Nimetullah AKAY |
|
Her zamanın bir hükmü vardır |
Muhakemât okumaları - 6
Bilindiği gibi bazen meseleler, hakikî mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime ile ifade edilmektedir. Buna edebiyatta “mecaz” denilir. Mecaz san'atını en iyi kullananlar, edebiyatçılar veya diğer dallarda ilim sahibi olanlardır. Mecazı, edebiyattan anlamayanlar ve cahiller kullanırsa, söylenenin zahirine bakılır ve zahiri mânâ gerçek kabul edilir. Böylece hurafeler hakikat kabul edilmeye başlanır. Mecaz ve teşbihleri (benzetmeleri) cahillerin karanlık sol elleri, ilmin aydınlık sağ ellerinden gasp etmemelidir. Diğer bir ifade ile, mecaz ilmin elinden cehlin eline düşmemelidir. Mecaz ile teşbih, zamanın şartları göz önünde bulundurularak kullanılmalıdır. Eski dönemlerden kalma bir mecazı günümüzde kullanırsak yanlış mânâların ortaya çıkmasına sebep olabiliriz. Eğer mecaz ve teşbihler uzun bir ömür sürerseler, hakikate inkılâp ederek, tazeliklerini ve berraklıklarını kaybedeceklerdir. İçilebilecek berrak bir su iken aldatıcı bir serap ve nazlı bir güzel iken saçı ağarmış bir kocakarı şekline dönüşürler. Evet mecaz şeffaf olursa hakikat ışıkları ondan parlar. Eğer mecaz zahiri mânâsına göre hakikate inkılâp ederse karanlıklaşır, asıl hakikatin mânâsının ortaya çıkmasına engel olur. Lâkin değişim bir yaratılış kanunudur. Buna şahit de lügatin, yani toplumların konuşma tarzlarının her asra göre yeni bir hal alması, değişiklikler göstermesidir. Dikkatle bakılsa anlaşılacaktır ki, geçmiştekilerin zevklerini ortaya koyan çok kelimeler, hikâyeler, hayaller ve mânâlar yaşlandığından ve zamanın şartlarına uygun bir şekilde süslü olmadığından ve zamanı etkileme özelliklerini kaybettiklerinden, gelecektekilerin gençlik ve yenilenme heveslerine uygun düşmemektedirler. Bu durum, edebiyatta yenilenme meyline, yeni icatlar ortaya koyma fikrine ve değiştirme cüretinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Zikredilen kaide lügatte olduğu gibi, hayal edilenlerde, mânâlarda ve hikâyelerde de cereyan eder. Her zamanın hayalleri, mânâları, hikâyeleri diğer zamandakilerden farklıdır. Bu duruma göre hiçbir şeyde, hemen, zahire göre hükmetmemek gerekir. Hakikati arayanların şe’ni, dalgıç gibi çalışkan olmak, zamanın tesiri altında kalmamak, mazinin derinliklerine girmek, hadiseleri mantığın terazisiyle tartmak ve her şeyin kaynağını bulmaktır. Olayları ve düşünceleri meydana geldikleri zamanın şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Ne yazık ki, halk arasındaki birçok mecazî ifadeler ve teşbihler hakikat telâkki edilmiş ve gerçek mânâlarına ulaşılamamıştır. Hakikî mânâları ortaya koyan bir mühür, bir işaret olmalıdır. O mühür ve işareti ortaya koyan, Şeriatın (İslâm dini hükümlerinin) maksatlarının mânâlarından meydana gelen safi, katışıksız güzelliktir. Mecaz belâğatın, yani konuşmaktaki edebî kuralların şartlarına uygun olmalıdır. Yoksa mecaz hakikat, hakikat de mecaz olarak görülür. Bu durum da cahillikten kaynaklanan istibdada kuvvet verecektir. Evet her şeyi görünen yüzüne göre değerlendire değerlendire sonunda zahirperestlerin yanlış meslekleri ortaya çıkar. Bunun sonunda tefrit hali kendini gösterir. Bu durum ne kadar zararlı ise, her şeye mecaz nazarıyla bakmaktan kaynaklanan ve yeni bir mezhep olarak ortaya çıkan Batıniyyun (her sözde gizli bir mânâ arama) mezhebi de o kadar zararlıdır. Çünkü Batıniyyun da zararlı başka bir yol olan ifrata sebep olmaktadır. Orta yolu ortaya koyacak, bizleri ifrat ve tefritten kurtaracak, sadece Şeriatın yorumları, belâğat, mantık ve doğruyu gösteren ilimlerdir. İslâm hakikatlerine yakın olan ilim ve felsefenin iyi ve faydalı tarafları çoktur, zararlı ve şerli tarafları ise azdır. Doğru olan usûldendir ki, küçük bir şerden kaçınmak için, büyük bir hayırlı işi terk etmek, büyük bir şerri işlemek demektir. Böyle durumlarda “Ehvenüşşerr”i, yani ‘şerri, zararı daha az olanı tercih etme’ kuralını uygulamak lâzımdır. Evet eskiden felsefe ilimlerinin hayrı az, hurafeleri çoktu. Çünkü o zamanlar, zihinler kabiliyetsiz, fikirler taklit ile bağlı olduğundan ve cahillik de halk arasında hükmünü icra ettiğinden, o zamanın büyük İslâm âlimleri felsefeyi zararlı görüp insanları ondan uzaklaştırmaya çalıştılar. Fakat şimdiki felsefe ve ilimler hakikate yaklaşmışlar. Eski zamana nisbeten maddî cihetten hayrı çok, yalanı azdır. Fikirler dahi serbest, ilim de hükmünü icra etmektedir. Demek her zamanın kendine göre bir hükmü vardır. Hadiseleri, meydana geldikleri zamanın şartlarına göre değerlendirmek gerektir. 05.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Diğer medeniyetlerde kadın ve çocuk |
İnsanların en en nazik ve nazenini kadındır. Kadınların en muhteremi anadır. En sâdık ve yardımcısı eş olarak hanımdır. Ve en sevgilileri kızkardeş, kız çocuğu, hala, teyzedir… Bu anlayış ve kültüre sahip olan Müslüman ülkelerde kadın nasıl horlanır, niçin horlanır? Aslında kadını horlama, bâtıl inanç ve onun mahsulü medeniyetlerin marifetidir! Bunlarda günahın ve olumsuzlukların sorumlusu kadın görüldüğünden kadın dışlanır, aşağılanır, her türlü meşrû istek ve hakları yasaklanır. Buyurun: * Buda, önceleri kadını Budizm dinine kabul etmemiş. Sebebi, kadını “kasırgadan, ölümden, zehirden ve yılandan daha kötü” kabul etmesidir. * Eski Hind hukukuna göre kadın, evlenme, miras ve sair muamelelerden hiçbir hakka sahip değildir. Kimi zaman hayat hakkı tanınmamış, koca ölünce, onunla birlikte öldürülüp mezara konulmuştur. * Sümerler hukukunda suçlu kadın, mevkiini kaybeder. Bir kadın kocasına, “Sen benim kocam değilsin” derse, nehre atılırdı. * Babil’de bir adam, birinin kızını öldürürse, kendi kızını o adama öldürmesi veya köle ve hizmetçi olarak kullanması için vermek zorundaydı. * Hititlerde: Anadolu’da kurulan bu devlette, evde çocuklar üzerinde tek hakim baba idi. Kardeşler arası evliliğe izin veriliyordu. Bir kadının kocası ölürse, kocasının kardeşi, o da ölürse babası, o da ölürse kardeşinin oğluyla, yani yeğenle evlenmek zorundaydı. * Yunanlılarda: Kadın hor, hakir görülür; hiçbir hakka sahip olmazdı. Evlilik bağını kaldırmada bütün haklar kocaya aitti. Pandora (hayalî bir kadındır), insanlığın başına gelen bütün belâ ve musîbetlerin müsebbibidir. Kadın bir zevk ve eğlence aracıdır. * Romalılarda: Doğan çocuk, babanın ayakları yanına bırakılır. Kucağına alırsa, kabul edilirdi. Almazsa, terk edilir, umumî meydana bırakılır. Erkekse dileyeni alır, büyütür; kız ise, açlıktan ölür giderdi. Ailede mutlak hak sahibi babadır. Kızın mülkiyet hakkı yoktur. Boşanıp evlenme, yemek-içmek gibi günlük bir hadisedir. Bir kadın ömür boyu yaşı adedince, belki daha fazla evlilik yapardı! Fuhuş serbestti. * İsrailoğullarında kız, hizmetçi mertebesindedir, baba isterse onu satardı! Boşanma hakkı, keyfî de olsa kocaya aitti. Kadın lânetlidir. Hz. Âdem’in Cennetten çıkmasına kadın sebep olmuştur. Hayızlı kadın necistir, onunla oturulmaz, birlikte yemek yenmezdi. Başlık parası olan “drahoma”yı kadınlar vermek zorundadır! Hâlâ bu âdet geçerlidir. * Çin’de kadın insandan sayılmaz, ismi bile konmaz, 1, 2, 3 diye çağrılırdı! * Fransa’da, 586 yılında, “Kadın insandan sayılır mı, sayılmaz mı?” toplantısında, şu karara varılır: “Kadın insandır, fakat sadece erkeğe hizmet etmek için yaratılmıştır!” 18. asırda bile, kölelikten kurtuluş hareketleri yapılırken, kadınlar bundan ayrı tutuldu. Ancak 1938’de bazı yeni haklar kadınlara verilmiştir! * İngiltere’de kadın murdardı, İncil’e el süremezdi. 1805’lere kadar kadın, kocası tarafından altı Pense, yani yarım Şilin karşılığında satılabilirdi! Bu tarihe kadar kadınlar, kanunlara göre vatandaş değildi; mülkiyet hakları yoktu. Bugün reklâmlarla pespaye, orta malı haline getirilen, horlanan, iş hayatının ağır şartlarının çarkları arasına itilen “medenî” kadın, bu haliyle, eski vahşî kültürlerdekinden daha beter bir durumda değil mi? 05.07.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Fikirlerin er meydanı |
Farklı fikirlere, farklı inançlara, farklı siyasî eğilimlere tahammül etmek, bir demokratik erdemliliktir. Bunlara tahammülsüzlük ise, istibdadın, taassubun, bağnazlığın ve kendine güvensizliğin bir tezahürüdür. Fikrine, dâvâsına güvenen, farklılıkların meydân–ı zuhûra çıkmasından korkmamalı. Bilâkis, memnun olmalı. Zira, açık yara adam öldürmez; gizlisi–saklısı öldürür. Kimin içinde ne varsa bütünüyle ortaya çıkmalı ki, söylenen şeyin doğru mu, yanlış mı olduğu, dahası, doğruysa kaç ayar olduğu kolayca anlaşılsın. Söylenmeyen, yahut söylettirilmeyen fikrin mahiyeti bilinemez. Hatta, o fikrin sahibi dahi, fikrinin ne değerde olduğunu tam olarak bilemez. Bazıları da zannediyor ki, inandıklarını söylese, fikrini izhar etse, yer yerinden oynayacak; kitleler, onun savunduklarıyla coşup taşacak, falan... Esasında, konuşturulmayan çoğu kimse kendini öyle görüyor. Fikirleriyle dünyaya nizamat vereceğini zannediyor. Oysa, durum ekseriyetle öyle değil. Çoğu zaman, kişi söyledikleriyle kalıyor. Hatta, bazan alkış da alır, ama beklediği desteği alamaz. Bir zamanlar, hitabeti kuvvetli meşhûr bir hatip vardı. İsmi: Osman Bölükbaşı. Bölükbaşı, kendisini dinleyen toplululuğu coşturur, ortalığı alkış tufanına boğdururdu. Ama, yine de seçmenden beklediği oy desteğini bir türlü alamazdı. Hatta, kendisi bile bunun farkına varmış ve şunu söyleme gereğini duymuştu: "Ey seçmen! Siz burada beni alkışlıyorsunuz. Ama, oyunuzu gidip yine başka partiye veriyorsunuz." Bu durum gösteriyor ki: Bölükbaşı'nın konuşma ve hitabet tarzı güzel. Ancak, fikirlerinin toplumda ciddî bir karşılığı yok demektir. Bölükbaşı'nın konuşmalarından dolayı yargılanması yanlıştı. Onun cezalandırılması, evrensel hukuka, demokrasiye, insan temel hak ve hürriyetlerine aykırıydı. Maalesef, aradan yarım asırlık bir zaman geçtiği halde, insanlarımız yine de fikrini rahatça söyleyememekte, siyasî görüşünü hür bir şekilde ifade edememektedir. Hakkında hemen soruşturma başlatılıyor, yahut dâvâlar açılıyor. Bu yöntem, esasında daha sakıncalı, daha zararlıdır. Söz hürriyetine sahip olamayanlar, kendini mazur görüp şiddet yanlısı olmaya meyledebiliyor ki, bunun hiçkimseye bir faydası yoktur. Farklı şeyler söylemenin, hatta yüzde yüz aykırı fikirler serd etmenin bile, baskıcı suskunluk kadar zararı olmaz. O halde, fikirler bir bir er meydanına çıkıp güreşsin. Gerekirse, zayıf ve çürük olanlar yorgun ve bîtap düşünceye kadar da vuruşup çarpışsın. Yeter ki, insanlar çatışmasın, fiiliyata meyletmesin. Neticede, yanlış ve zayıf olanların ayıklanacağını, haklı ve doğru olan fikirlerin ise galip geleceğini bilmek ve inanmak durumundayız.
Tarihin yorumu 5 Temmuz 1981
Tevfik Tığlı fenomeni
EEski Eğirdir Müftüsünün oğlu, 1903 doğumlu, öğretmen kökenli Isparta eski milletvekillerinden Tevfik Tığlı, 5 Temmuz 1981'de Ankara'daki evinde öldü. Tığlı, yıllarca hasta ve yatalak bir vaziyette bulunuyordu. Müftü babası Üstad'a muarız iken, amcası Hakkı Tığlı ise, Hz. Üstad'ın has dostu ve sadık talebesi idi. Keza, Tığlı'nın damadları olduğu Enver Beyin Barla'daki evi, Hz. Üstad'ın da 1953'ten sonraki ikametgâhı oldu. Enver Bey, aynı zamanda Üstad'ın Barla'daki o meşhûr çift sarıklı fotoğrafını (1926) çeken zattır. * * * Yakın siyasî tarihimizin en ilginç, en şaşırtıcı simâlarından biri, hiç şüphesiz Tevfik Tığlı'dır. Barla'da başöğretmen iken (1931...) Üstad Bediüzzaman'a en büyük düşmanlığı yapmış, hatta zındıkaya âlet olma derekesine kadar düşmüş olan Tığlı, 1957 seçimlerinde Demokrat Partiden milletvekili adayı olunca, gariptir ki, yine Üstad'ın tavsiyesiyle Nur Talebeleri tarafından desteklenmiş bir şahsiyettir. Özellikle, Eğirdir'li Demirci Salih Efendinin hatıraları meydandadır. Son Şahitler'den de bakılabilir. (I. Cilt, s. 275; Yeni Asya Yayınları, 1993.) Demirci Salih, "Üstad'ın düşmanıdır" diyerek önceki Tığlı'nın aleyhinde çalışmış. Ardından, Üstadının tavsiyesine uyarak, köy köy dolaşan Tığlı'nın lehinde çalışma cihetine gitmiş bir Nur Talebesidir. Esasında siyasette "Ahrar–Demokrat" çizgisinin mânâ ve mahiyetini bilmeyenler, Tevfik Tığlı ve benzeri şahsiyetlerin durumunu da bir türlü anlayamadılar, anlayamıyorlar. "Nasıl olur?" diyorlar, "Böylesine bozuk ve şerir adamların Demokrat Partide ne işi var?" diye isyan ediyorlar. Hatta, daha ileri gidip şunu diyenlerin sayısı da az değildir: "İçinde böyle adamların bulunduğu bir parti, Demokrat mânâsında değildir. Demokratlık vasfını kaybetmiştir. Şayet onlar var olacaksa, biz yokuz. Bizim yerimiz başka partidir." Oysa, DP'de Tığlı'ya bile rahmet okutacak kadar şerir, bozuk daha başka adamlar da vardı. Buna rağmen, Üstad Bediüzzaman ve talebeleri, şahsa takılıp kalmadılar, dikkatleri harekete ve misyona çekerek bu partiye daima "nokta–i istinad" oldular. Hasılı, Tevfik Tığlı gibi adamlar DP'de hiç eksik olmadı. Fakat, bu tip siyasetçileri bahane ederek, partiden ayrılan, yüz çevirenlerin haddi hesabı bilinmiyor. Bunlar, acaba ne derece haklı diye, esaslı bir şekilde düşünmek lâzım. 05.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Güzele mazhar olan güzelleşir |
H. Yıldırım: “Risâle-i Nur’da Sözler’de geçen şu veciz cümleyi açıklayabilir misiniz: “Hem deme ki ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir. Zira temessül etmediğinden, mazhar değil, memerr olursun.”1
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu sözünde nefisle savaşta enfes bir tarz gösteriyor. Allah’ın insana bir takım ikramları, hediyeleri, feyizleri, bereketleri, nurları gelir. Çünkü “Allah göklerin ve yerin Nur’udur.”2 Peygamberlerine vahiy gönderir. Kullarına ilhamla yol gösterir. Kullarına ilim lütfeder, hikmet lütfeder, aydınlatır. Fakat insan Allah’tan gelen ve kendisinin sadece mazhar olduğu feyzi, bereketi, ikramı, lütfu, nuru, hidayeti, rahmeti, ilmi, hikmeti sahiplenemez. “Benim malım” diyemez. Bununla gururlanamaz, övünemez, iftihar edemez. Aksi takdirde pusuda bekleyen nefsin hastalığı nükseder ve insanı vartaya yuvarlandırır. İnsanı uçuruma atar. Nefis terbiye edilemiyor. Nefse karşı insanın kalbi uyanık olmalı ve nefsi bir yaramaz çocuk sayarak onun emredici istekleri karşısında onunla alay edip eğlenmesini ve onu kandırmasını bilmeli. Bediüzzaman hazretleri, “Ben nefsim ile musalaha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim.”3 Sözüyle nefsin ıslâh edilmez tehlike boyutuna dikkat çeker. Keza Yusuf Aleyhisselâm’ın bile “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder.”4 dediğini hatırlatan Bediüzzaman, “Ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister.”5 Sözüyle, nefsiyle savaşmak dâvâsında olanlara nefsin hakikatini öğretir. Öyleyse sulh olmayan, terbiye edilmeyen, bizim için ölünceye kadar tam bir günah makinesi gibi çalışan ve küçük bir zafiyetimizde bizi yere sermeye kolları sıvamış bulunan bir nefis ile yaşıyorsak, İslâm büyüklerinin bu uyarılarına kulak vermek ve nefsimizi tanımak zorundayız. Nitekim Şah-ı Nakşibend hazretleri de “Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk” sözünü, kendi mesleğinde nefs-i emareyi tamamen devre dışı bırakmanın yolunu açmak ve öğretmek için söylemişti. Bu söze göre nefis dünyayı terk edecek, ahireti terk edecek, nefis ahiretteki mükâfatı düşünmeyecek, nefis varlığını terk edecek, kendisini terk edecek ve nihayet nefis bütün böyle önemli nimetleri terk etmenin hazzını da tatmayacak, “nice şeyleri terk ettim de erdim, oldum” demeyecek, terk ettiğini de terk edecek. Nefis sadece Allah’a kul olacak. Allah’a teslim olacak. Aslında insan Allah’ın bir çok nimetine, lütfuna, rahmetine, bereketine, feyzine, nuruna mazhar oluyor. Risâle-i Nur, elbette Bediüzzaman Hazretlerinin o pak dimağına gelen ve içinde beşeriyetin kurtuluş reçeteleri sıralanmış bulunan bir hikmet ve nur deryasıdır ve bu deryaya Bediüzzaman elbette beşeriyet adına mazhar olmuştur. Fakat O, nefisle savaşta bize çetin bir yol gösteriyor. Biz bir şeylere mazhar olduğumuzu hissettiğimizde, “mazhar oldum” demeyeceğiz. Çünkü bunda nefisten yana bizi bekleyen korkunç tehlikeler vardır. Terbiye edilmeyen nefis bu gün mazhar oldum derse, yarın kim bilir neler söyler… Üstad Hazretleri diyor ki, “ey nefis, sen sadece memerr oldun!” Yani bu büyük nurlar sana uğradı ve geçti. Sen gene nasibini almadın. Sen gene terbiyeye diz çökmedin. Unutmamak gerekir ki, kalp ayrı, nefis ayrıdır. Bir insan bu cihetle iki kişi sayılıyor: Biri nefis, biri kalp. Bazen bunlar içimizde öyle bir çekişmeye otururlar ki, çoğu zaman içimizdeki o birbirinin yoluna gelmeyen iki kişinin varlığını çok net görebiliyor, hissedebiliyoruz. Nefsimizle kalbimizin yüksek sesli tartışmalarına ve sürtüşmelerine çoğu zaman hepimiz şahit olabiliyoruz. İşte Bediüzzaman Hazretleri bu sözünde bize kalbin salih yolunu göstermiş, nefse de haddini bildirmenin usûlünü öğretmiş bulunmaktadır. Yani mazhariyet kalp için söz konusu olsa da, sahiplenen nefis olduğundan, nefse haddini bildirmek için onun mazhar değil, memerr olduğunu; yani nefsin üstünden geçilen bir geçitten, bir binekten başka bir şey olmadığını tokat gibi yüzünde şaklatmış, nefsine düşkün beşeriyete ders vermiş, rehber olmuştur. Allah ondan razı olsun.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 210. 2- Nur Sûresi: 35. 3- Mektubat, s. 67. 4- Yusuf Sûresi: 53. 5- Mektubat, s. 71. 05.07.2010 E-Posta: [email protected] |
S. Bahattin YAŞAR |
|
İman, insanı nasıl pozitif yapar? |
Pozitiflik ile iman arasında çok ciddî bir bağ bulunmaktadır. İmansız insanın ya da imanı zayıf insanın hakikî anlamda pozitif olması düşünülemez. İman, kul ile Yaratıcı irtibatı; imansızlık ise, Yaratıcıdan irtibatsızlık düşüncesidir. Aslında hakikî anlamda Yaratıcı’dan irtibatsızlık diye bir şey de yoktur. Çünkü, ‘Yaratıcı ile bağım yok’ diyenin, O’nun kurduğu bu düzenden dışarı çıkması gerekir ki, söylediğinin bir anlamı olsun. Nitekim Cenâb-ı Hak da böylelere, ‘Haydin mülkümden çıkabiliyorsanız, çıkın o zaman’ demektedir. Yok, ‘hem Yaratıcıyı tanımıyorum’ diyeceksin, hem de O’nun yarattığı maddî ve manevî bütün nimetlerden istifade edeceksin. Yani acıkacaksın, yiyecek bir şeylere ihtiyaç duyacaksın; görmek, işitmek, konuşmak, akletmek isteyeceksin ve buna ait algılama organların olacak; yani hem göz, hem gözün görebilmesi için güneş ve görülecek manzaralar lâzım; sevmek isteyeceksin, sevmek duygusu lâzım ve sevilecek şeyler gerekli; yani hem zengin cihazlar olacak, hem de o cihazların tatmin edileceği nimetler bulunacak ve sen bunlardan istifade edeceksin; itilmişlikten rahatsız olacaksın, çocuğun tarafından terk edilmek seni huzursuz edecek; ihanet, seni hiddete getirecek; küçük hanen evinde, sözünün dinlenmemesi seni üzecek, hasılı pek çok maddî ve manevî ihtiyaçların bulunacak, ama sen de ‘Ben, bütün bu ihtiyaçlarımı tanımıyorum, o ihtiyaçlarımı gidereni de tanımıyorum.’ diyeceksin, bu, mümkün değildir. Bu anlaşılır bir durum da değildir. Varlığını tanımadığının, hanesinde de yaşamaman gerekir. Bu iddia sahibi, kendi evinde çocuğu tarafından adam yerine konmasa, kim bilir, ona haddini bildirip, kapı dışarı edecektir. Ya da kendi varlığının anlamlı ve önemli olduğunu ona hissettirecektir. Allah’ın mülkünde yaşarken ve O’nun nimetlerinden istifade ederken, O’nun varlığını kabul etmemek düşüncesi de böyle bir şeydir. Yaratıcı ile irtibatsızlık düşüncesi ‘hasta’dır. Nitekim ateist teşekkülün başındaki adamın, ‘Bütün bu düşünceyi taşıdığımız insanlardan özür diliyorum, galiba Allah var’ beyanı, oldukça dikkat çekicidir. O zaman, Yaratıcı düşünülmeksizin bir bakışın pozitif, olumlu, anlamlı olması düşünülemez. Anlam denen şey, imanî nazarın yüklediği bir okumadır. Âlemin her tarafına dağılmış sınırsız ihtiyaçları, elemleri, emelleri ve hadsiz düşmanları, aklına dökülen emsalsiz soruları bulunan bir insanın, bu ihtiyaçlarına cevap verecek Makamı bulmadan, düşmanlarından onu emin edecek olan Zat’ı tanımadan ve emsalsiz sorularına aklî ve mantıkî cevaplar verecek Kudret’i bilmeden gerçek anlamda pozitif olması mümkün değildir. Buna nokta-i istinat ve nokta-i istimdat diyoruz. İşte bu aciz, zayıf, güçsüz insanın bu ihtiyaçlarını karşılayacak ve sayısız düşmanlarından emin edecek ve emsalsiz sorularına ikna eden cevaplar verecek, ancak Sonsuz Kudret sahibi Cenâb-ı Hak’tır. İşte pozitiflik, bu inançla başlar. Bu inancın sağlam olması durumunda (iman-ı tahkiki) insan, karşılaştığı her hadise karşısında titremekten ve kâinatın dilenciliğinden kurtulur. Varlığın, hadiselerin, âlemde olup biten her şeyin hikmetlerini okumaya başlar. İhtiyaçlarına cevap veren ve düşmanlarından onu emin eden Yaratıcıya karşı hüsn-ü zannı gelişir. “O yapmışsa, vardır bir hayır”, “O, her şeyi en güzel yaratmıştır.”, “O yar ise, her şey yardır ve yarardır; O dost ise her şey dost, değilse, her şey düşmandır.”, “O istese ve kabul etse, herkes terk etse, tesiri yok; o isterse ve hikmeti iktaza ederse, onlara da kabul ettirir.” anlayışı düşünce dünyasına hakim olur. Her an kendisiyle ilgili bir Rabbin varlığına inanmak, insanı oldukça pozitif duygulara itiyor. Aksi halde, insanın Cenâb-ı Hak dışında bu ihtiyaçlarını giderme arayışı, daha başından negatif bir başlangıçtır. İnsanlara, sebeplere kul, köle olmayı netice veriyor. Hikmetine inanmadığı, anlamsız gördüğü hadisat insanı boğuyor. Bu da insan için pek yakışık almayan bir sükut halidir. Bütün problemler, insan ile yaratıcı arasındaki bağın ‘nasıl’ lığında aranmalıdır. Bu bağı güçlü olan, kainata meydan okuyabiliyor ve her hadisatın karşısında titremekten kendini kurtarabilir. Böyle bir insan Yaratıcıya kul, ama âlemin sultanı olur. O zaman, insanın önce bu ‘anlam’ arayışını tamamlaması gerekiyor. ‘Pozitiflik’ sadece, Allah vardır, güçlüdür, kudretlidir demekle olmaz. Bu bir temeldir. Elbette bu temelin üzerine bina edilecekler belirleyici olacaktır. 05.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Sivil tepki yükselsin |
Ocak söndüren kanlı terör örgütüne karşı nasıl mücadele edileceği hususundaki tartışma hararetli bir şekilde devam ediyor. Gerek siyasetçiler ve gerekse konunun uzmanı olan ‘akil adamlar’ birbirinden farklı teklifleri kamuoyunun gündemine taşıyıp, ‘reçete’ler sunuyor. Her teklifin kendisine göre haklı yönleri var, ama teröre karşı en etkili silâhın ‘sivil tepki’ olduğu akıldan çıkarılmamalı. Çünkü sivil tepki, terörü besleyen ‘ana damar’ı tıkar, terör örgütleri yeni ‘eleman’lar bulmakta zorlanır. Her ne sebeple olursa olsun, son günlerde terörde gözle görülür bir tırmanma yaşandığı malûm. Bütün bu gelişmelerin Türkiye’nin menfaatine olmadığı da belli. Ama sevindirici olan bir hadise daha var: Pek çok ilde bir araya gelen sivil toplum kuruluşları, terörü lânetleyen ve kan akıtmaya itiraz eden ciddî, samimî çağrılara imza atıyorlar. Üstelik bu açıklamalar, teröre kaynaklık etmekle itham edilen iller arasından çıkıyor. Sivil toplum kuruluşlarının terör örgütüne karşı ortak açıklama yapması ve itiraz seslerinin yükselmesi sevindirici bir gelişme olarak görülmeli ve bu açıklamaları yapanlar yüreklendirilmelidir. Benzer açıklamalar bütün kurum ve kuruluşlar tarafından yapılabilirse, terör örgütü moral desteğini kaybetmiş olur. Meselâ, bir ilimizde faaliyet gösteren 55 sivil toplum örgütü bir araya gelmiş şu açıklamaya imza atmış: ‘’Daha önce de örneğini yaşadığımız bir kirli savaşın kazananı olmayacağını herkesin görmesi ve ‘şiddet şiddetle çözülmez; kan kanla yıkanmaz’ atasözlerimizin gerçekliğini unutmamak gerekir. Bir ve beraber yaşamamızın önündeki tüm engeller kaldırılmalı, toplumsal barışın tesis edilmesi gerekmektedir. Barışın ve çözümün dili hakim olsun. Silâhlar sussun, insanlar konuşsun. Artık bu ülkenin çocukları ölmesin.’’ İmzalanan bildiride ifadesini bulan “Silâhlar sussun, insanlar konuşsun” talebi de çok yerinde. Zaten bunu temin edebilsek, muhtemelen bütün sıkıntıları geride bırakabiliriz. İnsanlar konuşa konuşa meselelerini halledebilir. Ama ‘silâh’ların konuştuğu yerde insanların anlaşması zorlaşmaz mı? Bu konuda yapılan hatalardan biri de problemleri öteleme ve erteleme alışkanlığıdır. “Bugünü idare edelim, problemleri erteleyelim. Sonraki yıllarda nasıl olsa çözülür” anlayışı, ‘terör belâsı’nı işin içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Elbette her şeyi bir günde halletmek mümkün değil, ama çözümü mümkün olan işleri de ötelemek ve ertelemek kime ne fayda sağladı? Terörün azgınlaşma işaretleri verdiği ilk günlerde “Bunlar üç-beş çapulcu. Onları inlerinde mahvederiz” beyanlarının üzerinden bunca yıl geçti ve ülkemiz hâlâ ‘teşhis’ safhasını aşabilmiş değil. İşleri bu meseleleri halletmek olanların aklına, dünyanın benzer sıkıntıları nasıl aştığını araştırmak da gelmiyor mu? Değişik illerden yükselen sivil tepki artarak devam eder ve bu beyanlarda ifade edilen talepler de dikkate alınırsa terörün daha fazla tırmanması engellenmiş olur. Türkiye’yi idare edenlerin bu tepkileri dikkatle izlemesi ve ‘çözüm teklifleri’ni ciddiyetle incelemesinde fayda var. Üç ayların içinde bulunduğumuz bu mübarek günlerde; ellerimiz ve duâlarımız, terör belâsından bir an önce kurtulmamız için birleşsin ve yükselsin... 05.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Herkes başının çaresine bakacak |
Önceki hafta sonu Kanada’nın Toronto şehrinde G-20 ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları, bir araya geldi. Türkiye’yi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği toplantıya ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Kanada, Rusya, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, Meksika, Suudi Arabistan ve Avrupa Birliği Komisyonu katıldı. G-20 diye adlandırılan bu ülkeler dünya ekonomisinin yüzde 85’ini, uluslar arası ticaretin yüzde 80’ini gerçekleştiriyor. Tayvan, İsveç, Norveç ve İran gibi ülkelerin de ekonomileri büyük olmasına rağmen G-20’de bulunmuyor. 1999’da G-7 Maliye Bakanları zirvesinde kurulan bu topluluk, devlet başkanları seviyesinde Kasım 2008, Nisan 2009 ve Eylül 2009 tarihlerinde olmak üzere şimdiye kadar üç kez toplanmıştı. Bu kısa hatırlatmadan sonra gelelim zirvede konuşulanlara: Küresel krizden çıkışta izlenmesi gereken yol, ana gündem maddesiydi. İki görüş tartışıldı. ABD’nin başını çektiği teze göre; büyüme ve istihdam önemli, bu sebeple para, kredi ve maliye politikalarındaki gevşeklik devam etmeliydi. Tercümesi, harcamalar kısılmasın. Böylece iç talep canlanır, ekonomi büyür, büyümenin sebep olacağı ek kaynaklar ve vergiler bütçe açığını kapatır, borçların GSMH’ye oranı iner. Ve tabiî kriz sonrası en önemli sorun haline gelen işsizlik büyümeye paralel olarak azalır. Bu görüşe karşı çıkan Avrupa ülkeleri vergileri arttırmadan ve kemer sıkmadan yanaydı. Çünkü kamu borç yükleri ve bütçe açıkları tehlikeli boyutlara ulaşmış. Öyle ki bazıları borçlarını çevirmekte zorlanıyor. Ayrıca enflasyon riski de endişelendiriyor. Şimdi şu soru zihinleri kurcalayabilir: Kemer sıkma ve büyüme bir arada olamaz mı? Zor. Zira harcamalar kısılır, vergiler arttırılırsa talep daralır, dolayısıyla ekonomi yavaşlar. Zaten krizin sebebi de şu veya bu nedenlerle talebin azalması idi. Öte yandan harcamalar artarsa bu defa bütçe açık verir, enflasyona dâvetiye çıkarılır. Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık misali. Tartışmalar sonunda orta yol bulundu. Bütçe açıkları zamana yayılarak 2013 yılına kadar yarı yarıya indirilecek, her ülke kendi özel şartlarına uygun tedbirler alabilecek. Anlaşılıyor ki dünya ekonomilerinin canlanması için bir süre daha beklenilecek. Bankaların sermayelerini güçlendirmeleri, hangi düzeyde sermayeye ihtiyaç duyacağı gibi hususların Kasım’da Seul’da yapılacak zirvede masaya getirilmesi kararlaştırıldı. Bankaların küresel ölçekte vergilendirilmesinde ise fikir birliği oluşmadı. Sonuç bildirgesinde dikkat çeken bir nokta da; gelişmekte olan ülke para birimlerinin dünya ticareti dengesi içinde dalgalanmaya bırakılması önerisiydi. Özetlersek zirvede anlaşmazlık konuları ertelenirken ülkelerin kendi politikalarını izlemesi benimsendi. Yani herkes başının çaresine bakacak. Madem öyle Türkiye ile ilgili de şu parantezi açalım. 2001 krizinden sonra yeniden yapılandırılan bankacılık sektörümüz-eleştirilerimiz saklı kalmak kaydıyla-sağlam görünüyor. Yabancı bankaların yeni bir kriz korkusu yaşadığı ortamda bu bir avantaj. Bütçe açığı ile kamu borç stokunun millî gelire oranları da pek çok ülkeyle mukayese edildiğinde gayet iyi. 5 aylık bütçe performansı, halkın sırtından sağlansa da başarılı. İlk çeyrekte baz etkisiyle de olsa büyümenin yüzde 11,7 olarak gerçekleşmesi ilk nazarda olumlu. G-20 ülkeleri arasında Çin’den sonra en yüksek büyüme hızına sahip ülke olduk. Ne var ki enine boyuna değerlendirilmeli. Yerimiz kalmadı haftaya bırakalım. Diğer taraftan iç talepteki hızlı canlanma büyümeyi tetiklerken, cari açık yüzde 115 artmış, aman dikkat. Büyük ekonomilerin sıkı malî politikalarını sürdürme kararı ihracat ve turizm gelirlerimizi olumsuz yönde etkileyebileceğini gözönünde tutarak pazar çeşitlendirilmesi çalışmaları hızlandırılmalıdır. Demokratikleşme, insan hak ve özgürlüklerinde cesur adımlar atılmada kararlı olunur, terörü durdurur, ekonomiye öncelik verirsek yolumuza kazasız belâsız devam edebiliriz. 05.07.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Ramazan’a doğru |
Zaman hızla akıp giderken, Ramazan-ı Şerife de yaklaşıyoruz. İlk teravihi kılıp ilk sahura kalkacağımız geceye 40 günden az, beş haftalık bir zaman kaldı. Cenab-ı Hak cümlemize sağlık içinde o günlere erişmeyi nasip eylesin. On bir ayın sultanı yaklaşırken, bu seneki Ramazan’da vereceğimiz cep boy Kur’ân ve beraberindeki Mu’cizat-ı Kur’âniye hamlemiz için de gün saymaya başlıyoruz. Gerek merkez olarak burada, gerekse mahallerde bu kampanya ile ilgili hazırlık ve çalışmalar bütün hızıyla devam ediyor. Ve bu çalışmalardan birini, Tarsus temsilcimiz Yasin Yıldırım gönderdiği mesajda şöyle anlatıyor: “22 Mayıs 2010 Cumartesi günü Nevşehir-Kozaklı Divaibis Termal Otelde yaptığımız toplantıda şevke medar abone çalışmalarından, özellikle Samsun-Alaçam Temsilcimizin anlattıklarından biz de şevke geldik. 30 Mayıs 2010 Pazar günü Konya’da il neşriyat toplantımızı gerçekleştirdik. “Toplantıda şu kararları aldık: “Her okuyucumuza ‘Bir abone de sizden’ çağrısı yapmak. Neşriyat komisyonu üyelerinden her birinin asgarî 5, il sekreterimizin de 10 abone bulması. Ayrıca iki kişiden oluşan bir ekibin, Ramazan ayında vereceğimiz hediyeler elimize ulaştığında 11 Ağustos 2010 tarihine kadar aralıksız hummalı bir çalışma yapması. “Bu çalışmalarla, Kozaklı toplantısında verdiğimiz formdaki yüzde 50 artışı yüzde 100’e çıkarmaya odaklandık. “Bizim vazifemiz çalışmak, netice Allah’a ait. “Gazetemiz Yeni Asya’nın hak ettiği yerlere gelmesine katkı sağlamak için zaman kaybetme gibi bir lüksümüzün olmadığı düşüncemizi tüm kardeşlerimizle paylaşma ihtiyacı duyduğumuz için bu mesajı gönderiyoruz. Bu hedef için birbirimize fiilen ve kavlen duacı olmamız dileğiyle.” *** Ramazan ayının süsleri: imsakiyeler Yaklaşan Ramazan’ın önemli çalışma alanlarından biri de imsakiye. Yeni Asya Medya Grup Takvim ve İmsakiye Müdürü Ramazan Altunsu, bu konuyla ilgili yazısında şöyle diyor: İmsakiyeler, Ramazan ayının olmazsa olmazlarından. Ramazan’ın süsleri, küçük bilgi dağarcıkları, oruca başlama, orucu açma kılavuzları. Yeni Asya Medya Grup olarak sizler için bu Ramazan’da 14 çeşitten oluşan bir imsakiye seti hazırladık: düşündürücü vecizeler, güzel manzaralar, Esma-i Hüsna, Kâbe, Osmanlı padişahları, bereket hikâyesi gibi çok güzel hat, gravür, cami ve gül resimleriyle süslenmiş birbirinden güzel ve çekici imsakiyeler. Fiyatları da çok uygun. Kalitesine gelince üstüne söz yok. Baskı süper; kuşe altın varak, yaldızlı; ayrıca gofreli. İşte bu kalitede imsakiyelerle firma sahiplerine, ajans ve matbaacılara hizmet vermeye hazırız. Firma sahipleri, matbaacılar ve ajanslar bizden katalog temin edebilirler. Bize telefonla da ulaşabilirsiniz. İmsakiye çeşitlerimiz: 24 x 34 ebadında 4 çeşit 90 gr kuşe baskılı. 24 x 34 ebadında 8 çeşit 220 gr altın yaldızlı ve gofreli. 34 x 43 ebadında 2 çeşit 220 gr altın yaldızlı ve gofreli. Lütfen Ramazan ayının bu güzel âdetini ve nostaljisini ihmal etmeyin. Ramazan ayı boyunca duvarlarınızı bu değerli hediye ile süsleyin. Siparişlerinizi bekliyoruz. İrtibat telefonlarımız: (212) 655 88 59 (602); Fax (0212) 651 92 09. *** Ramazan sayfası Ramazan yaklaşırken, daha evvel duyurduğumuz Ramazan sayfası için zamanın daralmakta olduğunu da, sayfaya katkıda bulunmayı düşünen arkadaşlarımıza bir defa daha hatırlatmış olalım. Sayfanın genel çerçevesini belirleyip muhtevasını şekillendirebilmemiz için, çalışmaların bir an önce elimize ulaşması gerekiyor. “Bu sayfada benim çalışmalarım da yer almalı” diye düşünen arkadaşlarımız, ellerini çabuk tutsunlar. Bekliyoruz. 05.07.2010 E-Posta: [email protected] |