Ali FERŞADOĞLU |
|
Hayatın sırrı, okumayla çözülür, siyasetle değil! |
Üçüncü bin yılının başındayız. Ferd ve toplum olarak yine “okuma” veya “okuyamama”, yâni “yükselme” ve “sürünme” problemiyle ile karşı karşıyayız. Dünyayı şöyle hayalen tarayalım: En medenî, en ileri, en müreffeh, en gelişmiş toplumlar; en çok okuyan; ellerinden gazete, dergi, kitap düşmeyen; en çok düşünen, en çok araştıran, en çok çalışan ülkelerdir. Kitapsız bir millet değiliz. Kelime olarak “Okunan” mânâsına gelen Kur’ân, bizi kâinatı ve içindekileri okumaya yönlendirmesine rağmen; o çapta okuduğumuz söylenemez. 780’i aşkın âyet-i kerîme, okumaya, tefekküre, araştırmaya, incelemeye, bilmeye, bakmaya sevk etmektedir. Diğer taraftan Kur’ân, “cehâlete” savaş açmıştır. Her halde, cehâleti mahvedecek yegâne silâh, “okumak”tır. * Dünya hayatının mutluluğu da okumaya bağlı. * Hayatın sırrını çözmek, okumaktan geçer. * Teknolojinin zirvelerinden açılan kapının anahtarı, “okumak” markası taşıyor. * Ve en önemlisi, bu dünyaya gönderilişimizin gayelerinden biri; “taallüm ile tekemmül”, yâni “öğrenmekle olgunlaşmak”tır. İlk emir olan “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!” âyeti, okumanın önemiyle birlikte “Nasıl okuyacağız?” sorusunun cevabına da işaret etmektedir. *** Şimdi kendimize dönelim, başımızı iki elimiz arasına alalım ve düşünelim: Kurtuluşumuz ne ile olacak? Siyasî boğuşmaları takip ederek, film seyrederek mi; yoksa İlâhî hakikatleri takip ederek, İlâhî filmleri seyrederek mi? Yani, mükevvenat âlemindeki filmler gece, gündüz, mevsimler, bitkiler, hayvanlar, canlılar, unsurlar, peygamberler, geçmiş kavimler ve akıbetleri, ruhlar âlemi, doğum, ölüm, berzah, haşir, sırat, vs., hakikatler mi? *** Ehl-i iman şu ikazlara kilitlenmeli, bütün duygularıyla yönelmeli, dikkat kesilmeli: “Bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddî alâkadarâne küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, manevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır, manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, manevî bir ecnebî olur. “Evet, ben kendim gördüm: Lüzumsuz bir merakla mütedeyyin iken âmi bir adam, biri de ilme mensubiyeti varken, eskiden beri İslâm düşmanı olan bir kâfirin mağlûbiyetiyle ağlamak derecesinde bir mahzuniyet ve Âl-i Beytten seyyidler cemaatinin bir kâfire karşı mağlûbiyetinden mesruriyetini gördüm. Böyle âmi bir adamın alâkası, bir geniş daire-i siyaset hâtırı için böyle kâfir bir düşmanı, mücahit bir seyyide tercih etmek, acaba divaneliğin ve aklı dağıtmaklığın en acip bir misâli değil midir?”
BİR NOT: İktidar çevrelerinin ve MEB’in “31 bin öğretmen atayacağız” şeklindeki beyanatlarının propagandaya yönelik olduğunu bildiren öğretmenimizin tesbitini aynen aktarıyorum: “Ali Bey, atanamayan Tarih Öğretmenlerinin sorunlarına köşenizde yer verdiğiniz için teşekkürler. MEB’in KPSS puanları sonucu branş sıralamalarını vermemesi de büyük bir sorun oluşturmaktadır. Diğer yandan Ağustos atamasında şu anda çalışan sözleşmeli öğretmenlerin de tercih yapacağı düşünülürse, 31000 sayısının 7-8 bin civarında azalacağını belirterek kamuoyunun yanıltıldığını tekrar belirtmek istedim. Sevgi ve saygılarımla... Mehmet Demirbaş / Atanamayan Tarih Öğretmeni”
Dipnot: 1- Kastamonu Lâhikası, s. 34. 06.08.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Mehmet C. GÖKÇE |
|
Kur’ân, Ramazan ve Yeni Asya |
Kur’ân… Ahsenü’l-hadis… Furkan… Hadis… Kitap… Nur… Ruh… Zikir… Hüda… Münir… İlâhî kelâmın isimlerinden bazıları. Allah’ın hitabı emir ve buyruğu… Şüphesiz; Ramazan ve Kur’ân sürekli beraber hatırlanan iki unsur… Tabiî ki bu, “başka zaman dilimlerinde bunlar bağımsız hatırlanmaz” anlamında dile getirilmiş bir husus değil; ancak Ramazan-ı Şerif’e “Kur’ân ayı” denilmesi meşhur bir hükümdür. Kur’ân-ı Kerim, mü’minler için bir hidayet rehberi ve yol göstericidir. Nitekim Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten bu Kur’ân insanları en doğru yola, en isabetli tutuma yöneltir. Güzel ve makbul işler yapan mü’minlere nail olacakları büyük mükâfatı müjdeler.” (İsra, 9) Başka bir âyet-i kerime ise şöyledir: “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, o has kuluna açık açık âyetler indiren O’dur. Muhakkak ki Allah size karşı raûfdur, rahîmdir; son derece şefkatlidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Hadid, 9) Kur’ân-ı Kerim’de inananlar hiç her türlü sıkıntının çözüm yeri ve makamı olduğu gibi; inanmayan kesimler için de, inanma nimetinden kendilerini mahrum bıraktıkları için zarar ve ziyanı haber verir. Nitekim, âyet-i kerime’de şöyle buyrulur: “Biz Kur’ân’ı mü'minlere şifa ve rahmet olarak indiririz. Ama o, zalimlerin ise sadece ziyanını arttırır.” (İsra, 82) Allah Resûlü (asm) de sürekli bir biçimde Kur’ân-ı Kerim’i okuyup anlamamızı; öğrenip öğretmemizi teşvik etmiş ve bu noktadaki mükâfatlara genişçe yer vermiştir. Meselâ, Hz. Osman’ın (ra) naklettiği bir rivayette en hayırlı insanın Kur’ân’ı öğrenen ve öğreten kişi olduğunu belirtmiş; Ebu Umame’nin aktardığı bir rivayette Kur’ân’ın, okuyucusuna şefaatçi olacağını vurgulamış; İbn Abbas’ın rivayetinde Kur’ân’dan mahrum bir bedeni harabe bir eve benzetmiş ve Enes’in naklettiği hadiste de Kur’ân okumanın en faziletli ibadet olduğuna dikkat çekmiştir. Asırlar boyu Kur’ân-ı Kerim’e pek çok tefsir yapılmış ve ümmetin istifadesine sunulmuştur. Şüphesiz her tefsir ve her müfessir kendi zamanındaki ilmî gelişme ve yorumlara göre “en güzeli” ortaya koymaya çalışmışlar ve paragraflarını “En doğrusunu Allah bilir” ifadesiyle noktalamışlardır. Şu bir gerçek ki, son asrın müceddidine nasip olan Risâle-i Nur tefsiri Kur’ân-ı Kerim’in tartışmasız en güzel tefsiri olarak ortadadır. Doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerim’in mahiyetini, mu'cizevî yönünü ve eşsiz tanımını konu edinen bölümler ise çok dikkat çekicidir. Meselâ, “Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesi” olarak bilinen 25. Söz olağanüstü bir şâheserdir. Sadece Mukaddeme’nin bir cüz’ü olan Kur’ân-ı Kerim tarifinin bir parçası dahi dikkatle incelense, eserin cihanbahâ kıymeti rahatlıkla anlaşılır. Söz konusu Tarif’in sadece bir bölümünü okuyalım: “Kur’ân: Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvî dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri.. ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı.. ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftahı.. ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan ve âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevisinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası.. ve zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı katıı, tercümân-ı sâtıı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi.. ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin ma’ ve ziyâsı.. ve nev-î beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi.. ve insanlara hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitâb-ı dua, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine mercî olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi’ bir kitâb-ı mukaddes.. hem bütün evliyâ ve sıddîkinin ve urefa ve muhakkıkînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek; ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risâle ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir kitâb-i semavîdir.” ……….. Aman Allah’ım! Sadece bir kısmını naklettiğimiz şu tarifin haşmetine bakınız! İşte, Kur’ân ayında Kur’ân tefsirinin en güzel bölümlerinden birisini Kur’ân ile birlikte hediye etmek ne kadar güzel bir karar! Ve bu güzelim hediyeleri en ücra köşelere dahi ulaştırmak ne onurlu bir uğraş! Şimdi çalışma zamanı! 06.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Halil USLU |
|
Vefatlar ve yaylalar |
Sırlar ve hikmetlerle dolu olan misafirhane-i dünyamızda her şey ardı ardına akıp gitmektedir. Bir yanda vefatlar, bir yanda doğumlar ve bir yanda da yaşayanların yayla özlemi ve sevgisi. Dünyada izn-i İlâhî ile kaldığımız müddet içinde, bu akışın içinde çalkalanıp gideceğiz. Nasıl gideceğiz? Alkışla mı? Duâlarla mı? Aziz olarak mı? Rezil olarak mı? Bu ve benzeri muammayı çözenler çok büyük bahtiyarlar. Fakat ülfet ateşi ve vurdum duymazlık bizleri şu müthiş sıcak gibi kavurup gitmektedir.. Dâvet aldığımız Çorum-Kastamonu sınırları arasındaki “Kargı Yaylası” pikniğine arkadaşlarımla giderken ilk durak yerimiz Konya Cihanbeyli ilçesi Mevlânâ unları Yılmazkartlar ailesi, daha sonra Konya Tavşançalı beldesinde Cuma namazı ve muhterem Rahim Alp ve işyeri oldu. Daha sonra Ankara üstünden özellikle Kırıkkale... Çünkü bundan 40 gün önce aramızdan vatan-ı aslîsine giden, nurun ayrı bir kahramanı, gönül ehli eğitimci ve Kırıkkale eşrafından merhum Ahmet Özkan’ın evine taziyette bulunduk. Aynı günün akşamında Yeni Asya vakıf binasında taziyet ağırlıklı, vefatların tatlı müjdeli yüzünü içine alan başta âyetler, hadisler ve Risâle-i Nur Külliyatı’ndan esintilerden tâ Yunus Emrelere kadar gönül tellerine vurduk. Herkes bahtiyarlar silsilesinden ve kabre duâlarla giden Ahmet Özkan merhumun güzelliklerinden bahsetti. Bizim de uzun yıllardır tanıdığımız kardeşimizin yüzünde, lisanında ve kalbinde daimâ tebessüm neşe ve sürur vardı. Tefrikaların, kırgınlıkların yanında yer almazdı. Kırıkkale denince hep onu arar ve hatta kürsilerden ismen sorardım “Nerede?” diye. Sonradan ruhumun onun gideceğini hissettiğini anladım. Ertesi sabah Kırıkkale’den Çorum Alaca ilçesine kısa kısa molalarla vardık. Muhterem Zeki Yağlı, ailesi ve misafirleriyle bir çok konuda tefekkür ve istişareler yaptık. Alaca’nın, yıllar önce verdiğimiz konferans döneminden çok farklı bir şekle geldiğini müşahede ettim. Münbit ve istikbale bakan, her cihetle başarıya koşan Türkiye’deki 924 ilçemizden bir tanesi. İnşâallah Hüseyin-i Gazi mezarı, türbe veya müze hâline gelir. Akşamında mutlaka almamız gereken ve leblebi–nohut derken akla gelen, fakat şimdi tuğlasıyla, kiremitiyle ve yumurtasıyla önümüze çıkan ve günden güne inkişaf eden Çorum ilimize vasıl olduk. Muhterem Mehmed Kovancı, Ömer Güney ve İbrahim ağabeylere, İsmail Cin kardeşimize muhatap olduk. Akşamından sabahına kadar Uhuvvet Vakfı’nda ve vakfın dışında çok güzelliklerle karşılaştık. Akşamındaki sohbetimizde, kısa müddet önce vefat eden Hafız Mehmed Özel Ağabeyimizin ailesi ve nurânî derslerin müdavimi Memduh Ağabeyimizin vefatları ile alâkalı ebed yolculuğu başlıklı bahisler oldu. Pazar sabahının namazı ile müştereken hedefimiz olan “Kargı Yaylası”na konvoy hâlinde hareket ettik. İki saatlik yol ve tırmanıştan sonra yaylaya avdet ettik. Bizden önce gelen muhterem İslâm Yaşar başkanlığında İstanbul’dan bir güzide ekip ve Yeni Asya yayın koordinatörü muhterem Abdullah Eraçıkbaş ile karşılaştık. Program hâlinde deruhte edilen piknikte ilk sohbetin muhatabı muhterem Yaşar’dı. Yaşar Bey de bir saat içinde kâinat kitabının satırlarından bahisler okudu ve suâllere cevaplar verdi. Toplu yemek, namaz ve hatim duâlarından sonra konuşma sırası bizdeydi. Konumuz; 5 Kasım 2009’da 57 yaşında Hakk’a vuslat eden, 40 küsûr kitabın yazarı, bir tebessüm ve ihlâs kahramanı, merhum yazarımız “Şaban Döğen Hocamız ve bekaya giden yolculuk” başlıklı, içli, hüzünlü, müjdeli, nükteli ve Mehmet Kovancı’nın şiiri ile de gözyaşlı hazin bir sohbet idi. Bizleri buralara toplayan ve emeği geçen Çorum ve Kargı çevresi can dostlarına isim vermeden hepsine teşekkürler ve kısa hayatın meyvelerini tadan, imtihanlarını başarı ile bitiren ve ebed âlemine avdet eden kardeşlerimize binler Fâtihalar. 06.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hak ve sorumluluklarımızı bilmek |
Erdem Bey: “Kul hakkı nedir? Kul hakkı mahşerde nasıl giderilecek? Kulun, ‘Benim hakkımı yedi. İlla da Cehennem’de yak’ demeye yetkisi var mı? Kul hakkının affı ve tövbesi nasıl olur?”
İslâmiyet’te iki türlü temel haktan söz edilir: Bunlardan birincisi hukûkullah, yani Allah’ın hakkı; diğeri ise hukûk-u ibâd, yani kulların birbirlerine karşı doğuştan getirdikleri hak ve vazîfeleri. Allah’a imanla birlikte ibadet ve taatte bulunmak; takvâ, Allah sevgisi, tevekkül, ihlâs, riyâ ve kibirden uzaklaşmak gibi ahlâk-ı hamide ile bezenip, nefsimizi kötülüklerden arındırmak Allah’ın üzerimizdeki haklarındandır. Kul hakkı ise, ferdin zimmetinde bulunan, başkalarına mahsus maddî ve manevî imkân ve menfaatler ile Müslüman’ın başkaları lehine yapmakla yükümlü bulunduğu vazifelerdir. İnsanların sosyal birer varlık olmaları ve toplumlar hâlinde yaşamaları, birbirlerine karşı sayılamayacak derecede haklar ve sorumluluklar doğurur. Karşılıklı hak ve sorumluluklarına riâyet etmekle yükümlü bulunan Müslümanlar, bu yükümlülüklerini “kul hakkı” ifadesi içinde formüle etmişler ve riâyet etmeye çalışmışlardır. Resûlullah Efendimiz (asm): “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. O’na hıyanet etmez. O’na yalan söylemez. O’na yardımı terk etmez. Her Müslüman’ın ırzı, malı ve kanı diğer Müslüman’ın üzerine haramdır. (Mübarek kalbini göstererek) Allah korkusu buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter” buyurmuştur.1 Kulun mahşer gününde hakkını yiyen bir kimse ile ilgili olarak Cenâb-ı Allah’a: “Şu kişide alacağım var. Hakkımı yedi. Onu Cehennem’de yak!” deme hakkı elbette yoktur. Çünkü orada Ahkemü’l-Hâkimin Cenâb-ı Allah’tır. Hâkim’in takdirine ve inisiyatifine müdâhale edilir mi? Takdir O’nundur. Sonra, Cenâb-ı Allah zâlime—hâşâ—iltimas mı geçecektir ki, buna ihtiyaç olsun? Nitekim kul hakkının mahşer günündeki yansımasını konu alan şu hadis-i şerifin verdiği haber tüylerimizi diken diken eder: Resûlullah (asm) Ashab-ı Kirâm’a: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı Kirâm: “Bize göre müflis, parası-pulu olmayan ve malı bulunmayandır” diye cevap verdi. Allah Resûlü (asm) şöyle buyurdu: “Ümmetimden müflis olanlar şu kimselerdir: Kıyâmet Günü namaz, oruç ve zekât ile gelir. Fakat amel defterinde; ‘Şuna sövdü!’, ‘Şuna zina iftirâsı yaptı.’, ‘Şunun malını yedi.’, ‘Şunun kanını akıttı.’, ‘Şunu dövdü!’ diye yazılmış olarak gelir. Bu durumda hasenâtının sevaplarından şu kimseye verilir. İyiliklerinin sevabından bu kimseye verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce sevapları tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yazılır. Sonra Cehenneme atılır.”2 Resûlullah (asm): “Allah yolunda cihad ve Allah’a îman amellerin en efdâlidir” buyurdu. Bir adam ayağa kalktı ve: “Yâ Resûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem, benden sâdır olan günahlarım örtülür mü?” diye sordu. Allah Resûlü (asm): “Eğer sabrederek, sevabını umarak ve arkanı dönmeden cihada yönelmiş halde iken öldürülürsen, kul hakkından başka günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi” buyurdu.3 Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Kimin yanında kardeşinin vakar ve onurunu sarsacak cinsten veya kıymeti bulunan bir şeyden zulüm ve haksızlık ile elde edilmiş bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı gün gelmeden önce bugün, dünyada iken helâlleşsin. Yoksa sâlih ameli varsa, haksızlığı kadar alınır, hak sahibine verilir. Şayet hasenatı yoksa hak sahibinin günahları alınır, onun üzerine yüklenir.”4 Zikrettiğimiz hadis-i şeriflerden anlaşılacağı gibi, kul hakkı bir Müslüman’ın manevî hayatı üzerinde önemli bir handikap olarak bulunmaktadır. Her Müslüman’ın hayat hakkı, şahsiyet ve onurunun korunması hakkı, özel hayatının gizliliği hakkı, dinî ve vicdanî kanaat hakkı, ikamet, seyahat, öğrenme, bilgi edinme, düşünce ve ifade hürriyeti, mülk edinme, çalışma, harcama ve tasarrufta bulunma gibi kendi zâtına mahsus doğuştan getirdiği hakları İslâm Dîni tarafından korunmuştur ve dokunulmaz ilân edilmiştir. Müslüman’a iftira atmak, gıybetini yapmak ve haksız yere kalbini kırmak da hiç şüphesiz kul hakkı kapsamına girer. Kul hakkının günahından ve vebalinden kurtulmanın tek yolu, bu hakka riâyet etmek ve karşı taraf ile gönülden ve içten helâlleşmektir. Helâlleşme sağlandıktan sonra tövbe ve istiğfarda bulunulur.
Dipnotlar: 1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 234, 2- Müslim, 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 217, 4- Buhârî. 06.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Rifat OKYAY |
|
Meyvedar bir hayat |
Şimdi düşünelim ölüyoruz…Geriye baktığımızda şanlı şerefli bir dünya ve dünya metaı yerine; imanlı, İslâmlı mübarek ve mukaddes bir ömür görüyor muyuz? Rahat olalım ve istikbale doğru rahat bakalım… Adaletli, iyi, merhametli, Hakk’ın hatırının en âli tutulduğu bir ömrü Rabbimizden isteyelim ki, şanlı şerefli, mübarek bir ahiret hayatını bize ebedi âlemde ihsan ve ikram etsin… Fedakâr, sabırlı, çilekeş bir ömür, daima faydalı, güzel ve iyi neticeleri meyve olarak vermiştir… Yorulmadan dinlenmeye, kazanmadan harcamaya, malik olmadan ikram etmeye o kadar çok kendimizi alıştırmışız ki, normal bir hayat tarzı veya kuralı gibi görüyoruz bunları… Ferdi olarak kendi hayatımıza baktığımız zaman, eğer hayatı veren Hayy-ı Kayyum-u Baki’ye itaat ve inkiyad da değilsek! Kendi hayatımızın tarihinin değil, belki insanlık tarihinin en şaşılacak işini yapıyoruz demektir. Zaman içimde daima kötülenir, küçük ve hor görünürler, eski zamanın Sultanları, Padişahları… Halbuki bir sefer olsa, onlar en önde gidiyorlar… Yanlarında devletin idaresinin en yüksek mevkiini teşkil eden divan üyeleri, danışma meclis üyeleri, ulema beraber harbe iştirak ediyorlar… Günlük hayatlarına değil, bütün hayatlarını ve ölümü hiçe sayarak bu dine, bu vatana, bu millete göre programlayıp hareket eden bu zatlara haksızlık yapmış olmuyor muyuz? Dahası da var; millet malına, devlet malına el uzatmayı (hakları olduğu zaman bile) kendine züll sayan çoğu eski zaman idarecisi sanatkârdı, kendisine bir iş yapıyordu ve iaşesini kendi çalışmalarından elde etmeyi, çıkarmayı bir marifet biliyordu… Zamanı hiç israf etmemeyi kendilerine şiar edinenler; daima hayatın her safhasında başarılı olmuşlardır. Sabahın bereketli saatlerinde hiçbir zaman, akşamın meş’um saatlerine sarkıtmayan bir zihniyet daima taze, yeni ve ileriyi gören bir nazara malik olmuşlardır. Kararlılığın esas kılındığı bir hayatın emekliliği de olmaz. Bakınız yüz sene evveline kadar kaç tane emekli var? Yok. Çünkü fayda ve sevabı esaslı bir şekilde kendisine hedef tayin edenlerin, çalışmayı bırakıp ta, emekli olduklarını nasıl düşünebiliriz ki? Eyyüb-El Ensari doksan küsur yaşında… “Medine neresi? İstanbul neresi? Nereye gidiyorsun, ne yapacaksın? Bu yaşta cihada gidilir mi?” sualleri ve muazzam bir cevap: “Ben Allah yolunda cihad eden bir kişi olmaktan kendimi mi alıkoyayım?..” Her halimizde, her tavrımızda, her yaşımızda hizmete devam… Kendimizin ihtiyaç duymadığı bir meseleyi başkalarının duymasını ve harekete başkalarının ikazıyla geçmemizi beklemek galiba biraz dûnhimmetlilik olur. Şimdi bakıyoruz, yaşıyoruz… Hayatın hedef ve gayelerini iman, Kur’ân ve İslâmiyet adına en güzel şekilde planlayarak, programlayarak yaşamaya, hayatımızda göstermeye çalışmalıyız… Ta ki meyvedar, faydalı bir hayatımız olmuştu, olacaktı diyebilelim. İnşallah… 06.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
12 Eylül bir adım olsun |
Tatille geçen üç haftalık bir aradan sonra tekrar yazmaya başladığımızda kendimizi yoğun bir gündemin içinde bulduk. Bir taraftan referanduma sunulacak anayasa paketi için liderlerin il il gezmeleri devam ederken, diğer yandan “Balyoz darbe planı dâvâsı” nedeniyle 102 kişi için yakalama kararı çıkarıldı. Diğer yandan da bütün bunların gölgesinde toplanan Yüksek Askerî Şûrâ vardı. Bu seneki YAŞ toplantısı hayli hareketli geçti, geçiyor. Şûrâ toplantısının hemen öncesinde İstanbul 10. ağır Ceza Mahkemesinin 28 general hakkında verdiği yakalama kararı şûrâyı önemli hale getirdi. Hele bu generallerden 11’inin terfi beklemesi hukukî bir tartışmayı başlattı. Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı hukukçuları ile Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay hukukçuları arasında zıt görüşler ortaya çıkınca bu durum YAŞ toplantısının daha bir dikkatle izlenmesine sebep oldu. Bunun üstüne bir de YAŞ toplantısı devam ederken Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenen 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız’ın “internet sitelerinin yeniden yapılandırılması andıcı” sebebiyle ifadeye çağrılması toplantıyı daha önemli hale getirdi. Hem yaş toplantısı öncesi, hem de toplantısı sırasında Cumhurbaşkanının hem Başbakan hem Genelkurmay Başkanı ile sürpriz şekillerde gece yarıları görüşmeleri ile Başbakan’ın bakanları ile sık sık görüşmesi YAŞ’ın hareketli geçeceğinin habercisiydi.Şûrânın üçüncü günü, Gül’ün Şûrâ üyelerine öğle yemeği öncesinde başbakanla sonrasında da Genelkurmay Başkanı ile görüşmesi, başbakanın da toplantılar sonrasında Adalet ve Milli Savunma bakanları ile görüşmesi bir anlaşmazlığın olduğunun göstergesi olarak yorumlandı. Gül’ün, “YAŞ normal toplantısını yapıyor. Aramızda son değerlendirmeleri yaptık. Her şey gayet normal” sözleri de toplantının gergin geçtiği ve anormal gelişmeler olacağı gerçeğini örtemedi. Her yıl irtica suçlamasıyla hiçbir gerekçe gösterilmeden ordudan atılan askerler sebebiyle tartışmalara neden olan YAŞ toplantısı, bu sene haklarında yakalama emri bulunan, ancak günlerdir teslim olmayan Balyoz davası sanıklarının gölgesi altında yapıldı.Son yılların en sıkıntılı ve kritik YAŞ toplantısı 4 günlük bir çalışmadan sonra kararlarını açıklarken, listede eksikliklerin olması dikkat çekti. Genelkurmay Başkanlığı ile Kara Kuvvetleri Komutanlığına atamama yapılmamasına rağmen listeler açıklandı. Balyoz planında adı geçen 11 general ve amiral terfi edilemezken, bir ilke de imza atıldı. Uzunca yıl sonra ilk kez YAŞ’da ihraç kararı alınmadı. Netice itibariyle orduda bu atamalardan sonra taşlar yerinden oynamış oldu. YAŞ kararları önümüzdeki günlerin tartışma konusu olmaya devam edecek olsa da Türkiye’nin önümüzdeki aylardaki en önemli gündem maddesi kısmî anayasa değişikliği referandumu olacaktır. Referanduma bir aydan biraz fazla zaman kalmasına rağmen Bursa’nın İnegöl ve Hatay’ın Dörtyol ilçelerindeki olayların henüz aydınlatılamamış olması da referandum gündemi ile at başı gidecek bir gündem maddesi olacak. 12 Eylül’de yapılacak referanduma ilişkin havalimanları ve gümrük kapılarında oy kullanma işlemi başlamışken, anayasa değişikliği referandumu, partilerin güç yarışına dönüştürüldü. Paketin içeriğinden ziyade liderler, referandumdan 9-10 ay sonra yapılacak genel seçimlerde partilerini oy oranlarını artırma telaşına düştüler. Bu yüzden de il il gezerek bir taraftan liderliklerini pekiştirmeye diğer yandan da partilerinin oy oranlarını arttırmaya çalışıyorlar. Bu da milletin kafasını karıştırıyor. Adeta kampanyaya dönüştürülen bu gezilerde liderler sertleştikçe sertleşiyorlar, rakiplerini acımazsızca eleştirirken, son yıllarda sürdürülen kutuplaşmayı devam ettiriyorlar.Yeni bir anayasa yapma hedefiyle yola çıkmalarına rağmen sadece 26 maddelik değişiklikle milletin önüne çıkanların şimdilerde, “Halk bu anayasa paketine ‘evet’ diyerek darbe anayasasını tarihe gömecek” veya “bu değişiklikle anayasayı demokratikleştirecek” demeye başlamaları dikkat çekici. Diğer yandan da “hayır”cıların paketin içeriğinden çok iktidarı farklı konularda eleştirmeleri de ibretliktir. Getirilen değişiklikler yeterli görünmese de, daha önce atılan 16 yamadan büyük bir yama olarak görülse de ihtilal ürünü anayasada yapılacak değişiklikleri demokratikleşme adına bir adım olarak görmek gerekir. Bu paketin eksik ve yetersiz olduğu faydasız olduğu anlamına gelmemektedir. Zira demokratikleşme adına atılan adımların büyüğü ve küçüğü olmaz. Bunu particilikten bağımsız olarak düşünmek ve daha sivil ve demokratik bir Türkiye için gereken bir düzenleme olarak kabul etmek gerekir. Dolayısıyla pakete “evet” dememek için herhangi bir sebep yoktur. İlerde yapılacak yeni, sivil ve demokratik bir anayasanın ön adımı olarak 12 Eylül’de yapılacak bu düzenlemeyi desteklerken, yeni anayasanın takipçisi olacağımızı belirtelim. Bu değişiklikler anayasayı tam olarak demokratikleştirmeyecek, sadece demokratikleşmeye doğru bir adım atılmış olacaktır. Bu yüzden de yeni, sivil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasadan vazgeçilmemelidir. Yani, yeni bir anayasa ihtiyacı bu paketle gölgelenmemeli. Referandumdan hangi sonuç çıkarsa çıksın gündem yeni bir anayasa olmalıdır. Çünkü, şurası gerçek ki, bu anayasa değişikliği kabul edilse de ihtilal ürünü 1982 anayasasının ruhu yerinde duracaktır. 06.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Gerçek gündem harcanıyor… |
Referandum anaforunda siyaset “Anayasa değişiklikleri”ni yeterince tartışmadığı gibi, karşılıklı siyasî söylemlerle Türkiye’nin ciddî olarak ele alması gereken gerçek gündemi de güme gidiyor. Yapılan değişiklikler arasında yer alan ve 28 yıldır yürürlükte olan “darbe anayasası”nın darbecileri koruyup kollayan geçici 15. maddesinin kaldırılmasıyla darbecilerin yargılanıp yargılanmayacaklarıyla başlayan ve darbelere gerekçe gösterilen TSK İç Hizmet Kanunu 35. maddenin kaldırılması atışmasıyla devam eden, en son geceyarısı e- muhtıranın bir türlü soruşturulmamasıyla devam eden kargaşada, konuşulan konular yarım yamalak kalıyor. En iddialı “demokratik açılımlar”, hak ve hürriyetler alanında fevkalâde ehemmiyetli söylemler ortaya atılıyor; lâkin bunlar iktidarla muhalefet arasında bir türlü siyasî stratejiye, kalıcı gündeme ve ortak tartışma konusuna dönüştürülmüyor. İktidar ve muhalefet, hoşuna gitmeyen hususları, savsaklıyor… Ve tam bu esnada terör örgütü onca karakol baskını ve askerî birlik saldırısının akabinde, özellikle İnegöl ve Dörtyol’daki kışkırtmalara karşı Hakkari’den, Van’dan Mersin’e terör örgütünün tahrikleriyle, terörist başı Öcalan’ın “şehirlerde orta ölçekli isyanlar” şantajıyla ileri sürdüğü misilleme provokatif bombalı, molotoflu olaylar devam ediyor. PKK, otuz bin insanın ölümüne sebebiyet veren ve terörde ilk kez adını duyurduğu 15 Ağustos 1984’teki Eruh baskınının “ilk kurşun günü”nün 26. yılında âdeta meydan okuyor. Diğer yandan, Türkiye, Pazar gününden bu yana Yüksek Askerî Şûrâ’ya odaklanmış. Medyada, emekli ve muvazzaf toplam 102 askerin beş ay sonra duruşma tarihi verilen tutuklama kararı ile YAŞ toplantısı hararetle işleniyor.
GEÇİŞTİRİLEN GARÂBET… Günlerdir peşpeşe toplantılar ve zirveler yapıldı. Haklarında Balyoz davasında mahkemenin gözaltı kararı verdiği muvazzaflar Cumhurbaşkanı’yla, Başbakan’la, Millî Savunma Bakanı’yla toplantılara, yemeklere, kokteyllere katıldı. İçişleri Bakanı’yla yanyana durdu. Cumhurbaşkanı’yla, Başbakan’la, bakanlarla, haklarında tutuklama kararı bulunanlar karşı karşıya oturdu. Aynı fotoğraf karesinde yer aldı. Kimse bu garâbeti sorgulamıyor. “Mâsumiyet karinesi” çelişkili yorumlanıyor. Başka zaman “demokratlık” adına mangalda kül bırakmayan iktidar partisi muhibbanları, bu kez tersine bir savunmayla bu çarpık durumu “hassasiyetler”e ve “askerlerin yıpratılmaması” gibi “gerekçeler”e bağlayıp geçiştiriyorlar. Oysa, herhangi bir vatandaşın bu tarz bir “ayrıcalık” görmesi mümkün değilken, sözkonusu farklı muamele hakkında İçişleri Bakanı, bu konudaki soruları “Merkez komutanlığı görevi” diye savuşturuyor. Yine Türkiye’de dünden bugüne aslında sanığın kaçmasına ya da delil karartmasına karşı bir tedbir olan “tutukluluk” halinin bir infaz ve cezâlandırma olarak insafsızca istimalinin akıbeti de sorulmuyor... Böylece, demokratikleşme adına yapılan referandum sath-ı mailinde günübirlik politik polemiklerle demokratikleşme ve özgürlüklere dair önemli konular tam bir harc-ı âlemle harcanıyor… 06.08.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
YAŞ sonrası |
Yüksek Askerî Şûrâ toplantıları dört, daha doğrusu üç buçuk günde tamamlanır ve dördüncü gün öğleye doğru kararlar açıklanırdı. Bu defa kararlar dördüncü günün gecesinde, en önemli maddeleri eksik olarak açıklandı. Listede, yeni Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvvetleri Komutanının isimleri yer almadı. Sebep, teamüllere göre KKK’na getirilmesi âdet olan 1. Ordu Komutanının hükümet tarafından veto edilmesi ve Genelkurmay’ın bu vetoya direnmesi üzerine ortaya çıkan belirsizlikti. KKK’na atama yapılamayınca, şu anda bu görevde bulunan ismin yine teamüller gereği Genelkurmay Başkanlığına intikali de askıda kaldı. Hükümetin belirsizliği aşma formülü, mevcut Jandarma Komutanını KKK’na kaydırmak. Ama buna yönelik Genelkurmay direnişinin niye kırılamadığı ve kararnamenin niçin eksik yayınlandığı, cevabı verilmesi gereken ciddî bir soru işareti. Çıkan kararnameye göre, TSK zirvesinde komutanların değişmesi söz konusu olan üç kritik koltukla ilgili belirsizlikler var: Yeni Genelkurmay Başkanı ile Kara Kuvvetleri Komutanının kimler olacağı ve yerine atama yapıldığı açıklanan mevcut Jandarma Komutanının durumu belli değil. Hükümetin elinde ikinci bir “alternatif kararname”nin bulunduğu haberleri de dikkat çekici. Aslında önceki dönemlerde özellikle darbelerle devrilmiş hükümetlerin hiç sahip olmadığı bir avantaj olarak, sivil irade ile uyumlu bir Çankaya faktörünün bulunduğu bir ortamda, iktidarın bu konuda çok daha rahat hareket etmesi ve böyle bir belirsizliğe de meydan vermemesi gerekirdi. 12 Mart’ta Çankaya’da, muhtıranın yayınlanmasını engellemek için uğraşan Başbakana “Beni de devreden çıkardılar” diyen bir Cumhurbaşkanı oturuyordu. 12 Eylül öncesindeki Köşk sakini ise darbe hazırlığı yapanlara akıl veriyordu: “Karda kışta darbe yapılmaz, tanklar çamura saplanır, müdahale için havanın iyi olduğu mevsimi seçin.” Şimdi ise Çankaya’da, üstelik 27 Nisan fırtınasının ardından seçilen sivil bir isim var. İktidarla uyumlu, devlet kurumlarının ahenkli işlemesine çalışan ve demokrasiye bağlı bir Cumhurbaşkanı. Tartışmalı 1. Ordu Komutanının veto edilmesi kararı elbette ki doğru ve isabetli; ama neticede oluşan tablo sıkıntılı. İnşaallah bu hal çok sürmez. Balyoz sanığı general ve amirallerin çoğu için “Bu YAŞ’ta terfîleri zaten söz konusu değildi” deniliyordu. Öyle de oldu. Buna karşılık, internet andıcı için 1. Ordu Komutanı ile birlikte ifadeye çağrılan Genelkurmay Adlî Müşavirinin ise tuğgenerallikten tümgeneralliğe terfî ettiği açıklandı. Yine tartışmaların odağındaki isimlerden biri olan 2. Ordu Komutanı, Genelkurmay karargâhında Eğitim ve Doktrin Komutanlığına atandı. 1. Ordu Komutanlığına getirilen ismin sicilinde ise, 28 Şubat’ta görev yaptığı Sincan’da tankları yürütmek ve daha önce KKK Okullar Daire Başkanı iken orta dereceli askerî okul kütüphanelerindeki dinî eserlere yasak koymak gibi kayıtlar var (Bkz. Ordu ve Demokrasi kitabımız, s. 96-7). Tepedeki krizden ihraçlara fırsat kalmadığı anlaşılan YAŞ’la ilgili ilk izlenimlerimiz bunlar... *** Sami Selçuk’tan mesaj var Önceki gün çıkan “12 Eylül’le hesaplaşmak” başlıklı yazımızda, geçici 15. maddeyle ilgili yorumlarından aktarmalar yaptığımız Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’tan şu mesajı aldık: Birçok televizyon konuşmamda ve yazılarımda geçici 15. maddenin kaldırılmasını önerdim. Gerekçem şu idi: Sağlıklı bir hukuk düzeninde böylesine ayıplı bir madde yer alamaz. Bir hukukçu olarak bu maddeden utanç duymaktayım. Ayıplı madde tez elden kaldırılmalı. Bu bir. Peki, kaldırılırsa hukukî sonuç doğurur mu? Hayır. Doğurmaz. O nedenle topluma boş yere umut vermeyelim. Gerekçelerini biliyorsunuz. Bu iki. Ben bir hukukçuyum. Önüme gelen bir metne bu gözle bakarım. Asla kimin ve hangi niyetle hazırladığı beni ilgilendirmez. Bu da üç. 06.08.2010 E-Posta: [email protected] |