Malatya’da yaşanan vahşet sonrası ortaya konulan haklı tepkiler, ‘il’leri ve ‘kişi’leri değil; ‘sistemi’ mercek altına almak gerektiğini gösteriyor.
İşlenen iki cinayet sebebiyle yakın zamana kadar Trabzon ili gündemdeydi ve bilen de, bilmeyen de, sadece bu il üzerinden değerlendirmeler yapıyordu. Malatya’da işlenen cinayetten sonra problemin derinlerde olduğu, sıkıntının Türkiye’yi tehdit ettiği iyice anlaşılmalı. ‘Tehlikenin farkındayız’ diyerek hayalî tehditler üreten ve kampanyalar açan kişi ve kuruluşlar, acaba ‘asıl tehlike’nin farkındalar mı?
Türkiye’yi tehdit eden ve belki de önümüzdeki yıllarda gündemden düşmeyecek olan asıl tehdit ve tehlike ‘ırkçılık’ hastalığıdır. “Ben” yerine “biz” diyemeyen, her konuda sadece kendisini haklı ve üstün gören bir anlayışla gidilebilecek nokta, maalesef Trabzon’da ve Malatya’da yaşanan örneklerdir.
Gizli ya da açık çalışan ‘ifsat komiteleri’ akıldan ziyade ‘his’lerle hareket eden gençleri ifsat edip kirli emellerine âlet ediyorlar. Her iki hadisede de bu gençlerin nasıl olup da böyle çirkin işlere sürüklendikleri merak konusu.
Dikkat edilmesi gereken konulardan biri de şu: Son yıllarda, ‘Misyonerlik tehlikesi var’ denilmek sûretiyle bilhassa gençler aşırı şekilde tahrik ediliyor. Üstelik bu ‘tehlike’ye dikkat çekenlerin bir kısmının dinle, diyanetle de bir ilgisinin olmadığı ortada. “Din elden gidiyor, vatan bölünüyor” şeklindeki yanlış ve tahrik edici propagandalar maalesef böyle fecî neticeleri doğuruyor. Nedense bazı safdiller, Türkiye’de ve dünyada asıl tehlikenin ‘misyonerlik’ değil; ‘inkâr-ı uluhiyet’ olduğunu görmek istemiyor. Ve bu gerçek tehlikeye karşı da yine en iyi mücadelenin, ‘doğru dürüst din eğitimi’nden geçtiğini de gözden uzak tutuyorlar.
Tabiî ki bu çekişme ve tartışmaların; ‘din ve diyanet’ ile gerçek anlamda hiçbir ilgisi ve bilgisi olmayanların da bir anda ‘dini savunur’ pozisyona geçmesinin, Türkiye’nin AB süreciyle yakından irtibatı vardır. Birileri, ‘Nasıl olur da milleti AB yolundan çevirebilir, ondan soğutabiliriz’ diye düşünürken stratejik olarak dine sarılma ihtiyacı hissettiler. Öyle ki, bir siyasî partinin genel başkanının eşi, hiç ilgisi yokken ‘misyonerlik’ tehdidine dikkat çekmiş ve ‘Din elden gidiyor” anlamında beyanlarda bulunmuştu. Aynı kişi ve mensup olduğu parti, bir yandan imam hatip liselerine karşı kampanya açarken, öte yandan da ‘misyonerlik’ tehlikesine dikkat çekiyordu. Peki bu tavrı ‘normal’ kabul etmek mümkün mü?
Türkiye ve dünya gerçeklerini bilenler, sergilenen ‘oyun’un farkına varabilir. “Her hadisenin arkasında bir oyun aramak ne kadar doğru?” diyenlere, “Deprem hariç her şeyin—maalesef—bir ‘senaryo’su olduğu” tesbitini hatırlatalım. Çünkü ‘misyonerlik’ tehdidine dikkat çekenler samîmî olsalar; milletin ve gençlerin imanının tehdit ve tehlike altında olduğuna da dikkat çekerlerdi. Üstelik bu tehdit ve tehlike bu günün değil, geçmiş yılların da konusu olmuştur ve o camiadan hiç de böyle bir tavır sergilenmemiştir. Yani, ‘misyonerler’e karşı kampanya başlatanlar; yıllardan beri devam eden ‘inançsızlaştırma’ gayretlerine karşı bir kampanya başlatmış olsalardı belki bu tavırlarında bir hakikat payı olurdu. Gençlerin imanları çalınırken, binlerce kişi iman nimetinden mahrum olurken susanların, son yıllarda dine sahip çıkar pozisyon alması kimseyi yanıltmamalıdır.
Yaşanan problemler bir iki ‘il’in değil, bütün bir Türkiye’nin problemidir. Lütfen doğru teşhis koyup, doğru çarelere baş vuralım.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|