İnkişaf dergisinin yayıncısı olan Kâmil Şenocak, son devir ulema ve meşayihinden Ali Haydar Efendi’nin hayatını kitaplaştırmış. İyi de etmiş. Hazretin hayatıyla alâkalı bazı küçük risalelere rastlasam da hakkında bu hacimde bir eser yayınlanmamıştı. Büyük zatların hayatlarının mutlaka belgelendirilmesi gerekir. Talebe ve üzerinde hukuku bulunanlar için bu bir borç ve yükümlülüktür.
Esasında Ali Haydar Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerine de benziyor. İkisinin de ortak yönleri, farklı iki Nakşibendi kolunun başında olmalarıdır. Ali Haydar Efendi, İsmet Efendi Tekkesinin yolunu devam ettirmiş ve bu damar İsmail Ağa ile birlikte sürgün vermiş ve devam etmiştir. Süleyman Efendi’nin hizmet yolu ve ekolü de bilahare Kemal Kaçar’ın himmetiyle bugünlere gelmiştir. Ali Haydar Efendi ile Süleyman Hilmi Tunahan hazretleri arasındaki benzerliklerden birisi, ikisinin de Nakşibendi sâdâtından olması ve onun ötesinde geleneksel dinî yapıyı ve anlayışı titizlikle muhafaza etme gayretleridir. İkisinin mümeyyez vasfı da budur. Bu anlamda iki ekol ve tekke de muhafazakârdır. Onun da ötesinde birbirlerine benzeyen yönlerden birisi de satırdan ziyade sadra önem vermeleri ve hayatlarında telifata himmet etmemeleridir.
Hem Haydar Efendi hem Süleyman Efendi esasında Nakşibendiliğin Halidiyye koluna mensupturlar ve kendi ekol ve tekkelerini Halidiliğin mirası üzerine inşâ etmişlerdir. Bu anlamda Kâmil Şenocak, Ali Haydar Efendi’nin İsmail Ağa’da zuhuru ve inkişafını tecdidine bir nişane olarak telakki eder. Gerçekten de Ebu’l Hasan en Nedevi’nin de ‘Maza Hasire’l Alemü Biinhitati’l Müslimin’ kitabında ifade ettiği gibi, Halid-i Bağdadi İslâm’ın güneşlerinden birisidir ve hususiyle onüçüncü yüzyılın manevi güneşi ve müceddididir. Ounüçüncü asır da aslında iki yüzyıllık fetret döneminin ilk ayağındaki tecdidi temsil etmektedir. O dilimde Halid-i Bağdadi, binlerce alim ve amil meşayih bağlısıyla birlikte Panislavizmin ve Rusların İslâm dünyasına yönelik akımlarını ve savletlerini karşılamaya çalışmıştır. Bu hayasız akınların ve akımların önünü kesmeye çalışmış ve önlerinde set olmuştur... Esasında Gazali ile Mevlânâ bağlamında ele alacak ve mukayese edecek olursak Halid-i Bağdadi son ve ikinci fetret döneminin birinci asrının ve ayağının müceddididir ve bu itibarla Gazali’yi andırmaktadır. Gazali’nin kademi üzerinedir. Elbette Mevlânâ gibi bir takım şiir diliyle yazdığı hikmet dilimleri varsa da bununla birlikte, Gazali’nin Tûs’dan koparak Bağdat’a revan olması ve İhyâ’sını Şam’da yazması ve yapması gibi Halid-i Bağdadi de evliyalar şehri oarak bilinen Şam’a hicret etmek durumunda kalmış ve ahiri ömrünü burada tamamlamıştır. İnkişafı da burada olmuştur. Ve geride binlerce mürid ve taraftar bırakmıştır. Onlar da gelecek asrın tecdidinin ayaklarını ve zeminini kurmuşlardır. İskenderpaşa, ismail Ağa da bunlar arasındadır.
***
Gazali’den sonra ortaçağın fetretinin ikinci devresinde Anadolu’da Mevlânâ hazretleri inkişaf etmiştir. Dolayısıyla Gazali’ye teakub eden Mevlânâ Celaleddin Rumî hazretleridir. Dolayısıyla yedinci yüzyılın simetrisinden ve zaviyesinden yani dürbünüyle günümüze baktığımızda ikinci ve son fetret döneminin ikinci diliminde de bir Mevlânâ teşerrüf etmesi gerekiyordu? Bu itibarla, ikinci fetret döneminin Gazali’si olan Halid-i Bağdadi’nin halefi aranıyor.
‘Men yüceddidi leha dineha’ ibaresindeki ‘men’ birden fazla müceddidin varlığına imkân tanısa da fetret devirlerinin mücedditleri ulû’l azm peygamberlerin kademi üzerine olmaktadır. Herhalde bu cihetle ve itibarla tecdidin tarifini de iyi yapmak gerkiyor. Yoksa dinin ihyâsında herkes kendi kararınca çalışıyor ve nisbeten neticeler de alıyor. Herkes behre ve pay sahibi olabilirse de asrın temsilcisi kimdir? Buna cevap verebilmek için tecdidin mahiyetini iyi kavramamız gerekiyor. İnşâcı ve ihyacı büyük mücedditler kırılma devirlerinde veya fetret devirlerinde veya mekânlarında zuhura geliyorlar. Kırılma mekânı mücedditlerinin en büyüklerinden birisi İmam Rabbani hazretleridir. Kırılma dönemi mücedditleri arasında Gazali, Mevlânâ ve Halidi Bağdadi gibilerini görüyoruz. Dolayısıyla tecdit çok yönlü ve çok boyutlu olsa da vasfında yenileyicilik var. Yenileyicilik sadece dinî duyguları veya çoşkuyu canlandırmak mıdır? Böyle olsa bile bunun muhtevası olmalıdır.
Tecdit, geçmişi aynı suretiyle ihyâ etmek değil bunların üzerinde çağın tereddütlerine cevap vermek ve bu bağlamda güçlü bir karşı akım meydana getirmektir. Gerçekten Ebu’l Hasan el Eş’ari ile birlikte Mutezile akımı munkariz olmuştur. Gazali’nin oluşturduğu akım ve vakum ile birlikte de felsefe tâunu ortadan kalkmıştır. Asrın fikri hastalıklarını tedavi etmek de tecdidin sahalarından birisini teşkil eder. Tecdit sadece geçmiş sureti ihya etmek değil asrın ruhunu da temsil etmek ve bu ruhu geçmişin birikimine katmak ve ikisini mezcetmektir. Geçmişi olduğu gibi muhafaza etmek ve aynıyla yaşatmak tecdit değil muhafazakârlıktır. Kadimin kalıcısıyla yeninin lâzımını buluşturmak tecdidin asıl alanını teşkil eder. Tecdit, muhafazakârlık üzerine zaman ilavesidir. Sabit ile değişkeni interaktif bir şekilde buluşturabilmektir.
***
Herkesin tecditte bir payı olabilir ama işin nirengi noktasını da iyi yakalamak gerekiyor. Bununla birlikte, asrın Mevlânâ’sı veya Mevlânâ’ları Halid-i Bağdadi’nin manevi varisleridir. Mağfur ve merhum Ali Haydar Efendi dost ve ahbablarına ‘Mevlânâ’ diye hitap edermiş. Ve Bediüzzaman’la ve Alvarlı Mehmet Efe ve niceleriyle muarefe ve dostlukları da yüce, gani gönüllü ve garazdan ve ivazdan uzak olduklarını ve İslâm ahlakıyla bezeli olduklarını gösterir. Bu hâlleri ‘el garazu maraz’ sırrından ne kadar uzak olduklarını gösterir. Şenocak’ın anlattığı Alvarlı Efe hazretleri ile Ali Haydar Efendi dostluğu aslında bütün alimler için emsâl tablosudur. Bu tabloya bir örnek de Şems-i Bitlisi ile Hacı Hasan Şirvani’nin dostluğu gösterilebilir. Bu dostluğu müridlerin kıskançlığı ve çekememezliği neredeyse kopma noktasına ve kesintiye uğratmak üzeredir. Şeyhler mana alemine dalmışken müridler kıskançlık aleminde birbirlerini yerler. Aralarına müridan girer. Mevlânâ ile Şem-i Tebrizi ayrılıklarında olduğu gibi Hacı Hasan Şirvani müridlerin huzurda senlik ve benlik kavgasının hicabının altında ezilerek ve eriyerek diyarı terketme kararı alır ama Şems-i Bitlisi bu arzunun önünü keser ve ‘Nereye gidiyorsak birlikte gideceğiz. Anca beraber kanca beraber’ der. Müridanın kıskançlığı hayırlara vesile olur da ‘merecalbahreyni yeltakiyan’ sırrı zuhur eder ve bu olayın akabinde zikir ve sohbet meclislerini birleştirirler. Onunla da kalmazlar ikisi de bir Ramazan ayında onbir gün arayla hakka yürürler . Ve bu onbir günlük ara da mana aleminde, Osmanağa Camii ile Alemdar Camii arasındaki 11 adımlık boy farkıyla da remzedilmiştir. Müridlerin ayırmaya çalıştığı mana erlerini hak buluşturmuştur (Şems-i Bitlisi, M. Kemal Gündoğdu ve Azmi Gündoğdu, Türkiye Diyanet Vakfı, S 68...).
Alvarlı ile Ali Haydar Efendi’nin müridleri ise böyle bir hâlden uzak ve beri imiş. Bendeler ve müridler kıskançlıklarıyla mana erlerinin arasına girmese ne iyi olur... Son devirlerde de Sadreddin Hoca ile Ahmet Davudoğlu’nun dostlukları da bazı böyle dost kisvesindeki düşmanlar tarafından bulandırılmıştır ve fasit taraftarların kurbanı olmuştur.
Netice olarak, Tecdit, Mevlânâ’nın dediği gibi her asırda yeni bir şey söyleyebilmektir. O manalar da Kur’ân ve sünnet ışığında o asrın goncası olmalıdır. Bazen tecdidi bütün dini gayret ve faaliyetlerin toplamı ve muhassalası da sayabiliriz. Bu taktirde, tecdidin sahası genel, temsilcisi de şahs-ı manevi olmuş olur.
27.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|