Saliha FERŞADOĞLU |
|
Ramazanname |
Şimdi yavaşça gözlerini kapat. Zaman hızla geriye akıyor, takvimden dökülen beher yaprak tanesi bir bir yerlerine dönüyor. Yelkovan ve akrep sevinçle tersten ilerlerken mevsimler habire değişiyor; rüzgâr esiyor, yağmur yağıyor, fırtına, kar, tipi derken güneş doğuyor yeni mevsime merhaba diyerek… Açabilirsin gözlerini… Tam karşında duran şu zayıf çocuğu görüyor musun? Evet, hemen fark etmiş olmalısın. Sofranın bir köşesinde oturmuş alelacele yemeğini yiyor. Büyüklerinin arasına karışmış olmanın sevinciyle adeta kendinden geçmiş. Bol bol su içiyor, yine böyle sıcaklar var çünkü. Duvardaki Maarif takvimine kayıyor gözlerin; sene 1984. Mutluluk ve neşenin hâkim olduğu bu küçücük hanede toplaşmışınız, saatler üççeyreği gösterirken. Annen, bu gece incir kavurması yapmış size. Pilav ve hoşaftan sonra onu yiyeceksin. Uzun bir yaz günü kavuran, bayıltan güneşe rağmen sırf Allah rızası için oruç tutacaksın. Zaman inadına yavaşlayacak, saatler bir türlü geçmek bilmeyecek. Meğer günler ne kadar uzun ne kadar bereketliymiş, diye düşüneceksin. Soğuk su dolu sürahi bir karış uzağında olmasına rağmen elini uzatıp, kana kana içemeyeceksin. Canının istediğini yiyemeyeceksin. Sadece bakacak, verilen nimetleri incelerken harikulade yaratıldıklarını fark ederek derin düşüncelere dalacaksın. Her şeyin bir vakti vardır. Sen de sana verilen süreyi dolduracak ve ezan sesini bekleyeceksin. Top atılacak, hemen ardından ezan okunacak. Müezzinlerin sesleri birbirine karışacak. Bu ahenkli sesin büyüsüne kaptırmışken kendini dilinde duâlar eşliğinde orucunu açacaksın. Önce, zübde-i âlem olarak yaratıldığına şükredeceksin, sonra Müslüman olma şansını evvelden kazandığına ve bütün sevdiklerinle aynı sofrada bulunduğuna… İsteklerini sıralayacaksın Rabbinden. Çünkü biliyorsun, O’nun rahmet hazineleri sonsuz genişlikte. Çünkü biliyorsun, Rabbinin vaadi var: ‘Kulum benim için yiyeceğini, şehvetini terk etti. Öyleyse Ben de onu dilediğim gibi mükâfatlandıracağım.’ Çünkü biliyorsun, oruçlunun ağız kokusu Allah katında misklerden daha değerlidir. Kalbine yayılan yekpare huzur ve memnuniyet duygusunu bugün dahi hissedebiliyorsun. Kendine bakarken, güzel anıları saklayan bir fotoğrafa bakıyor gibisin. Geçmişe karşı biraz özlem biraz sitem taşıyor yüreğin. Kaybettiğin sevdiklerin geliyor aklına; her birinin şu anda yeri boş… Gözlerin dolu dolu oluyor, biliyorum. Kapat gözlerini. Beni dikkatle dinle… Her şeye rağmen, bir Ramazan’a daha kavuşmanın ve onu yarılamanın heyecanı ve telâşıyla hayat devam ediyor. Akşamları minarelerin ışıkları, mahyaları yanıyor; teravih namazı için camiler yine dolup taşıyor; Ramazan pideleri mis kokularıyla etrafı sarıp sarmalıyor, misafirlere gül kokulu güllaçlar ikram ediliyor. Gönderilişinin hürmetine Kur’ân okunuyor, hatimler indiriliyor. Tatlı bir rehavetin eşliğinde gözlerini açıyor, kızının sana uzattığı yorgunluk kahvesini yudumluyorsun aheste aheste. Onun gülümseyen bakışlarına, eyvallah nidasıyla karşılık verirken ânı yaşamanın lezzetine varıyorsun. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Ne zaman ki aşk biter, insan o zaman yorulur |
Neden bazı günler enerji doluyken, işe doymazken, bir türlü yorulmak bilmezken, bazı günler hiçbir şey yapmadığımız halde sanki bütün dünyanın yükü üzerimize çöker. Kolumuzu kıpırdatacak halimiz bile olmaz. Üzerimizden tır geçmiş gibi halsiz ve yorgun hissederiz. Nedir bu farkı yaşatan, bu farkı doğuran ve hissettiren? Ne olur da dağlara tırmanacak kadar coşkulu ve güçlü hissederken, ertesi gün ya da birkaç saat sonra dibe düşmüş yorgun bir savaşçıya dönüşürüz… Yaşadığımız olaylar mı, yoksa derinlerde bize ait sesin kendini duyurmaya çalışması mıdır? Hayata tutunma, yeniden başlama ve mutlu olma arzumuzu bu kadar yıpratan, olumsuzlaştıran, içimizdeki devam etme ve lezzet alma duygusunu çalan nedir aslında? Bu hal, bir türlü cevap bulamadığımız, yabancı bir soru olarak kalır hayatımızda… Biraz çabayla değiştirebilir miyiz? Sabah aynaya baktığımızda, karşılaştığımız kendimize, bugün güneş senin için tekrar doğdu, nefes alabilmen için hava da çok güzel, her şey yolunda ve minnettar olacağın o kadar çok şey var ki… desek. İyi gelir mi acaba? Şahsen ben iyi geleceğine inanıyorum. Çünkü insanın yaşama sevincini, devam etme aşkını elinden alan asıl suçlu çoğu zaman yine kendisidir. En büyük yalanı kendine söyler, buna en çok inanan da yine kendisidir. Öyle umutsuzlaştırır ki yüreğini, olumlu bir şey göremez olur. Hayatında güzel ve değerli olan ne varsa görmezden gelir. Basitleştirir, küçümser, yetersiz bulur… Herkeste olabilecek kadar kıymetsiz olduğunu düşünür. Kendine acımayı da sever. Bu acımadan da zevk alır adeta… Kendini mağdur ve haksızlığa uğramış olma durumuna sokmanın en patolojik zevklerini yaşar. Hayatın ve yaşadıklarının sorumluluğunu almamak uğruna, mağdur ve haksızlığa uğramış olmayı bir yan kazanç olarak görür. Tekrar deneme ve çabalama cesareti gösteremediğinden dolayı sorumluluktan ve kendine düşen değişme ihtiyacından da vazgeçer. Dertlenmek, şikâyet etmek daha kolay gelir. Mutlu olmak ise, kendinle tanışmayı gerektirir. Kendini olduğun gibi görebilme cesaretini gösterebilirsen mutlu olmayı da hak edersin. Bütün problemli yanlarınla ve zaaflarınla tanıştıktan sonra, kendini fırlatıp atmak yerine hâlâ elinden tutup onunla yolculuğa devam etme isteğin varsa, mutlu olmaya da başlamışsın demektir. İçindeki büyüme ve öğrenme aşkını kaybetmediğin sürece yorulmazsın bile… Ya da ayaklarındaki ağrılar, gerçekten yorulduğunda nükseder. Önüne çıkan engellerde şikâyet edip, söylenmek yerine, bakalım yolculuk nereye, nereye gitmem, neyi öğrenmem gerekiyor diye bakabiliyorsan, işte o zaman yaşamak yük olmaktan çıkar. Yaratanın sana hazırladığı fırsatları ve hediyeleri bulmak için esrarengiz bir yola çıktığını fark edersin. Senin kendini bıraktığın yerlerde, O bırakmaz seni, vazgeçmez, tekrar tekrar anlaman için yeni sorular koyar önüne… İçinde devam etme aşkı ne zaman sönmeye yüz tutsa, sana teselli olacak olaylar ve insanlar gönderir. Kendini aradan çekebildiğinde bunları daha açık ve net bir şekilde görebileceğini bilir. Kendine ördüğün duvarları yıkmaya niyet ettiğinde bile, tek dokunuşla devriliverir o zaman… Yeter ki sen mutlu olmayı, kadere ve yaşayacaklarına dair iyi niyetli olmayı seç… Seni özel kılan, sana has olanı sevmeye çalış, onu küçümseme, kendinden büyük yükler de yükleme sırtına… Sana verilen her güzel duyguyu yüreğinin en ücra köşesine kadar yaşamaya çalış… Onun yorulmasına, bıkmasına ve tükenmesine izin verme… Ona dair aşkı, muhabbeti, iyi niyeti ve teslimiyeti kaybetmezsen eğer, yaşadığın her olay, sana öğreteceklerini öğretip çıkıp giderler hayatından… Şu ânı yaşamanın inanılmaz lezzetini kaçırmamak için, içindeki olumlu düşünme, iyiliği fark etme ve onu beslemeyi de ihmal etme… Yüreğindeki kıymetli duyguları kimsenin gelip tarumar etmesine de izin verme… Çünkü hepsi çok kıymetli, hepsi tekrarlanamayacak kadar da özel… Ne zaman ki, içindeki aşk biter, işte o zaman yorulursun…. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Bir Ramazan nostaljisi ve Kuveyt’in Ramazan âdetleri |
“Her kul, her köle, azat edildiği zaman sevinir. Rabbim, ben sana köle olduğum zaman, sevinir bayram ederim.” Mevlânâ
On bir ayın sultanı Mübârek Ramazan ayının son haftasına girdik. Noksandan münezzeh olan Allah Teâla, bu ayda yapılan ibadetleri lütuf ve keremiyle kabul etsin. “Ramazan’ı nasıl tarif edersiniz?” diye bir soru sorulacak olunursa şayet, cevap olarak aklıma şu cümleler geliyor: Ramazan demek Kur’ân demek; Ramazan demek, kadın-erkek, genç-ihtiyar mü’minlerin camilere koşması demek; Ramazan demek neşe demek; Ramazan demek bereket demek; Ramazan demek gönül alma demek; Ramazan demek uhuvvet demek; Ramazan demek tesâmüh demek; Ramazan demek evdeki aşını komşularla paylaşma demek; Ramazan demek dost ve akrabalarla iftar sofralarında buluşmak demektir. Her sene Ramazan ayı geldiğinde aynı sözü tekrarlarız ve “ Ah! Nerede o eski Ramazanlar? deriz. Özellikle de çocukluğumuzun Ramazan aylarını unutamayız öyle değil mi? Her mü’min gibi, benim de çocukluğumda geçirmiş olduğum Ramazan aylarıyla ilgili hatıralarım var. İşte onlardan bir kaçı. Kur’ân okumasını bilmeyen annem sabah erkenden işini tamamlar komşu evlerde okutulan mukabelelere dinleyici olarak iştirak ederdi. Bazen de, bir mukabele ile yetinmeyip birden fazla yere giderdi. Her defasında da “Hadi kızım, sen de Kur’ân’ını al ve benimle gel “derdi. Her dâim olmasa da, zaman zaman ben de mukabelelere giderdim. Akşam vakti yaklaştıkça, apartmanın mutfak boşluğundan mis gibi yemek kokuları gelirdi. Bu kokulardan kimin ne pişirdiğini tahmin edebilirdik. Bu yüzden olacak ki, komşular birbirlerine yapmış oldukları yemeklerden yollarlardı. Komşulara yemek götürmek veya onlardan yemek almak çok hoş bir âdetti. Babam ise, bizleri oruca teşvik etmek için iftariyelikler alırdı. İftar saati yaklaştıkça çok heyecanlanırdım. Elime iftariyeliklerimi alarak balkona çıkar, dört gözle iftar topunun atılmasını beklerdim. (Gurbette büyüyen çocuklarım iftar topu bekleme heyecanını yaşayamadılar maalesef) Bir de, terâvih namazı kılmak için 13-15 yaş gurubundaki mahalle arkadaşlarımızla beraber yakın mahallelerde bulunan mescitlere gitmemiz, kız olmama rağmen sabah namazını mahalle camimizde kılmak için anneme yalvarmalarım hatırımdan çıkmıyor. Ramazan’a has yiyecek olarak ise, içine maydanoz ve peynir, bazen de haşlanmış patates koyup yağda kızarttığımız silindir şeklindeki İzmit’in dolmalık pidelerini unutamıyorum. Bizlerin Ramazan ayıyla ilgili hatıralarımız olduğu gibi, gün gelecek, bu günkü Ramazanlar da bizim yavrularımızın çocukluk anısı olacak. Onlar da “ Ah! Nerede o eski Ramazanlar?” diyecekler belki de. Bu yüzden, Ramazan ayında yapılan ibadetlerin ve güzel âdetlerin aynı zamanda çocuklarımızın zihinlere yerleşecek olan birer anı olacağını hesaba katmamız lâzım. Çocuklarımız; anne ve babalarının her zamankinden daha fazla Kur’ân-ı Kerim okuduğunu, daha fazla namaz kıldığını, daha güler yüzlü olduğunu, daha affedici olduğunu, eve daha fazla misafir alındığını, bazen bu misafirlerin içinde yabancı yüzlerin de bulunduğunu, sofranın he zamankinden daha itinalı hazırlandığını görsünler.
Kuveyt’in Ramazan âdetleri İslâm ülkelerinin her birinde Ramazan’a ait güzel âdetler vardır. Kuveytte de çok hoş âdetler var. Aile bağları çok kuvvetli olan Kuveytliler, Ramazan gecelerinde akraba ziyaretleri yaparlar. Ve bu ziyaretlere çok önem verirler. Kuveytli hanımlar, Ramazan ziyaretlerinde Körfez ülkelerinin geleneksel kıyafeti olan “derraâ” dedikleri uzun nakışlı elbiseleri giymeyi tercih ederler. Bu yüzden, her Ramazan ayı öncesi mağazalarda bir hareketlilik başlar. Gazetelerde sık sık “Ramazan ayı için yeni derraâ modellerimiz gelmiştir” diye ilânlar görürsünüz. Ramazanâ ait yiyeceklere gelince, buğday ve etin saatlerce kaynamasından oluşan “Herîse” dedikleri bir yiyecek (keşkek) Ramazan ayının vazgeçilmez yemeklerindendir. Başka yemekler pişirilse de, bu yemek sofrada mutlaka bulunmalıdır. Diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi, Kuveyt’te de Ramazan ayının başlıca içeceği “kamereddin”dir. Kayısı pestili olan “kamereddin” suyla eritilir; içine şeker katılarak meyve suyu yapılır. Vazgeçilmez tatlılar ise, içine tuzsuz peynir veya ceviz-tarçın koyup kızarttıkları “katâyıf” (yassı kadayıf) ile irmikten yapılan şerbetli tatlı “besbûse” dir. Bir de, “girgiân” dedikleri çocuklarla ilgili bir Ramazan âdetleri var. Ramazan ayının on beşi olunca, mahalle çocukları kapı kapı şeker toplamaya çıkarlar. Her kapıyı çalıp, Ramazan’ın, onbeşini öven mâniler söylerler. Ev sahipleri de, daha önceden hazırlamış oldukları fındık, ceviz, fıstık vs. gibi çerezden birer avuç çocukların torbalarına boşaltırlar. 01.09.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Sami CEBECİ |
|
Ay ve güneş tutulması |
Sonsuz bir ilim, irâde ve kudret sahibi olan Yüce Yaratıcı, dünya misafirhanesinin tavanı hükmündeki gökler âlemini güneşler, aylar ve yıldızlarla süslemiş. Kümeler hâlinde bir arada tuttuğu semâvî burçlarla o güzelliğe ayrı güzellikler ilâve etmiş. Gecelerin kandili olan ay ve gündüzlerin lâmbası olan güneş ile yeryüzündeki varlıklara ve özellikle insana verdiği değeri göstermiş. Bütün mevcudat gibi ay ve güneşi varlık ve birliğine en parlak ve nurânî deliller yapmış. Çok hassas ve ince matematik hesaplarla plânlanan ve ona göre yaratılan bu varlıklara ve dönüşlerine, kör tesadüfün ve serseri tabiatın karışamayacağını göstermiş. Kâinattaki bütün cisimler, atomlardan galaksilere kadar her şey, dönüşlerini saatin ters istikametinde yaparlar. Tıpkı hacıların Kâbe’yi tavaf ederken döndükleri gibi. Hazret-i Mevlânâ da, kâinattaki bu varlıkların bu dönüşünü temsilen vecd içinde aynı şekilde dönmüş ve mensupları da bu geleneği devam ettiriyorlar. Güneş, sistemiyle birlikte Samanyolu Galaksisinin etrafında dönüyor. Kendi ekseni etrafında 70.000 km. hızla dönerken, değişik mesafelerde ve değişik hızlarda gezegenleri de güneşin etrafında dönüyor. Dünyamız, tek uydusu olan ay ile elips şeklindeki yörüngesinde dönüyor. Yeryüzüne izn-i İlâhi ile verdiği ısı ve ışığını gece olduğu zaman veremeyen güneşe, bazen bulutlar perde olur ışığını az verir, bazen de ay araya girer, yine ışığını veremez hâle gelir. Belli zaman dilimlerinde ay, güneş ile dünya arasına girer. Bu esnada parçalı veya tam güneş tutulması denilen semâvî olay vukua gelir. Ay, güneşten gelen ışığın önünü kesince, gündüzün ortasında dünyanın bir kısım coğrafyaları karanlığa gömülür ve gökyüzünde yıldızlar görünür. Ay aradan çekildikçe güneş tekrar görülmeye başlar ve ortalık normale döner. İşte bu muhteşem olay Sonsuz Kudret’e delil olduğu için, Müslümanlar sünnet olan “Küsuf” namazı kılarlar. Ay tutulması da matematiksel hesaplara dayalı muhteşem bir semâvî olaydır. Dünya ve ay cezbeye kapılmış bir Mevlevî gibi, emr-i İlâhiden gelen bir cezbeyle güneş etrafında dönerlerken, belli aralıklarla dünya, güneş ile ayın arasına girer. Güneşten gelen ışıklar dünyaya vurunca, dünyanın gölgesi ayın üstüne düşer. Böylece ay tutulması olur. Benim çocukluğumda, yani 1950 yıllarında ay tutulduğu zaman köylüler teneke çalar, tüfek atarlardı. Tâ ki, ay kurtulsun diye. Bununla alâkalı çok hurafe inanışlar vardı. Bediüzzaman Hazretlerinin de çocukluğunda ay tutulması olmuş. Annesine sormuş: “Neden böyle oldu?” Annesi demiş: “Yılan yutmuş.” Sormuş: “Daha görünüyor?” Annesi demiş: “Yukarıda yılanlar cam gibi olup içlerinde bulunan şeyi gösterirler.” Bediüzzaman sonra anlamış ki, astronomi âlimlerinin yaptığı bir teşbih, zamanla halkın dilinde hakikat zannedilmiş. Çünkü, burçlar mıntıkasının bulunduğu daireyle, ayın yörüngesi olan bu iki kavise iki yılan benzetmesi yapmışlar. O iki dairenin kesişme noktalarından birine baş mânâsıyla “re’s”, diğerine kuyruk mânâsıyla “zenep” demişler. Ay baş kısmına, güneş de kuyruk kısmına denk geldiği zaman, dünya ikisinin ortasına düşer. O vakit ay tutulması olur. Yapılan teşbihe göre “Ay, yılanın ağzına girdi” denilir. Bu teşbih, zamanla avam arasında ayı yutacak kocaman bir yılan şeklinde anlaşılmış. Halbuki, Kâinatın Yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak, bu semâvî muhteşem olayla da kendi kudret ve azametini gösteriyor. İnsanları inanmaya dâvet ediyor. Bu ince hesaba kör tesadüfün karışamayacağını ilân ediyor. Bizi, “husuf” namazı kılmaya çağırıyor. Bediüzzaman Hazretleri bu mânâları şöyle ifâde eder: “Güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla (örtülmesiyle) bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar (vesile) olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını (kullarını) o vakitte bir nev’î ibâdete dâvet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.” (Sözler, s. 506) Güneş ve Ay tutulmaları olduğu zaman, bu semâvî olaylara bir de bu gözle bakılmalı ve onlara özel sünnet olan namazları elden geldiği kadar kılmalıdır. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Nejat EREN |
|
Aidiyet duygusu ve sorumlulukları |
‘Ne kadar çok çalıştığın, ne kadar yetenekli olduğundan ziyade görev yaptığın kuruma ait olup olmadığın önemlidir’ diyor düşünür Bensiyon Pinto. Eve, ister “aidiyet”, ister “benimsemek”, ister “sahip çıkma” duygusu diyelim, ne dersek diyelim, bir “kimlik tanımı” ve ona sahip olup onu taşıma ve şerefle sürdürebilme dünyadaki bütün canlı ve cansız varlıklar için gerekli ve lüzumlu. Kâinatın en mükerrem varlığı olan bir insan için ise; “Kim olduğu, niçin yaratıldığı, bu dünyaya geliş amacı, hangi kimlikle kâinatta yer kapladığı, vazife ve sorumlulukları” o derece önemlidir. Şuurlu bir canlı olan insandan beklenen ve istenen ise, çok daha önemli olan, çalışma ve kabiliyetten ziyade ait olduğu topluluk, camia ve kurumla ilgili olan “kimliğine” sahip çıkması, o kimliğin hakkını vermesi ve sorumluluğunun bilincinde hareket etmesidir, edebilmesidir. Ümmet olma kimliği, talebe olma hasleti ve özelliği bambaşka duygular gerektiren hadiseler. Özellikle bugünün dünyasında bütün yapı ve kurumlarda bu “aidiyet ve kimliğe sahip çıkma” çok daha ön plânda olan ve olması lâzım gelen bir önem arz etmektedir. Dünyevî işlerdeki ve büyük şirket ve holdinglerdeki müthiş mücadele ve dikkat isteyen “isim hakkı, patent, marka, rejon, misyon, vizyon.. vb” kavramlar günlük hayatta, bu alanda, olayın boyutlarını zaten gözler önüne seriyor. Her kuruluş ve kurumdaki kendini bilen, özgüveni olan, samimî ve saf bireyler; ait olduğu topluluk, kurum veya kuruluşun sancağı, bayrağı ve ismi altında bulunmak ve faaliyetini sürdürmek için amansız bir faaliyet ve gayretin içerisindedir. Konuyu “İslâmî” noktadan ve “cemaat” açısından ele alıp; “cemaat, meslek ve meşreb” tahtında düşündüğümüz zaman ise karşımıza büyük bir mükellefiyet getiren “şahs-ı mânevî” çıkmaktadır. İslâmî bir camiaya, hele de “Nur Camiasına” ait olduğunu iddia eden, bununla iftihar edip şeref duyan herkes o büyük sorumluluğu bütün zerrâtıyla hissetmeli, ona sahip çıkmalı, onun üzerine mesâi harcamalı, onun için nefsî arzu ve isteklerini gemlemesini ve gerekirse onlardan vazgeçmesini bilmelidir. “Nedir bu şahs-ı manevî? Tarifi, ölçüsü, kapsamı, sorumluluk ve mükellefiyetleri nelerdir?” denilecek olursa; konuyu yine kaynağından, özünden aktarmaya çalışalım. İşte Barla Lâhikası’ndan “şahs-ı manevî”nin şahane bir tarifi ve örneği: “Risâle-i Nur’un samimî, halis şakirtlerinin hey’et-i mecmuâsının (tamamının) kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden (dayanışmasından) süzülen ve tezahür eden (ortaya çıkan) bir şahs-ı manevî bâkî ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (Barla Lâhikası, s. 588/9; Mektup No: 284) Burada görüldüğü gibi olmazsa olmaz şart; “samimiyet, ihlâs kuvveti ve tesanüd”dür. Bu “şahs-ı manevî” dairesinde bulunan bir ferde düşen büyük sorumluluk ve şuur; camianın hangi kademesinde, neresinde olursa olsun, şahsî faziletlerini öne çıkarıp onunla övünmek ve onları bir imtiyaz olarak kullanmaktan şiddetle kaçınıp; işleyen makinanın bir çarkı olarak “aidiyetin” verdiği o büyük gücü ve sorumluluğu devam ettirme endişe ve gayreti olmalıdır. Bunun da tek bir çaresi var. “İhlâstaki o büyük ve ince sırrı” yakalayıp hayatımıza tatbik edebilmektir. Bunun için ise: “şahs-ı manevînin” gerekli kıldığı “aidiyet” fikrini sarsacak tavır ve hareketlerden kaçınmak, aksine buna kuvvet vermek, bunun için çalışıp, gayret etmek ve neticeyi de Cenâb-ı Hakk’a bırakmaktır. Her türlü menfîliği ve gayr-i meşrûluğu netice verecek söz, hareket, tavır ve haberlerden uzak; samimî, tesanütlü, halis, hasbî gün ve anlara talip olmayı hedeflemeyi Cenâb-ı Hak bizlere nasip eylesin İnşâallah. (Âmin.) Bulunduğumuz ay, günler, saatler ve anlar Elhamdülillâh ki bunu gerçekleştirecek fırsatlarla doludur. Cenâb-ı Hak “şahs-ı mânevî” dairesi içinde bulunan her bir ağabey ve kardeşimize bu büyük rahmet deryasından istifade etmeyi nasip etsin ve bizi bu şuur ve faydadan uzak etmesin (Âmin). Az bir ihmalin, küçük bir sapmanın, ufak bir su-i istimalin “şahs-ı manevî” bünyesinde onulmaz yaralar açacağı bunca tecrübeyle sabittir. Allah hepimizi şer kuvvetlerin, kötü huyların, nefsin esiri olmanın belâsından muhafaza etsin. (Âmin.) Aidiyet ve sahip çıkma hisleriyle dopdolu; ihlâslı, uhuvvetli, samimî, istikametli, sabırlı, tesanüdlü, dikkatli, fedakârlıklarla dolu bir hayat yaşama ve sürdürme dilek ve temennisiyle... NOT: Bin aydan daha hayırlı olan “Kadir Gecenizi ve mübarek Ramazan Bayramınızı” şimdiden tebrik eder, rahmete gark olmanızı Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Affı konuşmak tabu mu? |
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun genel affı gündeme getirmesi, kamuoyunda çoğu olumsuz bir çok değerlendirmeye sebep oldu. Konuyu PKK’ya af şeklinde anlayanlar şiddetli tepki gösterdiler. Burada genel af tartışmasına girmeye gerek duymuyoruz. Ama bu tartışmalar içinde gözden kaçan bir husus vardı; eğer Kürt sorununun çözümü ve PKK’nın tasfiyesi yönünde bir gelişme olacaksa, örgütün tasfiyesini sağlayacak adımlardan birisinin de militanların normal hayata dönüşünün yolunu açacak bir yasal düzenleme yapılması gerektiği. Elbette binlerce şehit ailesinin “teröristlere af” sözünü duyar duymaz feveran etmesi doğaldır. Ancak kangrene dönüşmüş sosyal sorunların çözümünde, mutlaka hazmı zor reçeteler de yer alacaktır. Bir çok yönüyle farklılık göstermesine rağmen, en yakın örnek olması dolayısıyla sık sık gündeme gelen Kuzey İrlanda’da IRA’nın (Kuzey İrlanda’nın Britanya’nın boyunduruğundan kurtulması için mücadele veren İrlanda Cumhuriyet Ordusu adlı örgüt) tasfiyesinde ayrıntılı bir özel af yasası uygulanmıştır. 1988 Kuzey İrlanda Cezaları Yasası çıkarılarak, anlaşma tarihinden önce işlenmiş suçlardan mahkûm olanlar için cezalarının üçte birini çekmiş olmaları halinde, örgüt destekçiliğini sürdürmemesi ve yeniden terör suçu işlemeyeceği ve halk için bir tehdit oluşturmadığı kanaatine varılması halinde, erken tahliye öngörülüyordu. Öbür boyu hapse mahkûm olanların ise cezasının üçte ikisini çekmiş sayıldığı günde—buna özel yetkili bir komiser karar veriyordu—tahliyesi öngörülüyordu. Salıverilenlerden şartları ihlâl edenleri tekrar hapse atma yetkisi de ilgili bakanlıktaydı. İngilizler halen örgütte bulunan militanlar içinse; anlaşma tarihinden sonra 5 yıl veya daha fazla cezayı gerektirir bir suç işlememiş olmaları ve örgütle ilişkisini kesmiş olmaları kaydıyla, başvuruları ve bir komisyonca uygunluklarına karar verilmesi halinde, serbestçe Kuzey İrlanda’ya döneceği, komisyonun kararının gönderildiği özel mahkemenin ilgilisinin yargılamayı gerektirir bir suç işlediğine kanaat getirmesi halinde yargılama yapacağı, sonuçta mahkûm olursa, yukarıdaki mahkûmlara getirilen erken tahliye şartlarından yararlandırılacağı öngörülüyordu. Bu aftan yararlanan eski IRA liderlerinden birisi halen Kuzey İrlanda Özerk Hükümetinde eğitim bakanlığı yapıyor. Türkiye’de de bu tür bir düzenleme yapılmadan, örgütün tamamen tasfiyesi zor görünüyor. Amerikalı uzman Henri Barkey’in PKK’nın tasfiyesi konusundaki raporunda da üç aşamalı bir uygulama öngörülüyor. Buna göre silâhlı eyleme karışmamış bulunanlar yargıç önüne çıkarılıp hemen tahliye edilecek; silâhlı eyleme karıştığı sabit olanlar Türkiye’ye dönerek pişmanlık yasasından yararlandırılacak, yine de dönmek istemeyenlerin sivil hayata dönmesi kaydıyla Kuzey Irak’ta ya da başka bir ülkede ikametine izin verilecek; lider kadroların ise sürekli gözetim altında bulunmak kaydıyla bir Batı ülkesinde sürgünde yaşaması, ama siyaset yapmalarının engellenmesi sağlanacaktı. Bunları şimdi konuşmak bile güç geliyor. Ancak onlarca yıldır kangren olmuş bir yarayı kesip atabilmek için ciddî bir siyasî irade ve halk talebi olduğunda, bunların değerlendirilmesi şart olacaktır. Bu arada unutulmaması gereken, örgütün sözde liderlerinin şahısları için avantaj sayacakları bazı çıkarları olmadıkça, bu kişilerin çözümün önünü tıkamak için ellerinden geleni yapacaklarıdır. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Faizcilerin eline düşmeyin |
Yaşlı çift evliliklerinin kırkıncı yıl dönümünde paraya kıymışlar, Avusturalya’da tatil yapmaya karar vermişlerdi. Uçağın penceresinden saatlerdir okyanusu seyrediyorlardı. Sessizliği pilotun anonsu bozdu: “Sayın yolcularımız! Korkarım size kötü bir haberim var. Motorlarımızdan biri sustu, diğeri de susmak üzere. Acil iniş yapmak zorundayız. Neyse ki altımızda haritada görülmeyen bir ada var ve sahiline inmeye çalışacağız. Bunu başarabilirsek tek sorunumuz bizi bulabilmeleri için duâ etmek olacak.” Uçak başarılı bir iniş yapar, kimsenin burnu kanamaz. Uzun bir rahatlama sessizliğinden sonra adam karısının ellerini tutar, gözlerine endişeyle bakar: “Mona, bu ayki kredi kartı borcunu ödemiş miydin?” “Hayır sevgilim, unutmuşum. Kızdın mı?” Adam endişeyle yine sorar: “Araba kredisinin taksitini ödemiş miydin?” “Özür dilerim canım, onu da ödememiştim.” Yaşlı adam karısına sarılır ve gayet samimî ve yüksek bir ses tonuyla: “Aferin karıcığım, aferin sana!” Karısı şaşkın, korkarak sorar: “İyi misin tatlım?” “Hiç olmadığım kadar. Çünkü, bankacılar bizi kesin bulur!” ««« İslâm’da alış veriş helâl kılınmış, faiz yasaklanmıştır. Kur’ân’ın dilinde “fazlalık” demek olan riba-faiz, “ödünç verilen mal veya para karşılığında şer’an yasak olan kârın, fazlalığın alınmasıdır” şeklinde târif edilir. Faiz, iktisat hayatını allak-bullak eder. Bunun içindir ki, çağdaş Avrupa ekonomileri, faizi “sıfır”lamaya çalışıyor. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle faiz, “Sen çalış, ben yiyeyim” felsefesini yaygınlaştırır. Gerek banka, gerekse bankerler vasıtasıyla toplanan küçük tasarruflara, cüz’î bir pay, “faiz” verilse de, onlar tarafından birkaç defa devir yoluyla çalıştırılmakta, başkasının sırtından kat kat kâr elde edilmektedir. Para ile para kazanıldığından sanayi ve yatırımlar durmakta; bu arada, üretim düşmekte, mal pahalanmakta, bunun bedeli de tüketiciye yansıtılarak ödetilmektedir. İşte dehşetli bir zulüm! Faiz, sermayenin tek elde toplanmasına sebep olur ve piyasa, umumun ihtiyaç ve taleplerine göre değil, sermayedarların hırs ve kanaatsizliğine göre teşekkül eder. Hırsın ve kanaatsizliğin sınırı yoktur. Bu da, hem ticarî hayatı, hem de ticârî ahlâkı zedeler. Faiz, zengini daha zengin, fakiri daha fakir ve küçük tasarrufçuyu, faiz müesseselerinin bir kölesi durumuna düşürmektedir. Bu, toplumun saadetini de yok etmektedir. Çünkü, hangi toplum olursa olsun, kendi standartlarına göre, fakir ve zengin tabakaları, orta hallileri vardır. Bunlar arasındaki mânevî köprü ve irtibat, “zenginlerden yardım ve şefkat, fakirlerden hürmet ve duâ” sayesinde kurulmaktadır. Oysa faiz, “baskı, zulüm, kin ve nefret” tohumları eker. Faiz, hazırcılığa alıştırır. İnsanları tembelleştirir. Çalışma, ticaret, alış veriş, özetle teşebbüs ruhu ve şevkini kırar. Aynı zamanda güveni sarsar. San'at, ticaret gibi meşrû ve tabiî geçim yollarını dumura uğratır. Faize bulaşan insanlar, borçlarını ödeyebilmek için, hangi yollara başvuracaklarını şaşırırlar. Ülkemizde, eskiden beri, faiz ve borçların yaygınlaşması ile, banker iflâsları, intiharlar, cinayetler, kumar ve fuhşun nice insanları mahvettiği, nice yuvaları yıktığı bilinen bir gerçektir. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Kur’ân ayında Kur’ân okumak |
Ramazan ile alâkalı, Bakara Sûresi 185. âyetin başlangıcı şöyledir: “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile batılın arasını ayıran Kur’ân o ayda indirilmiştir….” Ramazan ayındaki en büyük hususiyetin oruç tutmak olduğunu biliyoruz. Müslüman olmanın beş şartının birincilerinden ve büyüklerinden olan oruç bir şeâirdir; dolayısıyla onun tutulması da kişinin Müslüman olduğunun bir delili, belgesidir. (Keyfî ve nefsî değil de, meşrû ve şer’î mazeretlerle oruç tutamayanlar bahsimizden hariç tabiî) Ama aynı zamanda bu mübarek aydaki en büyük hususiyetlerden biri de, Kur’ân’ın bu ayda nâzil olması, indirilmesidir. Seksen üç küsûr senelik manevî bir ibadet ömrü kazandırabilen Kadir Gecesinin en büyük özelliği, Kur’ân’ın o gecede nâzil oluşu değil midir? Öyle ise, bu Kur’ân ayında Kur’ân okuyacağız. Beş kardeşten, çocukluğunda Kur’ân öğrenmek için camiye, hocaya gönderilmeyen, gönderilemeyen bir tek bendim. Fakat Cenâb-ı Hak’ka şükürler olsun ki, gençliğimizin ilk yıllarında, Kur’ân’ın bu asırdaki en büyük tefsiri olan Risâle-i Nurlarla müşerref olmayı da, yine beş kardeşten önce bize nasib etmişti. Risâle-i Nur, Kur’ân’ın tefsiriydi; dolayısıyla onun içinde, devamlı, tefsir edilen âyetler geçiyordu. Normalde Türkçe okuması güzel olan biz, Kur’ân yazılarına gelince kem-küm edip, atlayıp geçiyorduk ve bu da bizi çok sıkıp, üzüyordu. Yaşımız da büyük olduğundan, yaz tatillerinde çocuklarla beraber Kur’ân öğrenmeye gidemiyorduk. Bu böyle, dört sene kadar devam etti. Bir sebepten dolayı, Said Özdemir Ağabeyin Ankara Hacı Bayram’daki İhlas Kitabevinde, 1974 senesinde bir sene çalışma durumumuz hâsıl oldu. İşte orada ahdettim ve “Ben inşâallah Kur’ân okumayı öğreneceğim” dedim. Ahd ve gayretle Rabbimiz bize orada, bir ayda Kur’ân okumayı nasip etti, hocamız da kendimiz olarak tabiî, Elhamdülillah. Artık sevinçten yerimde duramıyordum. Artık, Risâleleri okurken, Kur’ân harfleri gelince atlayıp geçmeyecek, “ilâ âhir“ demeyecektik. Bu bizim hayatımızdaki en büyük dönüm noktalarından biri olmuştu. Yavaş yavaş ama devamlı Kur’ân okumaya vermiştik kendimizi. Gerçi tecvid kaidelerine uygun olarak okuyamıyordum, ama yine de anlaşılır bir şekilde Kur’ân’ı telâffuz edebiliyorduk. Bir müddet sonra da, Kur’ân’ı hatim etmeye niyetlendik. İlk başlarda bir cüz’ü üç saatte okuyorduk. Ve zamanla okuya okuya meleke kazandık, şimdilerde şükür kırk beş dakika kadar sürüyor bir cüz’ü okumamız. Biraz da tecvid bilgisine vakıf olunca, çok mükemmel olmasa da, artık kendimize yetecek kadar Kur’ân okuyabiliyoruz ve tabiî en büyük kârımız ve sevincimiz de, Kur’ân okuma ibadetine de vâsıl olmuş olduk bu şekilde, çok şükür. Ve senenin diğer zamanlarında devam ettiğimiz hatimlerimizi, Ramazan ayına has olarak ayrı bir hatimle devam ettiriyoruz Elhamdülillah. Gerçekten de, Kur’ân okumak, Müslümana çok büyük bir haz veren lezzetlerden biridir. Özellikle bu mübarek, Kur’ân ayı olan Ramazan’da Kur’ân okumalıyız. Yaşı ilerlemiş olup da, bugüne kadar öğrenmemiş olanlar ise, muhakkak bir şekilde öğrenmelidir. Şu başdöndürücü hızla devam eden teknoloji asrında, o kadar kolaylaştı ki, buna yanaşmayanlar ancak nefsinin ve şeytanın aldatmasına kananlardır. Basit ve lüzumsuz bir şekilde (çoğu da günahlarla dolu) TV seyredenler, zamanını onun karşısında saatlerce geçirenler, nefsin ve şeytanın inadına, en kısa zamanda Kur’ân öğrenerek sevaplara gark olmalıdır bence. Tabiî aynı zamanda, bu eksiklikten dolayı ruhları sıkılanlar, öğrendikten sonra da ruhları inşirah bulup genişleyeceğinden, Kur’ân ayı olan Ramazan’da Kur’ân okumanın ne büyük bir saadet olduğunu anlayacaklardır. Yeter ki niyet edelim. Cenâb-ı Hak, size yardım edecektir ve en kısa zamanda Kur’ân okuyanlar zümresine dahil olacaksınızdır İnşâallah! 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Oruç fidyesi üzerine |
Abdulmuhsin Bey: “Ramazan orucunu tutmakta zorlanan, sonra da tutamayacak kadar yaşlı olan birisi tutamadığı günleri nasıl telafi eder?”
İslâmiyet kolaylık ve rahmet dinidir. İslâm dinini gönderen Allah ü Zülcelâl Hazretleri kolaylıktan başka bir şey emretmemiş, İslâm dinini bizzat yaşayarak bize tebliğ eden Allah Resûlü (asm) kolaylıktan başka bir şey yaşamamış ve tebliğ etmemiştir. Mübarek Ramazan ayında herkes orucun hadsiz hudutsuz sevabına gark olurken, sağlıkla ilgili problemlerimiz dolayısıyla biz, bu ayın yüksek sevabını orucumuzla talep etmeye güç yetiremeyebiliriz. Hiç gam ve keder yok. Orucumuzla bu ayın sevabına erişemez isek, niyetimizle ve fidyelerimizle erişmemiz İnşâallah mümkündür. Şüphesiz, bu aydaki orucu hastalığı veya şiddetli zafiyeti dolayısıyla tutmaya güç yetiremeyenler için de bu rahmet kapısı kapanmış değildir. Rahmetin onları dışarıda bırakması düşünülebilir mi? Bu din eksiksiz herkesi kâmilen kucaklamıştır. Oruç tutmaya güç ve takati olmayan, fakat acziyeti ve zafiyeti ile yalnız Allah’ın dergâhına sığınan, yalnız Allah’tan isteyen, yalnız Allah’tan uman, yalnız Allah’tan bekleyen hastaların ve yaşlıların rahmetin dışında kalmasına Rahman-ı Rahîm hiç razı olur mu? İşte, Ramazan ayında oruç tutmaya güç yetiremeyen ve her geçen gün bünyesi zafiyete uğrayan güçsüz, zayıf, yaşlı ve hastaların bu ibadetin sevabından mahrum kalmamaları ve oruç farizasını yerine getirmiş sayılmaları için dinimizde kolaylıklar getirilmiştir. İyileşinceye kadar oruçtan muafiyet şeklinde tezahür eden kolaylıktan sonra, hastanın iyileşmemesi ve hastalığının artması, ilerlemesi ve sıhhate kavuşmaması gibi devam eden sağlık problemleri karşısında dinimiz tekrar şefkat kucağını açmış ve onları yeni bir çözümle tekrar kucaklamıştır. Hiç şüphesiz bu şefkat doğrudan Rabbimizden gelerek, fakirlere dönük bir hibe mahiyetinde tecellî etmiştir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hakkın, “Oruca dayanamayanlar bir düşkünü doyuracak kadar fidye verirler” 1 emri bu kolaylığı ilân eder. Demek, güçsüzlükleri, acizlikleri, hastalıkları, ihtiyarlıkları ve sair olumsuz halleri dolayısıyla oruç tutamayanlar, oruç tutamadıkları gün sayısınca, her güne bir fidye vermek sûretiyle bu ibadeti yapmış sayılacaklardır. Fidye miktarı, her bir oruç günü için bir fakiri bir günlük (iki öğün) doyuracak kadar para veya belirli miktarlardaki gıda maddelerinden oluşur. Bir fidye miktarı, bir fitre miktarına eşittir: Buğdaydan yarım sa’; arpa, hurma ve kuru üzümden bir sa’dır. Sa’ bir hacim ölçüsü birimidir ve bir sa’ yaklaşık 2.75 litredir; bu da yaklaşık 3 kilograma denk düşmektedir. Bu rakamları günümüze aktaracak olursak, bir fitre ortalama yedi liraya denk düşmektedir. Bir fidye de asgarî yedi lira üzerinden verilebilir. Bu miktar, kişinin imkânı ölçüsünde arttırılabilir. Fidyenin Ramazanın içinde verilmesi Ramazan ayının hürmet ve bereketine daha uygun düşmektedir. Ancak daha sonra hastalar iyileştikleri zaman, verdikleri fidyeye bakmadan tutamadıkları oruçları tutmakla mükellef bulunmaktadırlar. Bu durumda daha önce verdikleri fidye, sadaka yerine geçer ve makbuldür. Sağlıklarında fidyelerini kendileri ödeyemeyenler, öldükten sonra fidyelerinin ödenmesini vasiyet edebilirler. Böyle bir vasiyetin bulunması halinde, geride bıraktığı malın üçte biri fidyeyi ödemeye yeterli ise mirasçılarının bu bedeli ödemeleri vacip olur. Vasiyeti yoksa veya malının üçte biri fidyenin ödenmesine yeterli değilse, mirasçılarının sırf hayır ve fazilet olarak bu fidyeyi kendi mallarından kendi rızaları ile ödemelerinin makbule geçen bir davranış olacağı muhakkaktır. Fidye ödeyebilecek kadar mali güce ve imkâna sahip bulunmayanlardan bu yükümlülük ölümle birlikte düşer. Ancak ölene kadar bu fidyeyi ödeme gayreti içinde olmaları gerekir. Güç yetiremediğimiz ibadetler için bize çözüm içinde çözüm sunan Hâlık-ı Rabb-i Rahîm’e sonsuz şükürler olsun.
Dipnot:
1- Bakara, 2/184. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Bedelli askerlik kapısı |
Bedelli askerlik kapısını bütünüyle kapamak, yaşı 30'u geçmiş on binlerce vatandaşın ümidini, hayalini kırmak, hesap ve beklentilerini alt üst etmek demektir. Askerlikten keyfi sebeplerle kaçmamalı. Bu türden kaçmaların önünü her türlü meşrû yollarla kapamalı, kapamak için tedbirler alınmalı. Fakat, sayısız insanın "özel durum"ları da göz ardı edilmemeli. Kaldı ki, dünyanın gelişmiş birçok ülkesinde zaruri askerliği kaldırma, yerine bedelliyi ikame etme cihetine gidiliyor. Dolayısıyla, fiilen askerlik yapmamak, vatana ihanetmiş gibi algılanmamalı. Dünyadaki uygulamalar da bir yana, Türkiye'de geçmiş dönemlerde defaatle tatbik edilen bir "bedelli askerlik" vakıası var karşımızda. Eskiden "bedel–i nakdî" denilen bu vak'aya, 12 Eylül (1980) Darbesinden sonraki dönemlerde de çok bariz şekilde şahit olduk. Bir kere, çok büyük bir yığılma hasıl olmuştu. Vakti gelip geçtiği halde, askere gitmeyenlerin sayısı yüz binleri bulmuştu. 1981'in hemen başlarında süre kısaltıldı ve "dört ay askerlik" uygulaması başlatıldı. Hasıl olan yığılma bununla da telâfi edilemedi ve "bedel ödemek şartıyla" süre alabildiğine kısaltıldı. Bundan da, ne Türkiye'nin, ne de askeriyenin herhangi bir kaybı, bir zararı olmadı. O halde, imtiyazlı, keyfiliğe kaçan ve meşrûiyet dışına çıkan bütün yolları kapamak şartıyla, bedelli askerlik her zaman için Türkiye'nin gündeminde olmalı; yani, bedellinin kapısını asla kapama cihetine gitmemeli. O takdirde, zarar ve mahzur çok daha büyük olur.
1937–38'de Cumhurbaşkanı
Bizim izinli olduğumuz günlerde İzmir'deki mitingte konuşan Başbakan'ın ya sürç–ü lisân, ya da fâhiş bir hata yaparak "Dersim katliâmı zamanında Cumhurbaşkanı olan şahsın İsmet İnönü olduğu"nu söylemiş. Oysa, 1937 yılı başlarında (Mart) başlayan ve 1938'in Eylül'ünde son bulan operasyonlar boyunca Cumhurbaşkanı mevkiinde bulunan kişi M. Kemal'dir. İnönü ise, ilk başlarda Başbakanlık mevkiindedir. Operasyonlar bütün şiddetiyle devam ederken, Başbakanlık el değiştirmiş (25 Ekim 1937) ve İnönü'nün yerine Bayar getirilmişti. Dersim operasyonunun emrini veren ve sorumluluğu bütünüyle üstlenen şahsın ise, M. Kemal olduğuna dair bilgiler pekçok kaynakta mevcut. Dolayısıyla, Sayın Başbakan'ın sarf etmiş olduğu sözler, bir zuhûl eseri olsa gerektir.
Tarihin yorumu 1 Eylül 1929
Arapça ile Farsça yasaklandı
Latin harflerinin kabulünden sonra (Kasım 1928), aynı maksatla yürütülen diğer faaliyetlere de hızlandırıldı. Bu meyanda olmak üzere, 1 Eylül 1929'dan itibaren Arapça ve Farsça derslerin okullardan kaldırılmasına karar verildi. Ardından, korkunç yasaklar bir biri ardına sökün edip geldi: Arapça tamamen yasaklandı. Öyle ki, Kur'ân–ı Kerim'in Arapça olarak basım ve yayımının yapılmasına dahi yasak getirildi. Hatta, Kur'ân'ın orijinal hali, yasak kitap listesinin başına yerleştirildi. Bu, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir gelişmeydi.
Eyvâhlar olsun
Yakın tarihimizde böylesine vahim bir durum yaşanmış olmasına rağmen, çoğu insanımız bunu bilmiyor. Bilgisizliği bir yana, bir de tutup Kur'ân'ı yasaklayanlara duâ ediyor. Bilhassa son yıllarda daha bir yoğunluk kazandığını gördüğümüz camilerde, mâbedlerde, kürsülerde, minberlerde, ekran ve mikrofonlarda okunan Kur'ân'a ve Kur'ân'a dayalı sözleri söyledikten sonra, vaktiyle aynı mukaddes Kur'ân'a düşmanlık etmiş olanlara tutup duâ eden kimselere yazıklar, eyvâhlar olsun.
6 bakan değişti Arapça ve Farsça'nın yasaklanması teklifi Maarif Vekâletinden (MEB) geldi. O zamanki vekil, Mustafa Necati Beydi. Onun 1 Ocak 1929'da ölmesi üzerine, yerine İnönü vekâlet etti. Daha sonra Vasıf Çınar, Cemal Hüsnü, Refik Saydam, Esat Sagay kısa aralıklarla bakanlık görevinde bulundu. Yani, bir yıl içinde (Eylül 1929–Eylül 1930) tam altı Millî Eğitim Bakanı değişti. Zira, o tarihte Kur'ân'a yönelik yapılan bu yasaklama faaliyeti, halkın nazarında çok menfur bir günâh şeklinde telâkki edildiğinden, bu işe bakan dayanmıyordu. Arapça ile birlikte Farsça'ya da yasak getirilmesinin en önemli sebebi, Farsça hurûfat ve yazılımın da Kur'ân'ı okuyup öğrenmeye uygun olmasıydı. Ancak, politik ve ideolojik olarak yapılan beyanlarda ise, şu gerekçeye sığınılıyordu: "Türkçe'nin yabancı unsurlardan temizlenmesi ve öz Türkçe'nin hayata geçirilmesi..." Aradan geçen zaman, bu gerekçenin ne derece sahte ve kandırmaca bir maskeden ibaret olduğu ortaya çıktı. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ramazan, işgal ve zulüm… (1) |
Kamuoyu referandum propagandasıyla meşgul edilirken dışta Türkiye’yi ve İslâm dünyasını yakından ilgilendiren bir dizi tezgâh dönüyor. Zâlimlerin zulmü sürüyor; küresel ifsad şebekeleri, yeni yeni işgal ve sömürü tuzakları kuruyor… Ankara’dakiler her ne kadar her defasında tecâhül-ü ârif yapsa da, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “oynak merkezli dış politika”sında ABD, bilhassa bölgesel politikalarda hep hegemonya ve çıkarlarını önceliyor; Türkiye’yi kaale almıyor; inadına emr-i vakilerde bulunuyor. Gerçek şu ki, AKP iktidarları döneminde Ankara, ABD’nin iki milyon sivilin katledildiği Müslüman komşu Irak işgaline göz yumdu. Hükûmetinin ilk aylarında işgal öncesi henüz Başbakan olmayan partinin Genel Başkan Erdoğan ile dönemin Başbakanı Gül’ün parti grubuna kapalı kapılar arkasındaki “baskı” ve “dayatmaları”na rağmen, 65 bin işgalci Amerikan askerinin ağır silâhlarıyla Türkiye topraklarında konuşlanması ve nakline dair “1 Mart tezkeresi” Meclis’ten geçmedi; ama hemen akabinde Meclis by pass edilerek Bakanlar Kurulu kararıyla, havaalanları, limanlar, işgalci conilerin silâh, mühimmat ve savaş malzemesi nakil ve dağıtımına açıldı. Bu arada Süleymaniye’de Amerikan askerlerinin Mehmetçiğin başına çuval geçirmesine karşı Ankara “tepkisiz” kaldı. Dışişleri’nin en azından bir “nota” vermesini isteyenlere Erdoğan, “Ne notası; müzik notası mı?” diye tepki gösterdi. Bizzat Millî Savunma Bakanı’nın bundan üç yıl önceki ifâdesiyle, başta İncirlik olmak üzere Türkiye’deki üslerden havalanan ağır bomba yüklü Amerikan savaş uçakları, Müslüman Irak şehir ve köyleri üzerine 3995 sorti yaptı…
EN KANLI “RAMAZAN!” Hûlasa yedi yıldır Ankara hâlâ her fırsatta ABD’ye desteğini yinelemekte… Buna mukabil, Washinton Ankara’yı takmamakta. Türkiye’nin “savaş sebebi” saydığı “kırmızı çizgileri” bir bir çiğnenmekte. Kuzey Irak’ta ABD’nin Irak’tan sözde “çekildikten” sonra üs edineceği bölgedeki egemenlik ve çıkar işbirlikçisi “bağımsız bir devlet” kurulmakta. Ankara’nın bütün itirazlarına rağmen, Irak petrollerinin yüzde 40’ının çıkarıldığı Kerkük’ün önce demografik yapısı, ardından statüsü değiştirilerek peşmergelere teslim edilmekte. Bölgenin aslî unsuru Türkmenler ve Araplar büyük baskılara mâruz kalıp göçe zorlanmakta… Yine işgal güçlerinin, başta Kandil olmak üzere, Kuzey Irak’ta yuvalanmış terör örgütüne silâh, para, eğitim yardımını yaptığı Amerikan Kongresinin raporuyla ve Amerikan savcılarınca ikrar edilmekte. Bush’tan Obama’ya verilen bütün taahhüdlere rağmen, Amerikan yönetimleri, Ankara’nın defalarca listesini verdiği ve Kuzey Irak’ta serbestçe dolaşan 150 kişilik “terörist elebaşıları listesi”nden bir teki dahi teslim etmedi, etmemekte. İşgalindeki ve Irak’ta, kontrolündeki Kuzey Irak’ta terörist yuvalarına lojistik desteği kesmemekte. Terör örgütünün finans kaynaklarını kurutmaya yanaşmamakta. Uyuşturucu, silâh ve nüfuz ticaretini engellememekte… Seçimlerin üzerinden aylar geçmesine rağmen, hâlâ hükûmetin kurulamadağı ülkede, kargaşa ve kaos içindeki ülke, gittikçe şiddet ve terör kıskacına girmekte. Yedi yıldır süren işgal devam ederken, “terörün bittiği, iç çatışma ve kargaşanın sona erdiği” iddialarına karşılık, geçtiğimiz Temmuz ayı, 550’ye yakın sivilin katledildiği saldırılar ve bombalamalarla son iki yılın en kanlı ayı olmakta… 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yanlış eğitimin faturası |
Genç bir nüfusa sahip olmamızdan dolayı Türkiye’nin, başka ülkelere nisbetle eğitim konusunda atacağı adımları çok daha dikkatli ve planlı bir şekilde atması gerektiği her halde tartışılmaz. Nihayetinde, bazı ülkelerin sahip olduğu nüfustan daha fazla “öğrenci” Türkiye’de eğitim görüyor. Eğitim konusunda atılacak olan adımlar bu kadar önemli olmasına rağmen, sistemin “yap-boz tahtası”na çevrildiği de yine herkesin bildiği bir konu. İlköğretimden başlayarak üniversiteye kadar devam eden eğitim yılları, tam anlamıyla ‘macera’ olarak isimlendirilebilir. Hemen her yıl okutulan kitaplar değiştirilir. Aynı şekilde gerek sınıf geçme ve gerekse ‘ölçme-değerlendirme’ diyebileceğimiz noktalarda da değişikliğe gidilir. Hemen her yıl yeni ‘imtihan’lar ihdas edilir ve aradan bir iki yıl geçtikten sonra bu imtihanlar kaldırılır. Bütün bu “yap-boz sistem”in faturasını ise başta öğrenciler olmak üzere bütün bir Türkiye öder ve ödemeye devam ediyoruz. Bu değişiklikler “mükemmele ulaşma yolunda gayret” olarak sunuluyor, ama kanaatimizce bu “yap-boz sistem”in temelinde eğitim sisteminin asıl problemine teşhis koyamamak vardır. Eğer, sistemdeki asıl sıkıntı doğru teşhis edilebilmiş olsa, hemen her yıl yeni ‘çare’ler aranmazdı. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da ‘yeniden keşif’e gerek yok. Dünyanın bu işi nasıl yaptığına bakılırsa, biz de kalıcı ve faydalı bir sistem kurabiliriz. Sistemin en büyük zaafı, ‘insanî ihtiyaçlara göre’ düzenlenmemiş olmasıdır. Gerek ders sayısı, gerekse baştan sona ‘şekil’e önem verilmesi sistemi tıkamış durumda. Şaka değil, ‘tecrübeli okul müdürleri’ bile okul ya da sınıf kapısında durup ‘çorap kontrolü’ yapabiliyor. Böyle bir sistemden ‘eğitilmiş öğrenci’ mezun olabilir mi? İki yıl önce ilköğretim 6, 7 ve 8. sınıflar için ihdas edilen SBS imtihanlarının bugünlerde kaldırılması “yap-boz”un yeni bir örneği. Bu imtihanlar başlatılırken de itiraz edilmişti, ama “Çok iyi olacak, eğitim sistemi düzene girecek” denilmek suretiyle savunulmuştu. Aradan iki yıl geçti ve sistem ‘kötü’ oldu. Oysa baştan belliydi, ama bürokrasi kamuoyunu dinlemeyip yanlış adımda ısrar etti. Peki, SBS kalktı da eğitim sisteminin problemleri sona mı erdi? Tabiî ki hayır. Yine onlarca ve belki de yüzlerce düzeltilmesi gereken konu var. Sıkıntının kaynağı, “Millet, veliler, dünya görmüş eğitimciler ne düşünüyor?” diye sormamak, araştırmamak her halde. Meselâ, aylardan ve yıllardan beri “Millî Güvenlik Dersi”nin kaldırılması ya da muhtevasının düzeltilmesi, o da olmuyorsa ders öğretmenlerinin ‘sivil’ olması gerektiği söyleniyor. Ama Türkiye’yi idare edenler bu taleplere kulaklarını tıkıyorlar. Aynı şekilde ilköğretim okullarında hemen her sabah okutulan ‘andımız’la ilgili tartışmalar var ve bunlar da dikkate alınmıyor. Şunu herkes bilmeli ki, ‘kışla’ görüntülü bir eğitim sistemiyle Türkiye arzu ettiği seviyelere gelemez. “Büyük Türkiye”yi inşâ etmek, hür beyinlerle mümkün olur. Bunun yolu da eğitim sistemini Türkiye ve dünya gerçekleriyle uyumlu hale getirmekten geçer. 01.09.2010 E-Posta: [email protected] |