Ahmet BATTAL |
|
Kim daha kabahatli? |
Dünya ve bölgemiz gibi Türkiye de bir çok yönden iyiye gidiyor. Ama iyiye gidişi sürdürmek için öz denetime ve muhalefetçi bir bakış açısı ile bakmaya ihtiyaç var. Geçen haftaki yazımda, HSYK seçimlerinde tulum liste yarışı yaşanırsa bunun propaganda yasağını delmek mânâsına geleceğini ve seçimlerin sıhhatine gölge düşürebileceğini yazmıştım. Gerçekten öngördüğümüz oldu. Bazı internet sitelerinde dahi yayınlanmış olan bir liste “bakanlık listesi” adıyla ve diğer bir liste de YARSAV listesi olarak anıldı. Seçimlerin geçici sonuçları da “bakanlık listesi” adının doğru bir isim olduğunu gösterdi. Zira en yüksek oyu bu listedeki adaylar aldı ve HSYK’ya seçilmiş oldu. Hemen ardından gelen ve seçilemeyenler ise YARSAV adaylarıydı. Bağımsız olması gereken bir yüksek yargı kurulunda yürütmenin bu şekilde kendine yer bulması tartışılabilir. Ama asıl tartışılacak olan, HSYK’nın bu yeni üyelerle “tarafsız” olup olmayacağıdır. Hakim ve savcıların, yönetmeye talip olan ve bu amaçla rekabet yapan siyasetçilerle “paralel” ya da onlara “karşı” siyasî görüşlere sahip olması son derece mahzurludur. Aynı mahzur, hakim ve savcıları yöneten kurul için de fazlasıyla geçerlidir. Ama maalesef garip bir sürecin sonuna gelinmiş ve ortaya, bakanlık ya da hükümet taraftarlarının çoğunlukta olduğu “iddia edilen” bir kurul yapısı çıkmıştır. Hükümettekiler de bu durumu inkâr etmemektedirler. Yanlış anlaşılmasın, aynısı yine olmasın diye söylüyorum: On İki Eylül öncesinde, önce öğretmenler ikiye bölünmüş ve onların kavgayı kışkırtmaları sağlanmıştı. Ardından polis de ikiye bölünmüş ve böylece kavgayı ayırması gerekenlerin kavgada taraf olmaları sağlanmıştı. İşte küçük kıyamet de ondan sonra kopmuştu. O tarihlerde ve on beş sene öncesine kadar hakim ve savcılar siyasî mânâda “bölünmüş” değildi. Bu gün ise HSYK siyasî mânâda bölünmüş ve siyasette taraf haline getirilmiş görünüyor. Zira kimi çevrelerde, hakimlerce, ama haksız rekabet yöntemiyle seçilen üyelere “iktidarın adamı” deniyor. Başka bazılarınca da bir başka yanlış yöntemin uygulanması ile Yargıtay ve Danıştay’dan seçilen yeni üyeler her ne demekse “karşı cephe“nin ya da “muhalefetin adamı” olarak nitelendiriliyor. Bendeniz ise evvela bu iki yaftaya itiraz ediyorum: Bu üyelerin bir kısmını şahsen de tanıyorum. Ve kim hangi sebeple aday göstermiş olursa olsun, kim hangi sebeple kendisine oy vermiş ve seçilmesine sebep olmuş olursa olsun, tanıdığım üyelerin tümünün sağduyulu ve hakperest bir HSYK üyesi olacağından hiç bir şüphem yok. Hem de basının gözüyle bakıldığında görünen tarafsızlık endişesine rağmen. Ama bir şeye daha itiraz ediyorum: Bu görüntünün ortaya çıkmasına sebep olanlar her kim ise, onlar, hiç değilse bundan sonra, HSYK'nın tarafsızlık imajının bozulmasına değil, düzelmesine yardım edecek adımlar atmalılar. Zira Viktor Hugo’nun da dediği gibi: “Hakimin adil olması yetmez. Adil görünmesi de gerekir!” Bu, “yanlı HSYK” görüntüsünün müsebbiplerine gelince, Kendi iradeleriyle, ama sonuçta bir manevî baskı altında kalarak, aynen ya da ufak değişikliklerle “Bakanlık listesine” ya da YARSAV listesine oy veren hakimler kusurludur. Kendilerini korkuya esir etmişler ve aday listesinden üye “seçmek” yerine, gerekmediği halde, başkalarının hazırladığı bir listeyi “tasdik etmeyi” tercih etmişlerdir. Onların kusurundan, yaptıkları listelere “ya bu liste, ya düşmana teslim olmak!” diyerek oy isteyen bazı “önderler” de sorumlu. Bunların kusurundan da hakim ve savcıları güya “meslekî dayanışma” ya da “hayırlı hizmetler” adına örgütlemeye kalkan ve böylece ortaya bir “düşman” hayali çıkaran bir kısım sahte hamiyet sahibi örgütçüler sorumlu. Onların kusurundan ise HSYK ve Yargıtay’ı siyasetten uzak tutmayı beceremeyen eski ve mevcut kamu yöneticileri ve doğru bir seçim-temsil sistemi kurmadan seçim süreci başlatan TBMM üyeleri ile haksız rekabeti görmezden gelerek liste furyasına rağmen seçimi sürdüren YSK da sorumlu. Elhasıl, bu işle ilgili herkes, gelecekte olacak yanlışlık ve zulümlerden kendi payı kadar sorumlu olacak. O halde yeni yargı düzeni ile ilişkili herkes, külahını önüne koyup iyice düşünmeli, hatasından tövbe etmeli, yanlışı sürdürmekten kaçınmalı. Gerçekten iyiye gidebilmemizin şartı bu. 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Beyazıt Meydanı’ndaydık... |
Bir aydır Türkiye’yi bir uçtan diğer uca gezen—bu arada memleketim olan Iğdır’a da uğramasından duyduğum memnuniyeti paylaşmak isterim—gittiği her yere coşkuyu, kardeşliği ve Bediüzzaman Hazretlerinin muhabbetini taşıyan TIR geçtiğimiz hafta sonu Beyazıt Meydanındaydı. Biz de bu heyecanı yaşamak üzere ailece oradaydık. Yoldayken, Bizim Radyo’nun, tören yerinden yapılan yayın ve röportajlarını dinledikçe kalan mesafenin bir an için bitmesi için hızlanıyorduk. Nihayet üniversite öğrenciliğim boyunca yıllarca gezindiğim meydana ulaşabildik. TIR meydana park etmişti. Kurulan açık hava çadırında pek çok ağabey ve kardeşle görüşme ve sohbet etme imkânı bulduk. İkindi namazını Beyazıt Camiinde kıldık. Öğrencilik yıllarımda rahmetli İsmail Biçer Hoca’nın Beyazıt Camiinde kıldırdığı namazların ardından okuduğu aşr-i şerifleri hatırladım bir an. Ailece güzel bir gün geçirmek nasip oldu. Bu arada TIR'dan yapılan müzik yayınında albümlerimizde yer alan eserlere yer verildiğini görmek şahsen hoş bir duygu idi. Cismen olmasak da ilâhilerimizle TIR'ın gittiği yerlerde olduğumuzu düşünmek bizi ayrıca mutlu etti. TIR projesi gibi şevk ve gayret verici yeni, orijinal fikirlere ihtiyaç olduğu açıkça ortada. Emeği geçen, fikir üreten, uygulayan herkesi tebrik ederiz.
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu değişiyor Türkiye’de san'atçıların, bestekâr, şair, yazar ve genel anlamda eser sahiplerinin haklarının korunmasında en temel düzenleme Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’dur. Şimdi bu kanunun ciddî şekilde değiştirilmesi gündemde. Peki bu neden önemli? Geçtiğimiz yıldan beri gündemde olan bu hadise son zamanlarda artık kendini iyice belli eder oldu. Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde açılan fikri mülkiyet faslının gereği olarak bazı maddelerin değişmesi de kaçınılmazdı. Bunların en başında gelen köklü bir değişiklik Meslek Birlikleri alanında olacak. Daha önce de yazmıştım. Meslek Birlikleri şiir, beste vs gibi eser sahiplerinin, sinema veya müzik yapımcılarının, yorumcuların vs hak sahipliği konusunda haklarını, menfaatlerini koruyan yasal kurumlardır. Ancak meselâ sadece müzik yapımcılığı alanında Müyap, Müyabir ve son olarak camiamızdan arkadaşlarımızla kurduğumuz Müzikbir olmak üzere 3 tane müzik yapımcısı meslek birliği var. Bu ve bunun gibi aynı alanda birden fazla meslek birliğinin olması zihin karışıklığına ve olumsuz tepkilere yol açıyor. Şimdi aynı alandaki meslek birlikleri tek çatı altında toplanacak. Ancak bunun da eleştiriye açık yönleri var ki bu ayrı bir yazı konusu. Yine korsan ve hak ihlâllerinde getirilmesi düşünülen cezalar daha da caydırıcı hale getiriliyor. Önümüzdeki günlerde bu yasa değişikliği maddeleri kendini daha belirgin olarak gösterecek .
Musikî'ye dair Bazen radyo televizyon konuşmalarında, sohbetlerde kimimiz müzik, kimimizde de musikî kelimesini kullanırız. Bu durum sanki iki sözcük arasında ciddî bir fark varmış gibi hava oluşturur. Hatta kullandığınız bu kelimeler sizin dünya görüşünüzle ilgili duruşunuza dair bir yer bile belirleyebilir. Aslında kullanılan her iki kelimede sonuçta aynı anlamı karşılıyor. Bu nağme san'atının adının çıktığı yer Yunancadır. Mousa diye yazılan ve musa diye okunan kelime Yunancada peri mânâsına geliyor. Sonlarına gelen -ike takısı ise yanına geldiği sözcüğe aidiyet anlamı katıyor. Musa’ya eklenen -ike takısı ‘perice, perilerin konuştuğu dil’ gibi anlamlar taşır. Bu durumda musikîye ‘meleklerin dili ‘demek yanlış olmaz. Bazı ülkeler bakınız nasıl kullanıyor bu sözcüğü. İtalyanlar ve İspanyollar musica, Fransızlar musique, İngilizler music, Araplar el muğ-sikıy derler. Türkler Fransızcadaki okunuşunu alarak müzik dediler. Osmanlıda İlm-i Şerif sıfatını da kullanarak bu kavrama daha nezih bir yer temin edilmiş oldu. Müziğe bir tanım getiren merhum Cinuçen Tanrıkorur seslerin bilimi değil san'atıdır der. Müzik mi musikî mi ayrımı açısından ise her iki ifadenin de bir arada kullanılabilmesinin bir mahzuru olmadığını ifade eder. Yani müzik kelimesini kullanınca modern kafa yapısına sahip olduğumuz anlaşılamayacağı gibi musıkî dediğimizde de klâsik zihniyetteyiz anlamı çıkarılmamalı. 21.10.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Abdil YILDIRIM |
|
Bediüzzaman’ın Türkiye turu |
Bediüzzaman Hazretlerini temsilen, onun hizmet, iman ve insan merkezli ideallerini taşıyan bir TIR, bir ay boyunca Türkiye yollarında seyahat ederek gittiği yerlere yeni bir şevk ve heyecan taşıdı. Bu seyahat boyunca çok anlamlı tablolar oluştu, çok duygulu sahneler yaşandı. Hemen her yerde sevinç, coşku, heyecan ve hüzün karışımı duygularla karşılandı. Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ının uğradığı ve konakladığı bir çok yerde, Üstâd Hazretlerinin çeşitli hatıraları vardı. Bu vesile ile hatıralar tazelendi, o günlerin sevinçleri ve hüzünleri yeniden yaşandı. Bediüzzaman’a gönül verenler, onun geçtiği yollara gönüllerini sererken, o da şefkat ve muhabbet dolu bakışları ile kendisini karşılayanlara mukabele ediyordu. Biz inanıyoruz ki, resmiyle olduğu gibi, ruhâniyeti ile de aramızda dolaşıyordu. Zira her gittiği yerde tasarrufunun devam ettiği hissediliyordu. Meselâ, Eskişehir’e geldiği gün Meteoroloji kuvvetli yağış tahmininde bulunduğu halde, TIR’ın konakladığı zaman zarfında hemen hiç yağış görülmedi. Ancak TIR şehrimizi terk ettikten sonra yağmur yağmaya başladı. Başka yerlerde de güzel tevafukların yaşandığını Umut Yavuz kardeşimizin haberlerinde ve Sentez Haber sitesinde zaman zaman okuduk. Evet, Bediüzzaman, vefatının ellinci yılında devâsa bir TIR üzerindeki tasvirinin haşmeti ve ruhaniyeti ile Türkiye turuna çıkmıştı. “Neden böyle bir faaliyete ihtiyaç duyuldu?” diye bir sual akla gelebilir. Veya, “Bu seyahat amacına ulaştı mı?” şeklinde bir merak, zihinlerde dolaşabilir. Bu suallerin en güzel cevabını, onu karşılayanların sevinç, heyecan ve gözyaşlarında bulmak mümkündür. Ayrıca, bu programın bir tanıtım faaliyeti olduğu unutulmamalıdır. Bediüzzaman Hazretlerini dünyanın dört bir yanından, her milletten bir çok insan tanırken, maalesef kendi ülkemizin pek çok aydını onu hakkıyla tanımaktan uzak bulunuyor. Bazı din adamları, ilahiyatçılar ve hocalar bile, Bediüzzaman’ı hakkıyla tanıyabilmiş değiller. İşte bu seyahat, tanımayanların tanımasına, tanıyanların da onu anlamasına bir nebze bile katkıda bulunmuşsa, büyük bir kazançtır. Eskişehir Odunpazarı Meydanında yaşanan bir durumu burada sizlerle paylaşarak, bu faaliyetin ne kadar etkili olduğunu dikkatlerinize sunmak istiyorum. TIR’ın konuşlandığı mekân, Üstâdı ağlatan kızların okuduğu liseye çok yakındı. Okuldan çıkan bir kız bir erkek iki öğrenci, TIR’ın yanına gelerek incelemeye başladılar. Kız öğrenci, Üstad’ın resmine bakarken öfkeli bir şekilde arkadaşına şöyle diyordu: “Bu adamın burada ne işi var? Devlete baş kaldıran ve isyan çıkartarak cumhuriyeti yıkmaya çalışan Şeyh Said değil mi bu?” diyerek protesto ediyordu. Bir kardeşimiz gençlerin yanına yaklaşarak, “Hoş geldiniz” dedikten sonra, Bediüzzaman Said Nursî’nin Şeyh Said olmadığını, Bediüzzaman’ın tam bir hürriyetçi ve cumhuriyetçi olduğunu izah ettikten sonra, gazete ve broşürlerimizden de kendilerine takdim etti. İki genç yapılan izahtan memnun olarak oradan ayrıldılar. Şu hadise bile, bu faaliyetin önemini anlatmaya yeter sanırım. Bir gencin kafasındaki yanlış imajın silinmesi, Said Nursî’nin Şeyh Said olmadığının bir kişiye bile olsa anlatılmış olması, büyük kazanç demektir. Ayrıca, çok güzel hazırlanmış olan konuşma metninin meydanlarda okunması ve resmî makamlara dağıtılması, büyük bir tanıtım ve hizmet faaliyeti olarak görülebilir. Üzerinde Bediüzzaman’ın muhteşem bir resmi olan bir TIR’ın büyük şehirlerin caddelerinde dolaşması, şehir meydanlarında saatlerce boy göstermesi, hepimizi heyecanlandıran güzel bir faaliyet olmuştur. Emeği geçenlere, bu güzel hizmetlerinden dolayı tebriklerimi ve teşekkürlerimi sunuyorum. 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Brezilya modeli:Tarımla sanayii destekleme |
Ülkemizde uzun yıllardır “tarım mı? Yoksa sanayi mi?” tartışması sürüp gidiyor. “Patates tarlalarına fabrika kurmak”la övünenler, Türkiye’nin sanayileşmesinin tarım ülkesi olmasından daha önemli olduğunu savunanlar hiç eksik olmadı gazete köşelerinde. Bugün size dünyada yaşanmaya başlanan gıda krizinden geleceğin yıldız ülkesi olarak çıkmaya aday bir ülkeden örnek göstereceğiz. Aslında gen savaşları şeklinde sessiz ve derinden yapılan patentli ve kısırlaştırılmış tohum satma ve ekmeye zorlama mücadelesinden, küresel ısınmaya, tahıl çeşitlerinin azalmasından genetik kirlenmeye kadar bir çok sebepten kaynaklanan ciddî bir gıda krizi bekliyor dünyayı. Bu yüzden Avrupa firmaları konsorsiyumlar halinde Afrika’ya gidip ekolojik tarım için araştırmalar ve yatırımlar yapıyor, yakın geleceğin petrolünü yetiştirmeye çalışıyorlar. İşte bu atmosfer içinde Brezilya’nın başarı öyküsü öne çıkıyor. İki kuşak önce Brezilya’da çalılıklar ve tarıma elverişsiz asitli toprakların büyük çoğunluğunu oluşturduğu araziler hiç umut vaat etmiyordu. Et Arjantin’den, fasulye Meksika’dan, pirinç Filipinlerden ithal ediliyordu. Çok değil bundan yirmiyedi yıl önce petrol şokları ve artan nüfusu besleme sorunları yaşamaya başlayan Brezilya’nın askerî yönetimi Cerrado’da bir dizi laboratuvardan oluşan Embrapa’yı kurdu. Başına getirdikleri ileri görüşlü yöneticiler, hemen Avrupa ve Amerika’nın en iyi üniversitelerine 1200 genç bilim adamını tarım alanında yüksek lisans ve doktora yapmaya gönderdiler. 1980’li yıllara gelindiğinde Amerika ve Avrupa’da eğitilmiş bu bilim adamları tarımda dönüşümü başlattılar. Önce toprağı zenginleştirdiler, verimlileştirdiler. Şeker kamışı için fosforlu gübre, mısır için hidrojenli gübreyi keşfedip kullandılar. Buğdayı sülfürle beslediler. Hayvancılıkta uzmanlar büyükbaş hayvanları nasıl daha hızlı ve verimli büyüteceklerini, ama aynı zamanda etinin lezzetini arttıracaklarını keşfettiler. Bu son çalışma halen burada 45 laboratuvarda birden yürüyor. Büyük bir dönüşüm başladı. “Asla yetişmez” denilen topraklarda buğday, pamuk, kahve, kakao ve şeker kamışı yetiştirdiler. Ucuz toprak ve devlet kredileri sayesinde binlerce çiftçi Güney Brezilya’dan Cerrado bölgesine göç etti. Şimdi ülkenin tarım üretiminin üçte ikisini bu bölge yapıyor. Soya fasulyesi ve et üretiminde Çin’i geçti Brezilya. Venezuela’dan Mozambik’e kadar bir çok ülke şimdi Brezilya’dan tarımı geliştirmek için yardım istiyor. Onlar da uzmanlar gönderiyorlar. Millî gelirin dörtte birini, ihracatın yüzde 40’ını oluşturan tarımdan elde edilen bu kaynak otomobil, buzdolabı, savaş uçağı ve derin deniz petrol platformuna kadar bir çok sanayi ürününün üretildiği sanayi tesislerine hayat veriyor. Bu sayede 2016 yılına kadar Brezilya ekonomisinin dünyanın beşinci büyük ekonomisi olması bekleniyor. Peki böyle bir ideal Türkiye’nin ulaşamayacağı bir hayal mi? Genetiği bozulmuş, kısırlaştırılmış tohumlarla üretilen tatsız tuzsuz domatesi, kokmayan çiçeği üretmeye mahkûm muyuz? Kapısında olduğumuzu sandığımız Avrupa Birliği bundan 29 yıl önce çıkardığı ekolojik tarım yönetmeliği ile, ekolojik tarımı öne çıkarmaya başladı. Biz neden yapamayalım? Kısacası; arazi, iklim ve ürün çeşitliliği ile her türlü dönüşüme hazır olan Anadolu topraklarında, Brezilya örneği bir canlanmanın başlatılmasının adımları atılmalı. İstanbul ve civarına yerleşen, teşviklere rağmen Kayseri, Konya ve Gaziantep gibi sınırlı illerin ötesinde tutunamayan sanayi için verdiğimiz teşvikleri, gerek teknoloji ve gerekse üretim desteğiyle tarıma da verelim. Tarım ve sanayi birbiriyle rekabet eden değil, birbirini besleyen iki ayrı kaynağımız olsun. Geleceğin dünyasının en önemli sorunu olan gıda üretiminde şimdiden yerimizi alalım. 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Ebed dostlukları |
Günan Bey: “Mü’minlerin görmek istedikleri yakınları Cehennemde ise görüşme olacak mı? Nasıl olacak? Herkes Cehenneme uğrayacak mı? Cennette Yüce Allah’ı görebilecek miyiz?”
1- Cennette birbirini Allah için seven herkesin sevgilerini tazeleyecekleri, eski dostlukların ebedî olarak yeniden kurulacağı, herkesin Allah için sevdiği yakınlarıyla, anne, baba, evlât, kardeş, arkadaş ve akrabaların birbiriyle görüşeceği ve diledikleri zaman berâber olacakları da Kur’ân’ın müjdeleri arasında yer alır. Bu dostlar ve yakınlar, Kur’ân’ın haberine göre derin gölgeliklerde karşılıklı iskemlelerde ve koltuklarda otururlar ve dünya mâcerâlarını birbirlerine naklederler. İşte âyetlerden bir kaçı: “Onların gönüllerinden her türlü kini kaldırmışızdır. Karşılıklı tahtlarda kardeşçe otururlar. Onlara hiçbir meşakkat erişmez. Onlar oradan çıkarılacak değillerdir.”1 “Onlar nimetlerle dolu Cennetlerde karşılıklı koltuklara kurulmuş halde ikramlara mazhar olurlar.”2 “Onlar bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyinip karşılıklı otururlar.” 3 Cennet ehlinin birbiriyle görüştüğü gibi, Cehennemdeki arkadaşlarıyla da görüştüklerini anlıyoruz: “O Cennet ehli, birbiriyle sohbete dalıp dünyadaki maceralarını sorarlar. İçlerinden biri der ki: ‘Benim dünyada bir arkadaşım vardı. Bana sorardı: ‘Ölüp toprağa karıştıktan ve kemik yığını hâline geldikten sonra diriltilip hesaba çekileceğine inananlardan mısın?’ diye. Cennetteki arkadaşlarına sorar: ‘Şimdi onun ne halde olduğunu biliyor musunuz?’ derken bakar, onu çılgın Cehennem alevlerinin ortasında görür. Ona der ki: ‘Allah’a yemin olsun; az daha beni de helâke sürükleyecektin! Eğer Rabb’imin nimeti olmasaydı ben de Cehennem ehlinden olacaktım.’ Sonra Cennetteki arkadaşlarına, ‘Dünyadaki ilk ölümümüzden başka artık bize ölüm yoktur. Öyle değil mi?’ der. ‘Biz azaba uğratılacak değiliz.’ Muhakkak ki bu pek büyük bir kurtuluştur!” 4 2- Mü’minlerin görüşmek istedikleri yakınları Cehennemde iseler, mutluluk ve saadet içinde görüşmek elbette onların Cehennemden çıkmaları ile mümkün olacaktır. Mü’minlerin, yakınlarının Cehennemden bir an önce çıkmaları için duâ edeceklerini, bu duâların kabul olmasıyla İnşâallah yakınlarının Cehennemden çıkabileceklerini Peygamber Efendimiz (asm) müjdelemiştir.5 Bundan sonraki görüşmeleri ebedî bir mutluluk içinde Cennette gerçekleşir. 3- Herkes Cehennemden geçecek diye bir şart veya prensip yoktur. Allah dilerse, Cehenneme girmekten kurtulacak kimseler vardır ve şunlardır: a- Dünyada Allah korkusunu yaşayarak gözyaşları içinde günahlarından tövbe edenler. Peygamber Efendimiz (asm): “Allah korkusundan ağlayan kimse, sağılan süt memeye girmedikçe ateşe girmez” buyurmuştur.6 b- Mahşerde Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatine erenler ve Allah’ın affına ve mağfiretine ulaşanlar. 4- Cennette sonsuz güzel olan Yüce Allah’ı görmemiz İnşâallah mümkün olacak ve bu görüş Cennette Cenneti unutturan en büyük mutluluk olacaktır. “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır. (O’nu göreceklerdir.)” 7 âyeti bu büyük görüş mutluluğunu müjdeliyor.
Dipnotlar: 1- Hicr Sûresi: 47, 48. 2- Sâffât Sûresi: 43, 44. 3- Duhân Sûresi: 52, 53. 4- Sâffât Sûresi: 50-60. 5- Müslim, Îmân, 301. 6- Riyâzü’s-Sâlihîn, s. 337. 7- Kıyâme Sûresi: 22, 23. 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Nur talebelerinin bütün derdi! |
Müslümanın bir derdi olmalı, bir meseleyi dert edinmeli. Dert edineceği en büyük mesele de, dünyaya gönderiliş hikmetini öğrenmek ve ona göre bir duruş sergilemek olmalı. Mü’min, dünyaya gönderilmesinin en büyük hikmet ve sebebinin imtihan olduğunu bilir. Her şeyi imtihan endeksli düşünür. “İnsanların ve cinlerin yaratılmasının sebebinin de ibadet” olduğunun şuurundadır. İbadetin, “İman-ı billah (Allah’a iman), marifetullah (Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımak) ve muhabbetullah (Allah’ı sevmek ve Onun sevgisine mazhar olmak)” olduğunun farkına varır. Bunun da en büyük göstergelerinden birisi namazdır. Zira, dünyada en yüksek hakikat iman; imandan sonra da namazdır. Yine mü’min, dünya hayatının “bir oyun ve eğlenceden ibaret” olduğunu bilir, ona bağlanmaz. Bu vesileyle Nur Talebelerini, özellikle Nur dairesindeki gençleri, binlerle tebrik etmek gerekir. Neden? Kimileri iktidar, ihale, para kazanma, köşe dönme, yat kat, köşk peşinde iken; Nur Talebeleri, Kur’ân-iman hakikatlerini anlamanın, yaşamanın, anlatmanın, yaymanın, yaşatmanın derdindedir. Gençleri tebrik etmeli. Çünkü, kimi akranları oyunda oynaşta iken, onlar Kur’ân’ı anlama, Resûlullah’ı (asm) tanıma gayreti içindeler. İman esaslarını benimseme, özümseme derdindeler. İslâm hakikatlerini diğer gençlerle paylaşmanın peşindeler. İşte bu büyük nimetin şükrü, ancak Nur Risâlelerini okumak, anlamak, yaşamak ve anlatmakla edâ edilebilir. Zamanımızın müceddidi, müçtehidi Bediüzzaman, Hicrî 13. asrın başında durarak, bakın bize nasıl sesleniyor: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nûr’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler vesâireler! (...) Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” Bunun yakın göstergelerinden birisi, Yeni Asya’nın organize ettiği, bir aydır Türkiye’yi bir baştan bir başa dolaşan, Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’ı tanıtan Hizmet TIR’ı; diğeri de büyük İslâm âlimi ve Kur’ân müfessiri Bediüzzaman Said Nursî ve mânevî mirası Risâle-i Nur eserlerinin daha iyi anlaşılması için İstanbul İlim ve Kültür Vakfı (İİKV) tarafından düzenlenen 9. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu… Baharda değil miyiz? Aşk ve şevkle hizmete sarılarak baharın tadını çıkaralım!
Dipnot: 1- Münâzarât, s. 88 21.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Nasıl “iyi” olunur? |
İlk temasta başvurulan ilk soru: “Nasılsın?” Beklemeden, hazır cevap verilir: ”İyiyim.” Ya insanlar toptan iyi durumda; ya da, böyle, dilleri hep duâda! Yani iyiliği, iyi olmayı temennî ediyoruz, bu yuvarlak kelâmla. Aksi ise, resmen yalan söylemek! Nasılsın? İyiyim. Nasılsın? İyiyim… “İyiyim” de… “De” bağlacında öyle mânâ yüklü ki, bir dokunsan bin ah hemen hazırdır; eklenir, yüklenir, sıralanır bu “de”ye. Tamam da, hani, “iyiyim” demiştik! İyi olan insanda, bunca lâfın aslı ne? Dil susunca “şükrân” oluyor; sızlanınca “küfrân” oluyor, nimete. Zahmetsiz dünya, meşakkatsiz hayatın yeri yok ki, bu yerde. İyi olma talebinin sınırını tayin etmek kolay mı? Kimi işine göre, kimi eşine göre, kimi maaşına göre; evine, eşyasına, kurduğu hülyasına, çizdiği dünyasına göre ya iyi oluyor insan, ya da âlemi hüsran! Çaresi? Çaresi var: Allah’a tevekkül edip, eldekine şükretmek. Çünkü, bu âlemi her şeyiyle “iyi” yaratmış, Yaratan. Bediüzzaman: “…Her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzım ki, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici hâller nazar-ı dikkatimizi celp edip kalbimizi meşgul etmesin”1 tavsiyesinde bulunuyor. İşte sana, iyi olmanın formülü! Dünyanın nimetine gark oluyor nefsimiz, İslâm üzere yol alıyor bahtiyar şu neslimiz; her hâl ile buralarda sınavdayız hepimiz. Bundan daha iyisi nasıl olur, bilmem ki? Elinde bulunanlara bakıp, olmayanı düşünmek; güç yetirip alabildiklerine bakıp, alamayanları düşünmek; sağlığına bakıp, sağlığını kaybedenleri düşünmek; Rabbine secde edişine bakıp, alnı hiç secdeyle tanışmayanları düşünüp binler kere hamd edince, “iyilik” penceresinden sana bir nur doğacak. Esasen, hep biziz kötülere yanılıp el uzatan, hep biziz bu âlemi ye’se düşüp karartan. Halbuki, “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” 2 Secde Sûresi’nin 7. âyetinde, “O her şeyi en güzel şekilde yarattı”; Nisâ Sûresi’nin 79. âyetinde ise: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir” buyruluyor. Demek insan, her hâl üzre iyidir; iyiliği ters düz eden, kendidir! İyileri tercih edip, kötüden el çekmeli; lütfedilen nimetin kadrini hep bilmeli…
Dipnotlar: 1- Said Nursî, Şuâlar (yt), 437. 2- Said Nursî, Mektubat (yt), 357. 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sağlık bilgileri |
Zaman zaman sağlıkla ve şifâlı ilâçlarla ilgili konularda yazıyoruz. Bu durumu Bedesten'in genel formatıyla bağdaştıramayan bazı okuyucularımızdan gelen eleştirileri saygıyla karşılıyoruz. Ancak, ekseriyetin yaklaşımı farklı. Pekçok okuyucumuz, bu durumdan memnun olduğunu, hatta bu tür yazıları daha sık aralıklarla görmek istediklerini bildiriyor. Meraklı bazı okuyucularımız ise, sağlıkla ilgili konulara niçin değinme ihtiyacı duyduğumuzu soruyor. * * * Öncelikle ifade edelim ki, "Bedesten" çarşı demektir. Bizim mesleğimizdeki karşılığı ise "fikir çarşısı"dır. Dolayısıyla, bu çarşıda muhtelif konuların yer alması gayet normal karşılanmalı. Tarihten siyasete, sağlıktan eğitime, edebiyattan iktisada, sosyal hayat safhalarından nur eksenli konulara kadar, hemen her sahadaki gelişmenin bir veçhesini mümkün mertebe çarşımızın raflarında, yani sütunlarında tezgâhlayarak sizlere sunmaya çalışıyoruz. Takdir, elbette ki sizlerindir. * * * Konuyla ilgili vaki suâlin kısaca bir cevabı ise şudur: İki ana sebepten dolayı, sağlıkla ilgili konulara değinme ihtiyacını duymaktayız. Birincisi: Cenâb–ı Hakk'ın lütf û ihsânıyla bize verilmiş olan beden ve bedenin âzâları emanetine ihanet etmemek, bu emanetleri hakkıyla korumak ve lâyık–ı veçhiyle kullanmak için. İkincisi: Gerek hizmet ve gerekse ibadet hayatımızda, kendi hatalarımız yüzünden birtakım sıkıntılara düşmemek için. * * * Evet, sıhhatine itina göstermeyen, yemesine, içmesine, uyumasına dikkat etmeyen bazı kimselerin, bilhassa hizmet ve ibadet hayatlarında çok ciddî sıkıntılara düştüklerini yakînen biliyor ve bizzat müşahade ediyoruz. Bu noktada o insanlara karınca kararınca yardımcı olmak ve diğer insanların benzer durumlara düşmemesi için birşeyler yapmanın pek ehemmiyetli olduğuna inanıyoruz. Hizmetimizi ve mâneviyatımızı etkileyen sıkıntıların farkına vardığımızda, elbette ki "Nemelâzım" diyemeyiz, öyle diyenlerden de olamayız. Dolayısıyla, sağlık konusunda tesbit edebildiğimiz doğru veya yanlış bilgileri, yahut alışkanlıkları, vicdan rahatlığı içinde sizlerle paylaşmayı sürdürmek arzusundayız.
Acı kahvenin lezzeti gibi
Acı kahvenin zevkini, lezzetini damağında taşıyanlar, şekerli kahveyi içmek istemez. Benzer bir durum, çay için de söz konusu... Şekersiz çayı kahve edâsıyla içenler, zamanla bundan öyle bir haz ve lezzet almaya başlarlar ki, şekerli çayı asla bir daha içmek istemezler. Bu arada, şekersiz çay uygulaması mesai arkadaşlarımız arasında da hızla yayılma istidadı göstermiş bulunuyor. Böylelikle, iki türlü kâra geşmiş bulunuyoruz: Hem sağlık, hem de tasarruf açısından.
Zayıflama yöntemleri
Gerek bilgi ve gerekse tecrübe itibariyle, çeşitli zayıflama yöntemlerinden söz etmek mümkün. Bu çerçevede olmak üzere, burada birkaç tanesini kısa maddeler halinde sıralamaya çalışalım. 1) Günde toplam en az bir saat müddetle yol yürümeli. Yürüyüş, normal bir tempoda olmalı. 2) Gün içinde en az iki litre su içmeli. Suyun aç karnına içilmesi tercih edilmeli. 3) Sebze/salata yemek öncesinde yenilmeli. Meyveyi, yemekten en az iki saat sonra yemeli. Bu nimetler, midede değil, barsaklarda öğütülmekte. 4) Çayı şekersiz içmeli. Bir–kaç damla limon, çayın sertliğini aldığı gibi, bir nevî serum kıvamına da çevirir. Çayla birlikte fıtrî tatlandırıcılar alınabilir. O takdirde tam serum etkisi yapar: Glikoz+C Vitamini. Sıhhatli günler dileğiyle...
Tarihin yorumu 21 Ekim 1860
Yeni Osmanlıların ilk gazetesi
Daha sonraları Ahrâr–ı Osmaniye ve Jön Türkler ismini alan Yeni Osmanlıların çıkardığı Tercüman–ı Ahvâl isimli gazetenin ilk sayısı yayınlandı. (21 Ekim 1860) Tercüman–ı Ahvâl, aynı zamanda ilk özel gazete hüviyetini taşıyor. Sosyal, siyasî, kültürel ve edebî ağırlıklı olarak çıkan bu gazetenin sahibi Yozgatlı (Sorgun) Çapanzâde Agâh Efendi, başyazarı ise İbrahim Şinasi idi. Gazetenin yazar kadrosunda, ayrıca Ahmed Vefik, Ziya Paşa ve Refik Bey gibi şöhretler de bulunuyordu. İlk başta haftalık (Pazar günleri) çıkan Tercüman–ı Ahvâl, bilâhare haftada üç gün, ardından beş gün çıkmaya devam etti. Gazete, Ziya Paşanın maarife/eğitime dair mâsumane bir tenkidi bahane edilerek, Mayıs 1861'de iki haftalık süreyle kapatıldı. Bu, bizim tarihimizdeki ilk kapatılma hadisesiydi. Toplam 792 nüshası yayınlanan Tercüman–ı Ahvâl, 1866 yılında süresiz olarak kapatıldı. Yeni Osmanlılar (Jön Türkler), bu tarihten sonraki neşriyat çalışmasını yurt dışına taşımak mecburiyetinde kaldı. Başta Hürriyet ve İbret olmak üzere, Avrupa matbaalarında muhtelif gazeteler basılmaya başlandı. Bu gazetelerin açıktan yurda sokulmasına da ayrıca yasak getirildi. I. Meşrûtiyetin ilân edildiği 1876 senesinde nisbeten hafifleyen yasakçı ve baskıcı uygulamalar, bir yıl sonra yeniden ve daha da şiddetlenerek tâ II. Meşrûtiyetin ilân tarihi olan 1908 yılına kadar devam etti. 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sanal işler |
Farkında olsak da, olmasak da ‘sanal âlem’deki gelişmeler ciddî bir tehlike olarak karşımızda duruyor. Gelişen teknolojinin nimetleri olmakla birlikte, nikmetleri (talihsizlikleri, felâketleri) de oluyor. Teknolojinin nimetlerden istifade ederken, felâketlerinden ne kadar korunabildiğimiz önemli. İnternet dünyası ve ‘sanal âlem’ pek çok işimizi kolaylaştırmakla birlikte; beraberinde büyük bir tehlikeyi de kapımıza, evimize ve cebimize taşıdı. Bir kaç yıl önce uygunsuz ve kontrolsüz “e-posta”lardan şikâyet ederken şimdi neredeyse o günleri arar hale geldik. “Facebook” alışkanlığı bir salgın hastalık gibi her yanımızı sarmış durumda. Bazıları tehlikenin farkına varmayabilir, ama ‘uzman’lar ciddî ikazlar yapıyor. Meselâ, ABD’li psikoloji profesörü Rowland Miller, yaptığı araştırmalar sonucunda Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinin “utanma duygusu”nu yok ettiğini ortaya koymuş. Eh, bir insandan ve bir cemiyetten “utanma duygusu” kaçıp gidince, geriye hangi fazilet kalır? Burada Peygamber Efendimizin (asm) “Eski peygamberlerin sözlerinden insanlara ulaşan sözlerden biri de şudur: ‘Utanmadıktan sonra dilediğini yap.’” (Câmiü’s-Sağîr, No: 1391) sözünü hatırlamak yerinde olacaktır. ABD’li psikoloji profesörü Rowland Miller’a göre, insanların, hayatlarının bütün detaylarını bütün dünyayla paylaşmalarını sağlayan bu gibi “sosyal paylaşım siteleri” utanma duygusunu yok ediyor. Çelişkiye bakar mısınız: Adı, “sosyal paylaşım sitesi” ama insanların “utanma duygusu” gibi en temel “sosyal karakteri”ni ortadan kaldırıyor. İngiliz “Times” gazetesi yazarı Nicola Pearson da, Miller’ın araştırmalarından ve kendi tecrübelerinden yola çıkarak, “Artık hiçbir şeyden utanmıyor muyuz?” başlıklı bir makale yayımlamış. “Utanmak, tek başınayken hissettiğiniz bir his değil, sosyal bir duygudur. Başka insanların hakkınızda ne düşündüğünü umursadığınızı gösterir” diyen Pearson, Prof. Miller, şu tesbitleri de yapmış: “Utanma duygusu, insanların toplumda kabul görmek istediğini gösterir. Bizim ne düşündüğümüzü umursamayan insanlardan hoşlanmayız ve onlara güvenmeyiz. Utanmak istemeyen insanlar daha düşünceli, dikkatli ve saygılı davranırlar. Nezaket gösterme ve doğru-yanlış ayrımı ortadan kalkarsa duygusuzlaşırız ve diğer insanların hayatını zorlaştırırız.” (Taraf, 17 Ekim 2010) Bu noktada, İstiklâl şairimiz merhum Mehmed Âkif’i hatırlamak lâzım: “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır; / Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” Utanma duygusunu hanemizden kovan bu alışkanlıklara karşı el birliğiyle mücadele etmek durumundayız. “Ben ‘sanal âlem’de yaşamak istiyorum” diyenleri “gerçek hayata” çağırmak hepimizin vazifesi. Bu mecrâları iyi yönde kullanabilenlere ne mutlu. Ama herkesin bunu yapması mümkün değil. O halde ‘sanal âlem’in zararlarından korunmanın yollarını da arayalım. Asıl feryad “İslâm dünyası”ndan yükselmesi gerekirken, başka dünyalardan yükseldi. Her doğru sese destek olmak lâzım. Daha fazla bedel ve fatura ödemeden bu felâketlerden korunmanın yollarını arayalım... 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Aile mi, devlet mi? |
Başörtüsünün üniversitelerde serbest olması gerektiği kanaatine nihayet varabilenlerin, yine son derece geç fark ettikleri gerekçelerden biri, “18 yaşını doldurup rüşdüne ermiş kişilere neyi giyip neyi giymeyeceklerini dikte edemeyiz” sözünde ifadesini bulan gerçek. Kendi tercihini kendisi yapabilecek yaşa gelmiş ve bu sebeple oy kullanma hakkı tanınmış olan insanlara kılık kıyafet dayatması da yapılamayacağının nihayet kabul edilmesi, bir aşama. Ama bu noktaya güç belâ gelebilenler, 18 yaş altındakilere yönelik yasağın mutlaka sürmesi gerektiğini ısrarla savunmaya devam ediyorlar. Bunun gerekçesini de, çocukları, örtünmeleri yönündeki aile baskısından korumak olarak ifade ediyorlar. Ancak, var olduğunu iddia ettikleri “aile baskısı”nı kaldırırken, yerine tam aksi yönde bir “devlet baskısı”nı ikame etmiş oluyorlar... Böylece, Ahmet Battal’ın “Ya terbiye kimin görevi?” başlıklı yazısında (Yeni Asya, 19.10.10) dikkat çektiği gibi, “Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı ana ve babaya aittir” diyen Medenî Kanunun 341. maddesini de ihlâl ediyorlar. Ve bu mesele sadece başörtüsünü değil, din eğitimi kapsamındaki her konuyu içine alıyor. Giderek dindarlaşan Türkiye’nin toplumsal gerçeği, çocukların anne-babalarca belirlenen din eğitimine göre yetiştirilmesini öngörüyor. Bunun pratikteki sonucu, çocukların kendilerine öğretilen dinin gereklerine uygun bir hayat yaşamaları. Meselâ ibadetlerini yerine getirmeleri ve haram-helâl ölçülerine riayet etmeleri... Tesettüre uygun giyinmek de bunlardan biri. Ama yeni nesillere dine uygun bir hayat tarzının benimsetilmesi baskıcı yöntemlerle değil, “Müjdeleyiniz, korkutmayınız; sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz” hadisinde ifade edilen prensibe uygun terbiye, telkin ve tavsiyelerle yapılmalı. Zaten baskıyla sağlanan “dindarlık” kalıcı ve sağlıklı olmaz. Bulunacak ilk fırsatta terk edilir. Buna karşılık, ailelerin çocuklarına sevgi ve şefkatle, pedagoji biliminde ifadesini bulan fıtrat kanunlarına uygun şekilde, sevdirerek ve benimseterek verecekleri din eğitimine müdahale hakkına—başta devlet—hiç kimse sahip değildir. Oysa Türkiye’deki uygulama, bu haksız müdahaleyi “devletin hakkı” olarak gören ceberut zihniyetin belirlediği çerçevede devam ediyor. Bu zihniyetin iliklerine işlemiş halk korkusu ve güvensizliği, ailede de kendisini gösteriyor. Ve bu korkunun temelinde yatan en önemli sebeplerden biri, CHP’nin tek parti devrindeki unutulmaz sözlerden biri olarak kayıtlara geçen “Aile bir zehirdir, inkılâba muhalefet ruhu aileden geliyor” beyanında açık ifadesini buluyor. Bugün Türkiye’nin geldiği aşamada yapılması gereken şey, halkla birlikte aileyi de düşman olarak gören bu korkunç zihniyetin, eğitim politikalarında da hâlâ devam eden hegemonyasını kırıp, devleti, ailelerle çocukları arasından çıkarmak ve oralarda da özgürlüğü hakim kılmak. Devletin hukuk çerçevesindeki müdahalesini sadece cehalet kaynaklı aile baskısını bertaraf etmek için devreye sokup, onun dışında, ailelerin çocuklarına vereceği dinî eğitime karışmamak. Dahası, devlet okullarında verilen eğitimi de, ailelerin isteklerine uygun biçimde düzenlemek. Konuya böyle bir perspektiften bakılmalı ki, söz konusu dayatmacı zihniyetin ürettiği sorunlara kapsamlı bir çözüm bulunabilsin. Bunun için ise, insan fıtratına ve çağdaş kriterlere uygun, demokratikleşme eksenli bir reformun eğitim alanında da gerçekleştirilmesi gerekiyor. Aksi halde, “Çocukların eğitimi ailelerine bırakılamaz” diyen ve Sovyet cumhuriyetleriyle birlikte tarihe karışan çağdışı anlayışın bizdeki versiyonu, her aşamada yeni sıkıntı ve sorunlar üreterek ve bunları kronikleştirerek devam eder. Yani, ilkokul çağındaki kızlarımızın tesettürlü olarak okuyabilmeleri için, demokrasimizin bu derin ve köklü sorunu aşacak olgunluğa erişmesi gerekiyor. Peki, bu gayreti gösteriyor muyuz? 21.10.2010 E-Posta: [email protected] |