Corci Zeydan gibi Hıristiyan Arap tarihçilerden ve müelliflerden olan Philip Hitti, İslâm tarihini ve bu tarihe sinmiş İslâm ruhunu bir Hıristiyan olmasına rağmen iyi yakalamıştır. Çok güzel bir şekilde analiz eder. Mevlânâ’nın rolü de bu dönüştürücü ruhun içindedir. Levanten ve Lübnanlı tarihçilerden olan Hitti İslâm’ın geçirdiği en karanlık fetret devirlerinden birisi olan yedinci ve miladi onikinci yüzyılı şöyle tasvir eder:
“İslâm’dan geriye ne cismi, ne resmi, ne de ismi kalmıştı. Müslümanlar darmadağın olmuştu. Hiç canlılık eseri ve hayat belirtisi kalmamıştı. İslâm neredeyse bir kadavra haline gelmişti. Garip bir durum vardı. Müslümanlar bütün cephelerde sükût etmiş ve yenilmişlerdi. İnsanlar arasında tek bir söz dolaşıyordu şu mealde: Muhammed’in dini (asm) son nefesini vermek üzere. İslâm ölüm döşeğinde zeval buluyor. Batı’dan yürüyen (zahf) gelen Haçlılar savletleriyle Kudsü’l Akdesi ellerine geçirmişlerdi. Ve bu yürüyüşlerini Medine’ye doğru ilerletiyorlardı; son hedefleri Hazreti Peygamerin kabrine ulaşarak İslâm’ın ruhunu bitirmekti. Aynı anda şarktan da İslâm dünyasının Tatar dediği Moğollar ilerliyorlardı. Moğollar bütün önlerine çıkanları kılıçtan geçirerek ve mamur ve bayındır beldeleri de yıkarak ve yakarak ilerliyorlardı. Bazı bölgelerde insanların onda dokuzu kırılmıştı. Bağdat’a girdiklerinde günlerce Fırat, kitapların kanı olan mürekkebi akıttı durdu.
Her şey İslâm’ın zevale doğru yürüdüğünü gösteriyordu. Sanki İslâm can çekişiyordu. Moğol ve Haçlı kıskacı ve çemberi giderek daralmaktaydı. Zahiri esbab artık İslâm’ın bir daha ayağa kalkamayacağını ve nihaî olarak ufûlünü haber veriyordu. Mısır’ın dışındaki bütün beldeler işgalcilerin ayakları altında çiğneniyordu....”
Philip Hitti bu kelimelerle İslâm’ın ve Müslümanların yedinci yüzyıldaki durumlarını özetliyordu. Ama İslâm yeni bir mucize daha gösterecek ve bu kuşatmayı ve fetreti yeniden yaracak ve aşacaktı. Makus talihini yeniden yenecekti. Bu dinamizm onun özünde saklı idi ve son marhalede Akif’in deyimiyle bir ruh-u mücerred gibi mezarından kalktı, dirildi. Hitti bu devranı çok muhteşem bir ifadeyle anlatmaktadır: “Yedinci hicri ve on ikinci miladi yüzyıl bittiğinde İslâm dini ruhunu teslim ediyor mu, sorusunun yerini bir başka soru almıştı: Kimse İslam’ın önünde durabilecek mi?”
Nereden nereye?
***
Merhume Zeynep Gazali’nin ağabeyi Muhammed Gazali bu sahneyi şöyle anlatır: “Latin Krallığının kurulmasından 90 yıl sonra Selahaddin Eyyûbi bu devlete son verdi. Devlet düştü ve Selahaddin Eyyûbi dilsiz minareye (Mescid-i Aksa) yeniden ezanı iade etti, tevakkuf eden ezanı yeniden başlattı ve yine suskun minberden hatipler kelime-i tevhidi terennüm etmeye başladılar...”
Burada o zamanlarda Mescid-i Aksa’nın tasviri için kullanılan ‘el menaretü’l hersa/dilsiz minare’ deyimi bana Abdullah Azzam’ın bir başka benzetmesini hatırlattı. Türkiye için yazdığı kitabın başlığına Abdullah Azzam ‘el menaretü’l mefkude’ başlığını atmıştı. Kimbilir hazin Ayasofya’dan mülhem olarak bu sıfatı yani kayıp minare sıfatını uygun görmüş olmalıdır.
***
Muhammed Gazali sekizinci yüzyılı ise şöyle tasvir ediyor: “İslâm aleminin doğu yakasındaki Müslümanlar da Moğolları İslâm’a soktular. Galip olan Moğolların talihi Aynu Calut’tan itibaren tersine döndü ve makus hale geldi. Sekizinci yüzyılda İslâm dünyası yeni bir sayfa ve yaprak açtı. Yedinci yüzyılın hezimetlerini geride bıraktı. İzlerini sildi. Bağdat’ın düşüşünden 50 yıl geçmeden Osmanlı devleti doğdu ve Batı’yı kendi içinde tehdit etmeye başladı. Ve bunun sonucunda Bizans İmparatorluğu tarihin enkazı altında kaldı...”
Bergson’ın tabiriyle Müslümanlar hamlegücünü yeniden kazanmışlardı. Bu gücü tarihten ve özlerinden alıyorlardı. Zafer yolunu ise manevi mimarlar döşemişti. “Hakeza Zahara Cilu Selahaddin ve Hakeza Adeti’l Kuds” kitabı bu manevi mimarlardan ikisini zikreder. Gazali ve Abdulkadir Geylani...
Gazali’yi Haçlılarla eşleştirecek olursak Moğolların payına da Mevlânâ düşmektedir. Bugün de tarihin simetrisinde yine benzeri bir dilimin ve sürecin başlangıcındayız. Bunu en iyi görenlerden ve gözleyenlerden birisi de çağın fitnebaşlarından olan Bernard Lewis’tir. Dünyanın yok olması pahasına İslâm’ın yeniden itilası ve yükselişinin önünü kesmeye çalışıyor. Bunun için bildikleri ve bilmedikleri bütün hünerlerini sergiliyorlar. Desise ve fırıldaklarını gerçekleştiriyorlar. Bakın yedinci yüzyılın simetrisinde onüçüncü ve ondördüncü yüzyılın fetretini aşmakta olan Müslümanlar için Lewis neler yazıyor: “Batı Müslümanları 200 yıl boyunca hakimiyeti altında tuttu. Birinci Dünya Savaşı sonunda Batı’nın hakimiyeti tam anlamıyla gerçekleşmişti. Son büyük İslâm imparatorluğu olan Osmanlı, emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı. İran’daki ve Afganistan’daki diğer İslâm devletleri yıkıldılar. Türkiye bağımsızlığına kavuştu ama seküler ve anti İslâm bir rejim meydana getirdi. Soğuk Savaş döneminde Müslümanlar zayıftı. Onlara sadece güçler arasında oynamak kaldı (Emced Zehavi’nin bu yönde müthiş tespitleri var). Şimdi ise, Müslümanlar 200 yıl sonra ilk defa kendi kaderleri hakkında karar verebilecek pozisyondalar...”
Her türlü kepazliğe ve desiseye rağmen Soğuk Savaş sonrasında artık İslâm aleminin üzerini kaplayan bulutlar dağılmaya yüz tuttu. Aramızda yine zaferin ve yine Mevlânâ’nın ruhu dolaşıyor. Yeni bir fütûhat devrinin eşiğindeyiz.
Bediüzzaman’ın dediği gibi:
Takdir-i Hüda kuvve-i bazu ile dönmez,
Bir şem’a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez...
26.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|