(Umre günlüğü- 4)
Koltuğun sırtına yüzüm yapışmış, eller kağıdın üstünde ve kalem beklemede bir gidiş daha yaşıyorum… Sonsuzluk yoluna… Her şey duruyor. Kağıt da, kalem de, ben de, çevre de...
***
Çantamdaki azığım risaleye uzanıyorum. Sünnet-i Seniyye Risalesi. Tefeülden çıkan sağ baştaki satırdan aynen okumaya başlıyorum. Sonra dönüp yazıyorum:
“…olan bir kaç dakikalık zaman-ı miraç, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bil fiil vukuunu gösteriyor. Miracın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü o, mirac yoluyla beka alemine girdi. Beka aleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.”(s,45)
Evet, bir mana daha kalbe nakşoluyor. Dimağa dokunuyor ve ruha his katıyor.
Gerçekten bir yükselme var. Bir miraca liyakat kesbetme niyetiyle, buluşmaya koşan müminlerle Medine’ye giderken, uçuşun semavatındayız.
Namazla, müminin miracı yaşanıyor. İkindiyi kılacağız birazdan.
Karadaki hız ve zaman kavramı bile geride kalıyor. Hava yoluyla, hız ve zaman değer farkı oluştururken, miracın tayy-ı mekan ve bast- zaman kavramına destek mahiyetinde bir sırrın inkişafına vesile oluyor. İdrakimize pencereler açıyor.
Zaman, en masum ve bereketli sevap defterini açmış… Katlanırcasına rahmet tecellilerine götürüyor…
Manevi yolculuğun “Vüs’at ve ihatası”, kevni alemin münkesif halinden, munkabız dünyadan alıp koparıyor. Biraz yaralıyor. Cerrahi ameliyat yapıyor. Cerahati akıtıyor. Kopuşun ve sınırlılığın verdiği mazi ıstırabından dolayı.
Besatet kesbeden duygu ve düşünceler çok hafif ve berrak…
Rehberimiz Recep bey, koridorda yaklaşarak; “Fazla dalma…” diye seslenerek tebessüm ediyor ve beni uyarıyor…
Sağ komşum Mekke-Medine namaz saatlerini bana gösteriyor. Tam dalacakken, yine dönüyorum. Sağ komşularıma da, bu vesileyle lojistik sağlıyorum; Kur’ân meali, risale. Sol komşuma ise Cevşen.
Beraberce, aynı sırada, gayet iyi bir taallüm hali. İsmail beyle, Medine programını konuşuyoruz.
***
Önümdeki koltuğun arkasına yerleştirilmiş video programını çözmeye çalışıyorum. İslami programlar kısmında Kur’ân tilavetini buluyorum. Ekrandaki Kur’ân ayetleri göz takibi verirken, kulaklıkla Suudi hocaları dinliyorum.
Tilavet-i Kur’ân, sema yolculuğuna ayrı bir zindelik katıyor. “Kalpler, ancak Allah’ın zikriyle mütmain olur” hakikati kendini okutturuyor.
Nisa Sûresi okunuyor… Ve kanellahu alimen hakimen…
Elimdeki Türkçe mealden, okunan ayetleri takip etmek istiyorum. Muvaffak olamıyorum. Yetersizliğimin eseri. Kur’ân’ı videodan dinlerken takip etmenin yanı sıra mealine bakmayı çok isterdim. Ancak bu kadarına yeterli değilim. Kendi adıma üzüldüm. O zaman üçlü bir yoğunluk olurdu. Göz, kulak, akıl birden devreye girerdi.
Hayırlısı deyip, en iyisi, sadece dinlemek. Gözlerle takip etmek. Semada ayetlerin hükmünü huşu ile dinlemek. Hislenmek, ilahi tebliğin muhatabı olmak, belağatın ve hakikatin emrine musahhar olmak ayrı bir rahatlama veriyor.
Kulaklığın, kulağı çınlatırcasına beyne gönderdiği zikr-i ilahi, okunan Kur’ân etkisi, Kur’ân”ın nazil olduğu beldelere götüren beşeriyet harikası uçakla, kalben daha da yakınlaşmayı ve ruhani seyri süluku başkalaştırıyor.
“Lii kariyi Şeyh Abdulvedud Bin Hanifi” şeklinde biten kısımda, böylece hâfız efendinin ismini de öğrenmiş bulunuyoruz.
26.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|