İsmail TEZER |
|
Hz. Süleyman’ın (as) mu’cizesini gerçekleştirmeye doğru |
Geçenlerde medyada Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’ndeki (CERN) deneyle, atom parçacıklarının Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda rekor bir enerjiyle çarpıştırıldığı, bu büyük deneyle kâinatın kimi sırlarının açığa çıkarılabileceğinin ümit edildiği haberi yer aldı. Fakat deneyle ilgili haberlerde benim asıl dikkatimi çeken, CERN’de görev yapan İTÜ Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kerem Cankoçak’ın sözleri arasında geçen bir cümle idi. Cankoçak, “İleride ne tür teknolojik gelişmeler yaşanacağını öngörmek tam da mümkün değil. Meselâ bir yerden bir yere ışınlanma gerçekleştirilebilir ya da bambaşka bir teknoloji gelişebilir”1 diyordu. Evet, ışınlama gerçekten heyecan verici bir olay. Nitekim, kimi gazeteler de CERN ile ilgili haberde başlığa bu kısmı taşımışlardı. Hatta, gazetemiz çizeri İbrahim Özdabak hadiseyi karikatürize dahi etmişti.2 Ama sıkı durun, daha heyecan verici bir olaydan bahsedeceğim size. Aslında ışınlama asırlar önce gerçekleşti! Nasıl mı? Hz. Süleyman’ın (as) mazhar olduğu bir mu’cize ile. Olay şöyle cereyan eder: Yemen’de bulunan Sebe’ Melikesi Belkıs, elçileri vasıtasıyla saltanatının gücünden ve İlâhî dâvetinden haberdar olduğu Şam’daki Hz. Süleyman’a (as) ulaşmak, onu ve tebliğ ettiği dini yerinde görmek için yola çıkar. Belkıs’ın kavminin ileri gelenleriyle yola çıktığını ve Müslüman olmaya meyilli olduğunu öğrenen Hz. Süleyman (as) ise, bir mu’cize ile onların hiç tereddüde kapılmadan imana gelmelerine vesile olmak ister. Emrinde çalışan cin ve insanların ileri gelenlerini toplayarak onlara şöyle der: “Ey ileri gelenler! Onlar bana Müslüman olarak gelmelerinden evvel, o kadının (Belkıs’ın) tahtını bana hanginiz getirebilir?” Süleyman’ın ordusu içinde, cinlerden çok kuvvetli ve becerikli bir grup vardır. Bunlara ifrit denir. İfritlerden biri der ki: “Sen henüz yerinden kalkmadan, ben onu sana getiririm. Eminim ki buna gücüm yeter.” Bunun üzerine Hz. Süleyman’ın (as) yakınlarından, ‘eşyanın bir mekândan diğerine celb ve nakli’ konusunda ilim sahibi biri öne atılarak, “Sen daha gözünü açıp kapamadan, ben sana getiririm” der ve o anda getirir de. Kimi rivayetlerde aynen değil de ‘görüntü ve ses’ olarak getirdiği nakledilir.3 İşte böyle bir mu’cize. Ne ki, o zamanlar mu’cize olan bu hadisenin ‘görüntü ve ses nakli’ şeklinde olan kısmının günümüzde gerçekleştiği, önümüzdeki 50-100 yıl içinde ise “ışınlama” teknolojisiyle ‘aynen nakil’ tarzında gerçekleştirilebileceği bilimadamları tarafından öngörülüyor. Niye olmasın? O zamanlar bir mu’cize olan ‘uzak mesafelerden ses ve görüntü nakli’nin şimdilerde neredeyse ‘sıradanlaştığı’—ki, sıradanlaşması beşerin gafletinin bir neticesidir—dikkate alınırsa, ‘aynen nakil’ de (ışınlama) gerçekleşebilir. Allahu â’lem. Nitekim Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de, Kur’ân’da Hz. Süleyman’ın (as) mu’cizesinin zikredildiği ilgili âyete değinirken şöyle demektedir: “‘Semâvî kitapların esrârına vâkıf bir âlim ise, ‘Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm,’ dedi. Süleyman Belkıs’ın tahtını yanında hazır görünce...’ (Neml Sûresi: 40.) âyeti, işaret ediyor ki, uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzâr (hazır) etmek mümkündür. (...) Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı remziyle (işaret diliyle) mânen diyor ki: ‘Ey benîâdem! (insanoğlu!) (...) Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubûdiyetinizi (kulluk vazifenizi) unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini (yeryüzünü), her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.” 4 Evet, ‘ışınlama’nın insanlığın bilim sahasındaki çalışmalarına bağlı olarak günün birinde gerçekleşmesi mümkün. Ancak burada mühim bir hatırlatma daha yapmaktadır Bediüzzaman: “..vazife-i ubûdiyetinizi (kulluk vazifenizi) unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki...” Evet, Hz. Süleyman (as) ‘kulluk vazifesi’ni unutmamış, nitekim Belkıs’ın tahtını yanında görür görmez dahi “Hâzâ min fazlı Rabbî” (Bu ancak Rabbimin fazlı ve ikramıyladır) demiş, o olağanüstü hadiseyi kendine mâl etmemiş, Rabbine şükre vesile kılmıştı.5 İnsanlık da bir gün ‘ışınlama’yı gerçekleştirdiğinde bu harika hadiseyi kendine mâl etmemeli, “Bu ancak Rabbimin fazlı ve ikramıyladır” diyebilmelidir. Çünkü bütün bu ‘teknolojik nimetler’, şüphesiz, Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunları keşfetmek adına insanlığın yaptığı ‘azimli çalışmalar’a karşılık verilen İlâhî birer ikram ve hediyelerdir. Dolayısıyla şükrü de ‘en güzel şekliyle’ gerektirmektedirler. Bunun da en güzel yolu, onları daima ‘hayır’da, yani ‘insanlığın faydasına’ kullanmak şeklinde olsa gerek...
Dipnotlar:
1- Sabah, 1.4.2010. 2- Yeni Asya, 2.4.2010. 3- Peygamberler Tarihi, Yeni Asya Neşriyat, s. 325. 4- Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 405-406. 5- Neml Sûresi: 40.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Tebliğde dikkat edilecek hususlar |
Dinin emir ve yasaklarını tebliğ etmek, tebliğden öteye karışmamak ve hidayeti de Allah’tan (cc) beklemek Kur’ân’ın emir ve tavsiyesidir. Bu emir ve tavsiyeler çerçevesinde mükellefiyetlerini yerine getirmek de her ehl-i dinin önemli vazifesidir. Bu meyanda dinin hak ve hakikatlerini yalnız ve yalnız tebliğle vazifeli olduklarını; hidayetin yalnızca Allah’a ait olduğunu her ehl-i dinin zaten bilmesi lâzım. Konu ile alâkalı olarak Yüce Allah’ın; “Sen sevdiğine hidayet veremezsin. Lâkin Allah, dilediğine hidayet verir” (Kasas Sûresi: 56); yine “Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir” (Maide Sûresi: 99); ayrıca “Eğer İslâm’a girerlerse, hidayete ermiş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse, sana düşen şey ancak tebliğ etmektir.” (Âl-i İmran Sûresi: 20) âyetleriyle verilen mesajları ve tavsiyeleri iyi okumak gerek. Bu arada tebliğin şekline ve tarzına da dikkat etmekte zaruret var. En iyi ve etkili tebliğ şeklinin lisân-ı hâl dediğimiz hâl ve davranışlarımızla, takva derecesindeki dinî yaşantımızla olduğunu unutmamak lâzım. Dil ile yapılan tebliğ ve tavsiyelerde de muktezâ-i hâle mutabık, yumuşak ve okşayıcı bir üslûpla yapılan tebliğlerin sonuç alma bakımından tesirli bir yol olduğunu da hesaba katmak lâzım. Ayrıca muhataba göre tebliğin ne şekilde yapılması gerektiği de önem arz ediyor. Dinin hak ve hakikatlarına ulaşmada bir arayış içinde olanlara, ona müşteri olup öğrenme merakında olanlara elbette en güzel şekliyle, bıkmadan, usanmadan dinin hak ve hakikatlerini anlatarak tebliğde bulunmak önemli bir sorumluluktur. Fakat hak ve hakikatları öğrenmeyi dert edinmeyen, ondan müstağnî kalmayı âdet edinen, hatta gurur ve enaniyetin sâikiyle ona hor bakanlara dinin o yüce hakikatlerini anlatmak elbette güçtür. Böylelerine dinin güzelliklerini tebliğ etmenin şüphesiz farklı yolları vardır. Belki de en güzeli, yaşayarak tebliğ etmek, yani lisan-ı hâlle konuşmaktır. Dinî tebliğ, her ehl-i din için önemli sorumluluk olmakla beraber, kendi ihtiyarıyla dinden müstağnî kalmayı, ona müşteri olmamayı tercih eden birisine de ısrarla sözlü tebligatta bulunmak doğru olmadığı gibi; peşin fikirlerle bazı insanlardan tebliği esirgemek de doğru bir davranış olamaz. Bu meyanda Efendimizin (asm) bizzat yaşadığı şu olaya bir bakalım: Efendimiz (asm) müşriklerden Ebû Cehil bin Hişam, Utbe bin Rabia ve Ümeyye bin Halef’e İslâmı kabul etmeleri hususunda, ısrarla tavsiye ve telkinlerde bulunuyordu. Onlar da söylenenleri dinlemedikleri gibi, alay ediyorlardı. Burada Efendimizin (asm) gayesi, hem bunları küfür bataklığından kurtarmak; hem de başka insanlar üzerinde de etkili olan bu insanların İslâmı kabullenmeleri sûretiyle dinin kuvvet kazanması düşüncesiydi. Tam da bu sırada gözleri görmeyen bir mü’min olan Ümmü Mektum, Efendimizin yanına gelerek “Ya Resûlallah, Allah’ın sana indirdiği Kur’ân’dan bana öğret, beni irşad et” dedi. Efendimiz (asm) hâlen müşriklere telkinde bulunduğu için Ümmü Mektum’a bir cevap veremedi. İşte tam bu sırada Efendimize (asm) Abese Sûresi nazil oldu. Abese Sûresi’nin ilk on iki âyeti şöyle: “Yüzünü ekşitti ve döndü. Kendisine âmâ geldi diye. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt belleyecek de öğüt ona fayda verecek. Ama buna ihtiyaç hissetmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun temizlenmesinden sana ne? Ama sana can atarak gelen, Allah’tan korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır hayır sakın. Çünkü o Kur’ân bir öğüttür. Artık dileyen onu düşünür.” (Abese Sûresi: 1-12) Görüldüğü gibi, tebliği yaparken birinci derecede göz önünde bulundurulması gereken, insanların makam-mevki ve şöhretleri değil; müşteri olup olmadığıdır. Bu noktada Bediüzzaman’ın tesbit ve tavsiyeleri çerçevesinde hareket edilirse mesele kalmaz. Onun, “Risâle-i Nur müşteri aramaz” sözünü ve “Ata et, aslana ot vermeyiniz” tavsiyesini dikkate almakta fayda var. Yine Bediüzzaman’ın “Kur’ân-ı Hakîmin sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun, Kur’ân namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’ân’ın âlî elmaslarını, yalvararak, mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez” (Mektubat, s. 338) sözleri de konumuza ışık tutmaktadır.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Gençlik ve kimlik |
Kişilik/şahsiyet; büyük çapta gençlik-bülûğ çağına dek oluşur. Ancak, olgunluk yaşı, ihtiyarlık gibi merhalelerden geçerek ömrümüzün sonuna kadar devam eder. Çünkü, insan zayıf ve cahil olarak, tekâmül etmek için dünyaya gönderildiğinden; ömrünün sonuna kadar hayat şartlarını öğrenmeye muhtaç. “Kimlik arayışı”; “Ben kimim, nasıl bir toplumda yaşıyorum, ne olmak istiyorum?” suâl ve cevaplarıyla birlikte başlar. Bir merhale sonra kişi “Nereden geliyorum, kim gönderdi, niye gönderdi, bu dünyada işimiz nedir, rehberimiz kimdir, sonunda ne olacağız?” gibi hayâtî, derûnî suâller sormaya başlar. İşte kimlik duygusu bu sorulara verilen cevaplara göre oluşur. Kimlik duygusu teşekkül eden genç, neye yönelmesi, neyi, niçin yapması gerektiğinin şuûruna varır. Dünya, hayat konusunda belli görüşleri, değer hükümleri vardır. Özerkliğini/muhtariyetini elde etmekle birlikte kendisiyle ve toplumla belli bir uyum ve denge içindedir. Eğer, yukarıda bir kısmını verdiğimiz sorulara cevap veremez ve hayat, dünya görüşü geliştiremezlerse, “kimlik bunalımı”, “kimlik kargaşasına” dönüşür. Bu durum; gerginliğe yol açar. Bundan kurtulmak isteyen genç, kimliği oturana kadar kararlarını tehir eder, askıya alır. Daha sonra tekrar bir hamle yaparak çözüm arayabilir. Veya vazgeçerek, içinde bulunduğu duruma devam eder. Aslında, karar vermek ve kimlik bunalımından kurtulmak mümkün. Ancak, bağımlı yaşamayı ve kendi adına alınan kararları uygulamayı tercih edebilir. Her devrede verdiğimiz kararları; yeni bilgi ve tecrübeler ışığında tekrar gözden geçirir, değerlendirir ve değiştirebiliriz. Bu, istikrarsızlığın değil; tekâmülün gereği. Bir yere saplanıp kalanlar gelişip olgunlaşamazlar. Psikoloji; gençlik devresinde kimlik kazanmak için verilen mücâdeleye “kimlik bunalımı” adını verir ve bunu normal bir süreç olarak kabul eder. Akıl melekesi “zarar ile faydayı” ayırt edecek seviyeye gelen gençler kimlik arayışına başlar. Çocuklukta atılan temeller üzerine duvarlar yükselir. Gençler, psiko-fizyolojik değişiklikler yanında “taklit, özdeşleşme, model seçme” sürecindedirler. Özdeşleşeceği şahsiyetler büyük önem arz eder. Çünkü, kimliği buna göre şekillenecek. Artık; yetişkinlik dünyasına adım atmak ve kendine yer edinmek; kabiliyetlerini kullanarak bir meslek edinme dönemindedirler. Hz. Peygamber (asm) kimliğin erken olgunlaşmasını sağlamak için de “En hayırlı genç, ihtiyar gibi ölümünü düşünüp ahiretine çalışandır” 1 der. Bediüzzaman, aradaki uçurumu doldurmanın mümkün olmadığını beyan ederek frenklerin taklit edilmemesi ve onlara benzemeye çalışılmamasını ister. Çünkü, bu, kendi toplumunu hafife, alaya almak ve hiçe saymak, kimliğini yitirmek demektir. 2
Dipnotlar:
1- Kenzü’l-Ummal, 15: 776, hadîs no: 43058. 2- Lem’alar, s. 124.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Bir hava zerresindeki mu'cize - 2 |
Ahmet Bey: “Hüve Nüktesinde geçen ‘tırnak kadar olan hüve lâfzındaki havada, küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkilelerinin bulunması’ meselesini açıklar mısınız?”
Cumartesi günü kaldığımız yerden devam edelim: Bir nokta kadar beyaz kâğıda iki üç nokta konulsa karışacaktır! Bir adam birden çok vazifeyi aynı anda yapsa şaşıracaktır! Bir küçük canlıya birden çok yük yüklenirse altında ezilecektir! Bir dil ile aynı anda birden çok lisanda veya birden çok insanla konuşmaya imkân yoktur. Bir kulak ile aynı anda birden çok dilde konuşan adamı duymaya ve anlamaya güç yetmez. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu örnekleri sıraladıktan sonra hava sayfası ile ilgili müşahedelerini zikretmeye devam eder. Görür ki, hava unsurunun her bir parçası, hatta her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler ve kelimeler ‘aynı anda’ konmuştur! Binlerce, hatta milyonlarca ses ve görüntü, tonuyla, tiz veya pes özellikleriyle, rengiyle ve bütün ayrıntılarıyla trilyonlarca hava zerresinin her birinin içinde, birbirine karışmaksızın ve bozulmaksızın mevcuttur; bozulmaksızın her an girip çıkmakta ve nakledilmektedir. Her bir hava zerresi hadsiz telefonlardan, cep telefonlarından, telsiz cihazlarından, sayısız radyo ve televizyon istasyonlarından yayımlanan sayısız ses ve görüntüyü, aynı anda, aynı tonda ve aynı özellikleriyle hiç bozmadan ve hiç deforme etmeden yanındaki hava zerresine.. O kendi yanındaki hava zerresine.. O da kendi yanındaki hava zerresine... vs. Böylece bütün dünyanın hava kuşağında bulunan sonsuz sayıdaki hava zerreleri, sonsuz sayıda ses ve görüntüyü aynı özellikleriyle birlikte eksiksiz nakletmekte, alıp vermektedir. Her bir hava zerresi hem alıcı, hem verici, hem ahize, hem nâkile, hem dil, hem kulak görevini eksiksiz yürütmektedir. Asla bir intizamsızlığa, düzensizliğe ve karışıklığa meydan vermemektedir. Üstelik her bir hava zerresi bu ses ve görüntü naklinin yanında ayrı ayrı çok vazifeyi de birlikte yapmaktadır. Fırtınalar, şimşekler, yıldırımlar, gök gürültüleri gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar hava zerrelerinin bu parmak ısırtan dengesini ve düzenini bozmamaktadır. Hiçbir zaman bir iş, diğer bir işe mâni olmamaktadır. Hava zerreleri ses ve görüntü naklinin yanında, aynı anda elektrik, elektro manyetik dalgalar, ses ve ışık dalgaları, uzaydaki itme ve çekme güçleri, gama, kızıl ötesi, mor ötesi ve X ışınları gibi bütün ince ve hissedilmeyen ışınları, renkleri, kuvvetleri, güçleri hiç şaşırmadan, karıştırmadan, bozmadan, deforme etmeden, dağıtmadan ve eksiksizce nakletmekte, alıp vermektedir. Hava zerreleri bu vazifeleri gördüğü aynı zamanda, bitkilerin döllenme ihtiyaçlarını ve hayvanlarla insanların teneffüs etme ihtiyaçlarını da karşılamaktadır. Hayvanlara ve insanlara bol ve temiz oksijen barındırmakla hayat kaynağı olmaktadır. Böyle ince, erişilmez, vazgeçilmez, hassas, duyarlı ve hayatî vazifeler üstlenmiş olan ve her bir vazifesini eksiksiz ve mükemmelce yürütmekte olan hava sayfası Allah’ın emir ve iradesinin bir Arş’ı olduğunu kör gözlere de göstermektedir. Çünkü bu işlerde kör kuvvetin, sağır tabiatın, serseri tesadüfün, karışık ve hedefsiz sebeplerin, aciz, cansız ve cahil maddelerin hiçbir cihetle eli ve müdahalesi olamaz. Her bir hava zerresinde sonsuz bir ilim, hadsiz bir hikmet, sınırsız bir irade, nihayetsiz bir kudret ve kuvvet bulunduğunu ileri sürmek hiçbir şeytanın bile haddi değildir. Bu ihtimal zerreler adedince batıl ve imkânsızdır. Öyleyse hava sayfası apaçık bir delil ile kader ve kudret kaleminin değişken bir sayfası, levh-i mahfuzun değişken âlemde yazar-bozar bir tahtası hükmündedir. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri müşahedesine devam ederek hava sayfasından âlem-i misâle girer ve burada görür ki, âlem-i misâl, yani misâl âlemi, yani görüntüler âlemi, yani dünyanın bütün yaşanan olaylarının içine aktığı ve geçmiş zamanlarda yaşanan bütün olayların içinde bulunduğu büyük arşiv âlemi, hadsiz fotoğraflar deposu hükmündedir ve her bir fotoğraf hadsiz dünya olaylarını aynı zamanda ve hiç karıştırmadan içinde muhafaza etmektedir. Âlem-i misâl bu niteliğiyle binler dünya kadar büyük ve geniş bir uhrevî sinema; fâni yaşayışların ve geçici dünya hallerinin ve tavırlarının her vaziyetini ve her ayrıntısını, hayatlarının meyvelerini ve neticelerini, yok olmayacak, silinmeyecek, bozulmayacak ve deforme olmayacak şekilde saklayan, Cennetteki mutlu insanların ve bahtiyar dostların gözlerine dünya maceralarını ve eski hatıralarını silinmez ve bozulmaz levhalarda göstermek için hazırlanmakta olan pek büyük bir fotoğraf makinesi hüviyetindedir. Çekilen her resim ve tutulan her kayıt, âlem-i misâlin içine akmaktadır. Her an her halimizin, her nefesimizin resmi alınmakta, kaydı tutulmakta ve arşiv âlemine gönderilmektedir. 1
Dipnot:
1- Sözler, s. 147, 148.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Sükût makamına eriştim |
Yaşlarımız büyüdükçe anlatacaklarımız da artıyor. Sanki birikimlerimiz daha çok şey söylemeye zorluyor. “Geçmiş” kelimesi tek başına söylenmiyor, devamına “ah”lar ekleniyorsa, gençlik ufuktan el sallamaya başlamış demektir. Hele her yaşanılanın karşısına heybemizden bir -mişli geçmiş zaman hadisesi çıkarıyorsak, hayat artık eskisi gibi değil demektir. Yirminin bitirip basamaklarını, otuzun içinden sesleniyorsak kendimize, şaşırıyoruzdur bu halimize. * Nedendir bilmem insanoğlu birazcık yol alsın hayatın içinden, biraz arttırsın sırtındaki heybenin içine sakladıklarını görmeyin halini. Biraz okumaya başlamış, öğrenmişse birkaç farklı kelime değiştikçe değişir. Hemen ahkâm kesmeye başlar. Bir de üstüne size ders vermeye başladı mı, gülmek mi gerekir, yoksa ağlamak mı şaşıp kalırım. Her insanın bir hikâyesi olduğuna inananlardanım. Her insanın hayatından küçükte olsa bir şey öğrenilebilir, diyenlerdenim. “Akıl yaşta değil, başta” sözünü uygulamayı sevenlerdenim, ama kraldan çok kralcı olanlara da sabredemeyenlerdenim. Kendi haline bakmadan ahkâm kesenlerden, yaptığı birkaç iyi şey için neredeyse cennetten haber gelmiş gibi davrananlardan, elimden gelse uzaya kadar kaçmak isteyenlerdenim. Şaşıyorum, bu zamanda dindar bir bayanın üniversite okuması demek, mutlaka taviz vermesi demektir. Hem taviz vereceksin, hem de oturup birilerinin arkadaş çevresine, haline, tavrına, sözlerine karışacaksın. Küçük görüp, kükreyeceksin. Ya birgün o beğenmediğimiz kişi bize dönüp: “Sen bu kadar çok şey biliyorsan, neden farzdan taviz veriyorsun?” dese ne cevap veririz, hiç düşündük mü? “Lisan-ı hal, lisan-ı kalden” tesirlidir sözü öylesine söylenmiş bir cümle midir sizce? Yoksa bir satıra bin satır mı eklenmiştir? * Soluk soluğa kalıp konuşmak yerine, nefeslenip kendimize baksak ne kaybederiz. Bal yememeyi önce kendimiz öğrensek te, sonra başkasına “yeme” desek daha tesirli olmaz mı? Giydiklerine karışırken birilerinin, en yakınımızın farzı çiğneyip geldiği yere bakmak neden aklımıza gelmez? Bir başkasının giydiklerine söz söyleme cesareti gösteren kişinin, en yakınına hiçbir müdahale edememiş olması komik geliyor. “Asla pantolon giymem” derken, başını açıp okuyanlar ve çalışanlar ne yapmaya çalışır? Cevabı sayfalar süren ve benim bu sayfalardan hiçbir şey anlayamadığım bu sorular ne zamandır aklımı kurcalıyor. Daha fenası, evlâdı küçük diye başkalarına pervasızca söz söyleyenler, çocukları büyüdüğünde onlarla baş edemeyince ne yapıyorlar? Utanıyorlar mı yaptıklarından? Özür diliyorlar mı haayatlarında gedikler açtıklarından? Ne kadar vebal altında kaldıklarını görüyorlar mı? Ateş onların da evine düştüğünde. Sırtımızdaki başkalarına ait haklar kambur etmişken, susmayanlar ne kadar acınacak halde. Hiç düşündünüz mü? * Elbet mükemmel değil kimse. Hepimizin büyüklü küçüklü hataları var. Günahlarımızdan dolayı kalbimiz yerine yüzümüze siyah noktalar konulsaydı aramızda peçesiz gezecek kaç kişi kalırdı? “Hiç” değil mi? Öyleyse tertemiz olmadan nasıl bir başkası halkında konuşma cüretinde bulunuruz. Yapmadan nasıl yapılması gerekeni anlatabiliriz. Anlamaktan aciz kaldığım o kadar çok şey var ki... Sükût makamına eriştim nicedir...
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Mevlevîlik de istismar edilmesin |
Bir Mevlânâ dostunun; Hz. Mevlânâ ve Mevlevîlik üzerine yaptığı açıklamaları—üzerinden iki yıl geçmiş olmasına rağmen tazeliğini koruduğu için—dikkatinize sunmak istedik. Çünkü bu tesbitler, Hz. Mevlânâ’yı yanlış anlayan ve yanlış anlatmaya çalışanları ikaz mahiyetindeki tesbitlerdir. Hz. Mevlânâ hakkında herkesin doğruları bilmesinde fayda var. Bahsettiğimiz Hz. Mevlânâ dostu hanımın ilk adı, Charmaine Angele Moo. Şimdiki ismiyle Şermin Barihudâ Tanrıkorur. Udî bestekâr, yazar, merhum Cinuçen Tanrıkorur’un hanımı. 1946 yılında Jamaika’da doğmuş. 1972-75 yılları arasında bir Amerika üniversitesinde doçent olarak görev yapmış. Daha sonra Türkiye’ye gelmiş ve 8 yıl Konya’da yaşamış. 1984-2000 yılları arasında Türkiye’deki bazı üniversitelerde öğretim üyeliği de yapan Barihudâ Tanrıkorur, Hz. Mevlânâ üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Tanrıkorur, Hz. Mevlânâ’yı tanıma safhasını anlatırken şöyle diyor: “(Amerika’da) 70’lerde bütün dinlerin iç anlamlarını arama eğilimi vardı. Ben de Mevleviliği inceliyordum. Ancak sonradan fark ettim ki, Mevlevî olduğunu söyleyenler Mevlânâ’yı İslâmdan koparıyorlar. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyeti birleştirerek ele alıyorlardı. (Mevleviliğin içinde) İslâmiyetin hiçbir ibadeti yoktu. Tanıştığım Mevlevî şeyhi bana doğruları anlattı. (...) Beni Türkiye’ye dâvet etti. Ve ben de 1976’da Türkiye’ye geldim.” Barihudâ Tanrıkorur, eksik bilinmesine rağmen Mevleviliğin dünyada büyük ilgi görmesini ise şöyle izah ediyor: “Modernleşme süreci insanları hep maddiyatla meşgul eder hale getirdi. Doğu esasen manevî hayata daha çok önem verir. Fakat buralarda bile sanayileşme ve maddiyat ön plana çıkmıştır. Aile ve sosyal yardım zayıflamış, sevgi ortadan kalkmış. Ruha hitap eden şeylerle meşgul olmuyorlar. Bu boşluğu da Mesnevî ve Mevlevîlik iyi dolduruyor.” (Somuncu Baba Dergisi, sayı: 86 Aralık 2007) Barihuda Tanrıkorur, unuttuğumuz bir bilgiden de bizi haberdar ediyor: “1926 yılında tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Konya’daki merkez olan Mevlevî Dergâhı Konya’dan Halep’e taşınmış. Çelebilik makamı oraya geçtiği için böyle olmuş. Türkiye’de ancak 1960’dan itibaren Mevlevîlik bir parça ön plana çıkartılmış. Seksenlerde bile ben Vakıflar Genel Müdürlüğünden izin almakta çok güçlük çekiyordum.” Tabiî ki Mevlevîliği derinlemesine araştırmış olan Barihuda Hanımın dertleri bitmiyor. “Sema”nın turizme malzeme edilmesine de itiraz ediyor: “Atletik vücutlu olan insanları üç ay eğittiler Semazen yaptılar. İmanı var mı, harama bulaşmış mı, Hazret-i Mevlânâ’yı tanıyor mu? Bunlara bakılmadı. (...) Sadece intisap eden kişilerin yapabileceği sema herkese açıldı ve istismara açık hale geldi. (...) Sema bitiyor akşam bir bakıyorlar ki, meyhanede barda içki içiliyor. Böyle hikâyeler var bir sürü.” “Mevlevîliğin aslı nedir?” sorusunun cevabı da şöyle olmuş: “Mevlevîlik, İslâmiyete uygun olmayan hiçbir şeyi tasvip etmez. Kur’ân’ın ışığında ilerler. (...) Mevlânâ diyor ki, ‘Ben Peygamberimizin (asm) ayağının tozuyum. Kim bunun zıddı bir şey söylerse ben ondan dâvâcıyım.’” Aslında bu anlatılanlar, hadiselere Risâle-i Nur gözlüğüyle bakanlar için yeni de sayılmaz. Çünkü Hz. Mevlânâ çağının müceddidiydi. Onu İslâmdan, Kur’ân’dan ve Hz. Muhammed’den (asm) ayrı düşünmek kabul edilebilir bir izah değil. Ama bu gerçeklerin bir ‘mühtedi’ tarafından dile getirilmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. Barihudâ Hanıma bu yönüyle teşekkür borçluyuz.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Transformasyon… |
“Anayasa değişikliği” tartışmalarıyla birçok önemli olay, satır aralarında kaldı. Bunlardan biri Başbakan Erdoğan’ın kızıyla birlikte Panora Alışveriş Merkezi’ndeki Cinebonus sinemasında M. Kemal’in hayatını anlatan “Veda” filmini izlemesiydi. Filmin senaristi ve yönetmeni Zülfü Livaneli tarafından karşılanan ve uğurlanan, Erdoğan’ın, “İnanıyorum ki Sayın Livaneli’nin bu yapıtla vermiş olduğu örnek, sinema dünyamızda her halde ilklerden bir tanesi olacak. Temenni ediyorum ki arkası çok farklı bir şekilde gelir ve aşamadığımız birçok duvarı bu tür yapıtlarla aşma fırsatını da buluruz” diyerek senarist ve yönetmen Livaneli’ye övgüsüydü. Livaneli’nin, “Bütün partilerin, Atatürk’ün aydınlığında buluşmasını istiyoruz” tezini, “aşamadığımız birçok duvarı bu tür yapıtlarla aşma” cümlesiyle destekleyen Erdoğan’ın bu görüşleri, siyaset ocağında yetiştiği Erbakan’ın “Atatürk yaşasaydı partimizden olurdu” medhiyesinin ve AKP’nin kuruluşunda “bir yanda Anıtkabir, bir yanda Kocatepe Camii” zihniyetinin devamıydı. Ve AKP’li Millî Eğitim eski Bakanı’nın, “Okullardaki ders müfredatında yüzde 40 Atatürkçülüğü arttırdık” savunmasını, “okuma parçaları”yla din derslerinin “Atatürk’ün görüşleri”yle okutulup yorumlanması icraatının bir nevî açıklamasıydı. Yine bu dönemde Diyanet İşleri Başkanı’nın, “dinle Kemalizm öğretisi”nin bir arada telkiniyle “Camilerde Atatürk ilke ve inkılâpları”nın halka anlatılması ve hutbelerde “Cumhuriyetin bânisi”yle başlayan duaların mecburî kılınmasının arka plânının açığa çıkmasıydı. DİN DERSLERİNİN AZALTILMASI… Geçtiğimiz günlerde gündemin gürültüsüne gelen bir diğer garâbet, Millî Eğitim Çalıştayı’nda, liselerin iki dönem yerine dört dönem olması ve ara karne uygulaması teklifinin arasına “din derslerinin azaltılması”yla ilgili tavsiye oldu. Haftalık ders çizelgelerinin yeniden düzenlenmesi amacıyla gerçekleştirilen çalıştay bünyesindeki ilköğretim komisyonunda, 4. ve 8. sınıflar arasında zorunlu okutulan din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinin “bir saat kısatılması” teklifi, Tâlim ve Terbiye Kurulu’na (TTK) sunulan “nihâî rapor”da yer aldı. Buna göre TTK, “din dersi süresinin kısatılması”na veya “aynı kalması”na karar verecek… Hatırlanacağı üzere TTK, daha önce “Felsefe öğretim programı”nda “Felsefeyle tanışma” başlıklı birinci ünitede yer alan “Felsefe ve Hikmet” başlıklı bölümde “dinî vurgu” gerekçesiyle “hikmet”i çıkarmış, felsefeyi hikmetsiz bırakmıştı. Keza aynı gerekçeyle Sosyoloji dersi müfredatında Anayasa’nın 24. maddesine atıfta bulunulan bölümde “din ve vicdan özgürlüğü” ayıklanmıştı. İlginç olan, felsefe ve sosyoloji dersinin âdeta dinden tecridi hesabına yapılan sözkonusu değişikliğe, Millî Eğitim Bakanlığı yetkililerinin, “Laiklik mutlak olması gereken, tartışılmayan bir gerektir; bu kurallar hukuk normu gibi okutulunca, ‘zorla yaptırılıyormuş, zorla uygulanıyormuş’ gibi algılanmaktadır” savunmasına sığınmalarıydı… AYASOFYA “MÜZE KALSIN”MIŞ… Son haftalarda yoğun gündemin hayhuyu arasında kalan bir diğer konu ise, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, Fatih’in vakfiyesi Ayasofya’nın “vâsiyetnâmesi”ne uygun olarak camiye çevrilmesi ve ibâdete açılması talebine karşı söyledikleriydi. Akdamar Kilisesi ve Sümela Manastırını “dinlere saygı” gerekçesiyle ibâdete açacaklarını belirten Günay’ın “Ayasofya’nın özel statüsüyle durmasından yanayız. Ayasofya sadece tek bir dinin değil, birçok dinin talebi olabilir. Hepsine birer gün verdiğimiz zaman müze vasfını büyük ölçüde yitirir” demesiydi. Yüzyıllarca cami olarak ibâdete açık kalan Ayasofya’nın müze olmasını esas kabul etmesi garâbetiydi. Bakan’ın bu bakışı, Başbakan’ın Ayasofya’nın açılmasına dair, “Bırakın bu boş şeyleri!” tepkisini akla getirdi. Ve daha “gömlek değiştirmeden önce” yıllarca Millî Görüş patilerinde “Ayasofya açılsın, zincirler kırılsın!” sloganlarını atan “yenilikçi” Erdoğan ve arkadaşlarının uğradıkları “değişimi” ve “dönüşümü” ortaya koydu. Şu hâle bakın; eski kiliseleri ibâdete açan AKP’nin Bakanı, “Ayasofya ibâdete açılamaz” diyor; lâkin “muhâfazakâr demokrat” AKP’den ve hükûmetten en ufak bir itiraz veya açıklama gelmiyor… Ne yaman bir transformasyon!..
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Tedbiri elden bırakmayalım |
Çeyrek… Ekonomi lügatinde de bolca geçer.İlk, ikinci, üçüncü, son çeyrek… Diye. Yılın üçer aylık dilimlerine verilen isimdir. Genellikle, “Büyüme” ile birlikte anılır. Büyüme? Bir ekonomide üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerindeki değişimi gösterir. Çeyrek dönemler itibariyle hesaplanarak bir önceki yılın aynı çeyreğiyle kıyaslanır. Nisan ayı başında, 2009’un son çeyrek büyüme rakamları açıklandı. Büyüme yüzde 6 olmuş. Sevindirici, Neden yüksek çıktı, yakından inceleyelim. Birincisi baz etkisi. Mukayese edilen 2008’in son çeyrek dönem verilerinin kötü olması. İkincisi tüketim artışı. Tükettikçe büyüme hızlanıyor. Bireysel tüketim harcamaları yüzde 4,75 artarken devletin nihaî tüketim harcaması yüzde 17,89 artmış. Son 10 yıldan bu yana devlet harcamalarında gözlenen en büyük sıçrama. Öte yandan hem vatandaş hem devlet borçlu. Borca harca dayanan büyüme sağlıklı olamaz. Ayrıca yatırım harcamalarında bir kıpırdanma olmaması ise gelecek için düşündürücü. Üçüncüsü üretim ve stokların katkısı. Sanayi ve hizmet sektöründeki canlanma büyümeyi olumlu yönde etkilemiş. Dış talep ise yetersiz kalmış. Sonuçta; Dünya ekonomilerine paralel olarak bizde de bir toparlanma görülüyor. Resesyon geride kalıyor. Haziran 2010’da ilk çeyrek büyüme rakamı öğrenilecek. Çift haneli bir büyüme şaşırtmamalı. Keza baz alınacak 2009’un ilk çeyreğinde tarihî bir daralmaya imza atmıştık. Bu döneme göre yüzde 10’un üzerinde bir büyüme normaldir. Aksi halde nal toplarız. 2008 GSYH büyüklüğüne bile erişemeyiz. Büyürken de cari açık ve enflasyon gibi kronik hastalıklarımız nüksetmemeli. Küresel krizde dış ticaret açığı 36,5 milyar dolara kadar gerilemişti. Canlanmayla birlikte Şubatta dış ticaret açığı yüzde 418 oranında arttı. İhracat rakamları olumlu olmasına rağmen ithalatımız daha fazla arttığından döviz açığımız giderek büyümektedir. Diğer bir risk enflasyon. Mart ayı verileri önümüzdeki dönemde enflasyonun yukarı doğru tırmanacağına işaret ediyor. Nedense... Büyüme... Kabul edilebilir carî açık... Tek haneli enflasyon... Bir türlü bir arada olmuyor. Bu durum ise sık periyotlarla krizlere yol açıyor, ülke sıkıntıya giriyor. Borsanın rekor kırması... Fiyatların, faizlerin ve kurların istikrarını koruması... Kamu borç stokunun millî gelire oranının halen yüzde 45’ler civarında seyretmesi... Büyüme rakamlarının yüksek çıkacağı beklentisi... Tabiî işsizliği ve yoksulluğu bir yana bırakırsak!... Ekonomide bir bahar havası estiriyor. Umarız “Yalancı bahar” yaşamıyoruzdur. Yine de... Bu havalara aldanmayalım. Tedbiri elden bırakmayalım.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Risâle-i Nur’u Zübeyrîce okumak... |
Zamanın değişimine paralel olarak imtihanlar da değişiyor. Âciz ve zayıf olan insanın, teknolojinin yardımına koşmasıyla acz ve zaafını ziyadeleştirdiği gibi… Bediüzzaman Hazretlerinin emsalsiz bir mazlûmiyet haletinde, görülmemiş sıkıntılar ve güçlükler arasında telif ettiği Risâle-i Nur’un, günümüzde dünyanın bütün kıt'alarında kabul görmesi, onun talebelerinin de imtihanlarını şiddetlendirmiş. Dünyevîleşmenin tekke, medrese ve cami demeyip her kudsî mahfili işgale başladığı bir zamanda, global dinsiz cereyanların iğfal ile Risâle-i Nur’un anlaşılmamasına ve hayata akmamasına var güçleriyle uğraştıkları bir mevsimde elbette ahirzaman dinsizlerine Kur'ân´ın tefsiri olan Risâle-i Nur’la galebe edecek şakirtlerin sıkıntıları artacak, vazifeleri çoğalacak ve ateşle imtihanları şiddetlenecektir. Cahiliye devrinin dehşet ve vahşetini, Asr-ı Saadetle mutluluk ve medeniyete değiştiren elbette Kur'ân ve onun pratiği olan Sünnettir. Arkamızda bıraktığımız on dört buçuk asrın inanmış bütün insanları ihtiyaç, dert ve arzularını Kur'ân´la karşıladıklarına göre; duyanların kalplerini ürperten ve görenlerin yüreğini sıkan şu dehşetli zamanımızın da dehşetini elbette Kur'ân´la ve Kur'ân'ın zamanımıza dersi olan Risâle-i Nur'la göğüsleyip püskürteceğiz. Üstadımızın ve talebelerinin zindanlarda işkence çektiği ve mahkemelerde idamla yargılandığı dönemlerde Nurcuların Risâle-i Nur´u nasıl okuyup anlayacaklarını Bediüzzaman Hazretleri lâhika mektuplarıyla ders veriyor. Onlarca yayınevinin orijinalinde ve yine bir o kadar neşriyatın sair dillerdeki tercümeleriyle Risâle-i Nur’u her sene milyonlarca nüsha bastırıp Türkiye ve dünyaya dağıttığı bir zamanda, Risâle-i Nur’u okuma ve anlama probleminin bu kadar büyüyeceğini talebeleri bilmiyordu, fakat Üstadımız görüyordu. Risâle-i Nur’u doğru anlamanın önüne düşmanlarınca gerilen perdeleri ve Bediüzzaman pratiğinden mahrum edilmek istenilen kontrollü bir Nurculuğu istikbâlin nazarıyla müşahede ediyordu. Bu müşahedesini evvelâ mektuplarından anlıyoruz. Kendi telifatı olan eserleri döne döne defalarca mütalâasından anlıyoruz ki, bizler Nurları doğru okuma ve anlamaya Üstaddan binlerce defa daha muhtacız. Zübeyir Gündüzalp'e yazdırdığı ve Sözler’in sonuna koydurduğu “Konferans” metniyle de günümüze ışık tutuyor. Risâle-i Nur’un tab'ını, tashîhini, neşrini, okunuş tarzını ve doğru yorumlama biçimini hem lâhika mektuplarında ve hem de Zübeyir Ağabeye verdirdiği Konferansın notlarında öyle ayrıntılı biçimde ortaya koyuyor ki, “ders okuma” metodunda bile farklı tarzlara yönelinmesine müsaade etmiyor. Evvelâ ders mekânının yalnızca Risâle-i Nur´a ait olduğunu, kitabı eline alan talebenin yalnızca şeffaf bir aracı olduğunu daima hatırda tutmak gerekiyor. Konuşulanların Kur'ân hakikati olduğunu ders esnasında hatırda tutan dinleyici, doğrudan Risâle-i Nur´a muhatap olur. Bu da, hakikatlerin, şiddetli ihtiyâcımıza binaen Bediüzzaman'ın kalemiyle bize ihsan edildiğini daha iyi anlamamızı sağlar. Yukarıdaki mânâdan uzaklaşılıp, mesele kitabı okuyanın istidat ve kabiliyetiyle alâkalandırılırsa, dinleyenin aklı ve çok önemli diğer duyguları tam istifade edemez. Bu hali hisseden “ders okuyan kişi”nin ihlâsı, o farkına bile varmadan zora girebilir. Dersin tesirini arttırmak adına “dünyevî metodlara” müracaata mecbur kalır. Bazen bilgisayarı devreye sokup birbirine müşabih mevzuları müstakil kâğıtlara yazdırarak, “kırmızı kitaplar” yerine “beyaz kâğıtlarla” cemaate muhatap olur. Farklı bahis ve kitaplardan alınmış, hazmedilememiş mevzuları ders kürsüsünde telife çalışırken; bilmecburiye Risâle-i Nur'la ilgisi olmayan bilgileri ve hissiyâtını beyana mecbur kalanlar, çoğunlukla kitabın dışına çıkma tehlikesiyle karşılaşırlar. Girizgâhta on-yirmi dakika konuşma ihtiyacı duyulması ve paragraflar arasında yine mevzuyu kitap dışına çıkaran uzun yorumlar yapılması, genellikle dersi dinleyen Nur Talebelerini rahatsız eder. Teknolojiyi Risâle-i Nur derslerinde kullanırken “kırmızı kitabın hakimiyetini” tehdit edecek, manevî atmosferin oluşumunu ve Nur Talebelerinin doğrudan “Nura bağlanmalarını” engelleyecek bütün şekilcilik, görsellik, alet ve metodlardan uzak durmak zorundayız. Zira Nurun dersleri felsefe dersleri gibi yalnızca akla hitap etmeyip; kalb, sır, ruh ve diğer letâifi de muhatap aldığından, Bediüzzaman Hazretlerinin pratiğinden ve onu diğer talebelerinin tasdikiyle metodda da aynen takip eden Zübeyir Gündüzalp'in tatbikatından zerrece ayrılmamak gerekiyor. Akademik kürsülerdeki sunum, seminer ve tebliğlerin yeri üniversitelerdir. Henüz Medresetüzzehra ile barışamamış müesseselerin tarzları, Risâle-i Nur medreselerinde geçerli olamaz. Risâle-i Nur'un hayata akışını temin uğrunda, Nur Talebeleri elbette her türlü mahfili, imkânı ve metodu kullanacaklardır. Fakat Bediüzzaman´ın İmam-ı Ali'den (r.a.) aldığı orijinal tarzı değiştirmek kimsenin hakkı olmamalı.
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
İşte Asr-ı Saadet |
Geçen hafta bahsettiğimiz Kutlu Doğum Haftası ilâvemiz için de geri sayım başladı. Önümüzdeki 20 Nisan Salı günü vereceğimiz bu ilâvede, Peygamberimizin (a.s.m.) on dört asır önce Allah’tan getirdiği mesajla gerçekleştirdiği muhteşem inkılâbın hukuk, adalet, hürriyet, eşitlik gibi temel prensiplerine ışık tutan bilgiler yer alıyor. Peygamberimizin (a.s.m.), İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden asırlar önce, bu belgedeki yaklaşımı da çok gerilerde bırakan ve hâlâ erişilmeyi bekleyen bir ufukla temel hak ve hürriyetlere işaret eden “Veda Hutbesi...” Gerek Peygamberimiz (asm), gerekse Dört Halife döneminde “temel hak ve hürriyetler, adalet, hukuk, eşitlik” noktasında yaşanmış ibretli hadiseler... Üstad Bediüzzaman’ın ideal hürriyet, adalet ve eşitlik örneklerinin yaşandığı Asr-ı Saadeti referans gösteren orijinal tesbitleri... İlâvemizin ana çerçevesini oluşturuyor. Üstadın Münâzarât’ta geçen ve bütün bu konuları özlü bir şekilde ifade eden “İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o derece parlar. İşte Asr-ı Saadet” cümlesini başlık yaptığımız ilâvemizin, demokrasi, hak ve hürriyetler, adalet, hukukun üstünlüğü, eşitlik gibi konuların hâlâ gerçekleştirilmeyi bekleyen özlemler olarak konuşulduğu ve tartışıldığı bir ortamda, bunları inanç kaynaklarımızın temel referanslarıyla açıklayıp yorumlayan, saklanıp her zaman okunmaya lâyık değerli bir çalışma ve doküman olarak istifadeye vesile olacağına inanıyoruz. Ve “demokratik açılım” arayışlarından sonuç alınmak isteniyorsa, öncelikle Peygamberimizin mesajına ve onun bu çağa hitap eden yorumlarına kulak verilmesi gerektiği inancıyla bu önemli çalışmayı okuyucularımıza takdim etmeye hazırlanıyoruz. *** Cuma’ya kadar bildirin Gazetede çıkan duyurularda belirtildiği gibi, “İşte Asr-ı Saadet” ilâvemiz için ek gazete taleplerinizi 16 Nisan Cuma akşamına kadar Abone Servisimize bildirmenizi bekliyoruz. *** Bediüzzaman Haftası etkinlikleri Öncesi ve sonrasıyla 23 Mart’ta ve o güne yakın tarihlerde yoğunlaşan Bediüzzaman Haftası etkinlikleri büyük ölçüde tamamlandı. Bu çerçevede Türkiye’nin dört bir köşesinde tertiplenen panel ve konferans programları, heyecanlı katılımlarla gerçekleşti ve yapıldıkları her yerde ses getirerek müsbet yankılar uyandırdı. Tabiî, Bediüzzaman Haftasının sona ermesi, bundan sonraki günlerde Üstadı anma programlarının düzenlenmesine engel değil. Yaz sezonunun başlayacağı günlere kadar yol açık. Nitekim 16 Mayıs’ta Ankara’da gerçekleşecek olan ve hazırlıkları devam eden Gençlik Şöleni başta olmak üzere, önümüzde yine hayli yoğun bir program var. Onların da duyuruları günü geldikçe gazetemizde yapılacak. Bu vesileyle, şimdiye kadar tamamlanan etkinliklerde emeği geçen herkesi kutluyor, ihlâs ve istikamet çizgisinde daha nice hizmetlere muvaffak kılmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz. *** 50. yıl çalışmaları devam etmeli Bu arada, evvelce de defaatle vurguladığımız gibi, Üstadın vefatının 50. yılını sadece bu hafta ve günlerde yapılacak etkinliklerle sınırlamayıp, bilhassa bu vesileyle yaptığımız neşriyatı yıl boyunca, hattâ sonrasında da devam edecek yoğun çalışmalarla, olabildiğince geniş kitlelere duyurma gayretlerimizi sürdürmemiz gerektiğini tekrar ifade etmekte fayda görüyoruz. Bilhassa geçen yıl neşredip gazeteyle birlikte verdiğimiz “Said Nursî ve Demokratik Açılım” ve “Said Nursî Kimdir?” kitapçıkları ile, 23 Mart’ta ek olarak yayınladığımız “Aydınların Gözüyle Said Nursî” broşürünün, bu kapsamda çok uygun dokümanlar olduğunu hatırlatıyor; bunlarla yapılacak tanıtım çalışmalarının çok verimli neticeler verdiğini ve vereceğini bir defa daha dikkatlerinize sunuyoruz. Her hal ve şartta bize düşenin çalışmak ve gayret göstermek olduğu, neticenin ise Allah’ın takdirinde bulunduğu gerçeğini unutmadan...
12.04.2010 E-Posta: [email protected] |