15 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Pişmanlık her devirde hep aynı


A+ | A-

“Eski yolu, eski dostu terk etme” demiş atalarımız. Güngörmüş ihtiyarların nerede tatlı bir sohbeti olsa, kulak kesilirim hemen. Hepsi de aynı dertten muzdariptir. Geçen günleri hasretle anarlar, daha güzel bir hayat yaşayamadıklarından pişmanlık duyarlar. Aslında onlar nasıl yaşamamız gerektiğini de bize hatırlatırlar.

Pişmanlık her devirde hep aynı. Sadece gün, ay ve yıl farkı var. Belki de asır farkı… İnsanlığın dünya macerasının başlamasına sebep olan o ilk olayı ve ardından diğerlerini bir hatırlayalım. Her devirde, her yerde pişmanlık hep öne çıkar. İmtihanın şekli, mahiyeti değişir, ama pişmanlık hep aynıdır.

Şimdi bu yazıyı okurken, bir an için, kalbinizi bir yoklayın bakalım. Sadece bir günde ya da son birkaç saat içinde yaşadığınız pişmanlıkları saymaya takat getirebilecek misiniz? Ne mümkün? Önce yüreğiniz daralır, ruhunuz bunalır. Bir müddet sonra duyduğunuz o pişmanlık acısının ilk şiddeti hissedilmez olur. Ve pişmanlık, hayatımızın bir parçası olur gider…

Evet, ertelediğimiz her iş için, okuyamadığımız her kitap için, gidemediğimiz, göremediğimiz her dost, ziyaret edemediğimiz her hasta ve akraba ve vaktinde çalamadığımız her kapı için aynı duyguları yaşarız. “Keşke şunu, şunu vakitlice yapabilseydik” deriz, içleniriz. Olmuyor, olamıyor nedense. Nedir bizde eksik olan? Hayata katamadığımız şeyler nelerdir? Düşünmeliyiz bu sorunun etrafında.

İbadetler; hac, oruç ve namazlar, insana vakti tanzimi öğretiyor, en değerli bir şekilde kullanmayı öğütlüyor. En değerliyi en öne almamız gerektiğini bildiriyor. Çünkü bir tel kopar, ahenk kesilebilir.

Hayat sürprizlerle dolu. Ömrün ne zaman biteceği belli değil. Rabbimiz, en değerliyi en öne almamızı istiyor bizden. Hiç, ama hiç ertelenmemesi gereken tek şey, Rabbimizin bizden istedikleridir. İşte bunlar, vaktinde yapılmadı mı, kalpte bir elem ve vicdanda bir pişmanlık uyandırıyor.

Derdin devâsı belli. İnsana Yaratanının gösterdiği yoldan başka bir yerde hayat yok.

Şeytanın arabasına binen istediği yerde inemez. Mutluluğun yolu, Allah’ın razı olduğu ibadetlerden, işlerden geçer. Düğme, iliğe denk düşer. Hayat, işte o zaman hayat olur.

Deniz, kendisinde olmayanı nasıl dışarı atarsa, vicdan da öyle. İstenmeyen hâller, ruha yakışmayan şeyler, pişmanlıkla atılır.

Peygamberimizin de (asm) ifade ettiği gibi, “Pişmanlık tövbedir.” Ve pişmanlık yeniden doğuştur, hayata yeniden tutunuştur. Kalbin temizlenmesi, ruhun güzelleşmesi, hep Allah’ın emirlerinde gizlidir.

***

Oruç, rastgele bir ayda, rastgele biz zamanda yapılacak bir ibadet değildir. Hangi ayda ve ne zaman başlayıp ne zaman biteceğine kadar bütün detaylarıyla Rabbimiz Kur’ân’da bildirmiştir onu. Oruç, tutmak için değil, tutunmak için çalar kapımızı.

Namaz ve hac için de bu böyledir, oruç için de böyledir. İllâ vaktinde yapılması gerekir bu ibadetlerin. Müthiş bir disiplindir bu.

İstediği gibi hareket etmeye alışmış olan nefsimiz, oruçla ve namazla dipçiği yer. Haddini bilirse eğer, fezalarda süzülür gider. Öylesine yücelir.

Nohut tanesi kadar bir şey gırtlağınızdan içeriye kasten düşse, orucunuz bozuluyor. Allah aşkına, o yediğiniz şeyle mideniz doyar mı acaba? Hayır. İşte size müthiş bir disiplin örneği daha... Yani cik cik öten nefse bir dipçik daha…

Demek ki, her şeyin sahibi ve yaratanı olan Rabbimiz, hayatımızın açık taraflarını da biliyor ve odaklanmamız gereken noktayı da bize oruç ve namazla bir kere daha gösteriyor. Bunu hepimiz vicdanımızda hissediyor ve uygulamalarımızda da yaşıyoruz, görüyoruz. ‘Amennâ’ diyoruz.

Rabbinden uzaklaşan insana böyle bir kementtir işte. Onu Rabbine bağlar, bend eder.

Haylaz bir çocuktur nefsimiz. Gözü hep dışarıda, oyunda, oynaşta. Huzuru ise, oruçta ve namazda.

İşler hep aynı gitmez. Bir müddet sonra, sünen lastik gibi başladığımız noktaya geri döneriz. Bu, sadece bizim değil, bütün insanlığın yaşadığı ve yaşaya geldiği bir dramdır.

Pişmanlık her devirde hep aynıdır.

Okuyacağımız kitaplar odamızda tepeleme durur. “Az sonra vefat edecek olsam, bana en lâzım olan bilgiler hangi kitapta acaba?” diye sorsak, yanarız. Zor soruları sormaya cesaretimiz yoktur nedense.

O kadar fuzulî şeyler vardır ki hayatımızda, dinlemesek de olur, görmesek de, okumasak da… Ama nedense okunacak olan kitaplar, yapılacak olan önemli işler hep sona kalır. Sona kalan, donakalır.

Pişmanlık her devirde hep aynıdır.

Hayatını disiplinli bir çizgide devam ettirip de pişmanlık duymayana söyleyecek sözümüz yok. Derdimiz, kendimiz gibi olanlarla. Hayatta yapılması gerekeni hep erteleyenlerle.

Eskilerin tabiriyle, vakti kuşanmak gerekiyor. Vakti de vakitlice yaşamak gerekiyor. Otuz sene öncesine doğru geriye dönüp baktığımızda duyduğumuz pişmanlık ne ise, şimdi de yaşadıklarımızdan duyduğumuz pişmanlık hep aynı.

Pişmanlığın ilâcı tövbedir, istiğfardır, oruçtur ve namazdır.

İhtiyarlar için böyle de, gençler için durum pek farklı mı sanki? Onlar da geriye doğru baktıklarında, dalga dalga bu yaşadıkları pişmanlıkları itiraf edeceklerdir mutlaka.

Pişmanlık aklı başında olan insanı istiğfara ve tövbeye sevk ediyor.

Allah karşısındaki bu mahcubiyetimiz, kulluğumuzun bu noktadaki açık kapıları, âcizliğimiz ve zayıflığımız oluyor. Âcizliğimizi ve zayıflığımızı bilen birinden imdada götürüyor bizi.

Şükür ki, O'nun da göndermiş olduğu kitapla, peygamberle, bu açığımızı güzelce kapatacak emirlerle hayatımızı donattığını biliyoruz, görüyoruz.

İşte bunun için oruç, vakti kuşanmak ve pişmanlığımız için bir dönüm noktası olması açısından dünyamıza altın bir zaman dilimi sunuyor.

Beş vakit ibadetin her biri ve buna bağlı olarak gelişecek ince ve hassas okuma ve tefekkür anları, hepsi ama hepsi bu imkân ve fırsatlar topluluğudur.

Pişmanlık her devirde hep aynıdır.

Çünkü pişmanlık insanlığa mahsus bir haldir. Vicdanı sönmemiş ise…

***

Hastadır bir dostunuz, gidemezsiniz. Sonra birden vefat haberi gelir. İhtiyacı vardır birinin. Bugün, yarın der, ertelersiniz. Sonra bir bakarsınız ki, onun başındaki o gaile, o sıkıntı çok daha büyümüştür.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

İşte Ramazan bunun için altın bir fırsat taşıyor dünyamıza. Oruç bunun için bir imkân sunuyor. Bu Ramazan’da hiç olmazsa günahlardan kaçmak, farzları yapmak suretiyle pişmanlığımızın bu yürek burkan, vicdan yakan tarafına bir şifa damıtmalıyız, ibadet ikliminden serin bir rüzgâr estirmeliyiz. Kanayan yaramızı hiç olmazsa bu Ramazan, oruçla onarmalıyız.

Üzerimizdeki ağır baskının nereden kaynaklandığını, onu tanımadan görmek mümkün değil. İnsan âciz ve zayıf taraflarıyla yüzleşmeli. Doğru olan bu. Oruç ve namaz bu noktada bir ayna vazifesi görüyor. Bize yapılması gerekenleri öne almamızı, en başa almamızı hatırlatıyor. Başka da bir çare ve çıkar yol yok.

Allah’ın (cc) kulundan esirgediği ne var ki? Önüne sermediği hangi nimet var ki? Kâinattan süzüp sofrasına koymadığı hangi nimet var ki?

İnsan özel bir misafiridir Allah’ın. Özel misafire, özel muâmele yapılır ve insanın da bu özelliğinin şuuruna varması istenir oruçla, namazla. Ramazan bunun için kapımızı çalar. Bunun için oruca tutunuruz, bunun için orucu tutarız.

Allah emrettiği için açlık bile tatlı olur. Açlığı özlemek, Allah’ın yarattığı bütün nimetlerden daha tatlı olur.

İnşallah bu yıl taptaze, yepyeni bir ruh ile geçmişte yaşadıklarımızı telâfi etmek ve yeniden vakti kuşanmak, namazla, oruçla hayata tutunup hep aynı pişmanlığı bu defa yaşamamak duygusuyla, yeni bir ruhla yaşayalım istiyoruz orucu ve namazı. Öne almalı, başa almalıyız Allah’ın emirlerini.

Kolay mı? Değil, elbette. Ayartıcı nefis, işbirlikçisi şeytan, profesyonel oyunlarla karşımızda olacaklar.

Olsunlar…

Allah bizimle beraber.

Sermayemizin değerini, yapacağımız ibadetlerin Allah katındaki önemini, bir kez daha anlamış olacağız.

Niye kaçıralım bu fırsatı? Neden kaçsın ki?

Her gün, ayrı bir gündür oruçta. Her günkü orucumuza ilk günkü safiyeti içinde başlamalıyız. Sermayemizi nefse ve şeytana kaptırmamalıyız.

Bitmeyen hayat, bitmeyen ibadet yok. İbadetleri bitirmeye değil, hayat gibi güzel yaşamaya bakalım. Vakti geldiğinde zaten bitecek. Sabrımızı sağa sola kaydırmayalım. Hazır olan lezzetimizi bozmayalım. Kalp güçlü olunca şeytan ne yapsın?

Hiçbir şeye denemeden karar verilmez. Denemeli, azmetmeli, Allah’ın tevfikine güvenmeli. Küçük de olsa, niyeti büyük bir adım atmalı. O ruhla oruçlara, namazlara tutunmalı insan. Allah ne diyorsa o. Onun üstünde bir hüküm yok.

Ramazan ve oruç, her insana ve bütün insanlığa Allah’tan (cc) özel bir hediyedir. Bu hediyenin ambalajını açmadan değerini bilemeyiz. Her akşam sonsuz bir neşe içinde otururuz iftar sofralarına. Teravihler, sahurlar, hepsi bu hediyenin içindedir.

Sonunda da o en büyük bir hediye vardır ki, o hediyenin içinde gizlidir. Bin aydan hayırlı bir gece vardır. Seksen üç yıla denk düşen bir Kadir Gecesi vardır.

Ve kim mükâfatını sadece Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu güzelce tutarsa, geçmiş günahlarının bağışlanacağının müjdesi vardır.

Ve insanın pişmanlığının şifası vardır.

15.08.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ramazan ayında bir günlük program


A+ | A-

Efe rumuzlu okuyucumuz: “Ramazan ayında mü’minin günlük programı nasıl olmalıdır?”

Bir günlük programımızın ilk sıralarını her zaman farzlar oluşturur. Ramazan ayında oruç ve namazdır bu. Orucu ve namazı tamamlayan sünnetler, faziletler, âdâb ve erkân derece derece ve gücümüz yettiğince gündemimizi teşkil eder. Meselâ oruç için sahura kalkmak, sahuru mümkünse en geç saatte yapmak, haramlardan her zamankinden daha fazla sakınmak, gıybet ve dedikodu yapmamak, insanlara çirkin ve kırıcı sözler sarf etmekten, kötü söz söylemekten, bağırıp çağırmaktan, yalan konuşmaktan, yalan şahitliği yapmaktan uzak durmak, mümkün mertebe fazlaca Kur’ân okumak, Kur’ân üzerinde tefekkür yapmak, yeni bilgiler öğrenmeye çalışmak, Allah’ı zikretmek, çokça salâvat getirmek, iftarı vakti girer girmez yapmak ve geciktirmemek, orucu açarken dua etmek, orucu hurma veya su ile açmak, muhtaç, kimsesiz ve yetimlere müşfik davranmak, yardımcı olmak, sadaka vermek, insanlara yemek yedirmek bunlardan sadece bir kaçı.

Fakat bütün bunların ötesinde; oruç ve namazdan sonra bir diğer farz olan barışı, kardeşliği, yardımlaşmayı, paylaşmayı, insanlara kucak açmayı ihmal etmemeli ve hatta muhakkak günlük programımızın ilk sıralarına yerleştirmeliyiz. Unutmamalıyız ki, başkalarına yakın durduğumuz ve yardımcı olduğumuz sürece, Cenâb-ı Hak’tan yakınlık beklemeye ve yardım istemeye yüzümüz olacaktır.

Zaten, orucun verdiği iç huzuruyla, gündüz iş yerinde, alnımızdan terler boşanırken, dilimiz damağımız bir damla suya hasret olduğu zamanlarda, midemiz açlıktan acı duymaya başladığı vakitlerde, gözümüzde bir kuru ekmek, bir bardak su ve bir acı zeytin tüttüğü anlarda gözümüz kararmaya, başımız dönmeye başlasa bile, içimizi bir dostluk ve kardeşlik sevgisi sarar. Herkesi severiz. Her şeyi severiz. Her şeyle kardeş oluveririz birden. Oruç tutanla, tutmayanla. İbadetinin idrakine varanla, varmayanla. İnsanla hayvanla. Canlılarla, cansızlarla. Bütün kâinatla. Bütün varlıklarla birdenbire bir kardeşlik köprüsü kuruveririz ansızın. Oruç tutmayanlara, ibadetin lezzetine eremeyenlere acırız sadece. Dua ederiz onlar için, herkes için. Allah’ın onlara da bu eşsiz lezzeti tattırmasını dileriz.

Bir kardeşliktir ki o yaşanan... Akşam ezanı okunmadan mutfaklardan gelen buram buram yemek kokularında kardeşliğin izleri gözlerden kaçmaz. Az sonra yemeklerden birer parça alt taraftaki komşuya, üst sokaktaki kimsesize, yan caddedeki yaşlıya göndermişizdir. Ya da soframız boş değildir zaten. Soframızı canımız kadar sevdiğimiz dostlarımızla paylaşmışızdır. Onlara yemeklerimizi ikram ederken dualarımızın da onlarla olduğunu, yardımlarımızın da onlarla olduğunu, onlar için her zorluğa katlanabileceğimizi, onları Allah’ın rızasına ısmarladığımızı da ifade etmiş oluyoruz. Onlarla öyle mutlu oluruz ki, kalbimiz kuş kalbi gibi heyecanlı, cennet kadar lâtîf, ebediyet kadar asil. Çünkü onları Allah için sevmişiz, onlara Allah için ikram ediyoruz, onlarla Allah için soframızı acı tatlı paylaşıyoruz. Çünkü onlarla kardeşiz biz. Onlardan farklı değiliz.

Oruçlu günlerimizde gündemimizi oluşturan en mühim unsurlardan biridir kardeşlik. Yoksul ile yoksul, çocuk ile çocuk, yaşlı ile yaşlı, hasta ile hasta oluruz.

İnsanlarla kucaklaşmak, canlılarla dostluk kurmak içimizi ısıtır. Her can sahibine kendini kardeş hissetmek, düşman hissetmeye oranla ne kadar yücedir! Koca kâinatı bir hanen gibi hissediyorsun o zaman. Her şey, senin en yakının oluyor.

Bu yakınlığı tatmanın ve hissetmenin en mutlu ve en salim yolu oruçtur. Nitekim dostlukta tevazu, alçak gönüllülük, en aşağıların halleriyle halleşmek, onun yaşadıklarını bizatihi yaşamak önemli bir adım teşkil eder. İşte bu tevazua ancak oruçla ulaşmak mümkündür.

Hayat kısadır. Dünya ölümlüdür. Ömür fanidir. Ecel yakındır. Dostlarımızı küstürmeye, kardeşlerimizi incitmeye, arkadaşlarımızı yaralamaya, insanları kırmaya değer mi? Hiç mi hiç değmez.

İnsanlar ya sevilmeli. Ya da incitilmemeli. Birisinden birisini başarmalıyız bunun. Herkesi sevmeyebilirsin; ama hiç kimseyi incitmeye de hakkın yok. Herkes kendi çapında “bir numaradır” çünkü. Herkes Allah katında da “bir numaradır”!

Onun için gıybet haramdır, yalan söylemek ve aldatmak haramdır, kaş göz işareti ile başkalarını küçük düşürmek haramdır, su-i zanlara dayalı haberlerle insanları çekiştirmek haramdır, birisiyle üç günden fazla küsmek haramdır, hüsn-ü zan mümkün iken su-i zanna başvurmak haramdır. Kur’ân, onun için insanların gizli hallerini araştırmamızı yasaklar ve onun için kardeşinin dedikodusunu yapmayı ölü etini yemeye benzetir.

Çünkü mü’min, imanı haysiyetiyle Allah katında değerlidir. Kur’ân mü’minleri onun için “kardeş” ilân ediyor. Bizse ha bire, gözünün üstünde kaşın var deyip duruyoruz kardeşlerimize, arkadaşlarımıza, dostlarımıza.

Kardeşlik sinemizi bütün mü’minlere derya gibi açmaya ve kardeşliği doyasıya yaşamayı gündemimizin ilk sıralarına almaya var mıyız? Gelin, orucun ve namazın ruhuna uygun biçimde, oruçla birlikte bunu başaralım.

Cenâb-ı Mevlâ’mız bu mübarek ayda ve bu mübarek ayın çekirdekliğinde ömür boyu kalplerimizde sevgi ve kardeşliği eksiltmesin. Âmin.

15.08.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Naile Özer (2) (1937–10 Mart 2002)


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta tanıttığımız şefkat kahramanı Naile Özer, ihlâslı fedakâr bir hanım Nur Talebesidir. Geçen hafta onun, Risâle-i Nur Külliyatı içinde yer alan Hanımlar Rehberi isimli eserde Bediüzzaman Hazretlerine arkadaşları ile birlikte yazdığı mektubun “İzmir, Manisa ve havalisi hanımları” ibaresi ile yer aldığını ifade etmiştik. Bediüzzaman Hazretleri onların 1953 yılında yazdıkları bu mektuba talebelerine yazdırdığı cevabî bir mektupla karşılık vermiştir.

Naile Özer’in Adile Suluk ile birlikte 1957’de Manisa ve İzmir hanımları olarak münavebeli başlattıkları Risâle-i Nur hanımlar dersi uzun yıllar devam etmiştir.

Zübeyir Gündüzalp; bu fedakâr, ihlâslı, gayretli hanıma Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından sonra aşağıda okuyacağınız mektubu gönderir. Naile Özer’in kızı Sümeyra Bulduk’un merhum annesinin evrakları arasında özenle muhafaza ettiği mektubu yayınlıyoruz.

Zübeyir Gündüzalp’in Naile Özer’e yazdığı mektup

Fedakâr ve çalışkan ahiret kardeşimiz Naile

Evvelâ: Binler selâm eder, hem Ramazan-ı Şerif bayramınızı, hem de Risâle-i Nur’un her senenin fevkinde, geniş dairelerdeki fütuhat ve neşriyat bayramınızı ve hizmet-i Kur’âniye ve imaniyedeki ihlâslı muvaffakiyetini tebrik ederim. Bu zulmetli asırda dünyevî ve uhrevî hayatımızı binler tehlikelere atan dehşetli dinsizlik ve dalâlet fırtınaları içinde mahvolmak üzereyken; bizlere ve bu asır kadın ve erkeklerine ihsan-ı İlâhî olarak ihdâ edilen ve Kur’ân-ı Hakim’in parlak ve yüksek bir mu'cize-i manevîsi olan Risâle-i Nur’un feyyaz ve nevvar mütalâasında ve mukaddes iman hizmetinde âzamî ihlâs ve sadakatle ebediyen muvaffak olmanı Rabb-i Rahimimden yalvarır, makbul dualarını her beş vakitte beklerim.

Saniyen: Hâdî-yi ekber ve velî-yi âzam ve bir allâme-i İslâm olan merhum, müşfik ve çok sevgili Üstadımız sizlerden gelen parlak mektubunuzun başına ‘İzmir-Manisa havalisinde kadınlardan da halis Nur kahramanları çıktığını gösteriyor’ mealinde buyurmuştu.

Hem de merhum, muazzez ve sevgili Üstadımız çok zaman izhar ediyordu ki, hanımlar samimiyette erkeklerden ileridirler. Şefkat kahramanıdırlar. İnkisam etmemiş ve bozulmamış olan bu seciyeleri inkişaf ettirilince onlar mühim terakkiyata mazhar olabilirler. Hem Nur’un fedakâr şakirtleri gibi kadınlar arasında da fedakâr Nur Talebeleri çıkacak ve ahir zamanda dine ehemmiyetli bir surette hizmet edecek.

Ben evvelce sizin halisane ve fedakârane hizmetinizi işitiyor ve memnun oluyordum. Bir müddet sonra Risâle-i Nur’un fedaisi, samimiyette ve ihlâsta ve faaliyette numune-i hüsn-ü misal ve muallâ ve sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi bir mektubunda sizi bana yakinen tanıttı. Ben de kanaat getirdim ki, sen çalışkan ahiret hemşiremiz yukarda zikrettiğim necip ve çok sevgili Üstadımız Hazretlerinin ihbarat ve beşaretine mazhar olmuşsunuz. Bu itibarla da seni tebrik ve tebcil eder, Adile Hanım ve işitmediğimiz birçok Nur fedaileri gibi Risâle-i Nur’a sarılarak, İslâmın fedakâr ve feragatkâr bir kadını ve ezvâc-ı tahiratın bu zamanda bir mümessili olarak, hizmet-i Kur’ân ve imaniyede Risâle-i Nur’dan her gün ilim ve irfan tahsil etmekte muvaffak olmanı Cemil-i Zülcemâl olan Rabbimizden niyaz ederim.

Merhum ve mübeccel ve çok sevgili büyük Üstadımızın bizlere sık sık ve çok ehemmiyetle ders verdiği âzamî ihlâsa, âzamî sadakate, âzamî takvaya, âzamî fedakârlığa, âzamî sebata, âzamî iktisada, âzamî dikkate nail olmanı Rahman-ür Rahim olan Cenâb-ı Haktan tazarru ve niyaz ederim.

Salisen: Şah-ı evliya ve müfessir-i âzam olan ve harikulâde bir ihlâsa mazhar olan ve bu zamanda sıddıkiyetin şahikasına teâli etmiş bulunan müşfik Üstadımız buyuruyordu ki, ‘Her Nur Talebesinin evi medrese-i Nuriyedir. Medrese-i Nuriyelerde Risâle-i Nur’un dersini dinleyen Nur hemşirelerini manevî kazançlarıma dâhil ediyorum. Ben manen orada bulunuyorum. Onlarla beraber Risâle-i Nur’un dersini dinliyorum.’ Bu beşarete ve lûtfa erişen, sizin Risâle-i Nur dersinize devam eden ve yüksek bir mevki-i Kur’ân muallâsında bulunan Risâle-i Nur’u dinledikçe, kalpleri nur-u İlâhî ile parlayan, ruhları feyz-i Kur’ânî ile feyizdar olan bahtiyar hanımları ruhu canımızla tebrik ederiz ki, iki cihan serveri Resul-ü Ekrem (asm) Efendimizin mahbub ve kıymettar birer mesud ümmeti olan, uyanık kalpleri nurlanmaya lâyık hanımları Risâle-i Nur derslerinize Cenâb-ı Hak sevkediyor. Derslerinize İlâhî bir aşkla ve sarsılmaz bir sebatla devam eden, bu zamanda altun ve elmaslardan üstün ve kıymette olan, hürmete şayeste o Nur ve ahiret hemşirelerimizin nurânî kalp ve ruhlarından fışkıran feyizlerle Cenâb-ı Hak sizi feyizyab ediyor. O Nur Talebesi hanımlar, adeta ihlâslarına binaen Rahmet-i İlâhî tarafından seçilmiş. Kalplerine Kur’ân ve iman Nurları ile iman derecelerinde terakki ettiren Risâle-i Nur’un manevî cazibesi Allah tarafından yerleştirilmiş. Ve Allah onları sevmiş. Sizin nurânî ve pek feyizli derslerinize sevk edilmiş. İnşâallah kalpleri cilâlayan, ruhları parlatan, imanı kurtaran, Nur Talebelerine dünyada dahi Cennet hayatı yaşatan, her türlü dertlerimize derman, bütün hastalıklarımıza şifa olan, sıkıntılarımızı feyizli sürurlara ve ferahlara çeviren, zahmetin altında Rahmet-i İlâhîyenin rahmetini gösteren Risâle-i Nur Talebeleri ve Nur Talebesi hanımlar, dinleye dinleye, okuya okuya zamanımızın Gavs-ı Âzamı ve Abdülkadir-i Geylânîsi olan manevî şahımız ve canımız ve cananımız Üstadımız, mahşerde sancak-ı ekberi altında, çaresiz kaldığımız, vaveylalarla şefaatçi aradığımız bir zamanda, izn-i İlâhi ile toplayacak. Ve şefaate ve merhamete muhtaç talebelerine Cenâb-ı Hakkın biricik sevgilisi ve Müslümanların tek şefaatçisi, şefîimiz Fahr-i Kâinat Efendimiz, Resul-ü Ekrem’in (asm) şefaatine nail kılacak. İnşâallah.

Adile Hanımın yakinen bana seni tanıtmasıyla âcizane ve çok kusurlu olarak evradımı okuyabildiğim zaman okuduklarımı Adile Hanımın ismi yanında seni de ismen zikrederek defter-i amaline bağışlıyorum. Fakat bunu sana yazıyorum ki, en ziyade dua ve himmete muhtaç, çok kısır ve hatalarla âlûde bu mübtedi Nur Talebesi kardeşinize her zaman duâlar edesiniz.

Rabian: Ben buradan giden kardeşimize sıkı tembih etmiştim ki, hastalığıma lâzım olan meyveyi muhakkak çarşıdan al ve kimseye işittirme demiş ve parasını vermiştim. O da bulamamış, senin gönderdiğini aldım. Fakat meslek-i Nuriyenin kaidesine itaat etmemde senin yardımcı olman için, bir kardeşle İnşâallah göndereceğim. Çünkü şer’an hediye alabilmek için salih olmak lâzım. Salih olmazsa o kimseye caiz değildir. Ben ise salihten çok uzak, kusurlu vaziyetteyim. Allah muhafaza etsin, böyle bir kuruntu vehmetsem, gurura düşerim. Gurur ise salihliğin yokluğuna delildir, vartadır. Bunun için mukabilini gönderdiğimden bana gücenme. Fakat salihliğe mazhar olabilen Nurlu zatlara caiz olabilir. Fakat bana asla.

Yüksek hocamız salâbet-i diniye ile mümeyyiz muhterem pederinize arz-ı hürmetler eder, ellerinden öperek, duâlarını beklerim.

Fedakâr kardeşim İsmail Hakkı Efendiye çok selâm eder, dualarını beklerim.

Merhum ve müşfik Üstadımızın ekmekten, sudan, havadan ve ziyadan ziyade muhtaç olduğumuz Risâle-i Nur’daki şu pek kıymetli hakikatlerle hatm-i kelâm ederim.

“Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi; yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.

“Belki o kadın elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslâha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da kendini açık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihette zarar eder. Çünkü namahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekinir. Namahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder…

“…Mübarek taife-i nisaiye, fıtraten yüksek ahlâka menşe olduğu gibi fısk ve sefahette dünya zevki için kabiliyetleri yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiyet içinde mesud bir aile hayatını geçirmeye mahsus bir nevî mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsat eden komiteler kahrolsunlar!”

Allah bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin…

Kusurlu kardeşiniz Zübeyir Gündüzalp

15.08.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

İngiliz’in oruçluya saygısı...


A+ | A-

Mübarek Ramazan’ın ilk gününde, gazetemiz Yeni Asya’da bir haber okudum. Belki dikkatlerden kaçmıştır zannıyla, o haberi nazarlarınıza havale ediyorum:

“Oruçlulara saygı gösterin! İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Ramazan ayında Müslüman ülkelerine gidecek vatandaşlarını sorumlu davranmaları konusunda uyardı. Bakanlığın yayınladığı seyahat uyarısında turistlerden Ramazan’da açıktan yiyip içmemelerini istedi. Bakanlık sitesinin ‘Sorumlu bir turist olun’ başlıklı bölümünde yer alan Ramazan bilgilendirmesinde, farklı ülke ve kültürlerde Ramazan ayındaki ibadetlerin yoğunluğu değişse de çoğu Müslüman’ın oruç tuttuğu ifade edildi. Ramazan hakkındaki genel bilgilendirmede oruca karşı nasıl duyarlı olunacağı anlatılıyor. İngiliz vatandaşlarından oruç konusunda duyarlı olmaları istenen uyarıda ‘Birçok insan orucun sizin için bir vecibe olmadığını anlayacaktır. Fakat sizin bu davranışınızı takdir edeceklerdir’ ifadelerine yer veriliyor. Bazı ülkelerde Ramazan’da gün içerisinde yiyip içmenin yasak olduğu hatırlatılıyor. ‘İslâmî ülkelerde Ramazan ayında seyahat etmek ya da iş yapmak imkânsız değildir’ denilen yazıda, iftar ve bayram hakkında da bilgi veriliyor. İftar saatinde trafiğin yoğun olacağı, bayramda ise insanların ailelerini ziyaret edeceği belirtiliyor.”

Bu haber, aynı zamanda bizim bu yazıyı yazmamıza da sebep oldu. Görüyor musunuz? Hani Anadolu tabiriyle “elin gâvuru”(!) ne diyor? Oruca saygıyı, oruçluya saygılı olmayı istiyor milletinden. Gerçekten de, başka dinin mensupları buna dikkat ediyor. Eski zamandan beri gayr-ı Müslim çok kimsenin, mahallelerinde, şehirlerinde oruç tutan Müslüman komşularına gösterdikleri saygıyı, hürmeti çok işitmiştik. Geçen seneki Ramazan sayfasında yazdığımız yazılardan birinde belirttiğimiz gibi, bundan yıllar önce bir NATO toplantısı için Türkiye’ye gelecek olan ABD’li subaylar, yabancıların bir âdeti olan, gidecekleri memlekete gelmeden önce, her memleketin o zamanki vaziyetini, örf ve âdetini öğrenerek geliyorlar. Tabiî o zaman da Türkiye’de Ramazan ayıdır. Bir ara bizim Genelkurmay yetkilileri, gündüz vakti bunlara kokteyl veriyor. Bunlar ise yiyip içmeye pek yanaşmıyor. Bizimkiler de şaşkın tabiî. Ve soruyorlar sebebini, ”Niye?“ diye. Onlar da “Ramazan ayındasınız, siz oruçlusunuz ya, size saygısızlık olmasın diye yiyip, içmiyoruz” deyince, bizimkiler bir kahkaha atıp, “Ne orucu ya?“ deyip, bir bardak içki alıp, kafaya dikiyor. ABD’li subaylar şaşkın, biz de şaşkınız tabiî. Hele bir işe bakın! Yabancı Ramazan’a hürmet gösteriyor, ya bizimkiler? El iyazu billah! Bir misâl de hemen yakınlarda bizzat, şahid olduğumuz bir şeyi anlatayım sizlere.

Şu aşırı sıcak günlerde, evdeki termometre 31 dereceyi gösteriyordu. Ama, bu seneki Ramazan’ın ilk günü, 33 dereceyi gösterdi. Hava bunaltıcı ve rutubet destekli bir sıcak. Dışarıda da, her halde gölgede 40, güneşte de 50 dereceydi sıcaklık.

Böyle bir havada oruç tutmak, bayağı bir babayiğit işi. “Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil” sözünü hatırlarsak, babayiğitliğin ölçüsünü de takdir ederiz her halde. Bir ara dışarı çıktım, elimde de şemsiye—ki, bu yaşıma kadar yazın hiç şemsiye kullanmamıştım. İşimi bitirip dönerken bayağı susamış ve hararet basmış bir şekilde eve gelirken dekolte giyimli bir genç kız, elinde, soğukluğu dışına sızmış ambalajlı iki tane plastik bardaklı su ile ortada gezdiğini gördüm. "Allah, Allah” dedim “Mahsustan mı yapıyor, deli midir yahu? Milletin dudakları çatlıyor susuzluktan, hele bunun hâline bak!" diye, hatta gidip bir nasihat vereyim dedim. Ama yine de bayağı buğz etmiştim içimden... Aklıma da yabancıların oruca, oruçluya gösterdiği hürmet ile bu bizim yerlilerin gösterdiği hürmetsizlik geldi. Gazetedeki bu haberi de eve geldiğimde okuduğumda “fesübhanallah!“ demekten kendimi alamadım.

Aslında, ona ve onun gibi tavır gösterenlere acıyoruz bir taraftan. Kendilerine yazık ettiklerinin farkında değiller. Kendileri oruç tutmadıklarından dolayı günaha girdikleri gibi, bir de bu şekildeki tavır ve hareketleriyle kat be kat günaha girdiklerinin farkında değiller. Yine de biz hidayete ermeleri için duâ edelim.

Kardeşim, oruç tutmuyorsun tamam, kendi bileceğin iş. Sen günahını boynuna takmışsın, ama tutanlara da en azından bir gayr-i müslim kadar saygılı ol!

15.08.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İtidal çizgisi


A+ | A-

Yüksek Seçim Kurulu referandumun tarihini 12 Eylül olarak açıkladığında, “Ramazan boyunca iftardan sahura, sahurdan iftara halka paketi anlatacağız” diyenler olmuştu.

Oylanacak paketin, iktidar partisince iddia edildiği şekilde bir “demokrasi devrimi” olmadığı, hak ve özgürlükler adına çok fazla birşey getirmediği yönündeki kanaatimizi ifade etmiştik.

Bu sebeple, içerdiği eksik ve yetersiz doğruların yanında, gereksiz, hattâ yanlış bazı düzenlemelere de yer veren paketle ilgili tartışmalarda dikkat, sükûnet ve temkini elden bırakmayalım.

Konuyla ilgili müzakereleri, paketin daracık ve problemli kapsamına hapsedip, onun üzerinden gergin polemiklere girişme tuzağına düşmeyelim. Onun yerine, paketi ve referandumu vesile kılarak, yeni, demokratik ve sivil bir anayasa ihtiyacını her ortamda gündeme getirelim.

Böylece, bu gündemi, toplumda güçlü ve sağlam bir hukuk, demokrasi, hak ve özgürlük bilinci oluşturma fırsatı olarak değerlendirelim.

Bunu yapabilirsek, Ramazan’ın manevî ve uhrevî kazanç açısından eşsiz bir fırsat oluşturan çok kıymetli vakitlerini, neticesiz, kısır, abes ve kırıcı polemiklerle heba etme tuzağına düşmemiş; tam tersine imanın özelliği ve İslâmın gereği olan hürriyet bağlamında verimli ve istifadeli bir “sosyal hizmet”e katkıda bulunmuş oluruz.

Üstadın 102 sene önce meşrutiyet ve hürriyet bahislerini, âyet ve hadislerden, mezhep âlimlerinin içtihadlarından referanslar göstererek, İstanbul’un Ayasofya, Süleymaniye, Bayezid, Fatih gibi selâtin camilerinde anlatması (Eski Said Dönemi Eserleri, Divan-ı Harb-i Örfî, s. 121), bu noktada bizim için en güzel örneklerden biri.

Demokrasi ve hürriyeti, onun izah ettiği tarzda şer’î kaynaklara dayandırarak açıklama gereği ve ihtiyacı, bugün hâlâ karşılanmayı bekliyor.

Üstadın o zaman tek başına yaptığı bu çalışmanın, aradan geçen bir asır boyunca devam ettirilememiş olması, maalesef bugün içinde debelenip durduğumuz çok yönlü, çok boyutlu, derin, girift, karmaşık tıkanmaları netice verdi.

Keşke anayasa paketi ve referandum gündemi bu tıkanıkların aşılmasını sağlayacak doğru, geniş ufuklu ve sağlıklı bir bakış açısıyla, meselelerin temelden çözümüne yönelik yaklaşımların önünü açacak bir fırsat olarak değerlendirilse...

O zaman toplum olarak hepimiz rahatlarız.

Gereksiz, ölçüsüz, sert ve keskin tavır ve söylemlerle, aramızdaki kardeşlik hukukunu zedeleme, hattâ sarsma tehlikesinden de korunuruz.

Üstad bizlere, bilhassa bu gibi heyecanlı ortamlarda asla hatırdan çıkarmamamız icab eden çok önemli tavsiye ve ikazlarda bulunuyor:

“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş olan dalâlet fırkalarına karşı sizi perişan etmesin...” (Kastamonu Lâhikası, s. 164)

Referandum ve paket tartışmalarında da bu uyarıları dikkate alarak tavrımızı tayin edelim.

Değerlendirmelerimizde itidali elden bırakmayalım. İfrata da, tefrite de düşmekten kaçınalım. Üstadın “Bazıları ‘Haydo,’ bazıları ‘Haydar Ağa’ derler, ben ‘Haydar’ diyorum” (Eski Said Dönemi Eserleri, Münâzarât, s. 289) sözüyle ifade ettiği denge çizgisinden asla şaşmayalım.

Böyle ortamları, yeni fitneler çıkarma ve bunları körükleme fırsatı olarak kullanmak için pusuda bekleyenlerin oyun ve hesaplarını bozalım.

Unutmayalım ki, tartışmaların hararet ve heyecanına kendimizi kaptırarak ve provokasyonların tuzağına düşerek sergileyebileceğimiz aşırı tepkiler, olayın sıcaklığı geçince derin mahcubiyetini duyacağımız vahim utançlarımız olabilir.

Onun için, görüş ve tercihimiz ne olursa olsun, bunu ifade ederken dayatmacı ve çatışmacı tavır ve söylemlerden kesinlikle uzak duralım.

Tartışmaları, karşılıklı saygıya dayalı bir fikir teâtisi zemininde yapalım; hele mübarek Ramazan’da birbirimizi incitmemeye dikkat edelim.

15.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Vâh Pakistan!...


A+ | A-

Asya’nın kalbindeki Müslüman kardeş Pakistan’ın başında musîbetler eksik olmuyor.

En son Ramazan ayı öncesinde mâruz kaldığı sel felâketinde iki bine yakın insan öldü. 170 milyon nüfuslu ülkede 14 milyondan fazla kişi etkilendi, yaklaşık 300 bin evin yıkıldı ya da zarar gördü, milyonlarca Pâkistanlı evsiz kaldı…

BM, 459 milyon dolar toplanması için kampanya başlattı; lâkin bunun ilk üç aylık dönemdeki zorlukların aşılmasında bu fonun yetersiz kaldığı, daha şimdiden açıklanmakta.

Maddî felâketler bir yana, Önasya’nın çilekeş insanlarının ülkesi olan Pâkistan yüzyıllardır büyük musîbetle mâruz. Hegemonya ve çıkarları hesabına gözünü Asya’daki enerji kaynaklarına ve hatlarına diken ecnebiler, Afganistan ve Pâkistan’ın sömürü programlarının başına koymuşlar. Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Uzak Doğu’daki mâsum ve mazlûm İslâm ülkelerinin yanı sıra topyekûn Hind Yarımadasını yüzyıllar boyu işgal edip sömüren Batılılar, küresel emperyal emelleri için Pâkistan’ın başına belâ kesilmişler.

Tıpkı kirli çıkar savaşını yürüttüğü Irak işgalinde; ve 91 bin belgeden sonra 15 bin belgenin daha yayınlandığı, ancak 1.2 milyon gizli katliâm ve suikast belgesinin bulunduğu Afganistan’ı istilâda olduğu gibi. Ya da “silâh fabrikası” diye “ilâç fabrikası”nı bombaladığı Sudan’da ve kargaşaya sürükleyip BM perdesinde girip sömürdüğü Somali’de olduğu gibi…

EN BÜYÜK BELÂ VE FELÂKET…

Pâkistan hükûmeti, “imdat!” çağrılarında bulunmakta. Ne var ki Pâkistan’ı Asya’daki çıkarlarına ve işgaline âlet etmek isteyen ve yüzbinlerce askeri, yüzlerce uçağı ve helikopteri bu amaçla bölgenin işgal üssü haline getirdiği Afganistan’da konuşlandıran ABD, felâkete bigâne kalmakta.

Yanıbaşında yüzbinlerce sivilin sel altında can verdiği Pâkistan’a sâdece göstermelik sekiz helikopter göndermekte! “Müttefiki” Pâkistan’ın can çekişmesini sâdece seyretmekte…

İşin aslına bakılırsa, Pâkistan’ın başındaki büyük belâ ve musîbet, dün İngiltere’nin açıktan yaptığı istilâ ve sömürünün, bugün ABD’nin “özgürlük ve barış” maskesi altında “modern sömürü”sünden türemekte.

Pâkistan’da peşpeşe darbeler yaptırıp, halkın irâdesiyle işbaşına gelen hükûmetleri alaşağı ettiren ABD, İslâm Zirve Konferansının kurucuları arasında yer alan seçilmiş devlet başkanı Zülfikar Ali Buttuo’yu Genelkurmay Başkanı Ziyâ’ül Hak’a devirtip idam ettirdi. Pâkistan siyasetine kan bulaştırıp, ülkeye fitneyi soktu. Peşinden hâlâ tesbit edilemeyen bir patlama ile Devlet Başkanı’nın uçağı havalanırken infilak etti. Ziyâ’ül Hak’le birlikte Amerika’nın Pâkistan Büyükelçisi de parçalandı…

On yıllarca süren darbe ortamı, kavga ve karışıklığın ardından yine Pâkistan halkının iktidara getirdiği Nevâz Şerif’i, atadığı Genelkurmay Başkanı Müşerref’e devirtti. Ülkeyi kamplaştırıp kutuplaştırdı.

Hâlen devam eden ve son Butto’nun kızı Başbakan Benâzir Butto’nun katliyle daha da azan kargaşa ve kaos ortamında ülke bölünmenin eşiğine getirildi. Bu süreçte cinâyetler, suikastlar, fâil-i meçhuller artarak devam etti. Sünnîlerle Şîilerin arasını bozmak ve birbirine kırdırmak maksadıyla her defasında onlarca, yüzlerce Pâkistanlının katledildiği camilere yönelik bombalamalar, baskınlar, saldırılar sürüyor…

“ÜMİDİMİZ VAR Kİ…”

Bu arada Müslüman Keşmir’in yüzde 70’inin BM kararlarına aykırı olarak Hindistan’ın uhdesinde kalmasına yarım asrı aşkındır seyreden ABD ve işgal ortakları, Âzâd Keşmir’de günaşırı onlarca Müslümanın hunharca katline, terör ve soykırıma göz yumuyorlar…

Kısacası, federatif sistemle çeşitli etnik ve mezhepleri İslâm ortak paydasında buluşturan Pâkistan’ın ırkî ve mezhebî ayırımlarla eyâletler üzerinden bölüp parçalama plânını güden ABD, Pâkistan’ı kıskaca almış. Kendi eseri “El Kâide” ve “Taliban”a destek verdiği gerekçesiyle ülkenin en az camiler kadar kadim bir gerçeği ve vazgeçilmezi olan medreselerin kapatılmasını dayatıyor!

İsrail’in yüzlerce nükleer silâhına ses çıkarmıyor; nükleer silâha sahip Hindistan’a bir şey demiyor; Pâkistan’ın nükleer silâh programını iptal etmesini istiyor! Bu yüzden askerî darbe ve zorlamalarla başa getirdiği kontrolündeki yönetimlerin bunu başaramamasına karşı çeşitli karanlık senaryoları devreye sokarak, ülkeyi iç çatışma ve iç savaşa sürüklüyor…

“İslâm’ın müstaid (kabiliyetli ve zeki) veledi”, pâk Hind Müslümanlarının ülkesi Pâkistan mübârek Ramazan’da kuruluşunu buruk kutluyor.

Bütün İslâm âlemi ile birlikte, Irak, Filistin, Afganistan ve Pâkistan ağlıyor, feryâd ediyor. Bediüzzaman’ın müjdesiyle, “Ümidimiz var ki bu ah-û vâhlar gökte tebahhur edip (buharlaşıp) rahmet bulutlarına dönüşür”; bütün İslâm dünyası ve Pâkistan, küresel işgalci zâlimlerin işgal ve zulüm projelerinden kurtulur…Duamız budur…

15.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.