Faruk ÇAKIR |
|
Mevlevîlik de istismar edilmesin |
Bir Mevlânâ dostunun; Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik üzerine yaptığı açıklamaları—üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen tazeliğini koruduğu için—dikkatinize sunmak istedik. Çünkü bu tesbitler, Hz. Mevlânâ’yı yanlış anlayan ve yanlış anlatmaya çalışanları ikaz mahiyetindeki tesbitlerdir. Hz. Mevlânâ hakkında herkesin doğruları bilmesinde fayda var. Bahsettiğimiz Hz. Mevlânâ dostu hanımın ilk adı, Charmaine Angele Moo. Şimdiki ismiyle Şermin Barihudâ Tanrıkorur. Udî bestekâr, yazar, merhum Cinuçen Tanrıkorur’un hanımı. 1946 yılında Jamaika’da doğmuş. 1972-75 yılları arasında bir Amerika üniversitesinde doçent olarak görev yapmış. Daha sonra Türkiye’ye gelmiş ve 8 yıl Konya’da yaşamış. 1984-2000 yılları arasında Türkiye’deki bazı üniversitelerde öğretim üyeliği de yapan Barihudâ Tanrıkorur, Hz. Mevlânâ üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Tanrıkorur, Hz. Mevlânâ’yı tanıma safhasını anlatırken şöyle diyor: “(Amerika’da) 70’lerde bütün dinlerin iç anlamlarını arama eğilimi vardı. Ben de Mevleviliği inceliyordum. Ancak sonradan fark ettim ki, Mevlevî olduğunu söyleyenler Mevlânâ’yı İslâmdan koparıyorlar. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyeti birleştirerek ele alıyorlardı. (Mevleviliğin içinde) İslâmiyetin hiçbir ibadeti yoktu. Tanıştığım Mevlevî şeyhi bana doğruları anlattı. (...) Beni Türkiye’ye dâvet etti. Ve ben de 1976’da Türkiye’ye geldim.” Barihudâ Tanrıkorur, eksik bilinmesine rağmen Mevleviliğin dünyada büyük ilgi görmesini ise şöyle izah ediyor: “Modernleşme süreci insanları hep maddiyatla meşgul eder hale getirdi. Doğu esasen manevî hayata daha çok önem verir. Fakat buralarda bile sanayileşme ve maddiyat ön plana çıkmıştır. Aile ve sosyal yardım zayıflamış, sevgi ortadan kalkmış. Ruha hitap eden şeylerle meşgul olmuyorlar. Bu boşluğu da Mesnevî ve Mevlevîlik iyi dolduruyor.” (Somuncu Baba Dergisi, sayı: 86 Aralık 2007) Barihuda Tanrıkorur, unuttuğumuz bir bilgiden de bizi haberdar ediyor: “1926 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Konya’daki merkez olan Mevlevî Dergâhı Konya’dan Halep’e taşınmış. Çelebilik makamı oraya geçtiği için böyle olmuş. Türkiye’de ancak 1960’dan itibaren Mevlevîlik bir parça ön plana çıkartılmış. Seksenlerde bile ben Vakıflar Genel Müdürlüğünden izin almakta çok güçlük çekiyordum.” Tabiî ki Mevlevîliği derinlemesine araştırmış olan Barihuda Hanımın dertleri bitmiyor. “Sema”nın turizme malzeme edilmesine de itiraz ediyor: “Atletik vücutlu olan insanları üç ay eğittiler Semazen yaptılar. İmanı var mı, harama bulaşmış mı, Hazret-i Mevlânâ’yı tanıyor mu? Bunlara bakılmadı. (...) Sadece intisap eden kişilerin yapabileceği sema herkese açıldı ve istismara açık hale geldi. (...) Sema bitiyor akşam bir bakıyorlar ki, meyhanede barda içki içiliyor. Böyle hikâyeler var bir sürü.” “Mevlevîliğin aslı nedir?” sorusunun cevabı da şöyle olmuş: “Mevlevîlik, İslâmiyete uygun olmayan hiçbir şeyi tasvip etmez. Kur’ân’ın ışığında ilerler. (...) Mevlânâ diyor ki, ‘Ben Peygamberimizin (asm) ayağının tozuyum. Kim bunun zıddı bir şey söylerse ben ondan dâvâcıyım.’” Aslında bu anlatılanlar, hadiselere Risâle-i Nur gözlüğüyle bakanlar için yeni de sayılmaz. Çünkü Hz. Mevlânâ çağının müceddidiydi. Onu İslâmdan, Kur’ân’dan ve Hz. Muhammed’den (asm) ayrı düşünmek kabul edilebilir bir izah değil. Ama bu gerçeklerin bir ‘mühtedi’ tarafından dile getirilmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. Barihudâ Hanıma bu yönüyle teşekkür borçluyuz.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |