|
|
Nejat EREN |
“Veren”e verme, rahmetin vesilesidir |
|
Canların fedâ edildiği bir kudsî yolun müntesipleri insanlık âleminin ışıkları, rehberleri ve şeref levhası olmuşlardır.
Ashab-ı suffe bunların örnekleri ve en mümtaz öncüleridir.
Canların, malların yoluna feda edildiği Yüce Yaratan’ın bize verdiği bunca nimet ve servete karşı ne yapsak azdır, yetersizdir.
Nimet olarak verilenlere karşı Allah yolunda sarf etmek büyük bir kazançtır.
Dünyevîleşmenin—bilhassa ehl-i iman için—son derece tehlike arz ettiği böyle bir zamanda yapılacak fedakârlık, elbetteki çok daha kıymetli ve değerlidir.
Kendisini bilen ve iman etmiş olan her insan, bilir ki, kâinattaki her türlü nimetin ve varlığın sahibi kudret ve azameti sonsuz olan, Cenâb-ı Haktır. Verdiği bunca nimete karşı onun verdiğini ondan esirgemek en büyük cimrilik ve akılsızlık olsa gerektir.
Gençler! Madem ki gençliği veren odur. O yüksek enerjiyi onun yolunda sarf etmek, O’na kulluğun ve itaatin en büyük göstergesidir.
Orta yaşlılar! Mademki bu olgunluk ve ömrü bize veren O’dur. Hayattan aldığımız bunca zevki ve şevki ebedîleştirmenin ve bakîleştirmenin yolu O’na itaatten geçer.
Yaşlılar! Madem ki biz burada yaşlandık. Öbür âlemde yaşlılık ve ihtiyarlık yok. O zaman gelecek ebedî gençlik için bile olsa O’nun yolunda bu ömrü sarf etmenin mutluluğunu yaşayıp paylaşalım.
Zenginler! Madem ki Onun iradesi ve ihsanı ile bu nimete kavuştuk, O’nun yolunda verilen nimeti sarf ederek dünyada bereket, ahirette ikrama mazhar olalım.
Sağlığı yerinde olanlar! Sağlık nimetinin ne kadar değerli olduğunu kavrayıp, hastalıklara giriftar olmadan şükre devam edelim. Ömrü O’nun yolunda harcayalım.
Hastalar! Sabırla ulaşacağımız lezzetlerin, hastalık yolundan geçeceğinin şuuruyla isyankâr olmadan günümüzü nurlu, semereli, bereketli ve rahmetli edelim.
İlmi olanlar! Bu ilim nimetinin zekâtını muhtaç ve ilme aç olanlara ulaştıralım.
Kısacası:
“Veren”e verelim. Cimrilik ve kıskançlık yapmayalım.
“Veren”e haksızlık yapmayalım.
“Veren”e nankörlük yapmayalım.
“Veren”e cahillik yapmayalım.
Ruhlarda, gönüllerde, kalplerde, hanelerde, mekânlarda, ülkelerde rahmetin tecellisi, bereketin devamı için varlığımız, saydığımız değerler olarak ne varsa O’nun yoluna ve uğruna verelim.
Kendi malımız sandığımız, bütün maddî varlıklarımız ve servetlerimiz...
Kendi ilmimiz sandığımız, bütün malumat ve bilgilerimiz...
Kendi enerjimiz sandığımız, gençliğimiz ve dinamizmimiz...
Çoğu zaman hiç düşünmediğimiz sağlığımız ve zindeliğimizin bize bizim için verilmediğinin, esas sahibi için verildiğinin idrakinde hareket edersek, verilenleri, “Verenin” yolunda ve amacına uygun şekilde kullanmış oluruz ve de çok kazançlı çıkarız inşaallah.
Aksinin zaten “kitapta yeri yoktur.” Bizim kafalarımızda da yeri olmaz, olmasın inşallah!
***
Yeni bir aşk ve şevkle hânemize ve memleketimize döndük. Şimdi doğuya yönümüzü döndük. Siz bu satırları okurken bizler gönül dostlarımızla Doğu illerindeki hizmet erleri ve hadimleriyle Risâle-i Nur deryasında hemhâl olmaya çalışacağız. Oradan Ege bölgesine geçip, dinamik gençlerimiz, vefakâr ağabey ve kardeşlerimizle hizmetin gerekleri neyse onları planlıyor olacağız inşallah. Duâlarımız sizlerle, duâlarınızı da esirgemeyin lütfen.
NOT: Hakkın rahmetine kavuşan Cavit Erfidan ağabeyime, Allah’tan mağfiret ve af diliyorum. Başta, merhumun muhterem ağabeyi değerli insan Kazım Erfidan ağabeyime, yeğeni Secaaddin Erfidan’a, damadı yakın dostum eğitimci Fikret Kurnaz’a ve diğer bütün aile efradına ve dostlarına başsağlığı ve sabırlar niyaz ediyorum. Ayrıca, Hakkın rahmetine kavuşan Risâle-i Nur’un emaktar hizmetkârlarından Ali Mutlu Ağabeyime de Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyorum. (N.Eren)
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Gül ve bülbül |
|
Birisi koynunda diken taşıyan nazlı ve nazenin bir mâşuk, diğeri dikenlere aldırmadan gül dalında feryat eden dertli bir âşık. Gül, güzelliğini goncalar içinde saklar, bülbül goncanın açılmasını görebilmek için sabaha kadar diken üstünde dil dökerek bekler. Gül daima naz halinde, bülbül ise, niyaz halindedir.
Gül ve bülbül motifi, folklör ve edebiyatımızda büyük bir yer tutar. Divan edebiyatından halk edebiyatına, şarkılardan tasavvuf mûsikisine kadar bir çok san'at dalında bu ikiliyi baş rolde görmek mümkündür. Atasözlerinde, deyimlerde ve teşbihlerde gül ve bülbül ikilisi sıkça kullanılmıştır. Ahmet Haşim, “Merdiven” şiirinde ömrün hâzan mevsimini gül ile bülbülün hüzünlü aşkı ile özdeşleştirerek şöyle ifade eder:
“Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller,
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller.”
Bülbülün güle olan aşkı sadece mecazî bir muhabbetin ilânından ibaret değildir. Fâni muhabbetin akibeti fenaya ve zevale çıktığından, bülbülün şakıması hep acı bir feryadın, elim bir hüznün terennümü olarak görülmüştür. Halbuki, iman gözü ile bakılıp, kalp kulağı ile dinlendiği zaman, bu şakımaların bir feryat değil, bir zikir ve tesbihat olduğu anlaşılır. Bediüzzaman Hazretleri, kâinata Cenâb-ı Hak namına ve iman gözüyle baktığı için, bülbülün terennümünü şöyle tercüme eder:
“Meselâ, meşhur bülbül kuşu, gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimal ediyor. Birincisi, hayvanatın nebatata olan münasebetini ilân; ikincisi, Rezzak-ı Kerim tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamak; üçüncüsü, hayvanatın imdadına gönderilen nebatatı güzelce karşılamak; dördüncüsü, hayvanat nev’înin nebatata derece-i aşka vasıl olan şiddet-i ihtiyacını beyan; beşincisi, Cenâb-ı Hak’kın bargâh-ı merhametine en lâtif bir tesbihi, en lâtif bir şevk içinde, gül gibi en lâtif bir yüzde takdim etmektir.”
Kâinattaki her sınıf mahlûkatın bir bülbülü vardır. Her sınıfın en seçkini,
en mümtazı, kendi taifesi namına en güzel tesbihat ve takdisatı Mâbuduna takdim eder. Hayvanat taifesinin sözcüsü ve serzakiri de, bülbüldür. Güzel sesli ve hazinâne tesbihatı ile hayvanatın şükür ve zikrini Rabb-i Rahîmine takdim ederken, gülün güzel yüzünde Cemil-i Zülcelâl’in Cemalini seyreder. Seyrettikçe aşka gelir. Bu aşk ile kendinden geçer, cezbe halinde şakımaya başlar. Kalp gözü açık olmayanlar da, bu cezbe halindeki zikir ve tesbihâtı, bir feryat ve figan olarak görürler.
Bediüzzaman Hazretleri, bu büyük âlemin ve içindeki bütün mahlûkatın her daim zikir halinde olduğunu, başlarında ise, serzakir olarak Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm’ın bulunduğunu belirtiyor. Nur-u Muhammedî’yi (asm) tarif ederken, şöyle diyor: “Şu gördüğün büyük âlem, pek güzel ve şa’şaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse; Nur-u Muhammedî, onun andelibi (bülbülü) olur.” Demek ki, âlemlerin Efendisi olan Habibullah (asm) da, âlem bahçesindeki bir bülbül gibi Rabbini zikrediyor, Mahbubuna muhabbetini arz ederken, bütün mahlûkat namına tesbihatını da takdim ediyor.
Ayrıca, ümmetinin affı için Rabbine hazinâne yalvarıyor, mü’minleri Cehennem ateşinden korumak için, bülbül misal feryâd-ı figân ediyor.
Hazret-i Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm’ın eşsiz cemâli de, gül ile tasvir edilmektedir. Her mü’min gönül, bu güle âşık bir bülbüldür. Salât ve selâmlarla terennüm ederek, şefaatine nail olmayı diliyoruz.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Olumlulamalar |
|
Her bir şey birer ders niteliğinde
İkindi saatinde, iş yerinden ayrılırken, ikindi namazımı da kılayım ondan sonra şehirdeki işlerimi yapayım dedim.
Tabi insan bütün tercihlerinde ya vicdandan veya nefsinden gelen sinyallerle bir karar süreci yaşıyor. Benim için de öyle oldu. İçimden gelen bir ses, ‘Hemen ikindi namazının farzını kıl ve şehirdeki işlerini yetiştir.’ diye beni etkiledi.
Öyle yaptım ben de. Ama yine içimden gelen bir başka ses de, ‘Amma yaptın ha! Sanki dört rekât sünneti de kılsaydın, çok zaman kaybedecektin.’ dedi. Bu sesin doğru olduğuna diğer duyu organlarım da kanaat getirdi.
Neyse oldu bir kere. Namazın farzını kıldım ve aracımla şehre doğru yol alıyorum. Üç, dört kilometre yol aldıktan sonra, beklediğim başıma geliyordu. Araç sağa doğru çekmeye başladı. Durumun anlaşıldığına göre lastik patlamıştı. Çektim aracı kenara ve aynen öyle idi.
Bizim lastik, çok üzgün bir şekilde, ‘şehirdeki yapılacak işlerden daha önemli işlerin’ varlığını hissettiriyordu.
Önce biraz, ‘Nereden çıktı bu iş sorgulaması ve homurdanmasıyla birlikte durum hemen kendini hissettirdi. İkindi namazının,—yetişecek işler sebebiyle—kılınmayan sünneti, ‘böyle yapmamalıydın’ mesajı vermekte idi.
…Ve öyle oldu. Beş dakikayı ayırmadığımız ikindi namazının sünneti, 45 dakikalık bir cezalandırmayı beraberinde getirmişti.
Bu benim için okunaklı bir ders oldu ki, ondan sonraki ikindi namazlarında, ne zaman içimdeki ses, ‘ikindi namazını ertele ya da kılma dediğinde’, öteki ses hemen ona karşılık vermekte ve; ‘halen ders almadın mı?’ demekte.
Hasılı içimdeki seslerin arasında kaldığımda, artık namazın yanında yer alır bir tavır içerisinde bulunuyorum.
Çiçekler çirkin tanımlamaları hak etmiyor
Halk arasında öyle yanlış tanımlamalar yapılıyor ki, meselâ çok güzel ve çok da yaygın olan bir çiçeğe, onun hiç de hak etmediği çok çirkin bir tanımlama yapmışlar. İnsanlar kendi yanlış ve bozuk algıları neticesinde çevresindeki harikalıkları çok adiyattan telâkki ederek; o kendi içinde de, tabiat açısından da anlamlı ve güzel olan varlıkları anlamsızlaştırmaya çalışıyorlar. Oysa ki onlarda bir anlamsızlaşma olmayacağı gibi, insanın bakış açısının kirlenmesinden başka bir netice ortaya çıkmayacaktır.
İnsanlar, kokusu kendilerine çok iyi gelmeyen bir çiçeğe, benzettikleri kokulara uygun tanımlama yapıyorlar. Oysa ki onlardaki pek çok hikmetini bilmediğimiz renk, koku veya tat gibi unsurları olumlulamak insana yakışmaktadır. Belki de kokusu, tadı veya rengi onun silâhı olarak düşünmek daha doğru. Yani gülün dikeni gibi. Toplumun böyle olumsuz bir algısı ve tanımlaması varsa da buna katılmak zorunda değiliz.
Çiçekler çirkin tanımlamaları hak etmez. Güzel tanımlamalar tarif için yapılabilir, ama çirkin tanımlamalar çiçeğin hukukuna müdahaledir.
Aynı yaklaşımı bir takım böcekler için de kullananlar var. İnsanların, hayvanların oluşturduğu veya tabiatta oluşan pislikleri temizleyen böceklere karşı, ‘pislik böceği’ gibi, hiç hoş kaçmayan tanımlama yapılıyor. Oysaki aynı böceğe ‘kuddüs böceği’ desek, ‘temizlik böceği’ desek olumlulama çalışması yapmış olmaktayız.
Ayrıca yine bazı çiçeklere belli kimselerin adlarını vererek, onları o adlarla tanımlamak pek de doğru olmamaktadır. Varlıklara bir ad vermek gerekiyorsa, o varlıkların yaratıcısının ona yüklediği anlamı çağrıştıran bir ad vermek daha doğru olacaktır.
İsimlendirme anlamlı ve olumlu olmalı
Aynı konuyu dağlar, taşlar veya mekân isimleri için de düşünmek mümkündür. Bediüzzaman Hazretleri böyle durumlarda duruma müdahale eder ve kendi tanımlamasını ortaya koymaktadır. Bunun çokça örneklerini bulmak mümkündür.
Nitekim Bediüzzaman Gaziantep sınırları içinde bulunan ‘Gâvur Dağı’ isimlendirmesini duyduğunda, buna müdahale eder ve; ‘Hayır, böyle isim olamaz. Bu dağ nur dağıdır.’ der ve o günlerden sonra bu dağ, Nur Dağı ismiyle maruf olur.
Bir başka örnekte de insan isimleriyle ilgilidir. Bediüzzaman kendisiyle ilk tanışmasında merhum Zübeyir Gündüzalp’in isminin Ziver olduğunu duyduğunda, bir kaç kez ısrarla ona Zübeyir diye isimlendirme yapar. Ve isim Zübeyir olarak kullanılır.
Nur talebelerinde de aynı hususiyeti bulmak mümkündür. Risâle-i Nur dâvâlarının avukatı merhum Bekir Berk, kendisindeki şeker hastalığından bahis açıldığında, o şeker hastalığına bakışı değiştirmiş ve o şeker değil, ‘şükür’ hastalığıdır diyerek, hastalık musibetine bakışın yumuşamasını ve ibadete dönüşümünü sağlamıştır.
Yine Bediüzzaman kertenkele hakkında, yanlış yorumlama içerisinde olarak onu öldüren talebesine, ‘Onun rızkını sen mi veriyorsun? Allah’ın her bir mahlûku Allah’ı (cc.) her bir hareket ve sesiyle tesbih eder’ diyerek, toplumda da var olan yanlış anlam yüklemelerine de engel oluyor.
Gördüklerimiz tercihlerimizdir
İnsana, güzeli görme meylinin nereden geldiği önemlidir. İnsan her şeye hangi gözle bakarsa, o şey öyledir. Onun için, hayat ve hayattakiler, kişinin bakış açısına göre anlam kazanıyor.
Gözlerini çirkinden, menfiden, olumsuzdan ziyade; güzele, müsbete, olumluya ayarlayan; güzeli, müsbeti ve olumluyu görecektir.
O güzeli, hasenatı görme meylini oluşturan ise, iman, duâ, şuur ve rızadır. Hasenatı yaratan, isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyedir. İnsan bütün güzellikleri sadece, bakış açısı ayarı yaparak görebilmektedir.
Gördüklerimiz tercihlerimizdedir.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
“Marka”lı canavar |
|
Virginia’da ABD tarihinin en kanlı okul baskınında Güney Koreli gencin işlediği cinayet bütün detaylarıyla gazete ve televizyonda yer aldı.
Ama burnumuzun dibinde işlenen Malatya cinayetin “detayları” yok. Emniyet güçlerinden “bilgi” sızmıyor. Halbuki dünya nefesini tutmuş, bu cinayetin aydınlatılmasını bekliyor.
Bir kişi tutuklanarak, örtbas edilecek kadar “basit” bir cinayet olarak kalmamalı.
Geçelim.
Bir cinayet haberi daha düştü gazete sütunlarına.
Parası için 84 yaşındaki anneannesini 850 YTL için öldüren bir gencin haberi...
Adı: M.I... Henüz 17 yaşında... Lise talebesi...
Tutuklanan genç korkunç gerçeği bakın nasıl anlatıyor:
“Reşatbey gibi bir yerde yaşadığım için marka giyip pahalı yaşam sürmek zorundaydım. Bunun için de paraya ihtiyacım vardı.”
İnsanın kanı donuyor.
Bir genç “marka” düşkünlüğü sebebiyle kan döküyor. Üstelik çok sevdiği anneannesinin canını alıyor. Diyor ki: “Ne zaman istesem anneannem beni boş çevirmez, para verirdi. Ancak daha önce 2 metrelik altın zincir ve bir miktar parasını çalıp sattığım için benden şüphelenip artık para vermemeye başlamıştı.” (DHA)
Bu planı esrar içerken, iki arkadaşla birlikte yapmışlar.
M.I... sırf “marka” düşkünlüğü gibi ucuz bir bahaneyle anneannesini öldürdüğü için “suçlu.”
Peki, bu suça teşvik edenlerin hiç suçu yok mu?
Lüks yaşama özendirenlerin hiç suçu yok mu?
Gençler arasında marka giymeyen kız veya erkekler birbirini dışlıyorsa... Pahalı mekânlarda bulunmayanlar birbirini dışlıyorsa... Gençlerin hayatın gerçeklerini öğretmeyen ebeveynlerin hiç suçu yok mu?
Gençleri tüketimin bir malzemesi gibi görenler, onları birer suç makinesine dönüştüren medyanın hiç suçu yok mu?
Yeni kuşak gençler, kıyafetlerin sadece giyinmek için alınmasının zevkini bilmiyor.
Şimdilerde markaya önem verilmesi, tüketim histerisinin bir göstergesi.
Dar ve orta gelirli aile çocuklarının zengin arkadaşları arasında güven duyamadıklarından dolayı, onlar gibi giyinmeye çalışmasını psikologlar şöyle yorumluyor: “Ergenler arasında özellikle son yıllarda ortaya çıkan şekilcilik ve yüzeysel ilişkiler, onların ne kadar da güvensiz ve ürkek olduklarının bir göstergesidir.”
Dışlanmamak ve onlar gibi olabilmek için en kestirme yol marka giymektir. Böylece egosu hem kendi gözünde hem de arkadaşlarının gözünde terfi olacaktır.
Ne diyordu Mevlana:
“Ne elbiseler gördüm içinde insan yoktu, ne insanlar gördüm üstünde elbise yoktu..”
Bu söz sanki bu olay üzerine söylenmiş.
Bu Kutlu Doğum Haftası’nda Peygamberimizin (a.s.v) şefaatine, himmetine ve nuruna o kadar çok ihtiyacımız var ki.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Anlatılmalı, anlaşılmalı, yaşanmalı... |
|
Manşetlerden inmeyen “Bu gidiş nereye?” türünden nidaların arttığı bir dönemden geçiyoruz. Araştırmalar, tesbitler ve somut verilere dayanan gerçekler bize hep şunu ihtar ediyor: Gençler mânevî boşluk yaşıyor. Hırsızlık, kapkaççılık, yankesicilik, adam öldürme gibi suçlar artık günlük hayatın sıradan parçası hâline gelmiş gibi.
Böylesi bir tabloyu, doğrusu ben herhangi bir araştırmaya dayandırmak istemiyorum artık. Çünkü sokağa adımınızı atar atmaz, sosyal hayattaki bu kaosun bir veya birkaç yansımasını görmeniz mümkündür. Hâl böyleyken, bize düşen nedir? Çocuklarımıza, gençlerimize nasıl bir model sunalım ki, hayatlarının zembereğine yerleştirip istikamet üzere bir kişilik sergileyebilsinler?
Yaklaşık üç haftadır Kutlu Doğum Haftasına değinmemin sebebi işte budur. Nihaî örnek modelimizin kim olduğunu çocuklarımıza, gençlerimize, hatta ve hatta yediden yetmişe bütün insanlığa haykırmak, anlatmak ve anlaşılmasını sağlamaya çalışarak, hayata yansıtmak… Sormak lâzım: Çocuklarına iki cihan güneşi ve kurtuluşumuzun rehberi Peygamber Efendimizi lâyıkıyla kaç aile anlatabiliyor? Kaç anne ve baba Hz. Peygamber’in doğumunun ne anlama geldiğini uygun bir dil ve üslûpla anlatabiliyor? Vaktiyle internette dolaşan, “Peygamber Bize Gelse…” adlı metnin diliyle sorsak, acaba Peygamber evimize teşrif etse, onun gösterdiği doğrultuda bir yaşantı örneği verebilecek miyiz? Sahi, ne ifrat, ne de tefrite kaçarak, “Hz. Peygamber’in doğması ne demek? Doğumundan önce ve sonra gelişen olaylar nelerdir? Dünyaya teşrif ettiğinde meydana gelen olaylar nelerdir? Hayatı boyunca neler yaptı? Ona uyanların hayatlarını nasıl değiştirdi? İçinde bulunduğumuz asırda nasıl davranalım ki, onun tavsiye ettiği doğrultuda salih kullardan olalım?” gibi sorulara cevap verebilecek bir nesil yetiştirebiliyor muyuz?
Kutlu Doğum Haftası ile ilgili etkinliklerin çok olması elbette güzel. Bunun yanında, katılımın fazlalığı da güzel. Ancak bir grup gence sorduğum, “Bugün sizce ne oldu?” gibi bir sorunun cevabını alamamam, bana şu soruyu sordurttu: Önemli olan salonu doldurmak mı, yoksa ahlâkıyla ahlâklanmak mı? Elbette ikinci şıkkı tercih etmek aklın gereğidir. Ayrıca denebilir ki, sorun sadece birkaç gençle ilgilidir. Ama eminim ki, Peygamberinin doğumundan ve mahiyetinden bihaber kişi o kadar çok ki… İşte bu yüzden kalplerin sevgilisi Hz. Muhammed’e kalbimizde ne derece bir yer açtığımızı sorgulamakta yarar var. Ancak şu farkla ki; sevmek, “seni seviyorum” diye geçiştirilecek ucuz, kuru ve bir o kadar da davranıştan yoksun basit bir olgu değildir. Sevmek, sevdiğimizi belirttiğimiz kişinin duygu ve düşüncelerinden taşan hâl ve hareketlerini hayatımıza yansıtmaktır. Yoksa sadece ağlamakla yetinmek suretiyle Resulullah’a gösterdiğimiz yahut göstereceğimiz sevgi, tembellik ve gafletten doğan âcizliğin bir simgesi olmaktan öteye geçmeyecektir.
Hz. Meryem filminde beni ürperten, çoğu zaman da gözyaşlarına boğan sahnelerden iki sahne vardır. Bunlardan ilki, Hz. İsa’nın (Mesih) doğacağı anı sabırsızlıkla bekleyenlerin içine düştüğü durumdur. Evin önünde toplanan ahali içinden bir çocuk, “Dede, kim doğacak?” diye sorunca, “Mesih yavrum. O gelecek ve dertlerimiz bitecek” diye cevap verir gözyaşları içinde. Ama beklendiği gibi olmaz. İmtihan gereği Hz. Meryem doğar. Sonrası izleyenlerin malûmu. Çeşitli olaylar sonunda, Hz. Meryem’in kucağında duran Hz. İsa konuşunca, “Mesih!” haykırışları arasında önünde diz çökenlerin ağlayışları da sevinç gözyaşlarımı akıtan sahnelerden…
Bu sahneleri izledikten sonra hep o zaman ve mekândaymış gibi hayaller kurdum. Bu, öyle bir duygu ki, anbean karşılaştığı mutlak hakikat karşısında nasıl nutku tutuluyorsa insanın, ben de aynı şekilde konuşamaz oluyorum. Zira dört büyük peygamberden biriyle şereflenmenin hazzı ancak yaşanır ve tam olarak anlatıl(a)maz. Hâl böyleyken, kendime sorduğum da oluyor: “Peki Hz. Muhammed’in (asm) doğum hadisesi ile ilgili nasıl bir duygu ve düşünceye kapılabilir insan?” Hayalimin ufukları Mekke semalarında gezinirken, Hz. Âdem’den beri aktarıla aktarıla süregelen nurun Nisan ayının 20’sinde tecelli ettiği ve şereflendirdiği zaman ve mekânda nura gark ettiği dünyaya haykıran bir rahmet hâlesi görüyorum: Ümmetî, ümmetî…
İşte Kutlu Doğumda bu nur dalga dalga anlatılmalı, bu nurun içinde parladığı dâvâ anlaşılmalı, en önemlisi yaşanmalı…
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Biz yazarlarda alışkanlıktır, çok kitap okuduğumuzu ve bir o kadar da düşündüğümüzü ve dahi çok şey bildiğimizi ima eden yabancı menşeli bir roman ismiyle veya konusuyla başlarız bazen yazılarımıza. Amaç kendi fikirlerimizi daha fazla kabul görür hale getirmek ve okuyucuda güven hissi uyandırmaktır.
Biz de bu haftaki “Bu oyunu görmüştük” ya da “Aynı oyun” türünden başlıklar bayatlamış olduğundan Madrid doğumlu yazar/romancı Julia Navarro’nun Türkçemize Bülent Levi tarafından çevrilen “Kutsal Kefen” romanından bahsederek gireceğiz. Böylece sıradan bir yazar olmadığımızı da ima etmiş olacağız (!)
Romanın arka kapağında “Urfa’daki sır” ara başlığının altında şu açıklamalar yer almaktadır: “Çarmıhtan indirilen İsa keten bir beze sarılır. Üzerinde mucizevî bir biçimde İsa’nın görüntüsü beliren bu kefen, Hıristiyanlık tarihinin en önemli kutsal emanetlerinden biri olur ve Kudüs’ten başlayan iki bin yıllık yolculuğu boyunca tarihsel bir çok gizemin odağında yer alır. Urfa’yı, bu Anadolu şehrini İtalya-İskoçya-İspanya-Portekiz-Amerika hattına bağlayan iki bin yıllık sır ne?”
Roman, merak uyandırıcı bu sorularla kafasına çengel attığı okuyucularını uzun bir sırlar serüvenine sürükler. Asıl sürükleyici romanı aslında kaç yıldır ülkemizde yaşayarak okumaktayız. Malatya-Kudüs-İtalya-Amerika-Fransa veya Trabzon-Kudüs- Amerika-İngiltere-Ankara- Selanik-Kudüs-Amerika-Moskova-İtalya-İngiltere- Fransa şeklinde bağlantılı çok romanlar, hikâyeler çıkaracak, nice senaryolar üretecek hatlar mevcut aslında.
Son Malatya katliâmı, Şemdinli-Kahramanmaraş- Trabzon-Sivas hattından gelen bağlantıları ima ettirdi yine. Kökü dışarıdaki merkezlere bağlı olduğu hususu elbette senaryoya heyecan katan unsurlardan sayılabilir. Halkın “Biz bu oyunu bir yerlerden hatırlar gibiyiz” diye yorumladığı bir oyun sergileniyor.
Ülkemizin AB, Irak, İslâm dünyası gibi dışarıda; cumhurbaşkanlığı seçimi, 301. maddenin ilga edilmesi, kamusal alan, din ve vicdan özgürlüğü gibi içerde çok önemli dönemeçlere doğru yaklaştığı hengâmlarda birden bire, birbirini bitmeyen televizyon dizileri gibi izleyen bir takım oyunlar, şok edici olaylar vukua gelir. Olaylara göre manşet belirlenir ve hatta ideâl manşetlere göre olaylar olur ve oluşturulur. Toplum mühendislerinin çok güzel ve çok başarılı projeleri vardır bu alana yönelik olarak. Yeri gelince “Dindar vahşet, Yobazlık vahşeti” gibi manşetlere göre; zamanı gelince “Çanlar kimin için çalıyor?”, “Tehlikeli Yükseliş”, “Vatan Tehlikede”, “Dur diyen yok mu?” şeklindeki başlıklara göre olaylar tesadüfmüş gibi ortaya çıkıverir. Kamuoyu bir yönden bir başka yöne sevkedilebilsin diye atmosfer basıncı artırılır. Taneler yere serilmiştir. Artık ‘yem’e gelecek kuşlar beklenir. Bu böyle sürüp gider.
Danıştay saldırısı, Rahip Santoro suikastı, Hrant Dink cinayetinden sonra şimdi de Malatya katliâmı. O. S.’nin “Gel beni yakala” cinsinden göstere göstere “Bizi yakalayın” dercesine ceplerde mektuplar, notlar, açık adresler. Kusura bakmayın aziz okuyucularım her olaydan sonra bu tip yaklaşımlarla olaylara bakmaktan biz yazarlar bıktık. Ama bu, malzemeleri bitmiş, ellerindeki kartları tükenmiş karanlık odaklar aynı oyunu temcit pilavı gibi kamuoyunun önüne sürmekten bıkmadılar. Bereket versin halk bunca tecrübelerden sonra aynı tuzağa düşmüyor. Sakin sakin bekliyor. Her “şok” edici olay sonrası “şok edici, tüyler ürpertici” manşetlere rağmen millet galeyana gelip ortalığı birbirine katmayınca malûm çevreler ve odaklar çaresizliğin verdiği telâş ve korku içinde bilinçsizce yeni yeni kumpaslara başvuruyorlar. Sonunda akrebin kendi kendini zehirlemesi gibi, an gelecek intihara yeltenecekler ama ne zaman Allah bilir. Bekleyelim, görelim.
Netice-i kelâm kutsal kefenler, kutsal sahiplerini bekliyor.
*
Geçen Cumartesi günü Hakkın rahmetine kavuşan Ali Mutlu Ağabeyim için yakınlarına taziyetlerimi sunarım. Kayseri’deki bütün nur kardeşlerimin ve hepimizin başı sağolsun. 19 Nisan Perşembe günü hatim yapıldı. Ruhu şad olsun.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Sivil toplumun “derin”i olur mu? |
|
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci başlarken, görüşme trafiği de hızlandı. Aday açıklama sürecinin son günlerine yaklaşılırken, şu ana kadar henüz adaylığını açıklamış kimse yok.
Geçen haftalarda sivil toplum örgütleri ve partisinden 300 milletvekili ile görüşen Erdoğan, bu hafta da parlamentoda milletvekili bulunan Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisi genel başkanları ile görüştü. Mehmet Ağar, 367 tartışmaları için kesin tavrını “Hesaplaşma yeri mahkeme değil, seçim sandığıdır” diye koyarken, Erkan Mumcu, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” görüşünü Erdoğan’a söyledi. Hem DYP, hem de ANAP ortada aday olmadığı için önce “cumhurbaşkanlığına kim talip” onu görmek istiyor.
Partisinin en üst organı MKYK Erdoğan’a ağırlıklı olarak “Arkanızdayız, ama Köşk’e çıkmayın” dedi, ama “Kararınız kararımızdır” diyerek yetki verdiler. Erdoğan daha önce, “Öyle bir karar alacağız ki, millet ‘Bunlar gerçekten hizmet için varmış’ diyecek. Herkesi şaşırtacağız” derken, daha önce “Ellerine bir çelik- çomak verdik oynuyorlar” nev'inden yeni bir açıklama mı göreceğiz?
Öyle görünüyor ki, her şey 24 veya 25 Nisan’da yapılacak AKP grubunda belli olacak. Yani, her şey Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacak söze kaldı.
* * *
Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim, bu tartışmada sivil toplum örgütlerinin duruşları, “konuşlandıkları konum”la ilgili olacak.
Erdoğan’ın Ağar ve Mumcu ile görüştüğü saatlerde, aralarında ADD, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, İzmir Kadın Kuruluşları Birliği ve 68’liler Birliği Vakfı’nın da bulunduğu bir grup “sivil” toplum örgütü, ANAP ve DYP’ye cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmamaları çağrısında bulundular! Bu çağrılar normal olarak değerlendirilebilir. Ancak, “Halkın iradesini yansıtmaktan uzak bu parlamentonun, halkın tepkilerini de göz önünde bulundurarak yeni Cumhurbaşkanını seçmesine yardımcı olmamanız, Meclis’in bu konuda yapacağı ilk oturuma ve o antidemokratik seçime iştirak etmeyerek bu tarihî suça katılmadığınızı bütün Türkiye’ye kanıtlamanızdır” cümlesini millî iradeye saygının neresine koymak lâzım?
Sivil toplumdan bahsedilirken, bir de “derin sivil toplum” kavramı literatürümüze girdi.
Doç. Dr. Gülgün Erdoğan Tosun’un, “Türkiye’de devlet iktidarının sınırlarına ve meşrûluğuna ilişkin tartışmada emekli askerlerin kullanmak/girmek istediği yeni mevziin sivil toplum alanı olduğu açıktır ve özünde siyasal iktidarın sivil ve askerî kanatları arasındaki mevzi savaşında oldukça önemli bir meşrûluk aracı haline gelmiştir sivil toplum” (Yeni Şafak, 17.4.2007) demesinin ardından, aynı zamanda “emekli” de olan 12 Eylül ihtilâli lideri Kenan Evren’in “Sıkıştıkça orduya müracaat etmeyin. Bugüne kadar üç defa müdahale oldu, artık yeter. Sivil toplum örgütleri var, artık bu görevleri onlar üstlensin” demesi de anlamlı değil mi sizce?
* * *
Bunların karşısında tavrını demokrasiden yana koyan sivil toplum örgütleri de var.
14 Nisan’da Ankara’da Tandoğan Meydanı’nda yapılan ADD’nin organize ettiği mitingten hafızalarda sadece “mitinge 2.5 milyon kişi mi katıldı, yoksa 50 milyon mu?” tartışması kalmışken, bu mitinge alternatif olarak değerlendirilmese de, hafta başında “Meclisin kararı milletin kararıdır” parolası ile birleşen 5 bine yakın sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu Türkiye Sivil Toplum Platformu’nun duruşlarını da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir. Bu platformu “Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına destek” mânâsında değerlendirerek, hafife almak da yanlış olur.
Bu platformun kurulmuş olması, 28 Şubat’ta “5’li çeteler” oluşturarak hükümete tavır alan sivil toplum örgütlerinden, böyle duyarlı bir sivil toplum duruşuna gelinmesi ümit verici. 28 Şubat’ta iyi bir sınav veremeyen “sivil” toplum örgütleri, bu sefer de yeni bir sınavdan geçiyor. O zaman sınavı geçemeyenler, bu sefer de “bazı kaygıları” sebebiyle sessizliği seçtiler.
Demokrasiden yana tavır alanlarla her zeminde beraber olduk, bu girişimi de bu kapsamda değerlendirerek, tebrik ediyoruz. Platformun ortak bildirisinde ne deniyordu: “Meclis’in kararı, milletin kararıdır.”
Sivil toplum gerçek mânâda sivil toplum olmalı, demokrasiden yana tavır almalı, yoksa darbe, ara dönem veya dayatma içinde olan bir sivil toplumdan “sivil” olarak bahsetmek mümkün değildir. “Sivil toplum örgütleri”nin sadece isimde değil, resimde de sivil olmaları gerekiyor.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
İtidale doğru |
|
Genelkurmay Başkanının tam da Sezer’in Harp Akademilerindeki veda konuşmasından ve ADD’nin 14 Nisan mitinginden önce, “Özel bir anlamı yok” açıklamasıyla başladığı basın toplantısında kullandığı dil için “Dikkatli, özenli ve mutedildi” yorumu öne çıktı.
Nitekim üslûptaki bu itidalin, bazı mesajların keskinliğini hayli dengelediği dahi söylenebilir.
Aslında Büyükanıt gibi, daha Genelkurmay Başkanlığına gelmeden aylar önce “Sert bir komutan, Özkök’ten çok farklı” nitelemelerine konu olan ve göreve başladıktan sonra verdiği ilk mesajlarda bu yorumlara hak verdirecek söylemler ortaya koyan bir ismin, üstelik Çankaya sürecinin en kritik ve sıcak günlerinde böyle mutedil bir profil sergilemesi dikkat çekiciydi.
Bu açıdan bakıldığında 14 Nisan mitingi için de farklı değerlendirmeler yapmak mümkün.
Özellikle atılan sloganlar bakımından.
Gerçi bu sloganlar içinde de medenî ölçülere, saygı ve nezaket kriterlerine uymayan son derece rahatsız edici ifadeler göze çarpıyordu.
Ama söz gelişi, geçmişteki benzer mitinglerde çokça kullanılan fevkalâde yanlış ve incitici bir sloganı 14 Nisan mitinginde hiç duymadık. O gün Tandoğan meydanında ve Anıtkabir’de “Kahrolsun şeriat” sloganı hiç seslendirilmedi.
Oysa meselâ Uğur Mumcu’nun cenazesinde veya 28 Şubat sürecinde düzenlenen mitinglerde en çok kullanılan slogan buydu.
Anlaşılan o ki, şeriat denilince haklı olarak dini anlayan dindar kitlelerin bu slogandan rencide oldukları fark edildi ve bu hatayı bir daha tekrarlamama noktasında ortak bir karar verildi.
Elbette ki bu, laikliği savunurken dinî hassasiyetleri incitmeme ve dindarların duygularına saygılı olma bilincinin gelişmekte olduğunu gösteren önemli bir işaret.
Bu duyarlılığın özellikle laiklik savunucusu kesimlerde gelişmesi çok önemli. Çünkü şimdiye kadar dindar kitleleri inciten itham ve söylemler hep o cenahtan sâdır oldu. Dindarlar ise bunları sabırla sineye çektiler ve “ağzı var, dili yok” deyişine uygun bir sükûtla geçiştirdiler.
“Laik cenah”ta nihayet, karşısındakileri de anlamaya yönelik bir “empati” hissinin gelişmeye, samimî bir özeleştiri ihtiyacının hissedilmeye ve bunun fiiliyatta da sonuçlarını göstermeye başladığını düşündüren işaretler belirdi.
Demek ki artık o kesimlerde de insaf, vicdan ve medeniyet ölçüleri galebe çalıyor; keskinlik ve sivrilikler törpüleniyor, böylece mâkul bir uzlaşma zemininde buluşmanın ortamı oluşuyor.
Din adına konuşan kesimlerde de, son derece marjinal kalsalar dahi, radikal ve keskin tavır ve söylemlerle ortaya çıkan azınlık gruplar vardı. Ama bu radikalliği besleyen kaynak, mağduriyet psikolojisiydi. Ve işin enteresan tarafı, mâkul çoğunluk da mağdur konumunda olmasına rağmen bu radikalliklere hiç itibar etmedi.
Laik cenahın durumu çok farklı. Çünkü bu kesim başından beri elinde bulundurduğu iktidar gücünü, dindar kitleleri sindirmek, onların hak ve özgürlüklerini kısıtlamak için kullandı. Kıyasıya savunduğu laikliği laikçiliğe dönüştürüp hukuk ve demokrasiyi hiçe sayarak dayattı.
Görünen o ki, artık bu anlayış o cenahta da terk ediliyor. Son provokasyonların bir amacı da bu olumlu süreci sabote etmek olabilir mi?
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İfsat komitelerinin oyunları bozulsun |
|
Malatya’da yaşanan vahşet sonrası ortaya konulan haklı tepkiler, ‘il’leri ve ‘kişi’leri değil; ‘sistemi’ mercek altına almak gerektiğini gösteriyor.
İşlenen iki cinayet sebebiyle yakın zamana kadar Trabzon ili gündemdeydi ve bilen de, bilmeyen de, sadece bu il üzerinden değerlendirmeler yapıyordu. Malatya’da işlenen cinayetten sonra problemin derinlerde olduğu, sıkıntının Türkiye’yi tehdit ettiği iyice anlaşılmalı. ‘Tehlikenin farkındayız’ diyerek hayalî tehditler üreten ve kampanyalar açan kişi ve kuruluşlar, acaba ‘asıl tehlike’nin farkındalar mı?
Türkiye’yi tehdit eden ve belki de önümüzdeki yıllarda gündemden düşmeyecek olan asıl tehdit ve tehlike ‘ırkçılık’ hastalığıdır. “Ben” yerine “biz” diyemeyen, her konuda sadece kendisini haklı ve üstün gören bir anlayışla gidilebilecek nokta, maalesef Trabzon’da ve Malatya’da yaşanan örneklerdir.
Gizli ya da açık çalışan ‘ifsat komiteleri’ akıldan ziyade ‘his’lerle hareket eden gençleri ifsat edip kirli emellerine âlet ediyorlar. Her iki hadisede de bu gençlerin nasıl olup da böyle çirkin işlere sürüklendikleri merak konusu.
Dikkat edilmesi gereken konulardan biri de şu: Son yıllarda, ‘Misyonerlik tehlikesi var’ denilmek sûretiyle bilhassa gençler aşırı şekilde tahrik ediliyor. Üstelik bu ‘tehlike’ye dikkat çekenlerin bir kısmının dinle, diyanetle de bir ilgisinin olmadığı ortada. “Din elden gidiyor, vatan bölünüyor” şeklindeki yanlış ve tahrik edici propagandalar maalesef böyle fecî neticeleri doğuruyor. Nedense bazı safdiller, Türkiye’de ve dünyada asıl tehlikenin ‘misyonerlik’ değil; ‘inkâr-ı uluhiyet’ olduğunu görmek istemiyor. Ve bu gerçek tehlikeye karşı da yine en iyi mücadelenin, ‘doğru dürüst din eğitimi’nden geçtiğini de gözden uzak tutuyorlar.
Tabiî ki bu çekişme ve tartışmaların; ‘din ve diyanet’ ile gerçek anlamda hiçbir ilgisi ve bilgisi olmayanların da bir anda ‘dini savunur’ pozisyona geçmesinin, Türkiye’nin AB süreciyle yakından irtibatı vardır. Birileri, ‘Nasıl olur da milleti AB yolundan çevirebilir, ondan soğutabiliriz’ diye düşünürken stratejik olarak dine sarılma ihtiyacı hissettiler. Öyle ki, bir siyasî partinin genel başkanının eşi, hiç ilgisi yokken ‘misyonerlik’ tehdidine dikkat çekmiş ve ‘Din elden gidiyor” anlamında beyanlarda bulunmuştu. Aynı kişi ve mensup olduğu parti, bir yandan imam hatip liselerine karşı kampanya açarken, öte yandan da ‘misyonerlik’ tehlikesine dikkat çekiyordu. Peki bu tavrı ‘normal’ kabul etmek mümkün mü?
Türkiye ve dünya gerçeklerini bilenler, sergilenen ‘oyun’un farkına varabilir. “Her hadisenin arkasında bir oyun aramak ne kadar doğru?” diyenlere, “Deprem hariç her şeyin—maalesef—bir ‘senaryo’su olduğu” tesbitini hatırlatalım. Çünkü ‘misyonerlik’ tehdidine dikkat çekenler samîmî olsalar; milletin ve gençlerin imanının tehdit ve tehlike altında olduğuna da dikkat çekerlerdi. Üstelik bu tehdit ve tehlike bu günün değil, geçmiş yılların da konusu olmuştur ve o camiadan hiç de böyle bir tavır sergilenmemiştir. Yani, ‘misyonerler’e karşı kampanya başlatanlar; yıllardan beri devam eden ‘inançsızlaştırma’ gayretlerine karşı bir kampanya başlatmış olsalardı belki bu tavırlarında bir hakikat payı olurdu. Gençlerin imanları çalınırken, binlerce kişi iman nimetinden mahrum olurken susanların, son yıllarda dine sahip çıkar pozisyon alması kimseyi yanıltmamalıdır.
Yaşanan problemler bir iki ‘il’in değil, bütün bir Türkiye’nin problemidir. Lütfen doğru teşhis koyup, doğru çarelere baş vuralım.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Barış dolu bir dünya için |
|
Dert yanageldiğimiz kötülüklerden uzak; barış, huzur ve mutluluk dolu bir dünyada yaşamayı kim istemez ki?
İnsanın içinde kötülük yapma duygusu varsa, bu duygu köreltilmemişse insanları polisiye tedbirlerle nereye kadar kötülüklerden uzaklaştırabiliriz ki? Polis de nihayet insandır; polise de bir polis gereklidir. Bunun sonu gelmez.
Ama Allah inancı kalplere gizli bir polis gibi yerleştirilir, görev bilinci aşılanırsa o zaman polise de gerek kalmaz; insanlar kendi istekleriyle kötülüklerden uzaklaşırlar.
Peki, namazın kötülükleri önlemedeki rolü nedir?
İmanın ilk ve en önemli meyvesi, imandan sonra en büyük hakikat olan namaz inkişaf ettiği ölçüde kötülüklerden uzaklaştırır insanı. Namaza başlayan insan hayatına bir çekidüzen verir, nice yanlışlarına elveda çeker.
Tabiî ki bu da namazın şuuruna varıldığı ölçüde gerçekleşir. Kur’ân açıkça “Muhakkak namaz, insanı aklın ve dinin kötü gördüğü her şeyden uzaklaştırır”1 buyurmuyor mu?
Resûl-i Ekrem (asm) zamanında bir gençten söz ettiler: “Ya Resûllallah!” dediler. “Falan genç var ya, hem namaza geliyor. Hem de günahlara devam ediyor. Ne buyurursunuz?”
“Ona dokunmayın!” buyurdu Allah Resûlü (asm). “Onun namazı onu kötülüklerden alıkoyacaktır.”
Gerçekten de gencin bir süre sonra kötülükleri terk ettiği görüldü.
Namazdaki bu sır çok şey anlatır insana. Dünyanın dirlik ve düzenini, huzur ve mutluluğu isteyen herkes kendi namaz kılmasa, hatta inanmasa dahi barışı sağlamak için bu kadar önemli olan namaza mutlaka taraftar olur.
Nisan ayının başlarında Şadi Eren ve Ramazan Tamer Beylerle birlikte mahallî Diyanet Sen’lerin davetlisi olarak Isparta’nın ilçeleri Şarkikaraağaç ve Yalvaç’la Afyon’un Sandıklı ilçesinde peşpeşe namazla ilgili konferanslara katıldık. Herbirimiz namazın değişik yönlerini ele aldık.
Ülkenin dört bir yanında değişik il ve ilçelerde yüzden fazla verilen namazla ilgili konferanslar bu hakikate olan açlığımızı göstermiyor mu?
Namazı gerçekten hakkıyla anlasak ve onu hayatımıza yansıtsak iç dünyamız olduğu gibi dış dünyamız da güllük gülistanlık olacak; barış, huzur ve mutluluk dolu bir dünya kuracağız.
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde namaza onca önem verilmesinin bir sırrı da bu değil midir?
Dipnotlar:
1- Ankebût Sûresi: 45.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Her şeyin melekûtu Allah'ın elinde” ne demektir? (2) |
|
Mülk, eşyayı ve varlıkları yatay ilişkileri içinde görme, değerlendirme ve şekillendirmedir. Melekût ise dikey... Mülk cephesinde “hikmet”, melekût cephesinde “kudret” ön plandadır. Yani, dünyamızdaki maddî, bedenî olaylar, şart ve sebeplere bağlı olarak tedricî ve basamak basamaktır. Melekût, mânâ, ruh âleminde ise, bir anda meydana gelirler. Ruhun dolaşması, pek çok işi bir anda yapması ve saniyelik rüyalara pek çok işin ve olayın sığması gibi.
İnsan, bir nimetteki hem mülk, hem melekût boyutunu fark edecek duygu ve lâtifelerle yaratılmıştır. Hayvan, yer-içer, ama melekût boyutunu fark etmez. Eğer, insan da hayvan gibi yer, içer, hiçbir şeyin farkına varmazsa Mün’im-i Hakikî’ye, yani Hakikî Nimeti Veren’e teşekkür etmezse, mülk boyutunda dolanıyor demektir. Çünkü insana takılan cihazlar ve duygular, yediği gıdaların ihtivâ ettiği vitamin değerlerinin farkında olabilmesini sağlar. İnsan bu “insanî” cihazların “kimin ihsanı/ikramı” olduğunu da anlayabilir.
Mülk dairesindeki “nesnelerin, hadiselerin ve sebeplerin” mânâlarını “melekût” yüzlerinde buluruz. Melekût, nimete bakıldığı zaman Mün’im’i, yani Nimeti Vereni, san'ata bakıldığı zaman Sâni’yi, sebepler gözlendiğinde Hakikî Tesir Sahibini, Allah’ı zihne getirmektir. Bu, san'attan san'atkârı, fiilden faili, ikramdan ikram edeni gören gerçek bir bakıştır.
Meselâ güneşe maddî gözlük ve mülk gözüyle bakan felsefeci “Güneş büyük bir ateştir. Dünya ile gezegenler, ondan uçan parçalardır; çekimle Güneşe bağlı kalarak yörüngelerinde hareket ediyorlar” der.
Melekût gözlüğüyle bakan Kur’ân, “Güneşi sizin için kandil yapmıştır”1 der. Böylece Esma-i Hüsnâ’nın (Allah’ın güzel isimlerinin) yansımalarına bakmak için bir pencere açar ve iç yüzünü göstererek ondaki nimetleri dikkate verir.
Dipnot: 1- Nûh Sûresi, 16.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kimimiz muhacir, kimimiz ensar konumundayız |
|
Fitneye karşı Ensar çağrısı-6
Mekke'deki müşriklerin şerrinden, zulmünden kaçarak Medine'ye hicret eden Resûl–i Ekrem (asm) ve sahabileri, orada Müslüman din kardeşleri tarafından kemâl–i muhabbetle ve tam bir muavenet ruh ve şuuruyla karşılandılar.
Mekke'den gelen Müslümanlar muhacirdi. Medine'deki Müslümanlar ise, onlara kol kanat gerdiler ve hakikî kardeşlik duygularıyla sahip çıktılar. Onlara her bakımdan yardımcı oldular. Hz. Peygamber'in (asm) tavsiyesine uyarak, muhacir kardeşleriyle hemen her şeylerini paylaştılar. Din kardeşlerini mallarına, mülklerine dahi ortak ettiler.
Bu durum karşısında, gerek müşriklerin ve gerekse münafıkların yapabileceği bir şey kalmıyordu. Fitnekâr çabaları boşa çıkıyordu.
İşte, bugünün Müslümanlarının da, herbiri bir hakikat ve istikamet yıldızı olan sahabeleri örnek almaları, onların yardımlaşma ahlâkıyla ahlâklanmaları gerekiyor.
Tâ ki, bu zamanın zındıkları ve dessas münafıkları da sukût–u hayale uğrasın ve her türlü menfî çabaları boşa çıkartılsın.
Böylesi bir hizmet ve gayret, günümüz şuurlu iman sahipleri için en büyük bir kahramanlık olsa gerektir.
* * *
Değişik vesilelerle, zaman zaman ülkemizin çeşitli beldelerine, bölgelerine gidiyoruz. Şarkî Anadolu, Garbî Anadolu vilayetlerine seyahatlerde bulunuyoruz.
Bakıp görüyoruz ki, bu vatanda yaşayan hemen herkes ya muhacir, yahut da ensar konumundadır.
Bilhassa, İslâmî hayatın yeniden inkişafı için hayatını ve herşeyini feda eden Üstad Bediüzzaman ile hâlis talebeleri de, tam bir ensar–muhacirin ruh ve şuuruyla birbirlerine sahip çıkarak karşılıklı muavenette bulunmuşlardır.
Sıddık ve Mübarek Süleymanlar, Santral Sabriler, Hafız Ahmetler, Hafız Aliler, Asımlar, Hulûsîler, Re'fetler, Feyziler, Tahirîler, Sungurlar, Zübeyirler, vesâireler, bütün hâlis, sâdık, kahraman Türk gençleri, diyâr diyâr gurbetlik yaşayan Üstad Bediüzzaman, yahut Garibuzzaman'ın etrafında haleler, kaleler gibi durmuş, hayatlarını müşterek nur hizmetine fedâ etmişlerdir.
İşte ey Kürt menşeli kardeşler! Bunlar gibi yüzlerce, binlerce Türk kardeşlerin aziz hatırası ne kadar zikredilip yâdedilse, yine az gelir.
Tam bir fedaî gibi Nur hizmetinde bulunan bu kahramanları, zalimane hiçbir baskı caydıramadı. En dehşetli propaganda faaliyeti, onları yolundan caydıramadı; hatta, onları tereddüde dahi düşüremedi.
1925–60 yıllarında olduğu gibi, bugün de bizlere lâzım olan, o ihlâslı kahramanların ahlâkına, anlayışına, iradesine sahip olmak, onların sebatkâr tavrını aynen sergilemeye çalışmaktır.
* * *
Şükürler olsun ki, o "saff–ı evvel"de bulunanlara benzer kardeşane yaklaşımlar bugün de devam ediyor. Aynen ve hatta artarak devam etmeli. Zira, buna şiddetle ihtiyaç var.
Evet, memuriyet gibi tayinlerle, nakillerle, iş veya evlilik sebebiyle, yahut da güvenlik gerekçesi gibi daha başka muhaceretlerle, pekçok insanımız ya Şark'tan Garba, ya da Garb'tan Şark'a gitmiştir.
Dolayısıyla, hemen hepimiz, ya muhacir veya ensar durumunda kalmışız. Hamdolsun ki, birbirimize sahip çıkıyor ve muavenet düsturuna riayet etmeye çalışıyoruz.
Fakat, bazan bu hizmette zayıf veya kifayetsiz kalabiliyoruz. Bulunduğumuz ortam ve çevrelerde, bazan bir Türk, yahut Kürt kardeşimiz, ırkçılar tarafından tahkir veya tezyif ediliyor. Unsuriyet damarına basılarak, aksi tesirler uyandırılmaya çalışılıyor.
İşte, bilhassa bu gibi durumlarda Nur talebelerine büyük vazife düşüyor. Vazife de şudur: Böylesi durumlarda, herbir kardeşin ensar ruhuyla öne atılması ve diğer din kardeşini müdafaa etmesi gerekiyor. Tâ ki, hem unsuriyet damarları depreşip kabarmasın, hem de sahabe mesleğinin gereği olan din kardeşliği hayat bulup inkişâf etsin.
Bugünün sosyal fitne ateşini, ancak bu sûretle söndürmek mümkün.
Ne mutlu, bu fitne ateşini söndürmeye ve muhtemel yangınlara karşı teyakkuz vaziyetinde bulunmaya çalışanlara...
GÜNÜN TARİHİ 21 Nisan 1938
Pakistan'ın M. Akif'i: M. İkbal
Pakistan'ın millî şâiri Muhammed İkbal, Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Birçok yönüyle Mehmed Akif'e de benzetilen İkbal, 1873'de Pakistan'ın Pencap eyaletinde dünyaya geldi. Ailesi dindar ve tasavvuf ehli kimselerdi. Bu sebeple, onun ilk eğitimi Kur'ân–ı Kerim oldu.
Daha sonra medresede eğitim görmeye başladı. Arapça ve Farsça dersler aldı. Edebiyatla yakından ilgilenmeye koyuldu.
Lahor'da yüksek tahsilini tamamladıktan sonra, Doğu Dilleri Fakültesine hoca olarak tayin edildi. İlk şiirleri de bu dönemde yayınlanmaya başladı.
Bilâhare İngiltere'ye gitti. 1905'de Londra'daki Chambrich Üniversitesi'nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kaldı. Burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesinde hocalık yaparken, bir yandan da İslâmî konularda konferanslar verdi.
Buradan da Almanya'ya giderek, Münih Üniversitesi'nde felsefe dalında doktora yaptı.
1908'de ülkesine döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.
Hürriyet ve bağımsızlık üzerine yazdığı coşkulu şiirler, Hindistan'daki İngiliz sömürgesi olmuş Müslümanların intibaha gelmesine vesile oldu.
Aynı heyecan dalgası, Pakistan'ın kuruluşuna ve bağımsızlığına da büyük hizmet etti. İkbal, bilhassa bu yönüyle M.Akif'e çokça benzetilmiştir.
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısa kısa |
|
Antalya’dan okuyucumuz:
*“Câmiü’s-Sağîr’in 1. Cildinin 428 No’lu hadisinde, ümmetin başına geleceği haber verilen kızıl rüzgâr, yere batma ve sûret değiştirme belâlarının mahiyetleri nelerdir?”
Bahsettiğiniz hadiste Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Ümmetim şu on beş şeyi işlediğinde başına belâlar gelir: Devlet malının ganimet bilinmesi ve çarçur edilmesi. Emanetin ganimet bilinip istismar edilmesi, zekâtın angarya kabul edilmesi. Kişinin karısına hilafsız itaat ettiği halde, annesine isyan etmesi. Arkadaşına iyilik ettiği halde, babasına cefâ ve eziyet etmesi. Camilerde gürültülerin yükselmesi, halkın en aşağılık kimselerinin söz sahibi olmaları. Kişiye şerrinden korkulduğu için iyilik edilmesi, içkilerin serbestçe içilmesi, ipek elbiselerin giyilmesi. Şarkıcı kızların çoğalması, çalgı âletlerinin yaygınlaşması, bu ümmetin sonunun evveline lânet okuması. İşte o zaman bir kızıl rüzgâr, yere batma veya sûret değiştirme belâlarını beklesinler.”1
Bu hadiste, Allah’ın gazabına (gayretullaha) sebep olacak dehşetli hatalardan haber veren Allah Resûlü (asm), bu hatâ ve haramların çoğunun yaygınlaşmasının başlı başına bir belâ olduğunu, Allah’ın Celâl tecellîsinin böyle hatâlardan sonra can yakıcı biçimde söz konusu olabileceğini, bundan sakınılması gerektiğini bildirmektedir.
Bahsedilen kızıl rüzgâr, yere batma ve sûret değiştirme belâlarını hakîkî mânâlarında anlayabileceğimiz gibi, birer teşbih ifâdesi olarak zikredildiğini söylemek de mümkündür. Elbette takdir ve hüküm Allah’ındır. Aynen zikredildiği şekilde verebileceği gibi, hafifletmesi de, affetmesi de Kendi yüce takdirindedir.
Burada geçen “kızıl rüzgâr”dan; kavurucu ve yakıcı rüzgârlar, sıcak atmosfer, volkanlar, yanardağlar, yangınlar, ateş ve hararet âfetleri, şimşekler, yaygınlaşan ve saldırganlaşan bilinçsizlik, övünülen ve çoğunluğu saran cahillik; “yere batma” belâsından, çoğalan depremler ve yer sarsıntıları, manevî olarak alçalma, çökme ve batmalar, Allah’ın, meleklerin ve mü’minlerin lânetine uğrama; “sûret değiştirme” belâsından, ceset itibariyle dünyada veya kabirde çirkinleşme, çaresiz hastalıklara ve musibetlere uğrama, maddî-manevî problemler altında bunalma, psikolojik gerginlikler ve depresyonlar geçirme, umduklarına ulaşmama, korktuklarının eliyle perişan olma, amelinden hayır ve fayda görmeme gibi musibet ve belâları algılamak mümkündür.
Şüphesiz af da, gazap da Cenab-ı Allah’a aittir. İsyan ve itaat ise kula aittir. Cenâb-ı Hak her zaman isyan içinde olan kullarını gerek peygamberleri eliyle, gerekse muhtelif musibetler diliyle uyarmıştır. Bu İlâhî uyarıları algılayarak tövbe ve istiğfar edenlerse her zaman kurtulmuşlardır. Kendini ıslâh eden toplumlara Cenâb-ı Hak her zaman rahmet nazarıyla bakmıştır.
Cenâb-ı Hak üzerimizden, toplumumuzdan, İslâm âleminden ve insanlıktan rahmet nazarını eksik etmesin. Âmin.
***
Burdur’dan okuyucumuz:
*“İstibrâ ne demektir? Açıklar mısınız?”
İstibrâ lügatte beri olmak istemek, temizlenmek arzusunu eyleme dönüştürmek, fiilî arınma dileği ve kirlerden arınma isteği demektir. Istılâhta ise istibrâ, idrardan sonra idrarın damlasından korunmak için, sızıntının tamamen kesilmesini beklemeye denmiştir. İdrar sızıntısını bekleme süresi kişiden kişiye değişebilir. Kişi kendi durumuna göre istibra yapmalı, sızıntının tamamen kesildiğine kanaat getirince abdest almalıdır. İdrar sızıntısını tamamen kesmek için yürümek, öksürmek, yaslanmak gibi vücut hareketlerinden yararlanılabilir.
İstibrâ etmeden abdest almamalıdır. Çünkü abdest aldıktan sonra gelecek sızıntı, bir damla da olsa abdesti bozar. Fakat istibra yaptıktan sonra, bunu fazla şüphe ve vesvese konusu yapmaya da gerek yoktur.
Hiç şüphesiz istibrâ konusu özür sahibi olmayanları ilgilendirir. Özür sahibi olanlar, özürlü hükümlerine tâbidirler. Dinde zorluk yoktur.
***
İstanbul’dan bayan okuyucumuz:
*“Kaza orucunu kasten bozan birisi kefaretle yükümlü olur mu?”
Kefaret orucu yalnız Ramazan orucunu kasten bozmaya verilen bir cezâî müeyyidedir. Her ne kadar Ramazan orucuna dayalı olarak tutuluyorsa da, kaza orucuna böyle bir ceza getirmenin dinî bir dayanağı ve delili yoktur.
Binaenaleyh, kaza orucunu bozan kişi, bir başka gün yeniden kaza orucu tutmaya niyet etmekle yükümlü olur. Cezaî bir yükümlülük söz konusu olmaz.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 1/428; Tirmizî, Fiten, 31
21.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|