Dertlerimizden biri de okumayı ‘iş’ olarak görmememizdir. ‘Okuma alışkanlığı’ demiyorum, çünkü ‘alışkanlık’ bir bakıma ‘olsa da, olmasa da olur’ faaliyetler arasında sayılabilir. ‘Okuma’yı alışkanlık seviyesinden çok daha yukarıda tutmalı ve onu bir iş, hayatın vazgeçilmezi olarak anlamalıyız.
Yanlış anlaşılan bir konu da ‘okuma’yı sadece okul bitirme, eğitim alma şeklinde anlamaktır. Hayatın vazgeçilmezi olmasını arzu ettiğimiz şey, okul kitapları dışındaki kitapları okumak olmalıdır. Kişinin yaşı ve ilgi duyduğu konulara göre değişmekle birlikte, hepimize hitap eden kitaplar vardır. Kimi hikâye okur, kimi roman ya da tarih kitabı. Ama mutlaka okumak gerektiğini idrak etmeli ve mümkün olduğu kadar okumayı teşvik etmeliyiz.
Ne yazık ki, günümüzde kitaplar ‘pahalı’ ürünler arasında yer alıyor. Herkes istediği kitabı alabilecek maddî imkâna sahip değil. Ya da, ‘kitap’ satın almak ve okumak ihtiyaç listesinin ön sıralarında yer almadığı için ‘pahalı’ olması bahane ediliyor. Neticede, kitaplara ulaşamayan bir kitle ve gençlik ortaya çıkıyor.
Bu eksikliği gidermek için açıldığı ifade edilen kütüphaneler ise arzu edilen görevi yerine getiremiyorlar. Hemen her yıl kutlanan ‘Kütüphaneler Haftası’ resmî açıklamaların yapıldığı konuşmalardan ibaret kalıyor. Toplumun kütüphanelerle dost olabildiğini söylemek imkânsız. Bunun suçu da sadece millette değil elbet. Gerek ulaşım ve gerekse başka imkânsızlıklar sebebiyle kütüphanelerle kaynaşamamışız.
İnternet imkânlarının yaygınlaşmadığı yıllarda kütüphaneler, öğrencilerin ödev yapmak için gittikleri mekânlar haline gelmişti. Son yıllarda ödevler de internet yardımıyla yapıldığı için öğrencilerin de kütüphanelere gitmesi büyük oranda sona erdi.
Tabiî ki kütüphanelerden nasıl faydalanılması gerektiği de tek başına ayrı bir konudur. İşi gücü olan bir vatandaş, istese bile kütüphanelerden istifade edebilir mi? Bu soruya gönül rahatlığıyla ‘evet’ cevabını vermek imkânsız. Bir defa kütüphaneler de ‘mesaî usulüyle’ çalışıyor. Dolayısı ile bir kişinin kütüphaneye gidebilmesi için ‘iş’inden izin alması gerekir. Bu da Türkiye şartlarında mümkün değil. Neredeyse hastahaneye gitmek için izin almakta zorlanan bir ‘işçi’den bunu beklemek imkânsız.
O halde ne yapmalı? En başta kitap okumanın gerekli olduğunu insanlarımıza güzel bir lisanla anlatmalıyız. Bilgi kaynağının kitaplar olduğunu insanlara anlatmak zorundayız. Aynı zamanda televizyonun en büyük ‘kitap-savar/kitap okumaya engel bir âlet’ olduğunu hatırlatmalıyız. Çocuklarımızı ve gençlerimizi kitap dostu yapabilmek için televizyonu bir vasıta yapmalıyız.
Kitap okuma talebi ortaya çıktıktan sonra, insanların kitaba ulaşmasının önündeki engelleri kaldırmanın yollarını da aramalıyız. Ya kütüphanelerden ‘emanet kitap alma’ yolu açılmalı, ya da kitapların daha uygun fiyatlarla satışının temin edilmesi gerekir. Kitap okuma, devlet tarafından maddî anlamda da teşvik edilmelidir. Bunun ayrıntıları düşünülmeli ve planlanmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde göreve yeni başlayan bir kaymakamla sohbet ediyorduk. İngiltere’deki kütüphanelerden bahsederken, kütüphanelerin her saat açık ve hizmet verebilir durumda olduğunu söyledi. Bizde ise kütüphaneler de ‘mesaî’ düzenine göre çalışıyor ki bu yolla milletin kütüphanelerden istifade etmesi kolay değil.
Konuyla ilgili olarak İÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan Köseroğlu şöyle demiş: “Çocuk, kütüphaneyi, gidip eğlenebileceği, hoşça vakit geçirebileceği bir yer olarak görmeli. (...) Neredeyse oyuncakçı gibi bir yer olmalı” demiş.
İstanbul İlk Halk Kütüphanesi Müdürü Ayten Şan da şöyle konuşmuş: “Eğitim sisteminde okuma alışkanlığı kazandırılmıyor maalesef. Çocuklar orta okula geldiğinde iyi bir liseye girmek, liseye geldiğinde ise üniversiteye girebilmek için bir yarışın içine giriyor.” (Zaman, Pazar eki, 25 Mart 2007)
“İyi bir kitap”ın “iyi bir dost” kadar önemli olduğunu kavradığımızda kütüphanelere dost olabiliriz.
18.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|