Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Nesilleri kurtarmak |
Bediüzzaman 1943’teki Denizli hapsi, mahkemesi ve beraatinden sonra zorunlu ikamete tâbi tutulduğu Emirdağ’da “Adliye Vekili ve Risale-i Nur’la alâkadar mahkemelerin hakimleriyle bir hasbihaldir” başlığıyla yazdığı bir mektuba “Efendiler, siz ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz?” sualiyle başlıyor ve ardından şöyle devam ediyordu: “Kat’iyen size haber veriyorum ki, ben ve Risale-i Nur sizinle değil mübareze (çatışma), belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakikî şakirdleri (talebeleri), elli sene sonra gelen nesl-i âtiye (gelecek kuşaklara) gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. ...” Mektubunun devamında, eski İslâm terbiyesini alanların yüzde ellisi aramızdayken dahi millî ve İslâmî an’anelere karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiğini vurgulayan Said Nursî, “Elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrîsi (arayışı), yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan men etti...” (Emirdağ Lâhikası, s. 54-6) diyordu. Ve asıl hedefi ahiret olan Risale-i Nur’un dünyaya ait önemli hizmetlerinden birinin, millet ve vatanı anarşi tehlikesinden, gelecek nesilleri de dalâletten kurtarmak olduğunu yazıyordu. Yine Said Nursî 1947 senesinde talebeleriyle beraber tutuklu olarak yargılandığı ve sonuçta yine beraat ettiği, ama temyizden dönen ilk mahkûmiyet kararında hükmedilen hapis cezasındaki süreyi tamamen keyfî ve hukuksuz bir şekilde cezaevinde tamamlamak durumunda bırakıldığı Afyon Mahkemesindeki müdafaalarında, devleti idare edenlere şöyle sesleniyordu: “Ben bekliyordum ki, ya Ankara, ya Afyon beni sorguda pek büyük meseleler için, Nurların o meselelere hizmeti cihetinde bir meşveret dairesine alıp bir sual-cevap beklerdim. ... Hem beklerdim ki, ‘Vatanımızda anarşiliğe inkılâb eden komünist tehlikesine karşı Nurların tesirleri ne derecededir ve bu mübarek vatan bu dehşetli seyelândan (cereyandan) nasıl muhafaza edilecek?’ gibi dağ misillü meselelerinin sorulmasının lüzumu varken...” (Tarihçe, s. 857-8) Eşref Edib’e verdiği mülâkattaki “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” beyanları ile, bir Cumhuriyet Bayramı günü Eskişehir hapishanesindeki hücresinin penceresinden karşıdaki lise mektebine bakarken bahçede neşeyle gülüp oynarken gördüğü gençlerin elli sene sonraki hallerini düşünüp onlar için döktüğü gözyaşları, bu şefkat yüklü hassasiyetin diğer ifade ve tezahürleri. Evet, Said Nursî bu milletin ve insanlığın, gelecek nesilleriyle birlikte önce ahiret ve ona bağlı olarak dünya hayatlarını kurtarıp, onları manevî tehlike ve tuzaklardan korumak için çırpınan ve bu gayret içindeyken, inanılmaz önyargı ve husumetlere hedef olup, son nefesine kadar dehşetli zulümlere maruz bırakılarak bu çabaları da engellenmek istenen bir muhabbet fedaisi. Burada yansıtmaya çalıştığımız sitem yüklü çağrısı, vefatından elli yıl sonra hâlâ cevap bekliyor. Nesilleri çok yönlü ve çok boyutlu manevî tehlikelerden muhafaza edebilmek için, onun eserlerine duyulan ihtiyaç artarak devam ediyor. Bu ihtiyacı gözardı edip onun çağrılarına ısrarla kulak tıkayarak sürdürülen yanlış politikaların zehirli neticeleri ise, maalesef gündemimizden hâlâ çıkaramadığımız terör saldırıları başta olmak üzere, hayatın her alanında kendisini gösteren anarşi, kaos, kriz, yozlaşma ve dejenerasyon gibi tezahürlerle karşımıza çıkıyor. Bunların “Kürt meselesi” bağlamındaki yansıması da, BDP’lilerin “Serseri kurşuna dönüşen gençlerimize ulaşamıyor, korkuyoruz” gibi sözlerle dile getirdikleri kaygılarda ifadesini buluyor. 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
“Bediüzzaman”dan bahsedilemeyen yazılar… |
Türkiye’de, düne göre çok büyük değişikliklerin olduğu göze çarpıyor. Bu değişiklikler, bir çok sahada müşahede edilmektedir. Geçenlerde arşivimde bulunan ve eski yazılarımızın olduğu gazetelere şöyle bir bakınca bunları düşündüm. 1970’li yıllarda, yaklaşık kırk sene öncesine ait Yeni Asya’lara baktım da, o zamanki yazdığımız yazılarda (gençlik yıllarımıza tekabül ediyor) ne Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin isminden, ne de Nurculuktan alenen bahsedememişiz. Ya imalı bir şekilde veya “büyük bir İslâm âlimi” diye bahsetmişiz. Şimdi, bu yazıyı okuyan genç kardeşlerimizin aklına gelebilir “Niye bahsedememişsiniz?“ diye. Evet o yıllarda, o isimlerden bahsetmek ve Risâle-i Nur okumak, satmak, basmak; yani, sizlerin şimdi neredeyse bir mahalle marketinden temin edip alabildiğiniz Risâle-i Nurlar, o yıllarda ‘keyfî olarak’ yasaklıydı. Yeni Asya’m, bunların o zamanlar da hâmîsi idi. Dershanelerimizde, okuduğumuz risâleleri saklardık. O yıllarda buzdolapları ancak zenginlerin evinde bulunurdu. Tabiî bizim dershanelerimizde de yoktu. Yiyecekleri, mutfaklarda bulunan “tel dolap” tâbir edilen dolaplarda saklardık. Bizim devam ettiğimiz bir dershanemizde, işte öyle bir dolap vardı. Biz okuduğumuz risâleleri orada saklıyorduk. 1974 senesindeydi. Ankara’da Yeni Asya yayınlarını satıp, sergileyecek bir yerimiz yoktu. Yeni Asya ve Mihrap Yayınları adı altında neşrettiğimiz kitapları, “Nasıl yapar da, böyle bir yerde insanlara ulaştırabiliriz?“ diye düşünürken, Said Özdemir Ağabeyin, Hacı Bayram Camii civarında bulunan İhlas Kitabevinden bize çalışma teklifi geldi. O zamanlar tabiî, gazetemizin Ulus - Kediseven Sokak’ta bulunan bürosunda hiçbir maddî menfaat beklemeden hizmet etmeye gayret ediyorduk. O zaman Ankara baskısı da yapılan Yeni Asya’nın basıldığı matbaada koşturuyorduk. Hizmetlerimizin Ankara işlerini organize eden rahmetli Hilmi Doğan ve Yeni Asya’nın Ankara Büro Şefi Ekrem Ağabeylere durumu anlattım. Onların da çok hoşuna gitti ve bu işin çok güzel olacağını söylediler. Ve biz o işe giriştik. Tabiî hem Yeni Asya yayınları kitaplarını açıktan, hem de risâleleri de yine el altından ve tanıdıklarımıza satıyorduk. Bunlarla alâkalı bir çok hatıramız var, Allah nasib ederse bunları daha detaylı bir şekilde yazmayı düşünüyoruz. ”Nereden, nereye?” diyesi geliyor insanın değil mi? O günleri yaşayarak gelen bir çok arkadaşımız eğer bu yazıyı okuduysa, onlar da o günlerle bu günlerin mukayesesini yaparak, hasret ve hüzünle tebessüm ediyordurlar. Bizim, o yıllarda yazılarımızda ismini açıktan zikredemediğimiz Üstad ve Risâle-i Nurlar, bugün dünyanın gündemine girmiş durumda, şükürler olsun. 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Aşk ve şefkat farkı |
Güneş rumuzlu okuyucumuz: “Risâle-i Nur’da Hazret-i Yakup (as)’un bahsinde geçen şu cümleyi açıklar mısınız: ‘Meselâ biri demiş: ‘Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor; görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.’ Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzam’ın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?”1
Sekizinci Mektub’da, Rahman ve Rahîm isimlerinin bütün kâinatı kucaklayan, her canın ve her canlının bütün ebedî ihtiyacını karşılayan ve tatmin eden ve herkesi hadsiz düşmanlarından emin kılan kuvvetli ve büyük birer nur olduğu beyan ediliyor. Aciz ve zayıf insanın bu iki büyük isme ulaşması hem dünyevî, hem uhrevî ihtiyaçları açısından hayatî önem taşımaktadır. İnsanoğlu hadsiz ihtiyaçlarını karşılamak ve kalben sonsuz derece huzur bulmak için bu isimlere ulaşmalıdır. Yoksa en büyük servet sahibi de olsa, insan huzursuzluktan yakasını kurtaramayacaktır. Bedîüzzaman Hazretlerine göre Rahman ve Rahîm isimlerine yetişmek ve bu isimlerden medet almak için insanın önünde aslında hiç de zor olmayan yollar vardır. Hatta insan bu yolların kolaylığı ve kendine yakınlığı bakımdan oldukça zengindir. Bu vesileler şunlardır: Fakr, Şükür, Acz ve Şefkat. Yani Allah’ın sade bir kulu olduğunu ve O’nun ikramının haricinde bir hiç olduğunu bilmektir. Yani aslında bir âciz ve fakir kuldan ibâret olduğunu bilmek ve Allah’a hadsiz şükrederek mahlûkâta şefkatli davranmaktır. İşte bu davranış ve bu anlayış Allah’ın râzı olduğu kulluk hâlidir ki, bizi Rahmân ve Rahîm isimlerinin şefkatine ve rahmetine ulaştırır. Üstad Saîd Nursî Hazretleri burada Hazret-i Yakub Aleyhisselâm’ın Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’a karşı şiddetli hissinin ve kuvvetli duygusunun temelinde yatan hakikatin ne olduğunu soruşturuyor. Bu, daha önce de İmam-ı Rabbanî tarafından gündeme getirilmiştir ve buna “aşk ve muhabbet” denmiştir. Oysa Saîd Nursî Hazretlerine göre bu kuvvetli hislerin temelinde aşk ve muhabbet değil; şefkat vardır. Yani Hazret-i Yakub Aleyhisselâm, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’a şiddetli aşkından dolayı değil, kuvvetli şefkatinden dolayı hususî bir ilgi göstermiş, onun diye getirilen kanlı gömleğe inanmamış, ümidini hiç kesmemiş, fakat haber geciktikçe hasretle geçen yıllar onun kalbini bir kor gibi yandırmış ve Yusuf’un (as) acısı gözlerini kör etmiştir. Nihayet yıllar sonra bir gün Hazret-i Yusuf’un (as) gömleğinin kokusunu tâ Mısır’dan algılayabilmiştir. Çünkü Hazret-i Yakub’da (as), Hazret-i Yusuf’a (as) karşı yoğun bir şefkat hissi vardı. Şefkat; aşk ve muhabbetten çok daha keskin, çok daha parlak, çok daha ulvî, çok daha nezih ve peygamberlik makamına çok daha lâyıktır. Fakat aşk ve muhabbetin, Allah’tan başkasına şiddetli biçimde duyulmasını farz etmek, yüksek peygamberlik makamına uygun düşmemektedir. Demek Kur’ân-ı Hakîm’in parlak bir şekilde bildirdiği ve Rahîm ismine ulaşmaya vesîle olan Yâkub Aleyhisselâm’a ait şiddetli duygular, yüksek bir şefkat derecesidir. Vedûd ismine ulaşmaya vesile olan aşk ise, Züleyhâ’nın Yusuf Aleyhisselâm’a karşı duyduğu muhabbette söz konusudur. Bedîüzzaman’a göre, Kur’ân-ı Hakîm Hazret-i Yâkub Aleyhisselâm’ın yüksek duygularını Züleyha’nın duygularından ne derece yüksek göstermişse, şefkat hissi de, aşk hissinden o derece yüksektir. Şefkat muhabbetten yüz derece daha geniş, daha parlak ve daha yüksektir. Çünkü şefkat bütün yönleriyle lâtiftir, nezihtir, geniştir, halistir, safidir, mukabele istemez, bedelsizdir. Hatta en adî hayvanların bile yavrularına duydukları bedelsiz ve fedâkârâne şefkatleri buna delildir. Aşk ve muhabbetin ise çok dereceleri var ki, tenezzül edilmeyecek şekildedir. Aşk mukabele ister, bedelsiz yürümez, karşılık görmekle devam eder. Aşkın ağlamaları bir nev'î bedel ve karşılık istemektir. Üstad Hazretleri burada bir misâl veriyor: Meselâ bir zat şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta bütün canlılara şefkat eder ve Rahîm isminin genişliğini bütün yürek sahiplerinde görür ve gösterir. Hâlbuki aşk yalnız sevgiliye mahsus duyulur. Hatta her şeyi sevgiliye feda ettirir. Sevgiliyi övmek ve güzel göstermek için de aşk, başka güzelleri kıskandırır, hürmetten düşürtür, güzelliklerini kırar. Hatta âşıklar o derece ileri giderler ki, “Güneş sevgilimin güzelliğini görüp utanıyor. Görmemek için bulut perdesini başına geçiriyor” diyecek derecede sevgililerini güneşten daha parlak ve daha güzel gösterme çabasına girerler. İşte Üstad Bedîüzzaman, burada, aşk belâsına güneşin gözden düşürülmesini görmezden gelmez, bunu güneşe haksızlık sayar ve âşıklara çıkışır: “Hey âşık efendi!” der, “Ne hakkın var, sekiz İsm-i Âzam’ın bir sahife-i nuranîsi olan güneşi böyle utandırıyorsun?”2 der.
DUÂ Ey Vedud-u Rahîm! Sevgimizi meşrû kıl, haram kılma! Sevincimizi meşkûr kıl, şükürsüz kılma! Muhabbetimizi makbul kıl, matrud kılma! Aşkımızı makul kıl, aklımızı giderme! Şefkatimizi mağfur kıl, kalbimizi giderme! Öfkemizi şecaatten eyle, fecaatten eyleme! Amelimize salahat ver, fesadat verme! Bizi kendine kul eyle, başkasına kul eyleme! Âmin!
Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 35. 2- Mektûbât, s. 35. 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Cihad; kılıçla değil, kalem, ilim ve fikirle yapılmalı |
Cihadın çok yönlü ve kapsamlı anlamları var. Her devrin de kendine göre bir hükmü… Ne yazık ki bugün yalnızca “maddî” boyutu öne çıkarılarak ruhuna aykırı bir anlam yükleniyor. Oysa cihad, çalışmak, çabalamak, gayret etmek anlamında Kur’ânî bir mefhum. Türkçe’ye de cehdetmek şeklinde geçmiş. Bugün, cihad-ı mânevî geçerli. Kılıç yerine kalem, ilim ve fikir silâhları kullanılır. Silâhlı cihadın kararını, fert veya gruplar değil, toplumun şahs-ı manevisini temsil eden devlet veya âlimler verir. Cihad, görünen, açık düşmana, şeytana ve nefse karşı yapılır.1 Dolayısıyla “İslâm adına yapılan her türlü çalışma, faaliyet, aktivite cihaddır. Her gün düzenli olarak namaz kılmak, bazen sıcak günlerde oruç tutmak da cihad alanına girer. Bütün bir hayatı içine alacak şekilde nefsimiz ile ruhumuz arasında verdiğimiz sürekli mücadelenin adıdır cihad.”2 Aynı kökten gelen içtihad ise, meşakkati yüklenerek olanca tâkatı göstermektir. Keza, mücahade ise, düşmana karşı yapılan müdafaada bütün gücü harcamaktır. Peygamberimiz (asm) bir büyük savaştan dönüşte, “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” diyerek cihadı ikiye ayırmıştı. Ashabından birisi büyük cihadın ne olduğunu sorunca, “Kişinin nefsine, hevâ ve hevesine karşı gerçekleştirdiği savaştır ki, bu cihadın en büyüğüdür” buyurdu.3 Bu çerçevede cihad, bizi Allah’tan uzaklaştıracak her şeye karşı uyanık ve tetikte olmak; Allah’ın bizim şahıslarımızda ve İslâm toplumunda istediği uyumu gerçekleştirmek adına gayret etmektir.4 İ. Kayyim el-Cevziyye, cihadı, “Nefse, şeytana, inançsızlara ve münafıklara karşı verilen mücadele. Nefis planında cihad, dini öğrenmek, bildiğini hayata geçirmek, başkalarına anlatmak, Allah’ı ve dinini insanlara anlatırken başa gelen zorluklara sabretmek sûretiyle olur. Şeytana karşı yapılan cihad, onun itikat ve amel noktalarında kalbe verdiği vesveselerin önünü almaya çalışmak ve onun telkin ettiği bayağı arzulara karşı direnmek şeklinde kendini gösterir. İnançsızlara ve münafıklara karşı cihad ise dil, mal, can ve gerektiğinde de kuvvet ile olur.”5 diye kapsamlı bir tarif yapar. Bediüzzaman ise, günümüzde “cihad-ı mânevî”nin esas olduğunu, onun da birinci basamağının, “Evvelâ nefsini ıslâh etmek;6 dine meylettirmek ve iltizama (taraftar olup yapışmaya) teşvik etmek ve dini vazifelerini hatırlatmaktan ibarettir”7 diyerek özlü bir tanımlama yaparken ilave eder: Sevgi, fazilet gibi güzel hasletler, fen ve modern ilimlerle donanıp, terakkînin en müthiş düşmanı olan cehalet, fakirlik ve fikrî ihtilafa karşı verilen mücadele; i’la-i Kelimetullah’tır, Allah dinini yaymaktır.
Dipnotlar: 1- Ragıb, Müfredat, c-h-d mad. 2- Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm, 96. 3- Feyzü’l-Kadir, 4/511; Keşfü’l-Hafâ, 1/511. 4- Nasr, İslâm, 97. 5- Zadü’l-Mead, 3/24-25 6- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 13. 7- Nursî, Barla Lâhikası, s. 87. 8- Nursî, Divân-ı Harb-i Örfî, Yeni Asya Neşriyat, 57. 07.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Aileye savrulan düşündürdükleri… |
Ülkemizin kronikleşmiş konularından olan başörtüsü geçtiğimiz haftalarda hükümetin bir milletvekilinin sarf ettiği cümle ile yeni bir boyut kazandı. İktidara mensup milletvekili, bir babanın çocuğunun başörtülü tercihi karşısında “Gerekirse çocuğu aileden alırız!” tehdidini savurmuştu. İsteyen her aile çocuğunu bale, müzik, tiyatro, resim atölyelerine gönderebilirken Kur’ân kurslarına gitmenin kanunen engellendiği bir ortamda sarf edilen bu talihsiz sözlerin altında yatan zihniyet ürkütücü! Devletin, çocuğuna uyguladığı şiddet, ihmal ve kötü muâmeleden dolayı değil, sadece dini eğitim tercihinden dolayı aileye müdahale etmesi ancak dinsizliğin ve komünizmin hüküm sürdüğü coğrafyalara mahsus bir uygulama… Çok ciddî bir “tinerci çocuklar” gerçeğini yaşarken, üstelik mevcut devlet kontrolündeki çocuk yetiştirme yurtlarındaki çocukların psikolojileri de araştırmalarla ortadayken böyle bir açıklamayı demokratik kriterlerle anlayabilmek mümkün değil.
Tarihten sahneler… “Doğru söyleyen tarih hakikate en güzel şahittir” der Bediüzzaman. Tarih boyunca birçok devlet ailedeki çocuklara bu tarzda müdahale etmiş, hiçbirisi de uzun ömürlü olmamıştır. Çünkü insanın yapısına uygun değildir. İnsanın maddî ihtiyaçlarını karşılama kolaydır, ama manevî ihtiyaçların temin edilebildiği en güzel ortam ailedir. Dinî inancı ne olursa olsun her toplumda eğitimin en iyi gerçekleşeceği yer ailedir. İnsan ruhunun temel ihtiyaçları olan sevgi, hürriyet, intizam dersleri ancak aileden alınır.
Firavun, Hz. Musa (as) ve Asr-ı Saadet Kur’ân-ı Kerim’de en çok zikredilen kıssalardan biridir Hz. Musa’nın (as) hayatı… Onun (as) bir peygamber olarak Firavun’a karşı verdiği mücadele ibretlidir. Firavun da İsrailoğullarının aile yaşantılarına, beşikteki bebeklerine varıncaya kadar müdahale etmişti. Onların kız çocuklarını bırakıp, biri hariç yeni doğan erkek çocuklarının hepsini öldürmüştü. Hz. Musa (as), Firavun’un sarayında Hz. Asiye’nin şefkatiyle yetişti. Kendisine peygamberlik vazifesi verildiğinde, Firavun bütün ibadet yerlerini kapatıp, yıktırarak kullanılamaz hâle getirdiğinde kendisine vahyedildi. İsrailoğullarının evleri “kıbleye yönelik ibadethaneler” hâline getirilecek ve eğitim evlerde verilecekti. Asr-ı Saadet’te, evlerin eğitim merkezleri hâline getirilmesi, Peygamberimizin de (asm) bizzat kendi hayatı ile örnek olduğu bir eğitim modelidir. Uzun lâfın kısası, bütün semâvî dinlerde aile ortamında verilen eğitim çok önemlidir.
Nazizm, Komünizm, Kemalizm İkinci Dünya Savaşı yıllarında Naziler, üstün ırk yetiştirme maksadıyla insan çiftlikleri kurmuş ve doğan çocukları özel eğitime tabi tutarak saf ırk çalışmaları yapmışlardı. Komünizmde de çocuklar devletin malı olarak telâkki edilmekteydi. Zaten aile kavramı yerine, her şeyin ortak olduğu komün hayat tarzı benimseniyordu. Ülkemizde uzun ömürlü olamayan Köy Enstitüleri uygulamalarını da unutmamak gerek. Tarihin kaydettiği bu tarz uygulamaların ömürleri uzun olmadı. Fıtrat yalan söyler mi hiç? 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Dinî cemaatlerin vazife ve sorumlulukları |
Asıl maksatları dîn-i mübine hizmet ve bunun neticesinde de uhrevî hayat için gerekli olan vazife ve sorumlulukları yerine getirmek olan dinî cemaatler, bu sorumluluklarını yerine getirmeleri derecesinde başarı olurlar. Sair resmî hiçbir cemiyet veya kuruluş ile doğrudan bir bağlantıları bulunmayan bu cemaatler, siyasî partilerle ve onların siyasete yönelik faaliyetleriyle de doğrudan ilgilenmemeleri gerekir. Bediüzzaman’ın “Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz” (Şuâlar, s. 277) ifadesi bu hususa ışık tutar. Yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle Nur Talebelerinin, “siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite” (Şuâlar, s. 446) ve ayrıca “ehl-i dünya ile mübareze”den (Şuâlar, s. 311) şiddetle kaçındıkları, Nur camiâsını tanıyanların bildikleri gerçeklerdir. Yine onun, her türlü hileyi, aldatmayı, yalanı içinde barındıran, tamamen tarafgirlik üzerine faaliyet gösteren siyasetten şiddetle kaçındığını biliyoruz. Ve onun “Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” dediğini ve talebelerini de bu noktada uyararak, onlara günübirlik siyasî boğuşmalardan uzak durmaları tavsiyesinde bulunduğu açık bir gerçektir. Şahısların kendi adına siyasete girmelerine izin veren Bediüzzaman; yüklendikleri kudsî dâvâ veya içerisinde bulundukları cemaat adına şahısların siyasete girmesinin getireceği zararlara dikkatleri çekmiş, böyle bir teşebbüsden kesin bir dil ile men etmiştir. Bu asırda kalıcı ve etkili bir şekilde dine hizmet etmenin yolunun fertlerden çok cemaat halinde bulunmaktan geçtiğini belirten Bediüzzaman, bunun sebebini de şahsî hizmetlerin sınırlı, cemaat halinde yapılan hizmetlerin ise gayr-ı mahdut ve daha kalıcı olduğu şeklinde dile getirmiştir. Fiilî siyasetten şiddetle kaçınan Bediüzzaman, ilcaât-ı zamana ve mukteza-i hâle göre siyasilere bazı dönemlerde yol göstermiş, telkin ve tavsiyelerde bulunmuş, açıkça destek verdiği demokrat kadrolara alenî olarak reyini vererek nokta-i istinat olmuştur. Bu yönde talebelerine de tavsiyelerde bulunmuştur. Mahkemelerdeki müdafaalarında herhangi bir siyasî, dünyevî cemiyet veya kuruluş olmadıklarını söyleyen Bediüzzaman’ın, ne kendisinin ne de talebelerinin hiçbir şekilde devleti idareye talip olmadıklarını, idare ve hükümetin icraatlarına karışmadıklarını, siyaset yolu ile asayişin zararına hayat-ı içtimâiyeye karışmak gibi bir niyetlerinin bulunmadığını açıkca beyan ettiğini görüyoruz. Bediüzzaman’ın idare ve siyasete talip olmadığının bir sebebi de; “Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlarını, ehl-i gaflet nazarında bir propaganda-i siyaset tevehhümmü ile cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlara ihanet etmemek için”dir. (Şuâlar, s. 306) Bu meyanda idare ve siyasetten neden uzak durduğunu şu şekilde izah ediyor Bediüzzaman: “Şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her halde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak” (Şuâlar, s. 316) şeklinde izah ediyor. Bu noktada Bediüzzaman’ın; “Nur şakirtleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü'minlerin uhuvveti esastır” (Emirdağ Lâhikası, s. 157) ifadeleri, dinî cemaatlerin dikkate alması gereken önemli bir husustur. Bediüzzaman’ın bu hususlarla ilgili yaptığı yol gösterici tavsiyeleri, başta Nur camiâsı olmak üzere dîne hizmeti gaye edinen bütün cemaatlerin dikkate almasında büyük fayda var. Bediüzzaman’ın bu ve benzeri tavsiye ve telkinlerini yan yana getirdiğimizde; cemaatlerin devletten ve siyasî partilerden maddî ve manevî destek beklemeden hizmetlerine devam etmeleri gerektiğini anlıyoruz. Ayrıca dünyaya bakan makam ve mevkilere de talip olmamaları gerekiyor. Bunun tersi bir durum, yani şu veya bu şekilde devletle veya siyasî partilerle içli dışlı olmak, dinî cemaat olma özelliğini kaybettirir. 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
“Yol odur ki Hakk’a vara” |
Zaman zaman yoklarım kendimi neden pişmanlık duyarım diye hayatta. Bilmem, sizin de yaptığınız olur mu? Listesi epey uzun tutar her halde. Namazın bahçedeki en ön saflarında bir yerlerdeyiz. Bir çocuk kalkar gelir yanıma. Kucağınıza alıp sevmek zorunda kalırsınız. Ve cebinizden bir küçük hediye, bir şeker çıkarıp veremediğinize üzülürsünüz. Hiç eskiler böyle değildi. Tedbirliydiler. Hayat, başkalarını düşünmekle güzelleşiyordu onlar için. Sonra, bir başka pişmanlık yakanı bırakmaz. Hasta olan birinin ziyaretine gidip geçmiş olsun demek. Gidemem, yapamam, çok defa mahrum kalırım bu ziyaretten. Çok da gitmek istememe rağmen, olmaz, gerçekleşmez bir türlü. Ve sonunda ya vefat eder, ya iyileşir, ayağa kalkar, afiyete kavuşur. Sonra, cebimde küçük bir not defteri taşımadığıma çok üzülürüm. Hadi, fotoğrafçı değilim, ama gördüğüm güzel manzaraları çekmediğime her ne kadar üzülsem de, güzel sözleri, güzel duyguları not alamadığıma çok üzülürüm. Bunu da bir kenara yazın, daha başka? Görmek istediğim güzel şeyler vardır. O an durup da, şöylesine odaklanıp da, bir kameranın, bir fotoğraf makinesinin vizöründen bakar gibi, bir fotoğrafçının titizliğiyle ve san'atçının estetik duygularının hâkimiyeti altında, o konunun erbabından usul dersi almış gibi, bir mü’min bakışıyla ve şuuruyla bakmak isterim o manzaraya. Sonra, ‘trak’ diye bir ses... Tamam, maşallah, barekallah. Nedense olmaz. Olur da çok az olur. Her an bu kadar yüklü bir şuur, gözlere, ruha, bedene hâkim olmaz nedense. Üzülürüm. Bunu da kaydedin bir kenara. Uzayıp gider pişmanlık listeleri… Kaçmak istersiniz gürültüden, sesten. Peşinizi bırakmaz bulunduğunuz mekânın o bildik, tanıdık yüzlerinin aşinalığı. Kalıverirsiniz o gün orada, o sene orada, o yıl orada, bir ömür orada kalıverirsiniz işte. Hâlbuki sizi oraya bağlayan hiçbir şey yoktur. Çok rahat çıkıp gidebilirdiniz, bakabilirdiniz. İşte, alışkanlıklar pranga olur, bağlar ayağınızdan. Sonra, okulların açıldığı ilk günlerde, öğrencilerin sürprize açık bakışları altında, o heyecanı onlarla beraber yaşamak isterim o bahçelerde, cıvıl cıvıl sesler içinde. Onlara hiç olmazsa birer defter, birer silgi, birer kalem dağıtayım diye düşünürsünüz de, bir türlü yerine gelmez bu dileğiniz. Düşündüğünüzle kalırsınız sadece ve hayalleriniz ertelenir hep. Hâlbuki güzellikler ertelemeye gelmez. Güzellikler kaçırılmaya hiç gelmez. Her güzellik bir defadır. Bir anlıktır her şey. Yakaladınız, yakaladınız. Yakalayamadıysanız, geçmiş ola. Artık nerede, ne zaman, bir daha o güzelliği bulacak da, denk gelecek de, kucaklayacaksınız; o dersi, o ibreti alabileceksiniz. Kolay değil. Daha başka… Şimdi, hemen aklıma neler geliyor, hücum ediyor. Namazda meselâ, tam odaklanıp kalbimle duâlar arasında, Rabbim’e karşı tam bir huzurda durmak isterim çok defa, ama alır götürür yarım kalan işler. Gerçi vesvesenin kendisi de bir vesvesedir ya… Hastalığın hastalığıdır adeta. Üzerinde durmaya değmez. Bölük pörçük de olsa, melek değiliz ya, hayatımız onca işlerle yüklü iken, tam bir odaklanma söz konusu olamayacaktır belki de hiçbir zaman. Ama yürekte bir yangındır, bir sıkıntıdır, bir huzursuzluk halidir işte… “Niye tam Allah’ın istediği gibi bir kul olamıyorum?” diye düşünür dururum huzurda, kıyamda, rükûda. Bunları düşünürken belki de namaz biter. İnsan nerede olması gerekiyorsa, orada olmalıdır. Ama bırakmıyor elini, kolunu pişmanlıklar bir türlü. Bunlar fuzulî meşgaleler. Bir ağabeyimizin bir sözü vardı: “Eskiler, namaza başlarken, ‘Allahuekber’ derken her şeyi arkaya atıyormuş; biz de ‘Allahuekber’ derken, ne varsa namazın içine alıyoruz.” derdi. “Tam bu an, hayat nelerin toplamıdır?” dense, işte o an, sanki “Pişmanlıkların toplamıdır.” denecek. Evet, şüphesiz, pişmanlık da hayatın içinde. Hayatın bütün gerçeği o değil ama. Hayatın büyüklüğünü, güzelliğini, o nimetin değerini gördükçe, anladıkça insan, gerçekten kaçırdıkları için pişman oluyor. Yaşadığı küçük şeylerdeki aldığı o basit lezzetten iğrenir oluyor. Ulvî lezzetlere ve zevklere yükselemeyişinin acısını pişmanlıkla telâfi etmeye çalışıyor. Belki tövbe edebiliyor, ona sığınıyor. Bir arkadaş grubunun içinde, elinizde sakladığınız pırıl pırıl parlayan bir avuç iğdeyi uzatın bakalım. Bakın, ne itiraflar duyacaksınız. “Aaa, çocukluğumuzda biz de bundan yerdik.” diye tek tek anlatmalar başlayacak. Ne kadar basittir, sadedir ama durup böyle ince şeyleri düşünmeye vaktimiz yok nedense. Bir ağabeyimizden bir hatıra: “Dolmabahçe’de, sahilde mahzun mahzun oturuyordum o gün. Ciddî paralar kaybetmiştim ticarette. Üzgündüm. Yanımda kimin olduğunu fark etmedim bile. Benim halim yanımdaki adamın dikkatini çekmiş olmalı ki: ‘Hayrola?’ dedi. Başımı çevirip baktım. Türkiye’nin tanıdığı bir iş adamıydı. Durumumu anlattım. ‘Üzülme. Gençsin, telâfi edersin. Bak, benim hayatım bitmek üzere. Kanser hastasıyım.’ dedi.” Saymakla bitmez. Yaşlı bir halanız, anneniz, babanız, akrabanız vardır. Gitmek istersiniz ziyaretine, gidemezsiniz. Bin defa da söylesem nefsime bunu, kabul ettiremem bir türlü. Yine, olmayacak olan şeyler değildir bunlar, ama olamazlar bir türlü. Tutar tembellik elimizden, şeytan ayağımızdan, nefs içimizden. Her yönden çalışır, didinirler ve büyük bir hayırdan mahrum ederler bizi. Hayırlı şeylerdir ya, engellerinden anlayın siz onun hayırlı olduğunu. Olamayacak şeylerin belini niyet kırar. Niyetsiz ameller bizim şevkimizi kırarlar. Ancak ve ancak çok kuvvetli bir niyet gerek… Sonra yine, bunu da yazalım bir kenara. Bitmez… Üç gün, üç dakika bile sürmeyecek olan, üç saniye bile sürmeyecek olan nice küskünlükler vardır; yıllar sürer, bir ömür sürer. Hele hele insanın Allah’la, kâinatla, yaşadığı dünya içindeki sevdikleriyle olan küskünlüğü ise, hiç akla hayale gelmez hezimetlere uğratır insanı. Hanesine yenilgiler yazılır. Ak pak bir sermayeyle başladığı dünya hayatına en büyük zarar ve ziyanla döner. Belki ebedî hayatına boynu bükük ve kayıplarla dönebilir. Değmez hâlbuki. Hiçbir şeye değmez. Ama o kadar güçlü duygularla ve düşmanlarla çevrilidir ki insan, farkına varmazsa bunun eğer, bunun izalesi için dinin o güzel ikliminden geçmezse, Kur’ân’ın rehberliğinde yol almazsa, Rasulullah’ın (asm) ahlâkıyla ahlâklanma noktasında bir çaba sarf etmezse, sonu hüsrandır bu hayatın. Pişmanlıklar hanesinin listesi kabarır durur. Hâlbuki bütün kargalara bir taş yeter. Kov, gitsin şu vesvese kuşlarını. Taşla şeytanlarını… Bir denizin kenarında durup ayağını sokmak ister insan. Hadi, bu küçük bir heves olsun. Birçok arzuları vardır. “Keşke şunu gerçekleştireydim.” der, yapamaz, üzülür. Oysa bunlar listenin en altında bir yerdedirler. Daha önemlileri, en üsttedir. Belki göze görünmez, küçük gibi gözükür. Ama hayatın o büyük kompozisyonunda, resminde, rengi tayin eden, maneviyatı tayin eden karelerdir bunlar. Meselâ, anneniz bir şey istedi sizden. Hemen o an gerçekleştirilmesi gerekirken, “Sonra” dersiniz. İçinize bir yangın düşer. “Niye geciktim, niye sonra dedim?” diye üzülürsünüz. Hâlbuki ne olurdu, o anda yapaydınız onu? Her iş böyle. Okunacak kitaplar kenarda bekler durur. Yapılacak işler kenarda bekler durur. Kılınacak namazlar, hangi gün gelecek de, sanki başka birisi yapacak da bunları, onu bekler durur. Hayatımızı sanki başkasının hayatıymış gibi yaşıyoruz. Hâlbuki bunları biz yapacağız, kendimiz yapacağızdır. Kendimizin dışında birinin bunları yapması mümkün değil. Nefsimiz burada da aldatır bizi. Çetelenin içine, ‘yapılamayanlar’ listesinin altına bir de bunlar eklenir işte. Bakalım, nefsimle nasıl baş edeceğiz… Bu yaşa geldim, öğrenemedik gitti… İhmallerin toplamı çok fazla. Şükür ki, Rabbim’in affı var ve geniştir. Bu söylediklerimin hepsini, bir günde, bir saatin içinde de yapmak mümkündür. Bu yaranın devasını arayanlara Üçüncü Lem’a’da bir müjde var: “Fenayı fena gören ve bekâyı merak edenler, bu risâleyi merakla okumalı.” (Lemalar, 366) Ne kadar hoş, tahrik edici bir ifade. Merakını insanın nasıl da çekiyor hemen. Bu ihtiyacı hissedenlere duyurulur. Sonra… Öfkeyle kalkar, birine bir söz söylersiniz. Pişman olursunuz, ama iş işten geçmiştir. Kalpler kırılmıştır bir kere. Toparlanmaz, bir araya gelmez. Hayatınız bir çizik yemiştir. Ona da “Değmezdi…” dersiniz, ama o da olmuştur bir kere. Kur’ân’ı okumamanın, oradaki emirlere birinci elden muhatap olmamanın ağır bir faturası, bir cezasıdır bu. Kur’ân’ın mealiyle, mânâsıyla biraz olsun meşgul olup da bu pişmanlıkları gidermenin yoluna bakmak gerekiyor. Oysa Allah, Kur’ân’da bize öğüt veriyor. Başımıza gelecek, çatlayacak noktaları, kırılacak yerleri, geçmiş kavimlerden, peygamberlerin hayatlarından günümüze güzel izler ve ibretler düşürerek çok güzel dersler veriyor. Şeytan “Okuma!” diyor; Allah “Oku!” diyor. Safımızı belirlemeliyiz. Sormalıyız: “Ey nefis! Kimden yanasın?” diye… Artık bu oyuna bir son vermeli, Allah’ın kitabını ve tefsirlerini elimizce ciddî ciddî almalıyız. Nefsimizle, şeytanla bir cihada girişmeliyiz. Hangi sayfa denk gelirse, başlamalı oradan okumaya. Vardır onda bir hikmet. Vardır orada bir hakikat. Vardır sana oradan uzanacak bir nimet. Allah’ın bizden istediği hangi şey aleyhimize olur ki? Hangi anne, hangi baba evlâdı için kötü bir şey ister ki? Bizi yaratan Allah mı bizden yanlış bir şey isteyecek? Onun rahmetini yeniden hissedip iltica etmeliyiz. Uzun yolculuklardan döndüğümde odamdaki her şeyi nasıl yabancı buluyorsam, Allah’tan uzaklaştığım her gün de, kendimi kendime böyle yabancılaşmış buluyorum. Arayı soğutmamak gerekiyor. Rabbimizle ilişkimizi sıcak tutmak gerekiyor. Bunun da yolu, O’nun yoluna girmekle oluyor. Bir yol bulmak gerekiyor. Bir yol açmak gerekiyor. "Yol odur ki, Hakk’a vara!” diyor Yûnus Emre. Yol odur ki, Hakk’ın yolunu aça. Bu pişmanlıklarda ağır ağır ilerleyen ve bir türlü üzerine titizlikle düşemediğimiz, yenemediğimiz bu konularda bize İnşallah hayırlı bir yol açar ve o yolda pişmanlığın en azını, en az yakıcısını duyarak felâha ereriz İnşallah… Hatta bir gün o kadar makbul olur ki bu duygu, belki de yolumuz Rasulullah’a (asm) ve Allah’a ulaşır; kutlu beldenin yolcularının vardığı yere ulaşır belki… Salât-u selâm olsun Rasulullah’a (asm)… Rabbim hacılarımızın haclarını mebrur eylesin. İşte o zaman yol, tam Hakk’a varmış olur. İşte o zaman yol, yol olur. Ne mutlu o yolun yolcularına… 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Eğitimde model 4X4 olsun |
Eğitim sisteminin sıkıntılarını masaya yatıran kongre, şûrâ ve toplantılar, sık tekrarlanan faaliyetler arasındadır. Bu toplantılarda umumiyetle güzel sözler sarf edilir, doğru tesbitler de dile getirilir. Fakat bu tesbitlerin hayata geçirilmesi her zaman mümkün olmaz. Geçen günlerde de böyle bir şûra toplandı ve eğitim sistemimizin sıkıntıları tartışıldı. Toplantıda her zaman olduğu gibi doğru ve uygulanması mümkün olan teklifler dile getirildiği gibi, uygulanması zor olan konular da konuşulmuş. Millî Güvenlik dersinin tamamen kaldırılması, bu mümkün olmuyorsa asker olmayan ‘öğretmen’lerce verilmesi gibi doğru teklifler gündeme gelerek kayıtlara geçmiş. Aynı şekilde okullarımızdaki din dersi eğitiminin de daha kaliteli olması için çareler sıralanmış. Bunların yanında şu anda kesintisiz olarak 8 yıl uygulanan zorunlu eğitim süresinin arttırılması da konuşulmuş. Medyaya yansıyan haberlere bakılırsa şûrada; 1+4+4+4 şeklinde ve toplam 13 yıl mecburi/zorunlu eğitim verilmesi benimsenmiş. Elbette daha çok kişinin ve daha çok uzun süreli eğitim alması doğru olur. Fakat bu kararlar alınırken Türkiye ve dünya şartlarını da dikkate almak gerekir. Bugün itibarıyla 8 yıl olarak uygulanan ‘zorunlu eğitim’in başarılı olduğu söylenebilir mi? Önümüzdeki yıllar için büyük hedef ve idealleri ortaya koymak iyi, fakat bunların nasıl ve ne zaman yapılacağını da planlamak gerekmez mi? Öncelikle, 8 yıl olarak uygulanan bugünkü sistemin mahzurlarını ortadan kaldırabildik mi? Asıl yapılması ve konuşulması gereken konu bu değil mi? Tamam, toplamda 13 yıl, bu yeterli olmayacaksa 15 yıl mecburî eğitim olsun; ama önce bugünkü sıkıntılara kesin ve kalıcı çare aransın... Görmezden gelsek ve problemleri ötelemeye çalışsak dahi şu sıkıntıların kapımıza dayandığını görmek durumundayız: 8 yıl olarak uygulanan eğitimin ‘kesintisiz’ olması başlı başına bir problemdir. Meslek eğitimi için bu sürenin ‘kesintili’ olmasında fayda var. Çocuklarımız daha erken yaşlarda meslekî eğitime yönlendirilse ne kaybederiz? Aynı şekilde 1. sınıf öğrencileriyle 8. sınıf öğrencilerini aynı mekânda bulunduran sistem de problemlere sebep oluyor. Bugün için savuşturulmuş görülse de, kız ve erkekler için ayrı liselerin açılması talepleri de görmezden gelinemez. Geçici ve kısmen çözüme kavuşmuş görünen üniversitedeki başörtüsü uygulaması aynı şekilde ilköğretim ve lise eğitiminin de gündemine gelecektir. Eğitim kongreleri asıl bunları konuşmalı ve bugünden çözüm ve çareler sunabilmelidir. Bazıları kız ve erkeklerin ayrı sınıflarda ya da ayrı okullarda okutulması taleplerini çok garip karşılıyor. Onlara hatırlatmak lâzım ki, böyle bir uygulamanın okullara ve öğrencilere başarı getirdiği ilmen ispatlanmış durumda. Şu anda, bu sistemi Avrupa ve Amerika’da uygulayan okullar var. Misâl olsun diye hatırlatalım: Japonya’da bile sadece kız öğrencilerin devam ettiği üniversite vardır! “Bu talepler artık uygulanamaz. Biz çağdaş olduk” diyenler ve yanlışta ısrar edenler hem kendileri kaybeder, hem de Türkiye’ye kaybettirir. Yine hatırlatmak isteriz ki CHP de kendi kulvarında Türkiye’deki gelişme ve değişime direndi ve bakın ne hallere düştü? Kendi kulvarlarında benzer hallere düşmek istemeyenler; Türkiye ve dünya gerçekleriyle yüzleşmeli, haklı talepleri dikkate almalı ve gereğini yapmalıdır. Yoksa; eğitim sistemi 4x4 olsa da sıkıntılara çare olamaz! aaa 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“YAŞ mağdurları”nda top taca mı atılıyor? |
12 Eylül referandumunun, demokrasi, hukuk, insan hakları ve hürriyetlerinde düğümlenen problemlere çözümler getirmesi ve ilgili “uyum yasaları” beklenirken, “anayasal değişiklikler”in yetersizliği, dahası aksi tezâhürleri, gün geçtikçe açığa çıkıyor. “Seçim provası”na dönüştürülen siyasî süreçte oylanan “paket”in en iddialı maddelerinden biri, şüphesiz Yüksek Askerî Şûra’da (YAŞ) “irtica” gerekçesiyle “disiplin suçu” perdesinde ihraç edilen subay ve astsubayların durumu. Görünen o ki bu amaçla Anayasanın 125. maddesindeki “YAŞ kararları yargı denetimi dışındadır” hükmü aynen korunarak, “Ancak, Yüksek Askerî Şûrâ’nın terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hâriç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır” ibâresiyle “terfi işlemleri” ve “kadrosuzluk nedeni”nin yargı denetimi dışında bırakan değişiklik, “yetersiz” kalmakta… Hukukçular, YAŞ kararlarına karşı yargı yolunun açık olmasının muhataralı bir biçimde âdeta ortada bırakıldığını; kuvvet komutanlıklarının “ilişik kesme işlemleri”ne karşı dâvânın ancak Askerî Yüksek İdâre Mahkemesine (AYİM) açılabileceğini ifâde ediyorlar. Ne var ki mağduriyetlerin giderilmesinin bu ilk adımı olan davaların açılmasında da tam bir belirsizlik var. Uyarılara rağmen değişiklikte, “yargı denetimi” hükmünün “geçmiş Şûrâ kararları için geçerliliği” ile “hükmün geriye işleyeceği”nin eklenmemesinin sıkıntısı sürüyor…
AKP, AYİM’İ ADRES GÖRTERİYOR! Bu sebeple, sözkonusu mevzuat değiştirilmedikçe bu kez arkadan dolanarak askerî yargı yoluyla “disiplinsizlik”ten “terfi” veya “kadrosuzluk” gerekçesiyle ihraçların örtülü bir biçimde devam edeceği endişeleri haklı çıkıyor. Zira demokratik ülkelerde benzerine rastlanmayan bir biçimde sivil yargının yanısıra “askerî yargı” duruyor ve yargıda “çift başlılık” devam ediyor. Buna göre YAŞ’ın ihraçlara karşı ancak AYİM’e başvurulabilecek. Bu da Subay Sicil Yönetmeliği’nin “Disiplinsizlik veya Ahlâkî Durum Nedeniyle Ayırma”ya göre olacak… Halen YAŞ mağduru 1637 subay ve astsubay haklarının iâdesini bekliyor. Ancak siyasî iktidarın bu konudaki “uyum yasası”nda açık kırılganlık alâmetleri görülmekte. AKP Grup Yönetimi, Meclis Adalet Komisyonu Başkanı’nın “YAŞ’ta benimsenen yeni rejimin uyumsal yansımaları” olarak tanımladığı düzenlemede, açılan davalarda peşinen AYİM’i adres göstermesi, hayal kırıklığına yol açmakta. Bunun içindir ki Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bunun ‘kuzuyu kurda emânet etmek olduğunu” söylüyor. AYİM’in kısa süre önce emeklilik süreleri geçtiği halde, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’a rağmen Balyoz sanığı üç generalin terfisine karar verdiğine de dikkat çeken Prof. Tarhan, “Maddî haklarımızın verilmesini ve iâde-i itibar yapılmasını bekliyoruz. Kapıyı açık tutuyorlar ama hükûmetle uzlaştığımız bir metin yok” diye yakınıyor. Darbecilere ve darbeye teşebbüs edenlere tanınan hakların inançlarının gereğini yaşadığı için ordudan ihrâç edilenlere tanınmaması çarpıklığını nazara veriyor. “AYİM’le ilgili bir yasa olmadan YAŞ mağdurlarını oraya havale etmek, adâletsizliğe devretmektir; siyaset bunu yaparsa sadece topu taca atmış olur” tesbitinde bulunuyor. Askerî mahkemenin emir-komuta zinciri dışına çıkmayacağını nazara vererek, YAŞ mağdurlarının hak iadesi konusunda AYİM’den “âdil bir karar çıkacağına inanmadıklarını” vurguluyor…
YARGI YOLU AÇILSIN… 1960 darbesinden sonra ordudan atılan subaylara tam dört kez hak verildiğine dikkat çeken ASDER Başkanı, “EMİNSU vakası”na dikkat çekiyor. 27 Mayıs darbesini yapan cuntanın ordudan ihrâç ettiği 7 bin subayın kısa adı “EMİNSU” olan Emekli İnkilap Subayları Derneği’ni kurarak haklarını aramalarından sadece birkaç ay sonra 5 Ağustos 1960’tan itibaren 32 yıl boyunca peşpeşe dört yasa çıkarılarak bütün üyelerin 40 yıl çalışmış ve göreve devam etmiş gibi emekli aylığı bağlanarak göreve devam eden emsalleri ile aynı düzeye getirilerek bütün malî haklarının tanıdığını, emekli aylıklarının kıdemli albaylara uygulanan ek gösterge üzerinden yeniden arttırıldığını belirtiyor. Gelinen safhada, YAŞ’la ordudan hukuksuz bir biçimde ihraç edilen YAŞ mağdurları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurduklarını, ancak oradan da “fundamantalizm eğilimler” gibi şaşırtıcı mülâhazalarla dilekçelerinin reddedildiğini ifâde edip hükûmetten “haklarının korunmasını”; ilgili uyum yasasının vakit geçirilmeden çıkarılarak ihraç kararlarına yargı yolu açılmasını, geri dönüş haklarının iâdesiyle mağduriyetlerinin giderilmesini istemekteler. Askerî yargının bağımsız ve adâlete uygun karar verecek bir hale getirilmesi için, öncelikle AYİM’in yapısı değiştirilerek bağımsız hakimlerin görev aldığı özerk bir yapıya kavuşturulmasının gereğini talep etmekteler… Kısacası, YAŞ’zedelerin gasbedilen bütün yasal haklarının tazmin edilerek emeklilik işlemlerinin yok sayılması ve zedelenen itibarlarının özlük haklarının iâdesi için âcil düzenlemeye ihtiyaç var. Bu düzenleme, “YAŞ kararlarına yargı yolu açılması ve mağdurların haklarının verilmesi” propagandasında bulunan siyasî iktidarın üzerinde bir vecîbedir. Bundan kaçınmamalı… 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Emre itaatsizliğin cezası |
Köşk’teki 29 Ekim Resepsiyonu’na CHP’nin yanı sıra alternatif resepsiyon düzenleyen Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının katılmaması hâlâ tartışılıyor. Resepsiyona katılmayan CHP ile AKP arasındaki polemik de devam ediyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, “CHP’nin gözü askerde” sözüne CHP’den Gürsel Tekin, “Resepsiyona katılmayan Türk Silâhlı Kuvvetleri komuta kademesinin hesabını CHP’den sormaya kalkıyor” diyerek cevap vermişti. Peşinden AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’in, özel bir televizyonun canlı yayınında “Cumhurbaşkanı dâvet etmiştir. Kendisi ordunun komutanıdır. Bu tavır emre itaatsizliktir. Başkomutana saygısızlıktır” sözünden sonra da tartışma farklı bir noktaya kaydı. Bu sözlerinden ardından, “Peki emre itaatsizliğin cezası nedir? Bu cezayı kim kesecek? Ceza kesilecekse ne zaman kesilecek?” sorularını akıllara getirdi. CHP’den de, “böyle düşünülüyorsa askerlerin görevden alınması” yönünde görüş bildirildi. Yurtdışına gitmekte olan Başbakan Erdoğan’a bu görüşte olup olmadığı hatırlatılıp, “Cevabınız ‘evet’ ise, emre itaat etmeyen askerlerle ilgili herhangi bir tasarrufta bulunmayı düşünüyor musunuz?” diye sorulması üzerine, “Bu bir dâvettir, bu dâvete icabet etmemenin Genelkurmay açısından ne denli yanlış olduğunu zaten daha önce ben açıkladım. Bir alternatif kutlamanın hiç şık olmadığını da söyledim” cevabını vermişti. Peşinden yaptığı şu açıklama ise kafaları karıştırdı: “Ne emre itaate girer, ne emre itaatsizliğe girer, onun değerlendirmesi hukukî bir süreçtir. O ayrı bir konudur. Kim nasıl ne zaman görevden alınır, alınamaz, bu konunun aklını da bize kimse vermesin. Biz bu görevimizi de gayet iyi biliyoruz. Kim görevden alınacaksa nasıl alınacaksa onu da yeri geldiği zaman yaparız, bundan da kimseye hesap vermeyiz. Yeter ki böyle bir yasal süreç söz konusu olsun. Ama böyle bir yasal süreç yoksa da... CHP’nin aklına da ihtiyacımız yok, onlar aklını kendilerine saklasın” demişti. Bakalım bu konu küllendirilip rafa mı kaldırılacak yoksa yeri geldiğinde hesabı sorulacak mı? Bizce birinci şık olacak gibi…
TATLI MUHABBETLER DE OLUYOR! Meclis’teki Genel Kurul çalışmalarıyla ilgili genellikle kavga görüntüleri haber oluyor. Ancak bu sefer burada bir kavgadan bahsetmeyeceğiz. Çok “tatlı” bir sohbetten bahsedeceğiz. AKP Ardahan Milletvekili Saffet Kaya, “Ardahan kırsal kalkınma projeleri” ile ilgili gündem dışı konuşmasının sonunda, “Buradan tüm milletvekillerimize de özellikle sesleniyorum, eğer bal ihtiyacınız olursa Ardahan balından da asla vazgeçmeyin. Balımız son derece özel, bunu da biz getireceğiz” diye konuşması üzerine CHP Edirne Milletvekili Rasim Çakır, “Gönder… Gönderdin de ret mi ettik?” diye oturduğu yerden seslenince, Kaya, “Çok haklısınız, getirdiğimiz, gönderdiklerimiz var, ama İnşallah…” cevabını verdi. Peşinden de, ‘Ancak kazımız da çok meşhurdur, onu da söyleyeyim. Kaz ve kaşarı da İnşallah yakında ikram edeceğim’ diyence salondan alkış koptu. Oturumu yöneten TBMM Başkanvekili Meral Akşener de bu “ballı, kaşarlı sohbet”e, “Bence siz Ardahan balının sadece kürsüden tanıtılmasıyla kalmayın, şimdi herkese -ağanın eli tutulmaz- yarım kiloluk bal gönderirseniz. Ben hariç. Ben şeker hastasıyım, ben istemiyorum” diyerek katıldı. Kaya’nın “Size de kaşar getireceğim” demesinin ardından Akşener, “Bütün milletvekili arkadaşlarımıza yarımşar kilo gönderirseniz iyi olur” diyerek Kaya’dan bal, kaşar sözünü aldı. Peşinden de “Ben de takip edeceğim” diyerek işin peşini bırakmayacağının işâretini verdi.
MUCİTTEN İTİRAFLAR… Şüphesiz ki, başörtüsü yasağı denince ilk akla gelen isim CHP Milletvekili Nur Serter olur. İstanbul Üniversitesinde rektör yardımcılığı yaptığı dönemde başörtülü öğrencileri ikna odalarına alıp onların başını açtırmaya çalışması aradan geçen sürede hep tartışılmıştır. “İkna odalarının mucidi” diye hatırlanan Serter, o dönemde yaptıklarını geçtiğimiz günlerde bir gazeteye anlattı. (Star, 1.10.2010) Ancak öyle şeyler anlattı ki, bir dönemde başörtülü öğrencilere yaşatılanların göründüğünden çok daha vahim olduğunu ortaya çıktı. Röportajı yapan Fadime Özkan’ın, “İkna odaları spontane’ gelişti diyorsunuz, ama gayet iyi organize olmuşsunuz” sorusuna sinirlenen Serter, “Yalan mı söylüyorum, olanı anlatıyorum size…” çıkışıyla nasıl bir düşünce yapısında olduğunu da ortaya koymuş oldu! Serter, o dönemde başörtülü öğrencileri “ikna odaları”nda başını açtırmaya zorlarken aynı zamanda görüntülerini de kameraya kaydettiğini de itiraf etti. Yani, fişlediğini! Bunu savunurken de, başka bir yanlışını ortaya koydu. “Ben mahkeme için, dâvâ açılırsa, kanıt olarak sunmak için kaydettim. O kadar. Onlara baskı ve kötülük değil, eğitim görme haklarına kapı açan bir uygulama olduğuna inandığım için vicdanen son derece rahatım... Bakın bir tek dâvâ dahi açılmış değildir. Zaten zaman aşımı da olmuştur 12 yıl geçti, kasetleri de imha edeceğim gidecek. Kimseye bunu kanıtlama ihtiyacı da hissetmiyorum…” Yasakçıların mantığını anlamak açısından ibretlik sözler bunlar… Önce fişle, sonra zaman aşımı bitince delil niteliğindeki kayıtları imha et… Pes doğrusu. 07.11.2010 E-Posta: [email protected] |