Türkiye 1980’li yılları 12 Eylül’e kurban verdi. Darbe rejimini sivil görüntüyle devam ettiren parti, 1983 seçiminde cuntanın icazetiyle önü açılıp sekiz yıl boyunca iktidar olan ANAP’tı.
ANAP’ın kurucusu ve lideri Özal, ihtilâlin başı Evren’den sonra Çankaya’ya çıkınca, başbakanken yapamadığı demokratik açılımlara yöneldi. Bu çerçevede, TCK’nın senelerce çok can yakmış olan 141, 142 ve 163. maddelerinin kalkmasına önayak oldu. Ardından sivil bir anayasa projesini gündeme getirmeye hazırlandı, ama nasip olmadı, zira ömrü vefa etmedi.
1990’lı yılların başları, Türkiye’nin 12 Eylül rejiminden kurtulma ve özgürleşme hasretini kuvvetle hissettiği, resmî tabuları yoğun bir şekilde tartıştığı ve demokrasinin önünü açma sancıları çektiği son derece ilginç bir dönemdi.
1991 seçiminden sonra kurulan DYP-SHP koalisyonu bu beklentileri karşılama noktasında uygun ve elverişli bir hükümet formülüydü.
Kırk sene birbiriyle mücadele etmiş, ama 12 Eylül darbesinden aynı şekilde beraberce zarar görmüş iki köklü siyasî akımı temsil eden bu partiler, demokrasi ve özgürlükleri öne çıkaran bir programla yola çıktılar. Ama Özal’ın vefatı üzerine Demirel’in Çankaya’ya çıkması, ardından SHP kanadının peş peşe lider değişikliklerine sahne olması, programın kararlı bir şekilde uygulanmasını engelledi.
Bir taraftan toplumdaki özgürlük talebi, diğer taraftan iktidarın bu talebi karşılayamaması ve bunun da etkisiyle politika arenasında oluşan boşluk, en fazla çoktandır sistemli bir çalışma yürütmekte olan millî görüş hareketine yaradı.
Ve bu hareket önce 1994 yerel seçimiyle belediyelerde ve ardından 1995 genel seçimiyle parlamentoda iktidar olma şansını yakaladı.
Ama bu durum, demokrasiye nihayet alışmaya başlayan ve bunu çok önemli açılımlarla da ortaya koyma noktasına gelmiş kesimlerde “laiklik hassasiyeti”nin depreşmesine yol açtı.
Din adına siyaset iddiasının iktidar olması, demokratik gelişmelerin nisbeten teskin etmiş ve küllendirmiş gibi göründüğü “irtica ve din devleti” korkularını yeniden harekete geçirdi.
Gerçi bu korkuların hiçbir şekilde aslı ve esası yok. Ama toplumu tanımayan ve ülke gerçeklerinden kopuk kesimlerin, kökü çok eskilere ve derinlere dayanan bu vehim ve korkuları, Türkiye’de oluşan demokratik iklime zarar verdi.
90’lı yılların başında serbest tartışma ortamının filizlenmeye ve demokrasinin kök salmaya başladığı bir Türkiye’den, 1997 ve sonrasında 28 Şubat Türkiye’sine sürüklenmemizin altında yatan çok önemli sebeplerden biri bu durum.
Sonuçta din adına siyasetin bu derece güçlenmesi, demokratik gelişme sürecine çok büyük zararlar verdi. Laiklik endişeleriyle demokrasinin geri plana itilmesine sebep oldu. Cumhuriyet elitlerinin açılım arayışlarını sabote ederken, demokrat çizgi ve gelenekten gelenlerin dahi kimyasını bozdu. Ve netice olarak, dayatmacı statükonun ömrünü biraz daha uzattı...
Din adına siyaset iddiası öyle bir belâ ki, senelerce o iddianın takipçisi olduktan sonra bunun yanlış olduğunu fark edip çizgi değiştirdiklerini söyleyenlerin de hâlâ peşini bırakmıyor.
Son gelişmeler bu gerçeği ibretli bir şekilde bir defa daha teyid ederek gözler önüne seriyor.
27.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|