bu kriterleri Ankara kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” demişti. Neticede, “Ankara Kriterleri”yle AB yolunda ilerlemenin mümkün olmadığı ortaya çıktı.
Şimdi önümüzde, birbirine benzeyen iki fotoğraf var. Biri, Diyarbakır’da açılan “Özel AB İlköğretim Okulu”nda çekilmiş. Gayet nezih şekilde düzenlendiği anlaşılan sınıfta iki öğrencinin başı örtülüymüş. Okulun bir özelliği de, ismine uygun olacak şekilde; öğrenci ve öğretmenlere giyim konusunda da karışmaması. Bu serbestlikten istifade ile iki öğrenci başörtülü olarak okula gidiyormuş. (Sabah, 28 Eylül 2007)
“Gidiyormuş” diyoruz, çünkü haberin medyada yer alması üzerine Türkiye’yi idare edenler hemen harekete geçmiş ve soruşturma başlatmışlar. Muhtemelen bu iki öğrenci yakında bu şekilde okula gidemeyecekler.
İkinci fotoğraf ise, Almanya’nın Berlin şehrinde bir ‘lise’de çekilmiş. Orada da bir başörtülü öğrenci var ve derse aktif bir şekilde katılmış, öğretmenine soru soruyor.
Kompozisyon açısından bile biri birine çok benzeyen bu iki fotoğraf arasındaki farkları düşünmeye ne dersiniz? Berlin’deki başörtülü öğrenci çok rahat, “Eyvah! Fotoğrafım çekildi, artık okula gelemeyeceğim” endişesi taşımıyor. Ona bu şekilde ‘medya baskısı’ uygulayan da yok.
Ya Diyarbakır’daki fotoğraf? Ayrıntılı bilgimiz yok, ama belki de eğitim kalitesi açısından “AB standartları”nda olan bir okul; bir iki öğrenci sırf ‘başı örtülü’ kabul edilmiş diye anında ‘suçlu’ ilan edilmek üzere. İşte iki fotoğraf arasındaki farklardan bir kısmı bu.
Bakınız, okulların açılmasıyla birlikte eğitim sistemi sıkıntıları yine gündeme geldi. En başta, binlerce öğretmen açığından bahsediliyor. Öğretmen açığı demek, bazı derslerin boş geçmesi, eğitimin aksaması demek. Bazı ilçelerde öğrenciler traktörlerle okula gidiyor. Bazı okullarda taşımalı eğitimin sıkıntısı çekiliyor vs. Eğitim sisteminin bunca sıkıntısı varken, başörtülü bir öğrenciye odaklanmak, onu ‘suçlu’ ilan edercesine yayın yapmak eğitim sisteminin problemlerini çözer mi?
Türkiye bu gerçekle yüzleşmek zorunda: Berlin’de problem olmayan başörtülü ilk okul/lise öğrencisi, Diyarbakır’da niçin problem olsun?
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Halkı tanımak |
|
Meclis Pazartesi günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün açış konuşmasıyla başlayacak. 22 Temmuz’da yapılan milletvekili genel seçimlerinden sonra oluşan 23. Dönem Parlamentosu, 4 Ağustos Cumartesi günü yapılan yemin töreninin ardından resmen çalışmalarına başlamış 60. hükümetin 5 Eylül’de güvenoyu almasından sonra tatile girmişti. TBMM Başkanı Toptan, saat 19.00’da da yasama yılının açılışı dolayısıyla da bir kokteyl verecek. Yeni açılacak başta anayasa değişikliği olmak üzere Meclis’i yoğun bir gündem bekliyor.
***
Meclis’in tatilde olduğu dönemde Türkiye yeni anayasa taslağı ve “mahalle baskısı”nı konuştu.
AKP’nin hazırlıklarını sürdürdüğü anayasa taslağı ile ilgili bugünlerde çalışmalar devam ederken, geçmişte yapılan anayasa taslakları birer birer su yüzüne çıkmaya başladı. Yıllar öncesinde CHP ve TÜSİAD’ın hazırladığı taslakların bugün izledikleri politika ile taban tabana zıt olduğu görülüyor.
CHP’nin 1993’te Meclis Başkanlığına sunduğu anayasa teklifinde Yüksek Askerî Şûrâ ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararlarının yargı denetimine açılması, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren komutanların yargılanması istenmiş. CHP taslağında ayrıca MGK ve Askerî İdare Mahkemesinin kaldırılması dahi teklif edilmiş.
Şimdi aklımıza şu soru takılıyor. CHP anayasa taslağı ortaya çıktıktan sonra eleştirilerinin “cılız” kalması bundan mı? Zira, Baykal en ufak bir şey bulsa avazı çıktığı kadar bağırır, “çatışma çıkar” diye bazı kesimleri uyarırdı…
TÜSİAD’ın taslağını ilginç kılan konu ise daha taslak ortaya çıkmadan eleştirmeye kalkan ve Rektörler Komitesi’ni toplayan ve çalışmaların durdurulmasını isteyen YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in hazırlamış olması. Teziç’in para karşılığı TÜSİAD’a hazırladığı taslakta neler yok ki… “Atatürk milliyetçiliği kaldırılmalı. Liberal demokratik rejimlerde devletin resmi bir ideoloji olmaz. Kemalizm ideolojisi anayasada yer almamalı…”
Teziç’in bugünkü görüşlerine tamamen zıt olan bu görüşlerini şimdi ortaya atanlar yargılanıyor, öğretim üyeliğinden atılıyor. Birincisi o zaman daha mı fazla özgürlük vardı, ikincisi bir insan bu kadar nasıl değişebilir?
Bu arada AKP’nin hazırlayacağı tasarıda kılık kıyafetle ilgili bir maddenin olmayacağı bilgisini de vermiş olalım. Bir de dikkatimizi çeken bir diğer konuda eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun bu kadar hararetle anayasa tartışılırken ortalarda görünmemesi. Ya söyleyecek sözü yok, ya da pusuda bekliyor, “son söz”ü o söylemek için… Merakla bekliyoruz!
***
Türkiye’nin son günlerde konuştuğu başka bir konu da “mahalle baskısı” ve “Türkiye Malezya olur mu?” tartışmaları…
Boş, gereksiz, anlamsız, çeşitli vehimlerle ortaya atılan bu konular Hürriyet gazetesince gündemde tutulmaya çalışılıyor. İnternet sitesinden bu konuda anketler düzenliyor. Sosyolog ve siyaset bilimcisi Prof. Dr. Şerif Mardin’in Ayşe Arman ile yaptığı röportajda ortaya attığı ‘Mahalle Baskısı’yla ilgili yazmayan, bu konuda iki çift kelam söylemeyen neredeyse kimse kalmadı. Hatta Kenan Evren “Türkiye Malezya olmaz” bile dedi. Birçok gazete Malezya’ya muhabirlerini göndererek olayı enine boyuna(!) araştırıp inceleyip gazete sayfalarına aldılar.
Üniversiteler açılıyor. Mahalle baskısından söz edenler, yıllardır baskı uygulamıyorlar mı? Bunun bir örneğini Ankara Üniversitesinde gördük. Açılışta yaptığı konuşmada “Türbanlı öğrenciler türbansızlara baskı yapabilir” diyen Rektör Nusret Aras, üniversitenin giriş kapısında başörtülülere “baş açtırma” baskısının yapıldığını bilmiyor mu? Bu mahalle baskısı değil de nedir peki? Veya buna da “kamu baskısı” mı demek lâzım. Bu yalnızca bir örnek. Birçok üniversitede bu baskılar devam ediyor. Artık perukla bile öğrenciler okula giremiyor.
“Başörtüsü serbest kaldığında başörtülülerin başı açıklara baskı yapacağı”nı ileri sürenlerin hiçbir mesnedi yok. Bu konuda ispatlanmış bir delil, veri, araştırma bulunmuyor. O zaman da insanın aklına şu geliyor. Acaba birilerinin ihale pazarlığı ya da hükümete aba altından sopa göstererek yaptıracakları işleri mi var? İnsanın aklına geliyor doğrusu…
Ancak bu tartışmada görüldü ki, ‘mahalle baskısı’ndan bahsedenler halkı hiç tanımıyor.
29.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|