Bütün hakimler (hikmet sahipleri) akildir ama bütün akiller hakim yani hikmet sahibi ve ehli değildir. Bu anlamda Abdulkerim Suruş mücedditlerin hem muhyi hem de aydın olduğunu söylemektedir ki el hak doğrudur. Onun tasnifine göre, bütün aydınlar muhyi (dini yenileyici ve diriltici) değildir ama bütün muhyiler aydındır. Ona göre, Mevlânâ’nın çağları aşan müridi İkbal Lahori ve Gazali bu zümreye dahildir. Bir başka bağlamda da şöyle diyebiliriz: Ulema dini aydındır, aydın ise zamani ve dünyevi ulemadır. Müslüman aydın ise camidir ve bu camiiyyeti temsil edenlere ise muhyi ve müceddit diyoruz. Hepsi müceddit olmasa bile tecdit çizgisi üzerinedirler. Bundan hissemenddirler. Abdulkerim Suruş ‘Aydınlık ve Dindarlık’ adlı eserinde Gazali için aydın sıfatını kullanıyor. Gerçekten de Gazali tasniflerin ve kategorilerin ötesine geçebilmiş ferdi ferid makamında bir Müslüman aydındır. Onu diğerlerinden farklı kılan hususiyet ve özellik budur. Suruş’un Gazali hakkında ‘Müslüman aydın’ ifadesini doğrulayanlardan birisi de meşhur İngiliz müsteşrik W. Montgomery Watt’dır. Gazali hakkındaki mustakil kitabına ‘Müslüman aydın’ başlığını koymuştur. Bu anlamda birçok alanda Mevlânâ da Gazali’nin muakkibidir.
Kur’ân ne nesir ne de şiirdir ve belki ikisinin özellik ve güzelliklerini birden kapsar. Bu açıdan camii bir terkiptir. Bu Kur’ânî üslubun nesir alanındaki güzelliğini Gazali şiirdeki letafetini de Mevlânâ temsil etmiştir. İfadeleri deniz gibi berrak, nehir gibi akışkandır. Bu anlamda şüphesiz Mevlânâ da Hazreti Musa gibi elinde ateşten bir kor taşıyan çağının Müslüman aydın tipidir. Kandilidir. Bununla birlikte Watt’ın kitabındaki bazı tespitlerine katılmamız mümkün değil. Gazali’yi sezgici aydın kategorisine veya tasnifine sokan müellif burada kalmamış Hazreti peygamberi de sezgici aydın sınıfına sokmuş ve neredeyse Gazali veya benzerleriyle eşitlemiştir. Bu elbetteki bir had bilmezliktir. Ama bizimle aynı zemini paylaşmadığı için ondan aynı iltizamı göstermesini bekleyemeyiz. Bununla birlikte, bu makamda söylenmesi gereken söz şudur: Hazreti peygamber bir sezgici aydın değil belki aydınların piridir. Aynen ifade edildiği gibidir: “Ma medehtu Muhammeden bimakaleti velakin medehtü makaleti bimuhammedin: İfadelerimle o yüce sulltanı methetmiş olmadım. Bilakis onun adıyla ve zikriyle kendi makalemi süsledim.”
***
Aydın, çağa tanıklık eden kişidir. Mücerret âkil ve nâkil kişi değildir. Kendisinden bezl-u mechudda bulunan ve katkı sağlayan kişidir. Buna günümüzde artı değer üretmek deniliyor. Nâkil tüketendir. Aydın ise üzerine koyandır, ekleyendir. Seleflerinin fikri hasılalarını değerlendirirken kendisi de yenilerini üretir. Zamana ve mekana , ölümsüz (ella mekani ve zamani) mesajları vardır. Muhyi aydın Kur’ân gibi asrî değil â’sârîdir (modernizm üstü). Kitap gibi kitab-ı natıklar da sadece asrî değil belki â’sârîdir. Bugün Mevlânâ’yı anmamız ve hâlâ referans olarak ona ve fikirlerine başvurmamız söylediklerimizin delili ve ispatıdır. Nakilci muhafazakâr ve pasiftir. Münfaildir. Halbuki muhyi aydın hem dinamik hem de üretkendir. Tecdit ve ihya da sadece tekrar değil canlılık ve dinamizm ve yenilenme de vardır. Bu anlamda, Ali Şeriati aydınları peygamberlerin varisleri olarak görmektedir. Sezgici aydın da Mevlânâ’nın pergel metaforunda olduğu gibi çift kanatlı ve yönlüdür. Hem enfüs hem de afak dairesine bakar. Dinin varisi olarak merkezi kolladığı gibi hem de dinamizmin kaynağı olan şeriat ve adem-i merkeziyet üssünü de temsil eder. Bu ikisinin izdivacıyla kemâl husule gelir ve hakikat tecelli eder. Watt’ın dediği gibi Yahudilik tarihinde muhafazakâr çizgiyi Ferisiler temsil ediyordu. Halbuki onlar lafızperesttiler veya mânâda değil his boyutunda kalmışlardı. Mânânın değil tenin kuluydular. Bundan dolayı oruç konusunda ve nice konularda Hazreti İsa onlarla tartışmıştır. Yollarının ve taviyyelerinin (içleri ve gönülleri) fesadını anlatmıştır. Onlar zamanlarının haşviyeleri olarak kabuğun ve kışrın muhafızıydılar.
***
Aydın hakikatın peşinde ve temsilcisi olduğu için kutuplaşmanın ötesindeki insandır. Ama ayrıca yalnızdır. Kalabalıklarda o tektir. Sufilerin mesleği zaten bu değil mi: Halvet der encümen. Watt bunu şöyle ifade eder: “Bir cemiyetin iki gruba (ifrat ve tefrit olmalıdır) ayrılması halinde aydınlar için iki grupta da bir yer vardır (bir yönüyle de yoktur). Zira hakikat parçalanmıştır. Tevhid tesniye halini almıştır. Aydının görevi çarpışan grupların dışına kalmak belki onların halledemedikleri meseller için hallirrumuz olmaktır. Aydınlar kalıpların dışındadırlar ve Mevlânâ bunu ‘aşk dini’ metaforuyla izah eder. Mevlânâ profesyonel olmadığı için hizipçi de değildir. Hizipçiler profesyoneldirler. Kategorik takılırlar. Mevlânâ ve Gazali gibiler ise profesyonel olmadıkları için kategorik veya tasnifçi de değillerdir. Kategorizm veya tasnifçilik zaten itibaridir. İtibariliği aşamayanlar ise yerlerinde sayarlar Abdulkerim Suruş sanki şu satırlarıyla İran’ın Ferisilerini anlatır gibidir: “Ne yazık ki bizler oturup bu memlekette donmuşluğu yaygınlaştırmaya çalışan ve dini düşüncenin duruluğunu korumak bahanesiyle öğretiyi güçlendirmeye hiç bir şekilde yanaşmayan kişilerin dine ne çok darbeler indirdiklerini görmedik, araştırmadık. Böylelerine dokunmadık, Çünkü bunlar kutsallık zırhına bürünmüşler ve siperine gizlenmişlerdi. Evet, onlar oldukça mukaddes kişilerdi! Ağızlarını açıp bir şey söylemediler. Çevrelerinde ne olup bittiğine bakmadılar bile. Şeyh Tusi’nin çağından ilerisine bir adım olsun atmamakta direndiler. Kuruntuları yüzünden hiç bir düşünceye önem vermediler. Çağlarının bilim, sanat ve felsefesine sırt çevirdiler. Hatta Hâfız ve Mevlânâ’yı bile meclislerinden kovdular. Hiçbir yabancı kitabın kapağını açmadılar. Dolayısıyla da hiçbir şeye sahip olamadılar. Başkalarına söyleyecekleri bir biglileri olmadı. Ve söylemedikleri için de hiç bir hata işlemediler...”
Aynı Ferisilik mesleğini birebir Suruş gibi Malik Binnebi de Mağrib’e uyarlar. Asr-ı saadet bir de Muvahhidler dönemini anarak bu dönemlerdeki kıpırdanmalardan sonra Mağrib de hayat belirtilerinin pek kalmadığından yakınır. Tamamen rehavete gömülmüştür. Serveti kullanmada töref ve savurganlık ne ise fikirde de humulet ve rehavet odur. Halbuki dinamizm hayattır. Hatta bazen ölüm bile dinamizm ve hayattır. Hallac’dan nakledildiği gibi: İnne hayati fi memati. Hayatım ölümümdedir. Ve Bediüzzaman gibiler de ‘ölümüm daha çok hizmet edecek’ diye ölümün ötesine bakmışlar...
01.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|