06 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Cumhuriyet hutbesi


A+ | A-

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’nun defalarca tekrarladığı “Kalkacak” sözüne rağmen merkezî hutbe uygulaması hâlâ sürerken, bazı özel günler için hazırlanıp bütün camilerde okunması istenen metinler bilhassa eleştiri konusu olmaya devam ediyor.

Bunlardan biri de, geçen hafta 29 Ekim Cuma günü minberlerde okunan cumhuriyet hutbesi.

Aslında bu hutbede cumhuriyetle ilgili olarak verilen bilgiler ve yapılan izahlar doğru, isabetli ve olumlu. Konuyu Bediüzzaman’ın anlattığı şekilde, Kur’ân’ın istişareyi emreden âyetlerine, Peygamberimizin (a.s.m.) hadislerine ve Asr-ı Saadet başta olmak üzere İslâm tarihindeki uygulamalara dayandırarak açıklayan bu metindeki yaklaşımın millete mal edilebilmesi nisbetinde cumhuriyet kavramı kitlelerce benimsenir.

Müslüman bir topluma cumhuriyet ve demokrasi gibi çağdaş değerleri benimsetebilmek için, bunların İslâmî referanslarla anlatılması şart—ki, Said Nursî bunu yüz yıl önce yapmış.

Meselâ, onun 2. Meşrutiyetin ilânından üç gün sonra Sultanahmet ve ardından Selânik meydanlarında irad ettiği “Hürriyete hitap” nutku, son derece orijinal muhteva ve üslûbu ile, bugün dahi erişilemeyen bir irtifayı ifade ediyor.

Keza, gazetelerde yazdığı makaleler, Divan-ı Harb-i Örfîdeki müdafaasında özet olarak anlattığı şekilde ulema ve talebelerden hamallara, meb’uslardan askerlere ve medyaya, doğu aşiretlerinden padişaha kadar toplumun ve devletin her kesimine doğrudan veya dolaylı olarak ilettiği mesajlar, 1950’li yıllarda talebelerine ve devlet ricaline yazdığı mektuplar aynı şekilde...

Cumhuriyet hutbesinin genel muhtevası, eksik de olsa bunlara uygun. Ama problem, aynı metnin sonunda, bu mânâlarla hiç örtüşmeyen icraatlar ortaya koymuş bir isme dua edilmesi.

(Cumhuriyetin ilânının bile “darbe” yöntemiyle yapılıp, sonra cumhuriyet adı altında bir istibdad-ı mutlak tesis edildiği de unutulmasın.)

Bu konuyu şimdiye kadar defalarca gündeme getirdik. “Zafere kadar dinle ilgili olarak olumlu mesajlar verip dindarlarla iyi ilişkiler kuran, ama zaferin ardından dizginleri eline geçirdikten sonraki icraatıyla dine ve dindarlığa çok büyük darbeler vuran bir kişiye camilerde dua ettirmenin mantığı ve izahı ne?” diye çok sorduk.

Ama cevap alamadık ve yanlışa devam edildi.

Peki, bu garabet ne zamana kadar sürecek?

Ve cumhuriyet hutbesi örneğinde bir defa daha tekrarlanan, Bediüzzaman patentli olumlu içerikleri M. Kemal’e mal etme işgüzarlık ve samimiyetsizliğine ne zaman nihayet verilecek?

İsteyen, istediği kişiye dua edebilir. O ayrı konu. Ancak baskı ve dayatma ile, zorla, talimatla dua ettirilmez. Bütün camilerde okunması talimatı ve okunmadığı takdirde yaptırım uygulama tehdidi ile gönderilen hutbelere bu yaklaşımın ürünü olan sun’î dua cümleleri eklenemez.

Eklenir ve bunlar, bilhassa merkezî kalabalık camilerde muhtemel muhbir şikâyetlerine bağlı cezaî yaptırım tehditleriyle okutturulursa, imamlar da, cemaatleri de huzursuz ve tedirgin olur.

Fazla göz önünde olmayan küçük camilerde ise ya farklı konularda hutbe verilir, veya gönderilen metin dua kısmı sansürlenerek okunur.

Bu sıkıntıya son vermek için ya merkezî hutbe uygulamasını kaldırma sözü bir an önce yerine getirilmeli, ya da gönderilen hutbe metinleri bu tür zorlamalı eklemelerden temizlenmeli.

Bunun için de, daha önce hiç benzeri görülmemiş “Atatürkçü” söylemleri ile, M. Kemal’in atadığı ilk Diyanet Reisi Rıfat Börekçi’yi dahi geride bırakan ve bu tavrıyla Diyanet camiası başta olmak üzere toplum genelinde ciddî eleştirilere hedef olan Bardakoğlu’nun ortaya koyduğu yaklaşımın bir an önce terk edilmesi gerekiyor.

Bu yaklaşım, AKP’nin “Atatürk ilke ve devrimlerini toplumun ortak paydası haline getirme” hedefiyle örtüşse dahi, toplum, ülke ve dünya gerçekleriyle hiçbir şekilde bağdaşmıyor.

06.11.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Beşerin kanunları vicdanları rahatlatmıyor


A+ | A-

Adalet, Arapça bir kelime olup, adl kökünden türemiştir. Herkese hakkını, istihkakını vermek, yerli yerine koymak, ölçü, denge gibi anlamlara gelir. Zulmün karşıtı bir kelime olarak genellikle hak ile eş anlamlı kullanılır. Cenâb-ı Hakk’ın Âdil isminin bir tecellisidir.

Adalet, aynı zamanda ahlâkî bir erdem olarak insanın ruhsal ve duygusal olgunlaşmasının kemalinin, sülûkun ve takvanın bir yansımasıdır.

Adaletin azı çoğu, ifratı tefriti olamaz. Gadap, şehvet ve aklın vasatının mezcinden doğan bir kavramdır. Adaletin olmaması veya zıddında ya zulüm, ya haysiyetsizlik meydana gelecektir.

Allah, beşerin adalet tesisi için iman, takva, ibadetlerle alâkalı olarak, emir ve yasaklar göndermiştir. Yani bütün İlâhî öğretiler insanlar arası ve insanın diğer mahlûkatla ilişkilerinde adaleti tesis etmeye yönelik olarak formüle edilmiş ve tebliğ edilmiştir. Dolayısıyla âdil olmayan her tutum ve davranış Allah’ın rızasına da uygun değildir.

İslâm nokta-i nazarında adalet, üç boyutta tecellî eder.

1- Varlıklarda adalet tecellisi; estetik anlamda herşeyde bir ölçü, biçim, denge, nazm, nizam v.s. olması anlamında bir adalet tecellisidir.

2- Fıtratta adalet tecellisidir. Sırat-ı müstakîm çizgisi dediğimiz, ‘doğruluğu’ ifade eder. Fıtrat, yaratılışta temizdir. Fakat tegayyür ve inkılâplara mahal olan bedenin içinde ruhun yaşayabilmesi için sınır konmamış üç kuvvet verilmiştir. Bunların sınırları ancak şeriatle belirlenir. İşte bu kuvveler şeriatle sınır içine alınmaz, vasat bir çizgi tutturulmazsa, fıtratın selimiyeti de bozulmaya başlar. Ayrıca fıtratı besleyen bir takım hasletlerin olması gerekir. Meselâ Allah korkusu, marifet, tefekkür, cömertlik, yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek, şefkat, empati, tahammül, insaf, vicdan, saygı, feraset, basîret vs. bunlar, bütün insanlarda eşit ölçüde olmadığı için muâmelâtta sosyal hayatın içerisinde zulümler, haksızlıklar vuku bulmaktadır. Herkeste hak ve hukuk anlayışı aynı seviyede değildir. Özellikle bu adaletsizliğe sebep olan en önemli şey, sınır konmamış kuvvelerin tezahürü olan beşerî zaaflardır.

3- Hakkaniyet, yani hukuk yoluyla, kanun düzenlemeleriyle adaletin tesisidir. Bu durumda adalet, izafî bir kavram hâline gelir. Acz ve zaaflardan mürekkep olan beşerin aklının ürünü olan bu adalet, elbette izafî bir adalet olacaktır. İşte insaniyet mertebesi, izâfî olandan mutlak adalete doğru bir ilerlemek anlamına gelmektedir.

Allah, ‘Dilediğini yapar’ buyruğu, İlâhî irade kavramını belirleyici bir ilkedir. Zira Allah’ın dileği, mutlak hayır ve adalettir. Adalet, hayır ilkesiyle gerçekleşir. Allah bir şeyi murad eder ve olur. O'nun muradı, adaletin gerçekleşmesidir. Bu bağlamda bakıldığında çirkinlik veya kötülük denen şeyler, aslında çirkin ve kötü değildir. Çünkü “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir”, yani şerrin yaratılması değil, işlenmesi şerdir.

Bediüzzaman, adaleti, hikmet inayet ve rahmetle birlikte mütalâa eder. “Cenâb-ı Hakk’ın ahdi meşiet, hikmet ve inayet ipleriyle örülmüş nurânî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır.” (İşârâtü’l- İ’câz)

Arzda, apaçık bir hikmet, parlak bir inayet tecellisi, herşeyde gördüğümüz adalet ve her şeyi kuşatan bir merhamet söz konusudur. Allah, mahlûkatın içinden insanı seçmiş ve kendisine muhatap kılmıştır. Bütün isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir ayna biçiminde yaratmıştır.

İnsana rahmet hazinelerini açmış, isimleriyle bildirmiştir. Bütün bunlar inayet, adalet ve rahmetle gerçekleştir.

İşte hikmet, inayet, rahmet ve adaletten oluşan nurânî şerit kâinatta umumî nizam şeklinde tecelli etmiş ve silsilelerini kâinatın bütün envaına dağıtmış en acip silsilesini de beşerin eline vermiş ve ruh-u beşere pek çok istidat ve kabiliyet tohumları ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesi cüz’i ihtiyarinin eline verilmiştir. O cüz’i ihtiyarinin yuları da şeriatin eline verilmiştir. İnsan, Allah’ın koyduğu sınırları koruma görevi ile yükümlüdür. Bu ahdi bozmamak ve ifa etmek ise, ona verilen istidatları lâyık ve münasip yerlerinde sarf etmekle olur. Demek ki adalet, Allah’ın sınırlarıdır. Ve bu koruma ödevi ve yükümlülüğü insana verilmiştir. İnsan bu vazifesini yapmazsa, nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar. Dolayısıyla adalet, Allah’ın fıtratta ve içtimaiyatta geçerli kıldığı ilkelerle, insanın uyumlu yaşaması anlamındadır. Yani Yaratıcının koyduğu maddî ve manevî nizamı koruması adalet anlamına gelir. Bu yüzden öncelikle iç âlemde ene ve nefisle başlayan bir terbiye süreci daire daire tabiata, diğer mahlûkata doğru tecelli edecek bir İlâhî düzenin ayakta kalması ve ona riayet edilmesiyle adalet mümkün olacaktır. Özet bir ifadeyle adalet; fıtrat, âdetullah ve içtimâî hayat kanunlarına imtisâlle mümkündür.

Adaletin denetleyicisi öncelikle vicdanlar olmalıdır. Zira daha ruhlar âlemindeyken Allah ile yaptığı sözleşme, ahit kalplere nakşedilmiş ve vicdan dosyasına yazılmıştır. İlâhî emirler, dinler, şeriatler ve peygamberlerin vazifesi bu vicdan dosyasını uyandırmak ve dosya içindeki İlâhî şifreleri harekete geçirmektir.

Bu nokta-i nazardan hareketle insanın adaletsiz davranışları aslında en başta kendisine yaptığı bir zulümdür. Bu yüzden Kur’ân sık sık “Nefislerinize zulmetmeyiniz” buyurmaktadır. Kur’ân’ın bu emri her türlü adaletsizliğin, yapana geridönücü olduğunu vurgulamaktadır. Bu anlamda Allah hiç kimseye zulmetmez. Ancak insanlar kendi kendilerine zulmeder. Zira insan zulmeder ve zulüm kendisine dönünce de adalet gerçekleşir.

İnsan için adalet hakikatini yaşamak hem Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, hem kâinatla uyum içinde olmak, hem de insanların haklarına riâyet etmek anlamlarına gelir. Bediüzzaman bunu veciz bir biçimde İşârâtü’l-İ’câz’da şöyle ifade eder: “Sırât-ı müstakîm şecaat, iffet ve hikmetin mezcinden ve hülâsasından hasıl olan adl ve adalete işarettir.” Yani adil olabilmek öncelikle iç dünyadaki dengeyi kurabilmek ve aşırılıklardan kurtulmakla gerçekleşir.

Bu bağlamda düşünüldüğünde beşerin koyduğu kanunların işte tam bu noktalarda çıkmaza girdiği görülmektedir. Kâğıt üzerinde kanunlar karşısında nazarî olarak eşitlik ilkesi az çok sağlanabilir. Fakat somut olaylar üzerinde adaletin sağlanmasına gelince, bu eşitliğin gerçekleşemediği görülür. Hele bir de kişilerin çıkarları söz konusu olduğunda hakkaniyet tamamen bozulmaktadır. Adalet ve eşitlik her ne kadar birbirine yakın gibi dursa da, eşitlik her zaman adalet anlamına gelmez. Adaletin uygulandığı her alan eşitliği içinde barındırırken, her eşitlik adalet değildir.

“Güçlü haklıdır” felsefesinin hâkim olduğu yerde adalet tesis edilemez. Çünkü güçlünün sözünü geçirdiği yerde hukuk işlemez hâle gelmiştir. Son günlerde yaşanan hukuk skandalları bu felsefenin çirkin yüzünü gün yüzüne çıkarmıştır.

Beşerin kanunları ne kadar İlâhî kanunlara yaklaşır ve tecellisine mazhar olursa, o kadar âdil olacaktır. “Kanunlardaki had ve cezalar, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye nâmına icra edildiği vakit hem ruhu, hem aklı, hem vicdanı, hem insanın mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olur.” (Hutbe-i Şamiye)

Bugün gerek kanun koyucular, gerek uygulayıcıların, gerekse had ve cezaya maruz kalanların hepsindeki problemlerin asıl sebebi, adalet namı altındaki cezaların yalnız vehimleri müteessir etmesidir. Cezaları tatbik edenler ise, emr-i İlâhî ve adalet-i Rabbaniye adına yapmadıkları için cezaları da adalet olmamaktadır.

Hâsılı, adalet adına konan kanunlar vicdanları rahatlatmıyor. Hatta bazen adalet adına zulümler yapılıyor. Oysa adalet, ancak Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir. Zira bütün insanları ve kâinatı yaratan ancak hüküm sahibidir. Beşerin kanunları da İlâhî kanunlara zıt düşmemek ve tecellisi olmak şartıyla insan hazm-ı nefs edebilir, ruhlara ve vicdanlara tesir edebilir. “Eğer beşer, çabuk aklını başına alıp, adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc me’cüclere teslim-i silâh edecektir.”

(Hutbe-i Şamiye)

06.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Ortak kanaat: Kemalizmle olmaz!


A+ | A-

Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki ‘iktidar kavgası’ beraberinde başka tartışmaları da gündeme taşıdı. Tartışmalarda dile getirilen ortak kanaate göre, CHP Kemalizm’e sarıldıkça iktidar olamaz.

Aslında bu tesbiti sadece CHP ile sınırlı olarak düşünmemek lâzım. Bu tesbiti daha da genelleştirerek “Hiç bir partinin Kemalizm propagandası yaparak iktidara gelmesi mümkün değil” şeklinde de okuyabiliriz.

Elbette bu tesbit ilk defa bugün yapılmıyor. Geçmiş yıllarda da benzer tesbitleri dile getirenler oldu, ama ne yazık ki yeteri kadar dikkate alınmadı. CHP’de gün yüzüne çıkan bugünkü kavga, bir bakıma eski tartışmaların yeniden alevlenmesi olarak da okunabilir.

İsterseniz bu çerçevede dile getirilen bazı tesbitleri hatırlatalım:

“CHP askeriye çevresinde öbeklenmiş otoriter bürokrasinin partisidir. Bürokrasinin bir partisi olması, Batı demokrasileri bağlamında hem komik, hem de acıklı bir durumdur. Bu hal, akla tek partili faşist ve komünist rejimleri getirir. O rejimler yıkıldıktan sonra partileri de eriyip gitmiştir. CHP, ülke yönetiminde son sözü askeriye ve müttefikleri söylesin diye vardır. Kemalizm de işte bu durumu meşrulaştıran ideolojinin adıdır. Kemalist köklerinden kurtulmadığı sürece, CHP modern bir parti olamaz.” (Emre Aköz, Sabah, 5 Kasım 2010)

“CHP baştan itibaren demokrasinin nasıl bir parti, siyaset ve liderlik gerektirdiğini doğru teşhis edemedi. (...) ‘Çağdaşlık savunucusu’ CHP, çağı bir türlü okuyamadı. Kendine de, Türkiye’ye de yazık etti. Şimdi ‘yeniden düşünmek’ için bir fırsat. Bugün Kılıçdaroğlu ekibi CHP’yi ‘halka açmak’, ‘halkın partisi olmak’, ‘gücünü birilerinden değil halktan almak’ gibi laflar ediyorsa, geçmişin ‘muhasebesi’ni yapmış olmalılar. Ama ‘Kemalizm gömleği’ni çıkarmadıkça CHP’nin merkez-sol bir kitle partisi olması mümkün değil. CHP’nin ciddi bir ideolojik dönüşüme ihtiyacı var. Sadece kendilerine değil Türkiye’ye de dar gelen ‘Kemalizm gömleğini’ çıkararak merkez-sol-demokrat geniş kesimlere ulaşmayı denemeliler.” (İhsan Dağı, Zaman, 5 Kasım 2010)

“Türk Siyasetinin Yapısal Analizi” serisinin 1920-1960 arasını kapsayan ikinci cildini geçen aylarda yayınlayan Hasan Bülent Kahraman, “Kemalist devrimi kim destekler?” sorusuna cevap aramış. Kahraman’a göre, Türkiye’de çağdaşlaşma ve modernleşme yaşanacaksa, işe önce Kemalizmi bir kenara bırakarak başlayabiliriz.” (Aksiyon, sayı: 809 / Tarih: 07 Haziran 2010) (http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/newsDetail-getNewsById.action?sectionId=176&newsId=26948)

Hazırladığı Türkiye raporuyla “Gerek Ankara’nın, gerekse Avrupa Parlamentosu’ndaki (AP) meslektaşlarının yoğun eleştirilerine hedef olan” Hollandalı Hıristiyan Demokrat Parlamenter Arie Oostlander, raporunda şu ifadelere yer vermişti: “Devletçilik, ordunun güçlü rolü, dine karşı çok katı bir tavır gibi yaklaşımlara öncelik veren Kemalizm felsefesi, Türkiye’nin AB’ye katılımına köstek oluşturuyor.’’ (25 Mart 2003, [(http://www.hukuki.net/haber/index.asp?id=124])

Oostlander’in raporu çok tartışılmış ve “yoğun tepkiler” üzerine daha sonra raporda “Kemalizm” ibaresini çıkarmış ve şöyle demişti: “Kemalizm kelimesini rapordan çıkardım, ancak içerik aynı.” (http://www.milliyet.com.tr/2003/05/08/dunya/adun.html)

Bu tesbitlerin, iktidara gelmek için milletten oy isteyen bütün partiler için ‘kaynak’ olarak görülmesinde fayda var. Tabiî ki daha derinde, yürürlükteki Siyasî Partiler Kanununun da bu çerçevede ele alınmasında ve Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun hale getirilmesinde fayda var.

Yanlışta ısrar ederek “iyi bir yer”e gidildiği görülmüş müdür?

06.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Yeni MGSB’de “irtica”!


A+ | A-

Millî Güvenlik Kurulu’nun (MGK) toplantısında kamuoyunda “Türkiye’nin gizli anayasası” olarak bilinen ve “kırmızı kitap” olarak adlandırılan yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (MGSB) “iç tehdit” bölümünde “irtica tehdidi” ifâdesinin çıkarılması, abartılarak lanse edilmekte.

Ancak aynı bölümde bunun yerine “din istismarı”nın yazılması ve başta PKK olmak üzere “devrimci aşırı sol örgütler”le birlikte “aşırı dinci örgütler”in tek tek sayılıp mercek altına alınması, “Kırmızı Kitap aynı tas, aynı hamam” yorumlarına yol açmakta. Her ne kadar “devletin vatandaşını potansiyel tehdit görmediği, yerine kendine ve vatandaşına güven esasına dayalı görüşün hakim kılındığı” iddia edilse de, daha önce “irtica” kelimesiyle kastedilen “tehdidin” MGSB’de “iç tehdit” olarak kaldığı görülmekte.

Bakanlar Kurulu ve kolluk güçleri için bir rehber niteliği taşıyan, beş yılda bir güncellenen ve en son 24 Ekim 2005’te MGK’da kabulünden sonra 20 Mart 2006’daki Bakanlar Kurulu’nda kararlaştırılıp yürürlüğe konulan “irtica tehdidi”nin yer aldığı mevcut MGSB’de olduğu gibi, son güncellemenin de yine “asker kontrolünde hazırlanmış.”

“İç güvenlik”, “dış güvenlik” ve ”savunma” olarak üç ana bölümden oluşan ve 22 sayfadan 48 sayfaya çıkarılan ve TSK’nın Türk Millî Askeri Strateji Belgesi (TÜMAS) ile İç ve Dışişleri Bakanlıkları’nın strateji belgelerine esas oluşturacak MGSB’nin bu haliyle peşinen “vizyoner bir metin” olarak propagandası, dikkat çekici.

“İRTİCA” YERİNE “DİNCİ ÖRGÜTLER”!

Bilindiği gibi Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Çicek’in, TÜSİAD’ın Berlin’deki toplantısı sonrasında düzenlediği basın toplantısında, “Türkiye’de irtica suçu yok” beyânının hatırlatılması üzerine, “Kanunlarımızda irtica suçu diye bir tanım yok” demiş ve sadece “devrim kanunlarına muhalefet” şeklinde bazı suç tanımları olduğuna işaretle önce ‘irtica’ suçunun tanımının yapılması gerektiğini söylemişti.

Görünen o ki “irtica tehdidi”nin yerine bu kez “din istismarı” ve “dinci örgütler” istimal edilecek. Daha önce “irtica” ile kastedilen “tehdit” unsuru, bu kez “din istismarı” ve “Kırmızı Katap”ta tek tek “değerlendirilen” ve “dinci örgütler” olarak nitelenen “tarikatlar ve cemaatler” kapsamında ele alınacak! Zira başta Anayasa’nın 24. maddesi olmak üzere “din istisması” ve “dinci örgütler”in ceza yasasında karşılığı var.

Bu durum, AKP iktidarının 2005’te çıkardığı yeni Türk Ceza Yasası’nda, Bediüzzaman’ın “lastikli kanun” dediği dine ve dindarlara karşı kullanılan meşhur 163. maddesinin yerine ikame edilen 312. maddenin kaldırılıp, güya AB’nin önerdiği inanç, düşünce ve ifâde hürriyetine göre değiştirilen, lâkin aynı ibâreleri tekrarlayan paragrafları ihtiva eden 216. maddenin yerine ikame edilmesine benziyor. Kur’ân âyetlerinin tefsiri ve hadislerin mânâsı dinî boyutuyla depreme “İlâhî ikaz” tesbitini yapan Yeni Asya gazetesi yazarlarının “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçuyla önce 163, ardından 312 ve sonrasında 216. maddeden halen yargılanmaları ve ceza almaları misâli.

Ya da kısa adı “EMASYA” olan Emniyet Asâyiş Yardımlaşma Protokolü”nün kaldırılmasında olduğu gibi.

“VİZYON BELGESİ” BU MU?

Hatırlanacağı üzere, iktidara gelişinin sekizinci yılında ve hükûmetinin protokolü yeniden imzalamasından beş yıl sonra “EMASYA protokolü diye bir şey olamaz, olmayacak, bunun adımını atıyoruz, atacağız” diyen Başbakan, “Zaten bu bir protokol, kanun filan değil. Kanun, Genelkurmay, İçişleri burada müşterek bir çalışma yapar. Yasal düzenleme gerekiyorsa yasal düzenlemem yapacağız” cümlesiyle “protokol”ün yerine “yasa”nın olduğunu belirtmişti.

Nitekim hemen peşinden dönemin İçişleri Bakanı ve Devlet eski Bakanı Başeskioğlu, “EMASYA Protokolü” kaldırılsa da yine iç güvenliğin tehlikeli olduğu durumlarda askerin kullanımına ilişkin “İl İdaresi Kanunu’nun 11/d maddesi”ni yasal dayanak olarak nazara vermişti. Maddenin özünün, “il valisinin bölgesinde çıkan toplumsal olayları kendi gücüyle üstesinden gelemediği takdirde kuvvet talep etmesi” olarak târif etmişti.

Özetle değişen bir şey olmamış; Bakan’ın dediği gibi, “EMASYA Protokolü” kaldırılsa da, sözkonusu “askerin müdahâlesi”ne dayanak teşkil eden mezkur kanunun aynı sonucu sağladığı bizzat ikrar edilmişti.

Neticede, yeni MGSB’de aynı kırılganlık yer alıyor. Bediüzzaman’ın, “bîtaraf ve hürriyetperver olması lazım gelen hükûmet-i cumhuriyeyi, dinsizliğe taraftar ve entrikaları çeviren ve hükûmetin memurlarını iğfal eden gizli menfì komitelerden tefrik edilip, hükûmetin onlardan uzak olmasını istiyorum; o entrikacılarla mübareze ediyorum” dediği “o komitelerden, tesadüfle hükûmetin memuriyetine girenler”in , “ciddî dindarlara takmak ve devleti iğfale çalışmak için ellerinden tuttukları ‘iki kulp’tan biri olan ‘irtica kulpu” iftirası, perdeli bir biçimde devam ediyor. (Tarihçe-i Hayat, 212)

Ve “Gençlik Rehberi Mahkemesi Müdafaası”nda belirttiği, “ithamların en birincisi” olan “rejim aleyhtarlığı telâkkisi”yle, Nur talebelerine ve dindarlara “zulüm ve cefâyı revâ gören Devr-i Sâbıkın emniyet ve âsâyişi ihlâli vehim ve hayaline düzme isnadları”na “din istismarı” ve “dinci örgütler” paravanında yine fırsat veriliyor. (a.g.e.,564-565)

Tesbit şu ki iddia edildiği gibi yeni “Kırmızı Kitap”ta “irtica tehdidi tarihe gömülmüş” değil, sadece kelime olarak çıkarılmış.

Peki, alây-ı vâlâ ile reklâm edilen “konsept değişikliği ile strateji ve vizyon belgesi” bu mu?

06.11.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Türkiye-AB ilişkileri neden ağır aksak?


A+ | A-

Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki yavaşlama, gündemin yoğunluğu sebebiyle konuşulamıyor. Üyelik sürecinde yavaşlamanın Türkiye’den mi, yoksa AB’den mi kaynaklandığı da tartışılamadığından bu yöndeki çalışmalar da “bir kişi”ye endeksli yürütülüyor.

Gelinen noktaya bakacak olursak… Türkiye’nin AB macerasında geldiği noktayı en güzel tarif eden ifadeyi bir internet sitesinde gördüm: “Kaplumbağa yanımızda jet kalır…”

Bunun doğruluğunu şuradan test edebiliyoruz. Türkiye AB’yle tam üyelik görüşmelerine başlayalı beş yıl oldu. Türkiye, AB’ye 35 başlıktan yalnızca 13’ünü açtırabildi. Kapatabildiği başlık sayısı ise sadece 1… Evet sadece bir başlık... 5 yılda bir başlık açılıp, kapatılabilmiş. Bunda Fransa, Almanya ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin tutumları etkili olduğu gibi, Türkiye’nin bu konuya fazla eğilmemesi, hükümetin yeterince çalışma yapmaması da etkili oluyor. Vetolu fasıllar bir yana, açılabilen başlıklarla ilgili çalışmalar da çok yavaş ilerliyor. Şu anda tarım ile ilgili başlık görüşmeleri devam ediyor.

Oysa, müzakerelere aynı tarihte başlayan Hırvatistan 35 başlıktan 22’sini bitirdi. Türkiye ise 1…

***

Şu ana kadar Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerini başlayıp da bitirememiş ülke olmamasına rağmen, Türkiye’nin 31 Temmuz 1959’da o zamanki adıyla AET’ye başvurusunun üzerinden 51 yıl geçti. Hâlâ kapıda bekliyor. Tabi bu gecikmede yapılan askerî ihtilallerlerin büyük etkisi oldu.

AB adaylığımızın yeniden tescil edildiği 1999’dan bu yana kamuoyunun AB’ye bakışı konusunda yapılan araştırmalara bakıldığında Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerindeki gidişatı da görmemiz mümkün. 2002-2004 döneminde yapılan reformlar ve 3 Ekim 2005 tarihi itibariyle Türkiye’nin AB’ye üyelik konusunda önemli bir dönemeci geçerek üyelik müzakerelerine başlaması kamuoyunun bakışını olumlu etkilemiş, arkadan gelen duraklama dönemi ise bakışı hissedilir şekilde olumsuz etkilemiştir.

AB yetkilileri de değişik ortamlarda Türkiye’nin Kopenhag kriterlerini bir an önce pratikte karşılaması gerektiğini ifade ederek başta ifade özgürlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğü ve basın özgürlüğü, azınlık hakları ve askerin siyasetteki ağırlığı gibi konularda Türkiye’nin gereken adımları hızla atmasının önemine dikkat çekiyorlar. Başmüzakereci Egemen Bağış ise, Avrupa Parlamentosuna, “Türkiye’ye ilişkin önceki yıllarda yaşadığınız heyecanı yakalayın” çağrısı yapıyor. Muhtemeldir ki, 9 Kasım’da açıklanacak olan AB İlerleme Raporu’nda bu konular tekrar gündeme getirilecek.

***

Hükümetin kurulduğu günlerdeki istekli görüntüsünden şimdi eser gözükmüyor. Başmüzakereci atanmaması bir eksiklikti. Bu giderildi ancak bir tek onun temasları ile iş bitmiyor. Topyekûn bir çalışma gerekiyor. Bu irade de hükümette ne yazık ki görünmüyor. Siyasi çekişmelerle vakit geçirmeden, AB’nin istediği reformlara hız vermek gerekiyor. Aslına bakılırsa, yıllardır yapılan birçok reform AB’ye uyum için yapıldı.

AB tarafında da, bazı ülkelere ya da yönetimlere “üvey evlat muamelesi” yapılmasının önüne geçilmesi için de herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor. Bu meselenin hükümetlere bırakılacak bir mesele olmadığı görülmedikçe de ağır aksak ilerleme sürüp gidecek, Türkiye AB’ye girişi uzun yıllar alacaktır.

Sözün özü: Türkiye’nin önce ihtilal ürünü anayasasını değiştirmesi, mevzuatındaki özgürlüklere engel düzenlemeleri kaldırması gerekiyor. Bu anayasa ile AB’nin Türkiye’yi kabul etmeyeceği ortadadır. Öncelikle Türkiye’de oluşan kötümser hava dağıtılıp “AB heyecanının” tekrar oluşturulması gereklidir. Türkiye’nin AB yolunda kararlı olduğunu sadece söylemleriyle değil, eylemleriyle de ortaya koyması gerekir.

Eğer, “Türkiyesiz AB olmaz” veya “AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var”sa her iki tarafın da üzerine düşen görevleri yapması gerekir.

06.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.