Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Sivil irade



Gündemin Nabzı (Bizim Radyo) programında Hak-İş Başkanı Salim Uslu telefonla konuğum...

Soruyorum:

“Türkiye Sivil Toplum Platformun amacı nedir?”

Elcevap:

“Türkiye Sivil Toplum Platformu henüz yeni bir kurum. Demokrasinin geleceğine, Türkiye’nin son gelişmelerine karşı sivil inisiyatifi geliştirmek... Sivil Toplum kuruluşları olarak Parlamentoya destek vererek anayasal kurumları işletebilmek... İstiyoruz ki, parlamento görevini yapsın, sorumluluklarını yerine getirsin. Eğer sistem işlemezse kaos olur.”

Soruyorum:

“14 Nisan’da yapılan gösteri elbette bir kısım insanların görüşlerini yansıtıyor. Acaba siz alternatif bir gösteri düşünüyor musunuz?”

Cevaba dikkat:

“Hayır. Alternatif olma gibi bir derdimiz yok. Ancak şunu söyleyebilirim. Miting başsızdı. Mitingi düzenleyenlerin büyük bir mahcubiyet içinde bir köşede izlediklerini gözlemledim. Kürsüde konuşulanlar, mitingin ahengini bozmaya çalıştı. Yapamadılar. Siyaset dışı kurumların, özellikle üniversite rektörlerine karşı duyduğumuz rahatsızlığı dile getirdik.”

Bir başka soru:

“Sivil Toplum Platformun açıklamaları, Cumhurbaşkanı adayı olarak adı sık geçen Başbakan R. Tayyip Erdoğan’a destek olarak yorumlanabilir mi?”

Uslu cevap veriyor:

“Hayır. Gerek yok. İhtiyacı da yok. Hem Başbakan Erdoğan adaylığını bile açıklamış değil. Ancak adaylığını kim açıklarsa açıklasın bu, parlamentonun görevi. Biz istiyoruz ki, Meclis görevini yapsın. Parlamento sistemi işletsin. Parlamentonun temsil yetkisine karşı duyarlılık oluşsun.”

Bunlar özetle aktardıklarım.

Görülüyor ki, Sivil Toplum Kuruluşları artık “duyarlılığı” ele alacak. Şimdiye kadar almalıydı.

Zira, bir dönem, özellikle 28 Şubat’ta STK’lar psikolojik savaş aracı olarak görüldü.

Maalesef STK’lar o dönem sınıfta kaldı.

“Andıç” haberinin ardından Emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu söylenen günlükte ifade edilen satırlara ne demeli?

Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Korgeneral Aslan Güner tarafından hazırlandığı iddia edilen belgede geçen şu ifadeler ise ‘Ordu Göreve’ pankartlarının açıldığı STK gösterilerinin nasıl yapıldığını açıklar nitelikte:

“Toplumsal Gelişime Destek Faaliyetleri’nin (TFGD) etkin biçimde yürütülebilmesi amacıyla; TSK olarak TFGD kapsamında müşterek hareket edilebilecek Sivil Toplum Örgütleri’nin tespit edilmesi ve bu örgütlerle işbirliği ilkelerinin belirlenmesine ihtiyaç duyulduğu ilgi ile bildirilmiştir.”

Görülüyor ki, bu son gelişme sevindirici.

İnşallah, temennimiz o ki, STK olarak sivil inisiyatif, demokrasi bilinci ve şuuru yerleşsin.

Bu gün sivil kuruluşlar artık birer aktör.

Bu açıdan iki engeli aşmaları gerekiyor:

-Sadece kendilerine benzeyenlerle işbirliği yapmaları...

-Farklı kültürel kimliğe sahip ama aynı ahlâkî kaygıları paylaşmalı. Birlikte çalışabilmeli.

Böylelikle vatandaşların temel hakları konusunda ve demokrasi bilinci ile kısaca birlikte, tek yumruk halinde siyasette etkin olabilmeli.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Ali Mutlu Ağabey



Ömrünü iman hizmetine adamış nur fedailerinden Ali Mutlu Ağabey de mutluluk diyarına doğru yola çıktı. Mutlu Ağabeyimizin vefat haberini, gecenin geç saatlerinde Yeni Asya’nın internet sayfasından öğrendim. Birden hayalimin nazarı 1973 yılına doğru uzandı. Kendimi Kayseri’nin “Kılnamaz” apartmanında, Ali Ağabeyimin karşısında buldum. Tok sesi, güler yüzü ve insana güven veren görünüşü ile beni kucaklıyor, “Hoş geldin gardaşım” diyordu. Sonra yanına oturtuyor, saatlerce Risâle-i Nur’dan, Bediüzzaman’dan bahsediyordu.

O yıl Devlet Parasız Yatılı sınavlarını kazanarak Kayseri Teknik Lise’sinde okumaya başlamıştım. Küçük yaşlarda, rahmetli babamın da telkinleri ile namaza başlamış olduğum için, pansiyonun mescidinde namazlarımı da kılmaya çalışıyordum. Okulun ilk günlerinde mescitte tanıştığımız arkadaşlarla birlikte namaz kılıyor, bazen de dinî sohbetler ediyorduk.

Bir gün elimdeki Yeni Asya’yı mescitteki rafın üzerine bırakmış, namaza durmuştum. Benden önce namazını bitiren bir arkadaş mescitten çıkmadı ve benim namazı bitirmemi bekledi. Sonra da “Allah kabul etsin” dedi, sohbete başladık. Yeni Asya’yı göstererek, “Bu gazeteyi devamlı okuyor musun?” dedi. Ben de “evet” deyince, çok sevindi. Sonra da “Derslere devam ediyor musun?” diye sordu. Ben de ders deyince, okul derslerinden başka bir şey bilmediğim için, “Tabiî devam ediyorum, buraya okumaya geldik, hiç devamsızlığım yoktur” dedim. Arkadaş güldü, “Yani Nur derslerine” dedi. Bir şey anlamamıştım. Bu defa, “Ders programımızda öyle bir ders yok” deyince, arkadaşım durumu anladı. “Eğer kabul edersen bugün seninle bir yere gidelim, orada Risâle dediğimiz dinî eserler okunuyor, sohbet ediliyor” dedi. Ben de “tamam” dedim. Zaten öyle ortamları çok severdim.

Akşam yemeğinden sonra arkadaşımla birlikte pansiyondan ayrıldık. Biraz sonra kapının üzerinde “Kılnamaz” yazan bir apartmana geldik. Ben oldukça heyecanlıydım. “Acaba burada nasıl bir ders yapılıyor, adamlar sakallı ve cüppeli mi, onlara ne diye hitap edeceğim?” diye kafamda çeşitli düşüncelerle içeri girdim. Ter temiz bir mekân, nur yüzlü gençler ve onların arasında orta yaşlı, güler yüzlü ve sıcak bakışlı bir insanla karşılaştım. Arkadaşım, beni onlarla tanıştırdı. Herkesin yüzü gülüyordu. O kadar sıcak, o kadar içten ve samîmî bir şekilde karşılanmıştım ki, bir anda kendimi sıcak bir aile ortamında buldum. Arkadaşım, “Ali Abi, bu arkadaş bizim okuldan, mescitte tanıştık” deyince, nur yüzlü Ali Abi ayağa kalktı, beni öyle bir kucaklayıp bağrına bastı ki, o anda uzun yıllar hasretlik çeken iki kardeşin veya baba ile oğlun kavuşması gibi bir duygu yaşadım. Nur yüzü ve tok sesi ile “Hoş geldin gardaşım” diyordu. O ses, 34 yıldır hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır.

İşte, Ali Mutlu Ağabey ile karşılaşmamız böyle olmuştu. O gün bana saatlerce Risâle-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı anlattı. Ayrılırken de yine aynı sıcaklıkla kucakladı ve “İlk fırsatta tekrar görüşelim” dedi. Zaten ben de bu derslere katılmak ve bu nur yüzlü insanlarla tekrar karşılaşmak için tatil günlerini iple çekiyordum. Akşamları fırsat buldukça, hafta sonları pansiyondan yoklama alınınca hemen Kılnamaz apartmanına koşuyor, Ali Ağabey ve diğer kardeşlerle bir araya geliyordum. Kısa sürede aramızda sıcak bir bağ oluşmuştu. Veya bu sıcaklık zaten varmış da sanki ben yeni keşfetmiştim. O günden sonra Yeni Asya’yı da daha bir bilinçli olarak okumaya ve anlamaya başlamıştım.

Ali Ağabey’in üzeri tenteli bir kamyoneti vardı. Hafta sonları bizi bindirir, Kayseri’nin en güzel mesire yerlerine gezmeye götürür, oralarda bize Nur dersleri yapardı. Giderken toplu halde ilahîler ve marşlar söylerdik. Özellikle “Hak Yol İslâm Yazacağız” marşını söylerken yüreğimiz kabarır, sesimiz daha bir gür çıkardı. O da bizimle birlikte marş okur, bizleri coştururdu.

Geçen gece internette okuduğum kısa haberde, “Risâle-i Nur hizmetinin önde gelen emektarlarından Ali Mutlu, geçirdiği kalp krizi sonucu Hakk’ın rahmetine kavuştu” yazıyordu. Şimdi o, mutluluk diyarında mutlu insanların arasında, gerçek ve ebedî mutluluğa kavuşmuş bulunuyor.

Kendisine Cenâb-ı Hak’tan sonsuz rahmetler, ailesine ve yakınlarına sabr-ı cemil diliyorum.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Merhamet hissinde ölçü



Cenâb-ı Hakkın insan mahiyetine koyduğu yüzlerce duygudan biri de merhamet hissidir. Bu his, insana verilen duyguların en güzellerinden biridir. Merhamet olmasaydı, insanın yırtıcı canavarlardan farkı kalmazdı.

Sosyal hayatın âhengini, âsâyiş ve huzurun temel taşlarını teşkil eden unsurların başında hürmet ve merhamet duyguları gelir. Emniyet, itaat ve helâl-haramı bilip haramdan çekinmek diğer esaslardır. Bu esasları temin eden en temel kaynak ise, tahkikî imana dayalı sağlam bir inanç ve itikattır. İmanı zayıf veya yoksun bir toplumda emniyet ve huzur ortadan kalkar, anarşi ve kargaşa hâkim olur.

Merhamet duygusunun gerçek anlamda bir kalpte bulunmasını sağlayan, din hakikatidir. Dini dışlayan her türlü terbiye ve eğitim sistemleri, merhametten yoksun fert ve toplumların oluşmasına sebebiyet verir.

“Bizim büyüklerimize hürmet, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden değildir”, “Yerdekilere merhamet et ki, gök ehli de sana merhamet etsin” gibi yüzlerce hadis-i şerifle merhamet hakikatine dikkat çeken Kâinatın Efendisi (asm), dinin temel unsurlarından birisine vurgu yapıyor.

İnsanın merhamet etmesi gereken varlıklar içinde en başta geleni, yine insanın kendisidir. Emir ve yasaklar dâiresinin dışında yaşayan, hem dünyasını hem de âhiretini berbat eden insanlar, kendilerine merhamet etmiyor demektir. Çünkü, iman ve ibâdetten uzak bir hayat mânevî bir cehennem azabı içinde olduğu gibi, âhirette ise gerçek Cehenneme yuvarlanmaktan kurtulamaz. Bu açıdan bakıldığında merhamet eden kişi, en evvel kendisini iman ve itaat dâiresine atmalı, sonra en yakınlarından başlayarak çevresine iman ve İslâm hakikatlerini tebliğ ederek ateşten kurtarmaya çalışmalıdır.

İnsana verilen merhamet hissi, İlâhî merhametin bir cilvesidir. Elbette Allah’ın rahmetinden fazla merhamet etmemek ve Allah Resûlünün (asm) şefkatinden ileri geçmemek gerektir. Aksi takdirde o merhamet, merhamet değildir. Dengesini kaybetmiş ve ölçüyü kaçırmış çarpık bir histir. Kâfirlerin ve münâfıkların Cehennemde ebedî kalmalarını ve yanmalarını merhametine sığıştıramamak ve zorlama yorumlar yapmak, Kur’ân’ın ve bütün semâvî dinlerin önemli bir kısmını inkâr anlamına gelir. Aynı zamanda büyük bir merhametsizlik ve zulmetme durumu da vardır. Çünkü, Üstadın verdiği misâlde olduğu gibi: “Masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşî bir vicdansızlıktır.” Bu yüzden milyonlarca Müslüman’ın ebedî hayatlarını mahveden ve günahlara sokan ve bunu sistemli bir tarzda yapan adamlara taraftar olmak, merhamet ederek azaptan ve Cehennemden kurtulmalarına duâ etmek; elbette o mazlûm ehli imana çok çirkin bir merhametsizlik ve vicdansızcasına bir zulümdür. Zirâ, inkâr, dalâlet ve münâfıklık, kâinata büyük bir hakaret ve umum varlıklara büyük bir zulümdür ve rahmetin kalkmasına ve âfetlerin gelmesine bir vesiledir. Bu îtibarla, kâfirlerin ve münâfıkların azap çekmesine acıyıp merhamet eden insanlar, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve merhamet etmiyorlar demektir.

Bir topluluğa dahil olanın, o topluluğun nizamını ve düzenini bozmaması esaslı bir kaidedir. O nizamın daha da kuvvetlenmesine ve kökleşmesine çalışmak bir vecibedir. Aksine hareket edenlerin olumsuz durumlara düşmesine acımak ve kurtulmasına gayret etmek de bir vazifedir. Çünkü, Üstadın ifâdesiyle, “Asıl hüner, kardeşini fenâ gördüğü zaman onu terk etmek değil, muhabbetle kurtarmaya çalışmaktır.” Ancak, her şeye rağmen hatâda ısrar ediliyorsa, o safhadan sonra gösterilecek merhamet de merhamet değildir. Zirâ, o takdirde diğer fertlere merhamet edilmiyor demektir.

Evet, her şeyde ölçü önemli olduğu gibi, duygularımızda da ölçülü olmak ve dengeyi muhafaza etmek vazgeçilmez hayat prensibimiz olmalıdır.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hangi tehlike?



Yedi yıllık görev süresinin bitmesine günler kala veda mesajını Harp Akademileri Komutanlığında konuşarak vermeyi tercih eden Sezer’in bu konuşmasında da yeni ve farklı bir unsur yoktu. Daha evvel defalarca dile getirdiği hususları orada bir kez daha tekrarlamış oldu.

Bu sebeple mi bilmiyoruz, medyada da pek fazla yankı bulmayan konuşmada öne çıkarılan mesaj, “siyasal rejim”in cumhuriyetin başından bu yana benzeri görülmemiş bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu yönündeki iddia ve söylemdi.

Hatırlanacağı gibi, aynı değerlendirme daha önce de Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt tarafından “cumhuriyet” için dile getirilmişti.

Sezer “Siyasal rejim tehdit altında” diyor.

Hükümet cenahı ise bu iddiaya karşı çıkıyor ve halkın bu kanaatte olmadığını ifade ediyor.

Sonuçta, devletin tepe noktalarında bu konuda da bir mutabakat olmadığı ortaya çıkıyor.

Ve bu tablo, “Tehlike var” görüşünde olanlar arasında bir “terminoloji” birliğinin dahi sağlanamadığını ortaya koyuyor. Gerçekten, tehlikede olan ne: Cumhuriyet mi, siyasal rejim mi?

“Siyasal rejim tehlikede” diyen Sezer, bu rejimden neyi kast ettiğini “Atatürk ilke ve devrimleri ile Atatürk ulusçuluğuna bağlı, aydınlanmacı ve çağdaş rejim” sözleriyle izah ediyor.

Peki, tehlike iddiasının delili ne?

Laiklik ve Atatürkçülük başta olmak üzere cumhuriyetin ilke ve değerlerinin tartışılması...

İyi de, tartışma niye tehlike oluştursun? Tam tersine, eğer bu ilke ve değerlerin doğruluğundan ve sağlamlığından emin iseniz, tartışılmasından memnuniyet duymanız gerekmez mi? Tartışmadan çıkacak sonuçların, sizin tezinizi daha güçlü bir şekilde tasdik ve teyid edeceğinden şüpheniz mi var?

Aksi halde, yani tartışmayı tehlike saymak, söz konusu ilke ve değerlerin zorla ve dayatma ile ayakta tutulmaya çalışıldığı gibi bir kanaate yol açar ki, bu durum savunduğunuz tez açısından dahi çok daha tehlikeli sonuçlar getirir.

Çünkü demokrasi ve onunla birlikte gelen hür tartışma ortamı geliştikçe, dayatmaların ve korudukları fikirlerin “gücü” ve etkisi zayıflar.

Yoksa asıl korkulan durum bu mu?

Eğer bu ise, ne yapılırsa yapılsın, sonuç değişmeyecek. Çünkü dünyanın da, Türkiye’nin de gidişatı demokrasi ve özgürlükler yönünde.

Ülkemiz bu açıdan sancılı bir geçiş dönemini yaşıyor. Demokrasinin gelişmesi, Sezer’in tanımladığı anlamdaki rejimin payanda ve dayanaklarını sessizce birer birer ortadan kaldırırken, o rejimi ayakta tutan statüko elindeki imkân ve kozları demokrasi ve özgürlüklere karşı kullanmak için canhıraş bir çabayla çırpınıyor.

Sivil toplumdan yükselen demokrasi ve özgürlük taleplerinin arttığı bir ortamda, askerî darbe dönemlerinde bile görülmeyen bir uygulama ile Nokta dergisinin askerî savcılık talimatıyla polis baskınına uğraması, çalışanlarının duvara dizilip terörist muamelesine maruz bırakılması, bilgisayarlarına el konulup yayınlarına müdahale edilmesi; yıllardır hizmet veren bir Kur’ân kursunun polis desteğinde yıkılması ve hak arayan başörtülülerin coplanması, bu çırpınışın çok hazin ve ibretli tezahürleri değilse ne?

Peki, bunların demokrasi ve demokratikleşme için oluşturduğu tehlikeden niye söz edilmiyor?

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Çankaya fotoğrafı



Başbakan’ın Almanya gezisini izleyen gazeteciler, uçakta yaptıkları özel görüşmeden çıkarken birbirlerine, “Hayırlı olsun” diye göz kırpmışlar.

Hayırlı olmasını diledikleri, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı değil elbette ki.

Yaptıkları sohbette ki Çankaya tariflerinden sadece Erdoğan çıktığı için, “Hayırlı olsun” demişler.

Daha önce Çankaya meselesi açılınca, o konuyu hemen kapatan Erdoğan’ın bu kez cumhurbaşkanlığı konusunda esprili ve rahat bir dil kullanması onları bu sonuca itmiş.

Erdoğan’ın niyetini okumak için çapraz sorgu yöntemini de kullanmışlar. Aslında buna da gerek yoktu. Harflerden Erdoğan’ı niyetini okuyup, bunu da kitaplaştıran Akif Beki, başbakan’ın hemen yanındaydı. Ona sorsalar her şeyi anlatırdı. Ama onlar biz kendi yöntemimizi kullanırız deyip, çapraz sorguya geçmişler.

Öyle tepesinde yüksek voltajlı bir ışık, izbe bir odada, kötü bir taburenin üzerinde yarı çıplak oturan, elleri arasından bağlı bir adama yapılan,“İtiraf et” şeklinde bir sorgulama değil bu elbette ki. Zarf atma da diyebilirsiniz. Meselâ başbakanların kullandığı ana uçağıyla son gezisinin olup olmadığı sorusu. Erdoğan, “Hayır cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık uçakları için havuz sistemi düşünüyoruz” demiş. Ayrıca cumhurbaşkanının çok uçacağını söylemiş. Zeki bir soru ve yavaş yavaş niyetin açığa vurulduğu cevaplar bunlar.

Bir meslektaşımız da Temmuz ayında getireceği düğün dâvetiyesinden bir sorti yapmış. Dâvetiyeyi Çankaya’ya mı yoksa, Başbakanlığa mı getireceğini sormuş. Sanki kargo şirketinin dağıtım elemanı.

Bunlar da bizim mesleğin cinlikleri işte. Sadece cinlikler yok tabiî ki. Bir de ay vaziyetinde kuşatıp, duruma hakim olma pozisyonu söz konusu. Nasıl mı?

Anlatayım. Başbakan Erdoğan’ın Almanya gezisini izleyip, Erdoğan’ın verdiği mesajlardan coşkuya kapılıp,“11. Cumhurbaşkanı”nı ilân eden gazeteciler ikiye bölünmüşler.

Başbakan fuar açılışından otele dönünce, lobide kendisini bekleyen gazetecileri işaret eden AKP Grup Başkanvekili Salih Kapusuz, “Efendim dördü sizi köşke çıkardı” demiş. Bu arada Erdoğan’la birlikte fotoğraf çektirme önerisi de o sırada gelmiş. Ama Kapusuz, “Köşke çıkmasını isteyenler, istemeyenler” diye ikiye ayrılmasını önermiş gazetecilerin. Sağında isteyenler solunda istemeyenler gibi. Onlar da,”Karar verdiği kanaatinde olanlar, henüz karar vermedi diye düşünenler şeklinde olsun” önerisini getirmişler. Ankara gazeteciliği çoğu zaman böyle köşesiz oluyor. Başbakan’ın etrafındaki ay vaziyeti fotoğraf böyle çıkmış ortaya.

Bu fotoğrafın verildiği bir başka yer daha var. O da AKP grubunun girişi. Ankara temsilcileri tam girişte bir halka oluşturup, başbakanı bekliyorlar. Erdoğan onlarla göz göze gelip espri yapınca da etrafını sarıyorlar.

Özal’ın uçağından inmeyen gazeteciler için “uçan gazeteciler” denilirdi. Erdoğan’ın da etrafında halka olan gazeteciler oluştu. Ne uçtuk, ne hilâl oluşturduk. Biz de doğrudan Meclisin yolunu tuttuk.

Başbakanın grup konuşması vardı. Belki de sondan bir önceki grup toplantısı olabilirdi.

Zaten herkes de o düşüncelerle gelmişti toplantıya. Merhum Özal adaylığını açıkladığı son grup toplantısında, “Kendimi size emanet ediyorum” diye seslenmişti ANAP milletvekillerine.

Demirel ise Demokrat Parti’den söze girmiş, “Yeter söz milletindir” diyerek Halk Partisi karşısında, tek başına iktidar olan Demokrat Partinin bu zaferini bayrağı burca dikercesine lideri Celal Bayar’ı Çankaya Köşküne çıkararak taçlandırdığını anlatmıştı.

“Demokrat Parti iktidar olmuştu, ama bu yetmezdi, o hareketin sembolü olan Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı olması gerekiyordu” demişti. O gün notlarımıza,“Celâl Bayar yani Süleyman Demirel cumhurbaşkanı olmalı” diye yazmıştık.

Başbakan Erdoğan henüz bu noktada değildi. 14 Nisan’da Tandoğan’da yapılan mitingle ilgiliydi.

Bindirilmiş kıtalar dedi. O meydanlara milyonlar sığmaz, biz bu işin kompedanıyız, dedi.

Asıl milletin Karadeniz’de kendi etrafında toplandığını söyledi.

Mitingin demokratik bir hak olduğunun altını çizdi.

Ancak orada yapılan konuşmaların, atılan sloganların tek parti zihniyetini yansıttığını ifade etti.

Miting fotoğrafına bakarak, birilerinin “İki Türkiye” ya da “bölünmüş Türkiye” yorumları yapmalarına tepki gösterdi. Ki bu nokta çok önemli.

Batı algılamak istediği gibi algılıyor. Batı basını o fotoğrafı, bölünmüş şeriatçı, keskin laik iki kutuplu Türkiye gibi bir yere oturtmaya çalıştı. Bu tehlikeli bir bakış açısıydı.

Bütün bunları sıraladıktan sonra sıra Çankaya’ya geldi.

“Şahsımı Çankaya’da görmek istemeyebilirsin. O senin hakkındır” dedikten sonra ekledi, “Ama sen seçmeyeceksin. Milletin vekaletini verdiği Meclis seçecek. Şimdiye kadar 10 cumhurbaşkanı nasıl seçtiyse, 11. cumhurbaşkanını da öyle seçecek”

Tüm bunlardan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olup olmayacağını çıkarmak mümkün değildi elbette ki.

Dün merkez sağın iki önemli partisini DYP ile ANAP ziyaret etti Erdoğan. Bugün partisinin en yetkili organı olan MKYK’da konuyu tartışmaya açacak. Perşembe günü ise Bakanlar kurulunda konuşacaklar. Ondan sonra da partinin üç önemli ismi, Erdoğan-Gül ve Arınç bir araya gelecekler.

Erdoğan’ın aday olup olmaması konusuna geçmeden önce bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Ben Tandoğan’da ve Kocatepe Camiinde oluşan fotoğrafı birbirine saygı sınırları içinde bir demokratik hakkın kullanılması olarak yorumlamaya çalıştıkça, birileri bu fotoğraflardan bir keskinlik, bölünmüşlük ve çatışma üretmenin peşinde. Batılı basının oryantalist zihniyeti ile içeride kriz heveslilerinin arzuları birleşince, bizim gibi demokratik hak olarak bakanlar fazlasıyla iyimser kalıyor.

Bu yüzden bazen içimden “yuh yani” demek geçiyor.

Başbakan Erdoğan’ın yorumları da demokratik hakkın altını çizmekle birlikte ne yazık ki o yönde.

Peki Çankaya süreci nasıl ilerliyor?

Şimdiye kadar 10 kez cumhurbaşkanı seçen Türkiye, bir yenisini seçmek için demokratik kurullarını, anayasal süreçlerini işletiyor. Erdoğan da her geçen gün hedefine bir adım daha yaklaşıyor.

Ama birileri ısrarla bunu, “İnadına Çankaya”ya dönüştürmenin çabasında. Bu inadına Çankaya hesabı AKP ile CHP arasında iki partili bir seçim stratejisine dayanıyor. Sağın AKP’nin, sol’un ise CHP’nin etrafında toplanması hesabı yatıyor bu “keskinleştirmenin” altında.

Çankaya fotoğrafının kareleri de, seçim sandığı da bu hesapların üzerine kuruluyor.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nasıl dershane açtı?



Hafız Osman kolları sıvamıştı medrese-i Nuriye açmak için. Medrese, yani dershane açmanın çok büyük faydaları vardı. Böylece yeni yeni bilgiler edinilir, imanlar güçlendirilir; kaynaşma ve kenetleşme sağlanır, tek vücut olunur, kardeşler birbirlerine şevk ve moral verirlerdi.

Üstadın dikkat çektiği gibi herkes kendi kendine bir derece istifade edebilirdi, fakat herkes herbir meseleyi tam anlamazdı.

Sonra bu dersler iman hakikatlerinin açıklamalarıydı. Aynı zamanda ilim, marifet ve ibadetti. İnsan bilebilir, öğrenmeye de ihtiyaç duymayabilirdi. Ama ibadete muhtaç, marifete müştak veya huzur isterdi. Dolayısıyla herkes bu derslerden istifade ederdi.

Daha öte Risâle-i Nurlar eski medreselerin beş-on senede kazandırdığını beş-on haftada sağlıyordu. Yirmi senedir de sağlamaktaydı.1

Hafız Ali Osman hemen Yalvaç’a dönmüş, medrese açma faaliyetleri içerisine girmişti. Sonunda üç katlı bir ev bulmuş, Nefise isimli yaşlı bir kadından evi kiralamıştı. Hemen Üstada döndü. Müjdeyi verdi. Ancak Üstad, “Maşaallah. Güzel. Ancak ben sahibinden tutulan eve gelirim” demesin mi? “Sahibinden tuttum Üstadım” dediyse de, Üstad yine, “Hayır sahibinden değil” diye karşılık vermişti.

En sıkıntılı günlerinden biriydi o gün Hafız Osman’ın. Çok iyi biliyordu ki Nefise Hanım evin sahibi olduğunu söylemişti. Kadına soracaktı, yine aynı şeyleri söylerse Üstada olan sadakati sarsılmaz mıydı? Endişeli düşüncelerle Nefise Hanımın evine gitmiş, tam bir güvenle “Bu ev sizin değilmiş” demişti. Kadın ısrarla, “Hayır benim” dediyse de Hafız Ali Osman, “Hayır sizin değilmiş” demiş, sonunda kadın, “Benim tasarrufumda. Gurbetteki yeğenimin. Satılıncaya kadar bana bıraktı” deme ihtiyacını hissetmişti. Sonra da yeğenine telefon etmiş, böyle bir iş için kiraya vereceğini söylediğinde rahatsız olan yeğeni küplere binmişti. Hafız Ali Osman, Üstadın “Sahibinden değil” demesinin sırrını çok iyi anlamış, ona olan güveni bir kat daha artmıştı.

“Yeniden harekete geçip güzel bir dershane açtık. Üstadı dâvet ettik. Nihayet Üstad birgün talabeleriyle çıkageldi. Yolda karşıladık. Dershaneye daha kestirme yoldan götürecekken Üstad yan yolu tercih etti ve ev sahibinin kapısını çaldırdı. Hayret, hiç tanımıyordu ev sahibini. Ev sahibiyle görüşüp, kaç liraya kiraya verdiğini sordu. O da ‘20 lira’ demişti. Cebinden 17 lira çıkarıp kadına verdi ve ‘3’ünü de sen verirsin’ dedi bana. Biz tam 11 sene o dershanede kaldık. Ev sahibi kirayı beş kuruş olsun artırmadı” diyor Hafız Ali Osman.

Üstad, Yalvaç’a da üç defa gelmiş. İkinci gelişinde bir bahçede konaklamışlar; duyan gelmiş, duyan gelmiş ve öylesine bir izdiham ki Üstad bundan rahatsız olmuş. Üçüncü gelişinde ise yol kenarında bir yeşilliğe oturmuş, ders yapmış, sohbet etmişler. Yine de izdiham olmuş.

Sonra neler olmuş, bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.

Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, 2:245.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hadîs ve Sünnet-i Seniyye, keyfîlikleri önledi



Daha önce Hadîs ve Sünnet-i Seniyyeyi değerlendirirken vurgulamıştık: Eğer Hz. Peygamber (asm), Hadîs ve Sünnet aradan çıkarılırsa; İslâmiyet, ibadet, hayat ve dinin ta kendisi olan şeriat diye ortada bir şey kalmaz. Kur’ân da anlaşılmaz. Zira, Kur’ân, anayasa gibi ana maddeleri sıralar. Peygamberimiz de (asm) “söz, fiil ve halleriyle” onları yorumlar, açıklar ve pratik hayata döker.

Eğer Hz. Peygamber (asm) ve Sünnet-i Seniyye kabul edilmezse namaz nasıl kılınacak, oruç nasıl tutulacak; hangi maldan, ne kadar zekât verilecek; haccın menasiki, usulü, prensipleri nasıl bilinecek; fert, aile, toplum ve milletler arası münasebetler, ahlâkî normlar kime göre belirlenecektir? Kısaca hayatımızı nasıl tanzim edeceğiz? Ve Kur’ân’ın müteşabihatını (yoruma muhtaç olan benzetmelerini) nasıl anlayacağız? İşte bütün bu soruların cevabını veren Peygamberimizdir (asm).

Meselâ, sabah kalktığımızda ne yapacağımızı, yemeğe başlamadan önce ne yapmamız gerektiğini, nasıl yiyeceğimizi; kime karşı hangi prensipler çerçevesinde konuşacağımızı; ne zaman yatacağımızı, hangi vaziyette uyuyacağımızı; hatta nasıl hapşıracağımızı, hapşırınca ne söyleyeceğimizi, nasıl öksüreceğimizi vs., en ince detaylarına kadar belirlemiştir. Önemli hususların yapılmasını emretmiş veya nehyetmiş; daha az mühim konularda ikaz etmiş, diğer mevzularda ise tavsiyelerde bulunmuştur.

Sathî bir bakışla, Hadîs ve Sünnet-i Seniyyenin hürriyetlerimizi kısıtladığı, bizi sınırlandırdığı iddia edilebilir. Oysa, gerçek bunun tam tersidir: Teferruâtlı açıklamalar bizi hürriyete kavuşturmuştur. Yani, keyfîliği önlemiş, başkasının oyuncağı olmaktan kurtarmıştır. Zira, nasıl olsa ya örf, gelenek, an’ane, yahut itibar ettiğimiz kişilere göre hayatımızı tanzim etmeyecek miyiz?..

Bir diğer nokta; başta tıbbî araştırmalar ve istatistikler olmak üzere bütün fen ve sosyal ilimler; her geçen gün sahih hadîsin güzelliklerini, Sünnet-i Seniyye’nin özelliklerini ortaya çıkarıyor. Bakınız, Hz. İsa (as), dinin esaslarını getirdi, hayatın içini azizler, yorumcular doldurdu. Daha sonra gelenler de azizlerin yorumlarını büsbütün çığırından çıkardı. Ve zaman geçtikçe din de tahrif oldu, ortada pek bir şey kalmadı.

18.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Herkes din kardeşini savunmalı



Fitneye karşı Ensar çağrısı-3

Türkiye'de uzun zamandır milleti huzursuz eden, insanlarımızın hayatını azaba çeviren ırkçılık illetini, bölücülük fitnesini bertaraf etmek ve terör ateşini söndürmek için yapılabilecek en büyük hizmetlerden biri, herkesin ayrı unsurdan olan din kardeşini savunması ve ona hakkıyla sahip çıkmasıdır.

İşte, böylesine sergilenecek olan kararlı, ihlâslı, kararlı bir tavır sayesinde, en şiddetli fitne rüzgârlarını dahi durmaya, sönmeye mahkûm olur. Bilumum fitnekârların hevesi söner, yahut kursaklarına hapsolur.

Peki, bu iş nasıl olur, yahut nasıl olmalı?

Meselâ, bir Türk, herhangi bir ortamda zulme, tahkire, tezyife mâruz kaldığını gördüğü bir Kürt kardeşini savunmaktan, ona sahip çıkmaktan çekinmeyecek. Tâ ki, o kardeşi tahrik olmasın ve kendi etnik kimliğiyle kendini müdafaa mecburiyetinde kalmasın.

Aynı durum, tersi için de geçerli.

Herhangi bir platformda bir Türk, sırf Türk olduğu için zulme, şiddete, hakarete hedef olduğu takdirde, Kürt kardeşi ona derhal sahip çıkacak ve onu nefsî müdafaa durumunda bırakmayacak.

Zira, Müslümanlar arasında bir kimsenin unsuriyet damarıyla kendini savunması kadar zararlı, tehlikeli bir durum düşünülemez.

O halde, geliniz böylesine tehlikeli bir gelişmeye meydan, mahal bırakmayalım, fedakârca önüne geçelim. Tâ ki, fitne ateşini söndürünceye ve bir Frengî illeti olan ırkçılık hastalığından tamamıyla arınıncaya kadar.

Evet, kardeşlik hissi, vatandaşlık hali böylesine bir özveri ister, fedakârlık ister.

Bir misâl

Burada, affınıza sığınarak kendimden bir misâl vermek isterim.

Âcizane, Üstad Bediüzzaman'ı tanıdıktan ve Risâle–i Nurları benimseyerek okumaya başladıktan sonra, etnik kökenine takılmaksızın bütün dindaşlarıma "hakiki kardeş" nazarıyla baktım.

Memleketimdeki farklı unsurdan olanlara ensar ruhuyla, inancıyla yaklaştım. Kimilerince yer yer horlanan, dışlanan Arap ve Türk kardeşlerime sahip çıktım, onları asla kendilerini savunmak mecburiyetinde bırakmadım. Unsuriyeten kendi yakınlarım tarafından horlanmaya, dışlanmaya rağmen..

Din kardeşini savunmakla, aklen, ruhen, vicdanen daima müsterih olduk. Zira, hep inandık ki: "Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imândır."

Kaderin cilvesine bakın ki, bu kardeşane, uhuvvetkârane tavrımızdan dolayı, ırkçıların şimşeklerini üzerimize çektik ve memleketimizden hicret etmek zorunda kaldık.

Memnuniyetle ifade edelim ki, böyle muhcir duruma düştüğümüzde ise, bu kez Türk kardeşlerimizi ensar ruhuyla yanımızda ve yakınımızda bulduk.

Otuz seneye yakındır ki, aynı hal kırıksız devam ediyor.

Bizim gibi binlerce vatandaşın yaşadığı bu vaziyet, herkes için örnek ve emsâl teşkil ediyor.

Esasen, ırkçılık illetinden arınmak ve Asr–ı Saadet Müslümanlığını ve sahabe mesleğini asrımızda yaşatmak için, böyle davranmaya mecburuz.

O zamanki müşriklerin ümidini kıran ve heveslerini kursaklarında bırakan bu ruh ve inanç hali, günümüz insanları için de en tesirli bir reçetedir.

Günümüzde alenen görüyoruz ki, Türkiye'ye ve Müslüman Türklere yönelik kanlı ve çok şiddetli bir husûmet ateşi körükleniyor. Böylesine bir düşmanlıktan en çok ecnebiler istifade ederken, bütün Müslümanların bundan zarar gördüğünü ve göreceğini hepimizin bilmesi gerekir.

Ne mutlu kendinden ziyade din kardeşini düşünen, onu savunan ve ona hakkıyla sahip çıkanlara...

Vahşette sınır tanımayan mahlûk: İNSAN

Yukarıdaki resimlere bakınca, usta şâir Faruk Nafiz'in bir şiirinden mülhemen şu mısralar döküldü dilimden:

Beşerin zıddına hayvan soyu insanlaşıyor.

Matadorun şefkati yok; lâkin atın şefkati var.

* * *

İki gün evvel çekilmiş olan yukarıdaki resimlerde gördüğünüz feci manzarayı, İspanyalılar şu sıralar hemen her gün gözleriyle "kanlı–canlı" bir şekilde seyrediyor. Sebebi, Sevilla şehrinde "Geleneksel boğa güreşi festivali"nin başlamış olması.

Bu vahşi geleneğe, at sırtında arenaya çıkan matador, aynı arenadaki azgın boğa ile ölesiye mücadele ediyor.

Çeşitli taktiklerle boğanın dikkatini dağıtan matador, aynı anda bindiği atıyla manevra yaparak, zavallı boğaya elindeki kılıçla ve mızrakla öldürücü darbeler indirmeye başlıyor.

Boğayı yere düşüren ve iki kılıç darbesiyle kulaklarını kesen matador, seyircilerin coşkun tezahüratı altında bunları eline alarak mağrurane şekilde pozlar veriyor. Ne de olsa, o hem zafer (!), hem de 25 bin euro pazar kazanmıştır...

Bu esnada yere yığılan ve yaklaşık on dakika kadar can çekişen boğaya ise, vahşî insanlara inat, matadorun atı yaklaşıyor ve kan–revan olmuş yaralarını koklayarak, kendi lisanınca merhamet edip hayvanı teselli etmeye çalışıyor.

* * *

İspanya'da her yıl bu tarzda olmak üzere, yaklaşık 10 bin boğa alkışlar arasında katlediliyor.

Bu vahşete seyirci kalarak, Müslümanların usûlünce yaptıkları "kurban kesimi"ne karşı çıkan münekkitlerin sağırlaşan kulakları çınlasın ve yukarıdaki türden manzaralar onların görmeyen gözlerine sokulsun.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Bir konferans izlenimleri



Bütün nebâtâtın canlandığı bahar aylarında, insanlar da canlanıyor sanki. Bunu peş peşe idrak ettiğimiz önemli günlerden de anlayabiliyoruz. Mart ve Nisan ayları da özellikle bu yönlerden yüreklere inşirah bırakarak gelip geçiyor. Mart ayında Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat yıldönümü ve Nisan ayında da Kutlu Doğum Haftasının varlığı, bana bu iki ayı hep mübarek göstermiştir.

Bu yıl da birkaç etkinliğe katılma imkânım oldu. Bunlardan biri de Gemlik’te düzenlendi. “Aile ve Çocuk” olan konferansın konusu kadar, konuşmacılar da itina ile seçilmişti. Birisi gazetemizin saygıdeğer imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular Ağabey, diğeri de saygıdeğer ağabeyimiz Halil Uslu idi.

Mehmet Kutlular’ın değindiği konular salonda birçok defalar alkışlarla kesildi. Zira konu “Aile ve çocuk” olunca, bu konu hakkında söylenecek çok şey vardı. Özellikle dinî eğitim almanın 15 yaşından önce yasak olduğunu vurgularken, dinimizi öğrenmek ve yaşamak adına bir çok yasaklarla karşı karşıya kaldığımızdan bahseden Sayın Kutlular; “Manevîyatımıza bu kadar saldırı varken, gençler ne yapsın? Bu ortamda nasıl çocuk yetiştireceğiz?” derken, “Boş kalan fıtratları, ne ile meşgul olacak? İnsan boşluğu kabul etmez; bu boşluğunu ahlâksızlıkla dolduracak” şeklinde dile getirdiği sözleri, bir kez daha düşünmeye sevk etti bizleri. Zira aileler perişan, herkes perişan…

Mehmet Kutlular’ın ardından, değerli Mehmet Fırıncı Ağabeyin de kısa bir konuşmasından epey feyiz almış, mutlu olmuştuk. Zira Üstadı gören, ona hizmet eden ağabeylerden birini ilk defa görmüş, sesini duymuştum. Benim için ayrı bir şeydi bu. Hele bu konuşmaların ardından mikrofonu devralan Sn. Halil Uslu’nun istatistiklere dayandırarak aile ve gençlerin içinde bulunduğu durumu anlatması, acı gerçekleri görmemizi sağlamıştı.

Birçok konuşmacı dinlememe rağmen, Halil Uslu’nun sevdiğim bir yönü salona olan hâkimiyetidir. Salonu coşturduğu gibi, aynı zamanda da düşündürebiliyor. Şefkat kahramanı analarımızdan bahsederken, kalpleri yıkmayın diye özellikle belirtti. “Ben hiçbir yere sığmam yalnız mü’min kulumun kalbine sığarım” hadisinin önemini vurgulayıp kalp kırmanın ne kadar büyük bir zarar olduğuna dikkatleri çekti. Ayrıca, “Şimdiki medeniyetin, Kadınlar günü ve Anneler günü ile onurlandırmaya çalışıyorken analarımızı, bizim Peygamberimizin (asm), ‘Cennet anaların ayaklarının altındadır’ sözüyle hanımları her an ve mekânda en yüce makama oturttuğunu” söylemesi güzel bir bakış açısıydı. Zira bu söz, kadınların İslâmiyet’te ne kadar kıymetli olduğunu apaçık ortaya koyuyordu.

Hanımlara dönerek, “Evliliğin meyvesi nedir?” diye sorduğunda, salondan “çocuk” diye sesler yükselince, “Hayır, evliliğin meyvesi çocuk değil; merhamet ve muhabbettir” demesi, benim için ilginç bir anekdot oldu. Zira belki çoğumuz, evlilik gibi mübarek bir kurumun meyvesini yanlış yerde arıyorduk. Haklıydı, merhametin beraberinde getirdiği muhabbetle evliliğin temelleri her geçen gün sağlamlaşırdı. Ayrıca salonda görevli gençlere hitaben de “Ey gençler! Sizler Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasınız. Kravatlı gençler sizler nereyi fethedeceksiniz? Aklınızda ne tür hayaller var?” demesi, her gencin bir Fatih olabileceğinin hatırlanması açısından güzeldi. 45 dakika süren konuşmasının ardından hâlâ beklemekteydik. Az gelmişti bu heyecanlı sözler, vakit olsa “Biraz daha” diyecektik. Ancak Halil Uslu’nun en belirgin vasıflarından biri, dakik olmasıdır. Sanırım bir hatipte salona hâkimiyetin yanında, olması gereken bir diğer vasıf da bu. Ne çok, ne az konuşmak… Vakte özen göstermekti.

Halil Uslu’nun ardından dört yaşındaki Ege’nin sahneye çıkıp safahattan ezberlediği bir şiiri, ardından üç yaşındayken ezberlediği İstiklâl marşını okuması seyircilerin ayakta izlemesine vesile oldu. Konuşmanın ardından bu sürpriz çok güzel oldu. Zira dört yaşındaki bir çocuğun yetiştirilince neler yapabileceği güzel bir örnekle teyit edilmiş oldu.

Böylece, bir konferansın bende bıraktığı izlenimler, bir nesîm-i nevbahar hükmünde akıl ve kalp dimağıma yerleşiverdi. Siz, siz olun; bu tarz faaliyetleri kaçırmayın.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sevgi elçileri Hilton'da



Hazret-i Muhammed’in (asm) “İman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçek iman etmiş olmazsınız” hadisini rehber edinen sevgi elçileri, geçtiğimiz Pazar günü, İzmir Hilton Otelin Barbaros Salonunda buluştu. Hilton tarihî bir gün yaşadı. Bin kişilik salonda oturanlar kadar ayakta izleyenler, bir o kadar da salonun almaması sebebiyle salona giremeyenler vardı. Denizli’den, Ayvalık’tan ve çevre il ve ilçelerden otobüslerle panele katılmak için gelen çok sayıda sevgi elçisi, salon dolup taşınca dışarıda kaldı, Peygamber ve insanlık sevgilerini kalplerine gömdüler. Tertip heyeti dışarıda kalanlardan özür dilerken, bundan böyle sevgi elçilerini daha büyük salonlarda buluşturmak için gereken tedbiri alacaklarını belirttiler.

Panelin, İzmirli eğitim şehitlerinin komşuluğunda yapılması manidardı. Bir yanda Konak Camii’nde binlerce kişinin katılımıyla yapılan cenaze merasimi, diğer yanda sevgi elçilerinin arşa yükselen duâları İzmir’e rahmet dolu bir gün yaşattı. Genç ruhlara binlerce fatihalar okundu, ruhlarına rahmet hediyeleri gönderildi, Rahman-ı Rahim’den rahmetler dilendi.

“Varlığa Doğan Güneş” adlı anlamlı bir sinevizyon gösterisiyle başlayan panelin başarılı sunucusu Gökçe Ok, verimli başkanı ise Ahmet Yılmaz’dı. Panelin açış konuşmasını yapan Mehmet Kutlular, toplumun tarihî bir çözülme süreci yaşadığı için bu sene sevgi konusunu işlediklerini; sokağın, okulun, ailenin, basının, devletin, toplumun sevgisizlik yüzünden şiddeti doğurduğunu ve şiddeti yaşadığını, dine irticâ diye sırt çevirmenin faturasının tehlikeli boyutlara ulaştığını, bunun çözümünün dinden özür dilememiz olduğunu, toplum olarak dine sımsıkı sarılmamız gerektiğini dile getirdi.

İlk konuşmacı Prof. Dr. Mahmut Kaplan, konuşmasını Peygamber dostu edebiyatçıların şiirleri ile süsledi. Bediüzzaman’ın Peygamber Efendimizi (asm) “Fahr-i âlem, şeref-i benî âdem, muallim-i ekmel” gibi nice sıfatlarla andığını dile getiren Kaplan, konuşmasını Mehmet Akif’ten, Hz. Mevlânâ’dan, Fuzulî’den, Niyazi-i Mısrî’den, Şair Nabi’den, Arif Nihat Asya’dan, Ali Ulvi Kurucu’dan şiirler, dizeler ve naatlar naklederek ve naatlarla ilgili çeşitli açıklamalarda bulunarak sürdürdü. Kaplan, konuşmasını Ali Ulvi Kurucu’nun “Sevdim seni mabuduma cânân diye sevdim, Bir ben değil âlem sana hayran diye sevdim, Kıtmîriniz ey Şâh-ı Rüsûl, kovma kapından, Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim” dizeleriyle bitirdi.

Kürsüye ikinci olarak Senai Demirci geldi. İman ile sevgi arasında hadis-i şerifte belirtildiği üzere bağ kuran Demirci, Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahiret Gününe, Kaza ve Kadere olan inancımızın sağlanmasının ancak birbirini sevmekle yapılabileceğini vurguladı. Birbirini sevmenin birbirinin acısını paylaşmayı zorunlu kıldığını dile getiren Demirci, İzmirli acılı öğrenci ailelerinin ziyaret edilerek onlara Bediüzzaman’ın Çocuk Taziyenâmesini hediye etmemizin sevgiyi yaşamak açısından önemli olduğunu ifade etti. Demirci, elinde Çocuk Taziyenâmesi bulunan muhabbet fedailerinin acılı anne babalara ulaşarak onları gerçek tesellî ile buluşturmalarının bir borç ve bir iman ve sevgi yükümlülüğü olduğuna işaret etti. Demirci, “Gül; Yaratıcıyı bize sevimli eyler, biz ona bakınca Yaratıcının güzelliğini görürüz. Bizim kulluğumuzu Rabbimiz katında bize söyler, onay alırız. Resulullah mir'aca, Sidretü’l-Münteha’ya çıkınca, orada kalabilirdi, kalmadı. Çölün ortasına geri döndü. Neden döndü bilir misiniz? Bizi sevdiği için döndü. Resûlullah mir'açtan inerken kapıyı aralık bırakmış ki ‘Benden sonrakiler gitsin’ diye. Kapıyı aralık bırakması namazımızdır, secdemizdir” diyerek konuşmasını bitirdi.

Son konuşmacı, Bediüzzaman romanlarının keskin ve akıcı kalemi İslâm Yaşar’dı. Salonu gül bahçesine benzeten ve konuşmasında rahmet damlaları serpen Yaşar, “Sevginin düşmanı olur mu? Bu güllerin açmaması için, solması için çok çalışanlar var. Eğer bir gül Resûlullah sevgisi ile sulanıyorsa bu güller asla solmayacaktır” dedi. İslâm Yaşar konuşmasını şöyle sürdürdü: “Dediler ki; ‘Madem bu sevgiyi yok edemiyoruz, o zaman bu sevginin mecrasını değiştirelim’ ve mecazi sevgiler, sevgililer ortaya çıkardılar. İşte bu zamanda Risâle-i Nur sevgiyi asıl mecrasına döndürdü. Sevgi nedir? Kime olmalıdır? En güzel O (asm) anlattı. Güzellik salonları insanları güzelleştirmiyor. Eğer güzelleşmek istiyorsanız Resûlullah’ın sünneti olarak gülümseyin. Gönlünüzün güzelleşmesini istiyorsanız, gönlünüz ancak o Resûl’un sözleriyle güzelleşir. Eğer Resûlullah tanınacaksa Bediüzzaman’ın dili ile tanınmalı, o sevilecekse Bediüzzaman’ın sevgisi ile sevilmelidir. Allah-u Teâlâ yüzümüzün tebessümünü, gönlümüzün sevgisini eksik etmesin artırsın. Âmin”

Dâvetlilerin konuşmacıları sık sık alkışlarıyla tasdik etmeleri, salonun sevgiye ne denli kilitlendiğini, toplantının nezih, nazik ve medeni bir üslûpla yapılıp sona ermesi ise dâvetlilerin sevgiyi ne denli yaşadıklarını, ne denli benimsediklerini gösteriyordu.

Panelistiyle, katılımcısıyla, dâvetlisiyle Hilton salonuna hâkim olan ve buradan bütün Türkiye’ye akan mesaj şu idi: Muhabbet fedaileri ve sevgi elçileri olan bizler, bütün Türkiye’de, halk ile el ele, iç içe, omuz omuza bir kaynaşma içinde kardeşliği, uhuvveti, ihlâsı, barışı başarmaya ant içtik. Bizi hiçbir şiddet yolumuzdan alı koyamaz. Bizim elimizdeki ve gönlümüzdeki hakikatler her türlü şiddetin ve sevgisizliğin panzehiridir. Biz yolumuza sevgiyle çıktık, sevgiyle devam ediyoruz, inşallah sevgiyle öleceğiz.

Bediüzzaman’ın yaşayan talebelerinden Mehmet Fırıncı ve Selahattin Akyıl’ın şeref verdiği toplantıda, dâvetli teşrifat, danışmanlık, protokol, yerleştirme ve kitap tanzim hizmetini İzmir Demokrat Gençlik grubu üstlendi ve başarıyla yürüttü.

Bir dahaki yıl için daha hacimli salonlarda buluşmak ümidiyle, sevgi toplantısına emeği geçenleri, katılımcıları, nezih dâvetlileri ve toplantıya ev sahipliği yapan Hilton’un nezih yetkili ve görevlilerini candan kutlarım. Allah hepsinin yüzünü mahşer gününde ak etsin. Âmin.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Demokratik uzlaşma ve sivil inisiyatif



2004 Fransa’sında, Pioneer firmasının bir tarla dolusu, genetiği dönüştürülmüş mısır çeşitliliği denemesi, biyolojik çeşitlilikten, sağlığından ve özgürlüğünden kaygı duyanları harekete geçirmişti.

“Gönüllü orakçılar” olarak kendilerini adlandırıp, mısır tarlalarına yürüdüklerinde, jandarma ile bir anlaşma zeminine kadar geldiler. Telkin, mısırları köklerinden sökmeleri halinde fotoğraflarının çekileceği ve bunun ceza teşkil ettiği yönündeydi.

Bu uyarı, çoğunluğu megafonla dikkatli olmaya sevk ederken, makul yürüyüş ve tepkinin dışına çıkanlar da oldu. Mısırları köklerinden sökerken, onları fotoğraflayan görevlilerle neredeyse bir “ahenk” oluşturmuşlardı.

Adalet Bakanlığı “derhal” harekete geçmiş, 70 bin Euro ve 5 yıl hapis dâvâsı açmıştı. Eylemlerin hukukî zemini gönüllülere ceza getirmeye yetmemişti. Çünkü sivil itaatsizliğin aldığı sonuç, bedelini fazlasıyla karşılamıştı.

Bu eylemin içinden biri olan Noel Mamere der ki; “Yasadışı değilim ben, toplum dışı olan yasadır.” Gandi ise, “sivil itaatsizliği reddetmek, vicdanı hapsetmek demektir” ifadesini kullanır.

Buradan hareketle, İzmit’te başörtüsü hakkını arayan sivil inisiyatife biber gazı sıkan emniyet güçlerine değinmek istiyorum. Hukukî olmayan birtakım düzenlemelerin mağdur ettiği kitlelerin tepki hakkı, meşru ve sivil itaatsizlik anlamında dikkate alınması gereken bir taleptir.

Bediüzzaman’ın tabiriyle “İnkâr etmek ayrı, amel etmemek bütün bütün ayrıdır” yaklaşımı, bir dönemin totaliter baskısına karşılık geliştirdiği bir inisiyatiftir. Müspet hareket bağlamında menfiliğe bulaşmadan, tahrip eden haklarını iyileştirici, düzenleyici yeni istek ve öncelikler geliştirilebilir.

14 Nisan’da Tandoğan’da düzenlenen mitinge emniyet güçlerinin gösterdiği duyarlılığın aynısı, İzmit’te de beklenirdi. Artık vatandaşın duyarlılığına daha fazla itina gösterilmesi gereken bir süreçteyiz.

Demokratik çoğulculuk ve katılımcılık, taraflar arası uzlaşmayı ve birlikte ortak amaca farklı yöntemlerle ulaşmayı bireyin ve kitlelerin hakkı olarak görmektedir.

AB ile müzakere kültürünün getirdiği yeni konular ve uzlaşmayı öne çıkaran ortak tepkiler, ülkenin genelinde makulü bulma ve pozitif yakınlaşma adımlarını arttırmıştır.

Bu meyanda, merkez sağa talipli partilerin dün cumhurbaşkanı seçimleri arefesinde diyalog kurmaları ve müzakere zemini aramaları güzel bir gelişmedir. Demokratik usullere tahammülü olmayan baskın karaktere ve oligarşik yapıya karşı daha mutedil ve birbirini demokrasi kuralları içinde rekabete zorlayan partilerin görüş alışverişinde bulunması da yeni bir dönemin habercisidir.

Burada, DYP’nin başından beri, Ağar’ın tabiriyle “muhalefet adabı”na yakışır bir üslup içinde demokratik yarışı benimsemesi ve hesaplaşmanın ölçüsü olarak sandığı göstermesi, alışılmış bir muhalefet hırçınlığını kırmıştır.

İktidarın muhtaç olduğu uyarı ve destek arayışını hep CHP’de arama yanlışı da böylece tescil edilmiş oldu. Çünkü kendini devletin sahibi ve rejimin bekçisi rolünde belirleyici gören CHP’nin o şımarık halleri de bertaraf edilmiş oldu.

Sol oylar yüzde 20 civarında olmasına rağmen, kendini yüzde 80’inin hamisiymiş gibi rejim üzerinden kışkırtıcılık yapma yetkisinde görme alışkanlığı da bozulmuş oldu.

Demokrasinin gelenekleri müşterekinde sağduyulu davranan, açılımlar ortaya koyan ve kamplaşmayı önleyen DYP’nin tutumu, AKP için öğretici bir misyon ifa etmektedir.

İleriki zaman dilimlerinde anayasanın sivilleşmesi, demokratik hakların arttırılması ve YÖK’ün yeniden düzenlenmesi gibi konularda da siyaset üstü temel hakların savunulması gibi konular, merkezde buzları çözeceği gibi köklü demokrasi geleneği olan sağ siyaseti de güçlü kılacaktır.

Bunun temelinde, kıpırdamaya başlayan sivil toplum kuruluşları ve sivil itaatsizlik örneği olan başörtüsü müdafaası gibi duruşla birlikte, laikliğin testere gibi hakları kesmesine müsaade etmeyecek bir demokratik altyapı oluşuyor.

Darbeciliğe ve dergi baskınına karşı basının ortaya koyduğu demokratik tavır önemsenecek bir aşama. Böylece, bundan sonra daha genel ve herkesi kapsayan ortak hedeflerde stratejik işbirliği yapılabileceğinin örnekleri oluşuyor.

Yoksa, sadece hükümetin sayısal çoğunluğu sivil siyaseti yönetemiyor. Pozitif konsensüsler demokrasiyi güçlendirdiği gibi haksız rekabeti de önlemektedir.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kitaplarla dost olmak



Dertlerimizden biri de okumayı ‘iş’ olarak görmememizdir. ‘Okuma alışkanlığı’ demiyorum, çünkü ‘alışkanlık’ bir bakıma ‘olsa da, olmasa da olur’ faaliyetler arasında sayılabilir. ‘Okuma’yı alışkanlık seviyesinden çok daha yukarıda tutmalı ve onu bir iş, hayatın vazgeçilmezi olarak anlamalıyız.

Yanlış anlaşılan bir konu da ‘okuma’yı sadece okul bitirme, eğitim alma şeklinde anlamaktır. Hayatın vazgeçilmezi olmasını arzu ettiğimiz şey, okul kitapları dışındaki kitapları okumak olmalıdır. Kişinin yaşı ve ilgi duyduğu konulara göre değişmekle birlikte, hepimize hitap eden kitaplar vardır. Kimi hikâye okur, kimi roman ya da tarih kitabı. Ama mutlaka okumak gerektiğini idrak etmeli ve mümkün olduğu kadar okumayı teşvik etmeliyiz.

Ne yazık ki, günümüzde kitaplar ‘pahalı’ ürünler arasında yer alıyor. Herkes istediği kitabı alabilecek maddî imkâna sahip değil. Ya da, ‘kitap’ satın almak ve okumak ihtiyaç listesinin ön sıralarında yer almadığı için ‘pahalı’ olması bahane ediliyor. Neticede, kitaplara ulaşamayan bir kitle ve gençlik ortaya çıkıyor.

Bu eksikliği gidermek için açıldığı ifade edilen kütüphaneler ise arzu edilen görevi yerine getiremiyorlar. Hemen her yıl kutlanan ‘Kütüphaneler Haftası’ resmî açıklamaların yapıldığı konuşmalardan ibaret kalıyor. Toplumun kütüphanelerle dost olabildiğini söylemek imkânsız. Bunun suçu da sadece millette değil elbet. Gerek ulaşım ve gerekse başka imkânsızlıklar sebebiyle kütüphanelerle kaynaşamamışız.

İnternet imkânlarının yaygınlaşmadığı yıllarda kütüphaneler, öğrencilerin ödev yapmak için gittikleri mekânlar haline gelmişti. Son yıllarda ödevler de internet yardımıyla yapıldığı için öğrencilerin de kütüphanelere gitmesi büyük oranda sona erdi.

Tabiî ki kütüphanelerden nasıl faydalanılması gerektiği de tek başına ayrı bir konudur. İşi gücü olan bir vatandaş, istese bile kütüphanelerden istifade edebilir mi? Bu soruya gönül rahatlığıyla ‘evet’ cevabını vermek imkânsız. Bir defa kütüphaneler de ‘mesaî usulüyle’ çalışıyor. Dolayısı ile bir kişinin kütüphaneye gidebilmesi için ‘iş’inden izin alması gerekir. Bu da Türkiye şartlarında mümkün değil. Neredeyse hastahaneye gitmek için izin almakta zorlanan bir ‘işçi’den bunu beklemek imkânsız.

O halde ne yapmalı? En başta kitap okumanın gerekli olduğunu insanlarımıza güzel bir lisanla anlatmalıyız. Bilgi kaynağının kitaplar olduğunu insanlara anlatmak zorundayız. Aynı zamanda televizyonun en büyük ‘kitap-savar/kitap okumaya engel bir âlet’ olduğunu hatırlatmalıyız. Çocuklarımızı ve gençlerimizi kitap dostu yapabilmek için televizyonu bir vasıta yapmalıyız.

Kitap okuma talebi ortaya çıktıktan sonra, insanların kitaba ulaşmasının önündeki engelleri kaldırmanın yollarını da aramalıyız. Ya kütüphanelerden ‘emanet kitap alma’ yolu açılmalı, ya da kitapların daha uygun fiyatlarla satışının temin edilmesi gerekir. Kitap okuma, devlet tarafından maddî anlamda da teşvik edilmelidir. Bunun ayrıntıları düşünülmeli ve planlanmalıdır.

Geçtiğimiz günlerde göreve yeni başlayan bir kaymakamla sohbet ediyorduk. İngiltere’deki kütüphanelerden bahsederken, kütüphanelerin her saat açık ve hizmet verebilir durumda olduğunu söyledi. Bizde ise kütüphaneler de ‘mesaî’ düzenine göre çalışıyor ki bu yolla milletin kütüphanelerden istifade etmesi kolay değil.

Konuyla ilgili olarak İÜ Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hasan Köseroğlu şöyle demiş: “Çocuk, kütüphaneyi, gidip eğlenebileceği, hoşça vakit geçirebileceği bir yer olarak görmeli. (...) Neredeyse oyuncakçı gibi bir yer olmalı” demiş.

İstanbul İlk Halk Kütüphanesi Müdürü Ayten Şan da şöyle konuşmuş: “Eğitim sisteminde okuma alışkanlığı kazandırılmıyor maalesef. Çocuklar orta okula geldiğinde iyi bir liseye girmek, liseye geldiğinde ise üniversiteye girebilmek için bir yarışın içine giriyor.” (Zaman, Pazar eki, 25 Mart 2007)

“İyi bir kitap”ın “iyi bir dost” kadar önemli olduğunu kavradığımızda kütüphanelere dost olabiliriz.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Rövanş alındı mı?



Merter Green Park’ta yapılan ‘Fikirde uzlaşı, eylemde birlik’ sempozyumu akla hemen 15-16 Aralık 2006 tarihinde Kaya Ramada’da yapılan ‘Irak Halkına Yardım Konferansı’nı getiriyor. Kimilerine göre, Green Park’ta yapılan bu konferans sözkonusu konferansın bir rövanşından ibaretti. Bilindiği gibi Sefer Havali ve Selman el Avde gibi selefî çizginin tanınmış zevatının mesaj göndererek veya bizzat gelerek katıldıkları konferans özellikle de Şiî kesimde büyük tepkiler çekmiş ve yankılar uyandırmıştır. Halbuki Havali sadece Şia karşıtı olmayıp Eş’ariliği reddeden ve onu ehl-i sünnet dışı gösteren kitapların da sahibidir. Buna rağmen Eş’ari kesimler kendisine Şiî kesim kadar tepkili değil veya öfke duymuyor. Burada biraz da karşılıklı olarak öfkelerin kontrolü de önemli bir görev olarak karşımıza çıkıyor.

Bu konferansla ilgili olarak tertip heyetinden ziyade Türkiye suçlanmıştı. Zira yapılan baskılar sonucu Suudi Arabistan veya benzeri ülkeler böyle bir konferansın topraklarında yapılmasına izin vermemişlerdi. Sözkonusu konferansın yansımalarını bizzat okudum. Gerçekten de karşı yüklenmede düzenleyicilerden ziyade Türkiye hedef tahtasına oturtulmuştu. O konferansın Türkiye’de yapılmasının birçok sebebi var. En önemli sebeplerinden birisi Türkiye’nin diğerlerine nazaran daha fazla serbestiyete ve fikir özgürlüğüne sahip olmasıdır. Dolayısıyla merkeze yapılan baskıların daha az netice vermesidir. Belki Türkiye de İran’ın Irak’ta maksadını aşan politikaları çerçevesinde bu konferans üzerinden bir mesaj göndermek istemiş olmalıdır.

Elbette ki o toplantıda maksadı aşan bir takım ifadeler olmuştur. Bunlar arasında İran’a yönelik olarak ‘Mecusilik’, politikalarına yönelik olarak da ‘Safevilik’ isnadıydı. Bunların İran’ın ve bazı Şiilerin duygularını rencide etmiş olması muhtemeldir. Bu toplantının neden olduğu yankılar üzerine İran Dışişleri Bakanı Menuçehir Muttaki, İstanbul toplantısını Şiî ve Sünnilerin birliğine yönelik bir darbe olarak nitelendirmiş ve buna misilleme bâbından İslâm dünyasından tanınmış Şiî ve Sünnî ulemayı Tahran’da biraraya gelmeye ve buluşmaya çağıracaklarını ilân etmişti (Ittılaat, 27/12/2006). Ancak Tahran’da böyle bir toplantının akdedilip edilmediğinden haberdar değilim.

***

Dolayısıyla Muttaki’nin açıklamalarından böyle bir rövanş toplantısının düzenlenmesinin gündemde olduğu anlaşılıyordu. ‘Fikirde uzlaşı, eylemde birlik’ toplantısından önce benzeri bazı toplantılar Ürdün’de de gerçekleştirilmiş. Ama herhalde rövanş toplantısının İstanbul’da olması daha münasip görülmüş olmalı ki; Kaya Ramada’da yapılan toplantıya mukabil Green Park’ta bir toplantı gerçekleştirildi. İkisinde de katıldığımız noktalar var, katılmadığımız yanlar var. Selefî düşünce eksenli ve ağırlıklı olarak yapılan birinci toplantıda İran ve politikaları için ‘Mecusilik’ veya ‘Safevilik’ tarzındaki sloganlar elbette ağır kaçtı. Green Park’taki toplantının da kendisine göre yanlışları vardı. İhtilâfı küçültmek de büyütmek de bir anlayış ve yerine göre bir politikadır. Kimilerine göre, Sünnileri yedeğine almak isteyen İran, ihtilâfları olduğundan daha küçük gösterme gayretinde bulunuyor ve bunu sadece fıkhî alana hasrediyor ve hapsediyor. Buna mukabil, kimileri de kuyruğunu kaptırmamak için ihtilâfı olduğundan da derin gösterebiliyor. Bu kesimler, İran’ın siyaset üzerinden Sünnî kitlelere ulaşmaya, mezhebî dayanışma üzerinden de Şiî kitlelere ulaşmaya çalıştığını ileri sürüyorlar. Bu noktada, izleri kaybetmek akımlar ve akıntılar arasında kaybolmak ve zayi olmaktır. İzin silinmesi değerlerin erozyonu ve felâketidir. İzlerin karıştırılması ise anarşidir veya anarşiye dâvetiyedir. Bu bağlamda, insanın ve değerlerin olduğu gibi gösterilmesinde büyük faydalar var. Denildiği gibi ‘el müslimu yuhadinu vala yudahinu’ yani “Müslüman uzlaşır ama madahade yani yağcılıkta bulunmaz”. Zira yağcılık nifak ve ikiyüzlülük alâmetlerinden birisidir ve acilen veya ecilen kavga nedenidir. Halbuki, Müslüman ‘emrolunduğun gibi dosdoğru ol’ makamında doğruluk abidesidir. Daha büyük maslahat için uzlaşır ama kendi maslahatı veya zümre maslahatı için yağcılık yapmaz.

***

15-16 Aralık’ta yapılan toplantıda “Şiilerin aleyhine hakarete varan çok ağır sözlerin sarf edildiğini” belirten Şiî Türkmenler de dahil Şiî çevreler, toplantıya katılan Suudi Arabistanlı Salman el-Avda ve benzerlerinin “Şiilere karşı Sünnî dayanışmasının önemine” işaret ederek “bu toplantıya izin verdiği için Türkiye’ye içten teşekkürlerini sunmasını” da not etmişler. Duyulan kızgınlığın arka planındaysa, Türkiye’de bu toplantı ile ilgili olarak bilinmeyen bir gerçek yatıyor. Şiî aleyhtarı Sünniler bu toplantıyı aslında Suudi Arabistan’da yapmak istemişler, ama kendilerine izin verilmemiş. Mısır’a yaptıkları başvuru da reddedilmiş. İstedikleri izni sadece Türkiye’den alabilmişler. Şiî çevreler bu izni Türkiye’nin kötü niyetine veya su-i kastına bağlamışlardı. Selman Avde’nin izne mukabil takdim ettiği şükranı karşılığında Green Park’taki Şiî konuşmacılar da aynı şükranı tekrarlamış oldular. Galiba bununla ‘öteki toplantının’ rövanşı da alınmış oldu.

18.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004